Cumartesi, Ağustos 06, 2022

ESKİ İSTANBUL’DA MEYHANELER

Reşad Ekrem Koçu tarafında kaleme alınan, İstanbul’un Sultan Murat döneminden itibaren belgelenen meyhaneleri ve meyhane köçeklerini konu alan “Eski İstanbul’da meyhaneler ve meyhane köçekleri” adlı kitabını okuyorum. Müthiş bilgilendim, Evliya Çelebi ve benzerleri referanslı anlatımlar, belgesel niteliğinde… Bu bilgiler, bugünün yoğunluğu ve gerekleri yanında elzem mi idi diye sorulabilir. Bilgi ile donanmak babından elzem gündemin yakıcı ajandası yanında elzem değil denilebilir. Lakin aşağıda aktaracağım küçük küçük notlara bakınca bilmediğimiz ya da yanlış bildiğimiz doğrular ya da doğru bildiğimiz yanlışlar üzerine siparişe binaen adrese teslim detaylar… Okunası, bilgilenesi gerek bir kitap, bunları da bilmesek hayatımızda bir eksiklik olur mu? Şüphesiz olmaz lakin münevveriyet adına değerli bir birikimdir diye mütalaa etmekteyim.

Yazar; “Yakın geçmişe kadar meyhanelerinin şöhreti bütün Akdeniz memleketlerine yayılmış koca İstanbul’da meyhane kalmadı. İçkili lokantalar var ve içkili aşçı dükkânları var… Meyhaneye rakı ve şarap içmeye gidilir ve meze yenilir, yemek değil.” diye giriş yapıyor. Kitap münderecatı bu minvalde ilerliyor. Gerçekte de azıcık tefekkür edilse “meyhane” ve “lokanta” farkı nedir kelime etimolojileri bile içerik için ipuçları veriyor esasen. Yazar, ilerleyen bölümde, “meze”nin doyumluk değil tadımlık olduğunu öne çıkararak meze çeşitliliğinin de önemine vurgu yapar. Meyhane kalmadı tespitine “içmesini de bilen kalmadı” diye vites attırıyor. “O canım rakımız, kuş gözünden şişhaneye, kadehle içilir efendim. Yudum yudum, süze süze, koklaya koklaya…”  Şeyh Galip’ten, Muallim Naci’ye mey ve meyhane tarifini destekleyen, katmerleştiren şiirlerden bölümler aktarılıyor. 

Meyhaneleri, “gedikliler, koltuklar ve ayaklı meyhaneler” diye tasnif ederek devam eder. “Gedikli Meyhane”; işleten sahiplerinin elinde devletten alınmış bir ruhsatname, bir berat bulunmakta diye ifade edilirken, “Koltuklar” için ise, ruhsatnamesiz, kaçak mekânlardır tespiti yapılır, sadece İstanbul’a mahsus olduğu ifade edilen “Ayaklı Meyhaneler” ise istisnasız tamamı Ermeniler tarafından işletilen ve içkinin seyyar ve sırtta taşınarak satıldığı mekânlardır.

“Gedikli meyhane” Ortaçağ’dan kalma bir usul beyanı ile iş hayatı ya da ticareti sınırlayan ve düzenleyen bir uygulama olmasından bahisle İstanbul’da 100 meyhane varsa bunun 1 eksiği ya da 1 fazlasının olmasının mümkün olmadığı belirtilmiştir. Bu kısıtlamanın, tüm esnafı kapsadığı belirtilmiş olup terzi için de, demirci için de, berber için de, sakalar için de, hamallar için de geçerliliği söz konusu imiş. “Gedik” babadan evlada kalır yahut ustadan çırağa, kalfaya devredilir yahut işten çekilen sahibi tarafından, loncanın muvafakati ile satılabilir, devir işinin, faaliyetin ehli ve liyakatine binaen olması kaçınılmaz olup devrin padişahının tuğrası da ruhsatnamede bulunurmuş ve de bu nedenle gedikli meyhanelere aynı zamanda “selatin meyhane” de denilirmiş. Gedikli meyhane, müdavimleri ise; “ikindi ile akşam arası esnaf kalfaları, çırakları, o boydan henüz tüylenmemiş yahut bıyıkları yeni yeni terlemiş gençlerdi. Akşam ile yatsı arası da yeniçeriler, kalyoncular, topçular, esnaf kâhyaları, âşıklar (halk saz şairleri)i okuryazar takımının kalenderleriydi, yaşını başını almış adamlardı”.

“Koltuklar” ise kaçak meyhaneler sınıfındadır, mesela adamın elinde “bakkal gediği” bulunmaktadır, bir fıçı şarap, birkaç damacana rakı koyar dükkânın bir köşesine kerahet vakitlerinde kepenkler indirilir, meyhane fazı devreye sokulur lakin “görme beni” payı zaptiyenin hak edişi olarak madeni haz kabilinden baki kalmak kaydı ile. Koltukların müşteri profili; “evine içki sokamayan yahut sokmak istemeyen kibar takımı uğrardı, yâr ve ağyar gözlerinden saklı iki üç kadeh rakısını, bir iki bardak şarabını içer, ağzını siler, evinin yolunu tutardı.” diye verilmektedir.

“Ayaklı Meyhane” ise, dükkânı, tezgâhı, ustası, sakisi hep kendisi olan kişinin, bellerine ucu musluklu ve içi rakı yahut şarap doldurulmuş uzun bir koyun barsağı sararlar, sırtlarında cüppeye benzer bir üstlük, iç cebinde bir kadeh, omuzlarına da alameti farika olarak bir peşkir atarlardı. Ve en çok Bahçekapı dışında, Yemiş iskelesi civarında, akşam karanlığında kayık iskelelerinde dolaşırlardı, müşterileri yalın ayaklı, yarım pabuçlu kayıkçılar, hamallar, yanaşmalar, uşaklar… Kuşağının altından musluğu açar, kadehi doldurur, peşine takılmış müşterisine içkiyi sunardı, kadehi alan da iki yudumda içer, ağzını da elinin tersiyle silerdi, argo deyimiyle ona da “yumruk mezesi” denilirdi. Ayaklı meyhanelerin cömertçesi ise cebinden iki üç leblebi çıkarıp verirdi.” şeklinde mekân ve müşteri tanımı ile detaylandırılmaktadır.

Görüldüğü üzere yasaklamalar ya da düzenlemeler hayat ile örtüşmüyor ise, devri zaptu raptta’da kâr etmemiştir ve de görünen o ki etmeyecektir. Hayatın doğal akışı ve ademoğlunun talebi buyurucu ve düzenleyici otoriteyi orantısız zeka ile mütemadiyen bertaraf etmiştir. Çalıştığım dönemde zaptu raptın payitahtı Suudi Arabistan ve Türkmenistan pratiklerini yaşayarak şahitlik ettim, bu tabii seyre… Özellikle Türkmenistan’daki “ayaklı meyhanelerin” nasıl asrımıza uygun otomobilli meyhaneler haline evrildiğine zarf ve mazruf açısından da yaşayarak şahitlik ettim. Anadolu’da yaygın söylenen “yasaklar delinmek içindir” sözünün ne büyük cesaretle faaliyet-i esas haline dönüştüğünün mükemmel pratiği ise Suudi Arabistan’dır, bence, ne kırbaç ne de kelle kesilmesi mani olamamaktadır. Neyse konumuza dönelim yeniden.

Evliya Çelebi’de değinmiştir İstanbul Meyhanecilerine, “esnafı melunanı menhusanı mezmumanan yani meyhaneciyan” diyerek. Üstad Seyyah, “IV. Murad’ın şiddeti ve devamlı içki yasağı arifesinde, hepsi İstanbul ile Galata, Eyüp ve Üsküdar kadılıkları hudutları içinde binden fazla meyhane vardır. Meyhanecilerin cümlesi “kefere ve fecere” olarak 6.000 nüfustur, 300 kadar koltuk dükkânı vardır. Meyhaneler “Hamr Eminliği”ne bağlıdır ki, devlet hazinesinin en zengin gelirlerinden birini de bu emanet temin etmektedir. Hamr Emaneti, Galata’da Domuz Kapısındadır.” Ünlü seyyah devamla; “Meyhaneciler mezmum kavimdir. Meyhaneleri içre bu kadar hanende, sazende, mutriban cem eyleyüb şeb ü ruz ile sürud ederler. Şarabın gerçi nası kati ile katresi haramdır, amma hükema kavlince ana “ruhi sani” demişler, nuş eden canların canına can verip, bihayat iken şirane cünbüşe başlayıp bihicap olurlar;

Yare yalvarmaya bir kimse hicap etse hemen

Bir kadeh mey kişinin cümle hicabını götürür

Bunu nuş edenler “arslan sütü” demişler. Kadim hükema da, “elma yiyip alessabah bir kase şarap içenin öldüğüne taaccüp ederiz” demişlerdir, amma yalan söylemişlerdir” diyor.

Gılgamış Destanı bile, ekmeği ve bira içmeyi, Eski Yunan ise şarap içmeyi uygarlığın bir simgesi olarak tasvir etmekte ise şüphesiz ki tüm bu yazılan çizilenlerden anlam ve önem çıkarmasını bilen kimseler için nice hisseler ve kıssalar vardır.

Sonuç olarak, bu güzel ve anlatımı akıcı kitaptan da ilim, irfan ve feyz almaya devam ediyor ve de edeceğiz. 

 

Hiç yorum yok: