Pazar, Mayıs 30, 2021

ARJANTİN; NAZİ KAÇKINLARI DESTİNASYONU

 Geçen hafta Arjantin’in emperyalizm ile hemhal Avrupa ile oluşturulmaya çalışılan meşruiyet arayışlarını yazmıştık. Acaba bu arayışların suflesinin gerçek sahibi ABD gözetiminde ve direk istihdam dışı “Nazi artıkları” olabilir mi? Konuya böyle bakılınca enteresan bir durum tespiti yapılabiliyor. 

Nihai hedefi SSCB’yi yok etmek olan ve emperyalizmin koç başı Nazi Almanya’sı üzerinden tüm dünyayı kapsayan ve kana bulayan büyük savaş arkasında büyük acılar ve yıkımlar bırakarak sonuçlanıyor. Büyük savaşın sonunda muzaffer ülke olarak SSCB savaş suç ve suçlularının peşine düşer. Diğer tarafta, galip görünümlü mağlup, emperyalizmin başkenti ABD ise kontrolden çıkan koç başını yargılamanın kendisine düştüğü iddia ve beyanıyla bir taraftan kurulan göstermelik ve sözde “Nürnberg Mahkemeleri” ile utangaç bir üslup içinde yargılar gibi yapıp esasen de kudretli istihbarat örgütü CIA ile de önemlidir tespit ve tayini yaptıkları kadroları istihdam edip, diğerlerini de farklı farklı birkaç yoldan başta Arjantin olmak üzere Güney Amerika ülkelerine yerleştiriyor idi.  

“O dönemde Nürnberg'de insanlık tarihi için şanssızlık ve yüz karası olarak değerlendirdiğim bir şeyler oluyordu. Mahkeme sürecinin Arjantin halkı tarafından da galip devletlerin yüz karası olarak değerlendirildiğini, Müttefiklerin sorumsuz davrandığının düşünüldüğünü gördüm. Müttefiklerin aslında savaşı kaybetmeleri gerektiğini şimdi görüyoruz.”  Bu sözler dünyaya cici bir liberal diye sunulan ve son eşi ile de iyice parlatılan dönemin Arjantin devlet başkanı Juan Peron’a ait. Evet ve ne yazık ki, dünyaya çok farklı pazarlanan bu devlet başkanı, laf ola beri gele kabilinden, Kapitalizmle Sosyalizm arasında “justicialismo” (Adaletçilik) adlı bir “üçüncü yol” tuttuğu savı ile Peronismo (Peronizm) diye sadece ABD destekli, yönetsel ve bilimsel hiçbir iddiası olmayan bir yol tutturmuştur. Lakin tüm dünya daha doğrusu Emperyalist batı “bu bizden değil” diyerek sanki gerçekten öyleymişçesine “kuşa bak” piarı ile şişirdikçe şişirdi muhteremi… Şiştikçe de silahlı kuvvetleri iyice avucuna alarak, anayasal özgürlükleri tamamen ortadan kaldırdı, basının çok önemli bölümünü borazanı haline getirdi. Bu tutumların kaçınılmaz sonucu olarak halkta inanılmaz bir memnuniyetsizlik oluşunca emperyal güçlerin desteğinden yoksun kalarak ve nihayetinde de bahse konu güçlerin organize ettiği darbeye muhatap olmuştur. İşte muhteremin iktidarının parlak günlerinde, ki bu dönem hemen büyük savaş sonrasıdır, Avrupa’nın namlı Alman katil sürüleri Nazi artıkları başta olmak üzere Hırvat, Slovak, Belçika, İtalyan, Fransız faşistlerinin sığınağı haline getirmiştir ülkesini ve her yerde olduğu üzere bu uğurda en büyük yardımcıları da Katolik Kilisesi ve Vatikan olmuştur. Adolf Eichmann, Josef Mengele, Erich Priebke ve diğer birçok Nazi savaş suçlusunun Arjantin’e sığındığını, bu büyük kaçışın ya da büyük sığınışın Katolik kilisesi, ABD ve İngiliz istihbarat teşkilatlarının iş birliği ve tabii ki Juan Peron’un muhteşem ve kesintisiz desteği ve ev sahipliği ile kotarıldığı ilgili tüm çevrelerce bilinmektedir. Gerçi son dönemde ele geçen belgelere göre Arjantin’e Nazi akımı büyük savaştan önce başlamış görünmektedir ve Arjantin’de sosyal ve siyasal altyapı çalışmaları yürüten bu ekibe bazı Nazi yanlısı Alman iş adamları tarafından bankalar aracılığı ile paralar havale edildiği anlaşılmaktadır.

Görüldüğü üzere, konu öyle zannedildiği kadar basit değil, bugünlere kadar yükselerek zaptı raptın dozu artarak süren, yeni dünya düzeni yaratma adına büyük ve organize faaliyetlerin yürütüldüğü yeterince sarihtir. Öyle bakılmasın, “Nazi avcısı” birkaç Yahudi kuruluşun başta Adolf Eichmann olmak üzere birkaç suçluyu yakalayıp yargılamasına. Avrupa’dan kaçan ve Arjantin’e yerleşen yaklaşık ve bilinen 15.000 faşist-Nazi oralarda elini kolunu sallaya gezdiler.  İşte bu nedenle ve bu açıdan bakılınca Arjantin yönetiminin muhaliflere neden bu kadar sert hatta yok edici davranmış olduğu daha da netlik kazanıyor. Bir taraftan insan aklının alamayacağı, şeytanın bile şaşırarak baktığı işkenceler ve insan öldürmeleri icat eden bu güruh, ülkeye davet edilip başta ABD ve İngiltere’nin aferimine mazhar olunurken diğer taraftan da geçen hafta yazdığımız aile ilişkilerini oluşturularak dünya kamuoyu gözünde meşruiyet teminine girişilmektedir.

Peki, böylesi büyük çaplı operasyonlar için sadece idarenin irade beyanı yeterli midir? şüphesiz hayır… İdare istihbarat teşkilatlarını operasyon için hazırlar ama kamuoyunda meşruiyetin temini için Arjantin Katolik ve Roma Katolik kilisesi kurumsal olarak devreye sokulur. İşte Allah’ın emri, CIA’nin, Katolik kilisesinin kavli ve Arjantin yönetimin emredersinizi ile devreye sokulur bu plan… Konu ile ilgili inanılmaz sayıda bilgi ve belge bulunmakta olup her biri çok değerli olan makale, kitap, belgesel ve filme dönüşmüş durumdadır. Görüleceği üzere, Arjantin’de 1978 darbesi sonrası muhaliflerin uçaklara doldurulup okyanusun en fazla köpekbalığı olan bölgesine atılıyor olması çok alçakça bir işlem olmakla birlikte genel manada yaşananların küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Tüm bunlardan sonra inanmak istemeyenlere “iğne ve ilaç kar etmez” deyip geçelim.

Sona gelirken, bahse konu belgesel nitelikli kitaplardan biri de Arjantinli Yazar Uki Goni’nin “Real Odesa” adlı kitabı olup, kitaba konu gerçekleştirdiği araştırmalar neticesinde; bahse konu katiller sürülerinin, Vatikan, İsviçre, İspanya ve Arjantin arasında kurulan ilişki ve köprüler üzerinden, büyük abi CIA gözetiminde hangi yollardan, nerelere kaçırıldığını, kaçanların nerelerde nasıl barındıklarını ve kollandıklarını ayrıntılı yazmaktadır. Bir yerde yazar; “Gördüğüm belgeler kilisenin bu suçluluların Arjantin'e göç etme izni almaları için Kızıl Haç’a garantör olduğunu ve başvuruların birçoğunun rahipler veya papanın kendi kuruluşu olan Papalık Yardım Komisyonu tarafından imzalandığını gösteriyor” diyerek Katolik kilisesinin gırtlağına kadar bu işin merkezinde olduğunu belirtmektedir.

Evet; Olcay Bayram ile 3 yazılık bir, Arjantin, Hollanda ilişkileri çerçevesinde, yaşanılan mezalim ve mezalimin müsebbiplerinin hayatları üstüne ve arka plan, ön plan tespitleri yapmaya çalıştık. Konu zor ve çok kapsamlı özet yapmaya çalıştık.

“Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” faslından son söz olarak Martin Luther King, Jr’dan bir alıntı “Herhangi bir yerdeki adaletsizlik, her yerdeki adalet için tehdittir.”

Pazar, Mayıs 16, 2021

OKYANUSTAN GELEN CESETLERE AVRUPA İLE MEŞRUİYET

Evet, geçen haftadan devam edelim… Olcay Bayram ile Arjantin’de yaşanan bu insanlık dışı olayların bir de Avrupa yansımasına bakalım dedik… Hani; “Herkes sessiz kaldığında çığlık atmak bir onurdu” diyordu, ya, Buenos Aires Herald Gazetesi editörü… Peki sessiz kalanlara kimler dahildi, sessiz kalarak ve hatta sessiz kalmanın yanında faaliyette bulunarak yaşananları olumlayan, beğenen ve destekleyenler var mı idi? Evet, ne yazık ki bugün tüm dünyaya parmak sallayarak, “demokrasi” ve “hukuk” dersi vermeye kalkanlar bu ayıbın tam kucağındadırlar… Ama kesinlikle bilinmeli ki, bugün “biz gelişmiş ülkeleriz” diyerek kasım kasım kasılan ülkelerin neredeyse tamamı, yönetim olarak bu işin içindedir… Mesela, Hollanda kraliyet ailesine, şöyle bulabildiğimiz bilgiler ışığında hızlıca bakalım, neler olmuş neler…

1976 ile 1983 yılları arasında; ABD destekli Arjantin Faşist diktatörlüğü, ülkeyi adeta açık bir cezaevine çevirir ve esas hedef olan muhalifleri de bu cezaevinin hücrelerinde tenkil eder… Daha da tehlikeli diye not düşülenler ise, “kanıt yoksa suç ta yoktur” öngörüsü mucibince “ölüm uçuşları” ile dolduruldukları uçaklardan Atlantik Okyanusuna atarak bertaraf edilmektedirler. Ülke adeta bir infaz ve tenkil alanına dönüşmüş lakin uluslararası sermaye ise bizim baş eczacı’nın deyimi ile “rejim ile hiç ilgili değil” onlar sadece çıkarlarına bakıyorlar… 30.000 (yazı ile de otuz bin muhalif katledilmiş) onların umurunda mı, zinhar…

İşte bu vaziyet ve şeraitte, askeri faşist hükümette görev alan bakanlardan birisi de tarım ve hayvancılık bakanı; Jorge Zorreguieta’dır. Muhterem, önemli bir adammış ki bunu sonradan anlıyoruz ve sizlerle de paylaşacağız. Bakanlığa bağlı INTA’nın (Milli Tarım Teknolojileri Enstitüsü) bir işkence ve yok etme istasyonu olmasının önünü açar mezkur bakan, şüphesiz ve tabii ki de öncelikle ağırlıkla kurumun kendisini temizlemek gerekir muhaliflerden, Muhterem de öyle yapar… Önce içeriyi temizler sonra da dışarıdakileri burada temizlemeye girişir… Hayli de başarılıdır… O kadar başarılıdır ki, beynelmilel irtibat ve iltisakları zamanı gelince istifa etmesini kulağına sufle ederler, çünkü görev tamamlanmıştır… Hemen araya küçücük bir bilgi girelim, 12 Eylül’de bizim darbecilerin de Et ve Balık Kurumu tesislerini bu amaca matuf üs haline getirdikleri çok söylenmişti. Beynelmilel meşruiyet adına içeride faşist darbecilerinde hesabı görülecektir. Uyduruk bir kahramanlık destanı yaratma peşindeki diktatörlük, kulaklara sufle edilen buram buram provokasyon kokmasına rağmen Falkland Adaları macerasına girişir… Ve haliyle savaş kaybedilir, hem de yaklaşık 15.000 km öteden gelen emperyal gücün liderlerinden İngiltere’ye… Dedik ya, beynelmilel meşruiyet arayışı, “anne cici, baba kaka” oyunu mucibince, Arjantin’in başından darbecilerin uzaklaştırılmasına karar verilir ve sözde yargılanırlar, vs vs… Bilin bakalım, kim vareste tutulur, tabii ki tarım ve hayvancılık bakanı, ; Jorge Zorreguieta

Evet; Jorge Zorreguieta’nın bir kızı, Máxima Zorreguieta Cerruti adında olanı, 1999’da İspanya’da “Bahar Festivalinde” Hollanda Kraliyet ailesinden Prens Alexander ile tanışır… Hollanda Kraliyet varisi Prens Willem-Alexander, yatırım uzmanı bu kıza âşık olur, gel zaman git zaman, Hollanda Parlamentosunda ciddi tartışmalara ve soruşturmalara sebep olsa da, nihayetinde evlenirler… Şüphesiz ki bu kabil bir karar ilgili kişileri ilgilendirir… Gönül işidir bu, karışılmaz, ota da boka da konar… Hem baba bir faşist katil ise bunda kızının ne günahı olabilir, değil mi? Lakin burada tuhaf ve üzerinde durulması gereken işler olur, mesela Parlamento’daki bir araştırma kuruluna mezkûr bakan “Arjantin’de olan bitenden yani bu toplu katliamlardan haberinin olmadığını beyan eder”, işte bu öncelikle inanılmayacak ve de bu kabil bir cevap ile örtülme çabası olan şeyler var kuşkusu doğurur… Peki; sadece bu olsa, inanmaz mıyız? Hem de bal gibi… Lakin Hollanda Kraliyet ailesinin geçmişine hızlı bir göz atılınca da, bu kabil kirli işlere, duygusal ve gönüllü bir eğilim geçmişi olduğunu hemen anlıyoruz… Yıl 1966, Hollanda’da Nazi işgali üzerinden henüz 20 yıl geçmiş, Hollanda Prensesi Beatrix uzaktan akrabası Claus von Amsberg’e abayı yakar, lakin Claus Von Amsberg’in siciline düşülen not çok enteresandır, çünkü o bir nazidir, o bir faşisttir, nazi gençlik kolları (Hitler-Jugend) eski üyesi olup ve Hitler döneminde Alman ordusunda görev almış bir askerdir. Kraliçenin bu tercihi başta Hollanda parlamentosu olmak üzere halk arasında da çok tepki çeker. Oluşan tün tepkilere ve itirazlara rağmen bu makus evlilik gerçekleşir. Tepkiler düğün törenine sis ve ses bombası atılmasına kadar varan boyuttadır ve ciddi sokak gösterilerine sebep olmuştur, ölümlerin ve çok sayıda yaralanmaların da olduğu söylenir. Şüphesiz ne olursa olsun Kraliçe’nin kişisel tercihidir bu, gönlü güle konamamış, ne yapsın… Kişisel tercihinin arkasında ne kadar durabilmiş, evlilik makamı dışındaki tüm mekân ve makamlarını değiştirmiştir, işte bu bile nasıl bir yanlış yaptım psikolojisidir, varın anlayın siz gari… Sonuçta Amsterdam taht için mekan değildir gariii, o bile terk edilmiştir… Yani aileye yeni katılımlarda faşist tercihi 1 kere olsa tesadüfi bir aşk hikayesi deyip geçeceğiz lakin ünlü atasözümüzü hatırlamaktan geri duramıyoruz… “Hacı hacıyı Mekke’de, hoca hocayı tekkede bulur” deriz ya, tam da o, hangi mahallede ve ne tür arayışlar içinde isek onu buluyoruz hatta ona layıkız… Peki, bu konu ile ilgili ciddi yayınlar ve kaynak bulunuyor mu, zinhar, çünkü bu da Hollanda’nın haydi karartılmış demeyelim ama olabildiğince loş ışıkta bırakılmış tarihidir… Haaa, bana sorarsanız, sürpriz mi tüm olanlar, şüphesiz hayır, kendilerince “altın çağ” diye tanımlanan dönemde, Afrika’da, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden, Senegal’e, Güney Amerika’da, Surinam’dan, Brezilya’nın kıyı bölgelerine, Asya’da, Endonezya’dan, Vietnam’a kadar hakim olan Hollanda, dönem itibari ile Avrupa’nın İspanya ve Portekiz’den sonra en önemli sömürge imparatorluğudur. Hal böyle olunca da evlilik tercihleri de bu şanlı geçmişe mütenasip olmalıdır…


Pazar, Mayıs 09, 2021

HERKES SESSİZ KALDIĞINDA ÇIĞLIK ATMAK BİR ONURDU

Geçen haftaki “1 Mayıs” başlıklı yazımda; Arjantin’de devrimcilerin başına nelerin geldiğinin herkes yakın tanığıdır… Uçaklara doldurulan devrimcilerin, Atlantik Okyanusunda köpek balıklarının en çok bulunduğu noktalara belli bir yükseklikten atılmış olması balıklarının en çok bulunduğu noktalara belli bir yükseklikten atılmış olması ibaresi üstüne Olcay Bayram ile uzun uzun muhabbet ettik… Arjantin üzerine hem detaylı bildiklerimi tazeledim hem de ilk kez Olcay’dan öğrendiğim şeyler oldu… Örneğin, şu andaki “Papa Francis” olarak bilinen  Jorge Mario Bergoglio’nun bu katliamların önemli tanıklarından biri olması… Örneğin; Hollanda kraliyet ailesi ile Nazi geleneğinin sürdürülmesi üzerine detayda akrabalık ilişkileri tesisi, vs vs… “Youtube’ta herkesin kolaylıkla ulaşabileceği İngilizce altyazılı, İspanyolca yürütülen ve Papa Francis’in Arjantin’de Askeri faşist cunta tarafından gerçekleştirilen geniş çaplı katliamlarının tanıklığına değiniliyor olması da enteresan… 1976 ile 1983 yılları arasında; ABD destekli Arjantin Faşist diktatörlüğü, kurulan gizli askeri kamplarda, kendilerine en ufak muhalif tutum takınanlardan başlamak üzere binlerce insanı işkence ile yok etmiş ve tutukladıklarının önemli bir bölümünü de ne yazık ki uçaklara doldurup Atlantik Okyanusu üzerinde köpekbalıklarının fazlaca bulunduğu yerlerde okyanusa attırmıştır. Okyanusa atılan o kadar insan vardır ki, bir kısmı köpekbalıkları tarafından parçalanırken bir kısmı da sahile vuruyor … Evet, sahile vuran cesetlerden biri de, Papa Francis’in 1950’li yılların başında bir dönem çalıştığı bir kimya laboratuvarında, laboratuvarın şefi Esther Careaga’dır. Papa Francis o dönem bu kimya laboratuvarının şefi Esther Careaga’nın asistanıdır, siyasi ve dini görüş ve düşünceleri birbirlerinden çok farklıdır lakin çok iyi bir arkadaşlık oluşmuştur aralarında. İleride Papa Francis olacak Jorge Mario Bergoglio kimya laboratuvarında çalıştığı dönemde şefi olan Esther Careaga’nın sahile vuran cesedinin defin işlemi için Buenos Aires başpiskoposu olması hasebiyle kendisine yapılan bir müracaat nedeniyle öğrenir. Papa daha sonraları kendisi ile yapılan söyleşide büyük ıstırap ya da utanç içinde söyleşiyi yapana konuyu özetliyor.

Evet, gelelim yazının başlığını oluşturan, kelama; dönem itibariyle Arjantin’de İngilizce yayın yapan Buenos Aires Herald Gazetesi editörü olan muhterem görece cesur davranışlar gösterir, kayıplar için olan biten için kıyısından da köşesinden de olsa değinilir yayınlarında ama esasında kayıplarını arayanların buluştuğu yer ya da temas noktası bir mekân olmasına izin verir gazetenin… Bu durumu emekliliğinde “Herkes sessiz kaldığında çığlık atmak bir onurdu” diye belirterek acı ile hatırlamak ve hatırlatmaktadır maziyi. Bu vesile ile zulmün karşısında el etek öpmeden, işimden olurum, ekmeğimden olurum, hapislerde çürürüm, demeden onurlu ve ahlaklı tavır gösteren herkesi iyi duygularımızla bir kez daha analım…

Peki; nasıl olur da bir yönetim vatandaşlarından muhalif olanlara bu tür bir sonu reva görebilir? Bu inanılır bir şey midir? Yoksa bir avuç rejim düşmanının uydurduğu iddialar mıdır tüm bunlar? Yapılan bu “yok etme” planı neden gizli kalamadı? Oysa, ne kadar da güzel planlanmış idi, “kanıt yoksa, suçta yoktur” operasyonları, bir avuç CIA ajanı ve Nazi Almanya’sından kaçmış bir avuç Nazi subayı iş birliği ve yol göstericiliği ile bir avuç yerli ve milli katil sürüsünün birlikteliği… İşte klasik deyim ile “gerçeklerin er geç açığa çıkması gibi bir huyu vardır” umdesi bir kez daha gerçekleşir… Bu katil sürüsünün, başta kayıp yakınlarının kararlılıkla ve inançla ve de yılmadan, sinmeden ve korkmadan arayan tarihin onurlu sayfalarına “Plaza del Mayo anneleri” olarak geçen bir avuç insan ve onların yanından hiç ayrılmayan “insan hakları savunucuları”nın ısrarlarına ve baskılarına, ABD ve emperyal tüm güçler pes ederek dün birlikte hareket ettiklerini satmaktan kaçınmamışlar, yargı önüne çıkmalarına onay vermişlerdir.

Sonuç itibari ile; bu CIA beslemesi katil sürüsünün suçlarının sabit görülmesi, sadece Papa’nın bu utangaç ama samimi ifadeleri ile mi kanıtladığını zannediyorsunuz, zinhar… Dedik ya; baskılara dayanamayan, elemanlarının ve memurlarının satışında beis görmeyen, kendilerine ve çıkarlarına kesinlikle bir helal gelmeyeceği bilinci ile hareket eden ABD ve müttefikleri yargılanmalarına izin verir bu alçakların, işledikleri insanlık suçu olarak ittifakla kabul edilen ve asla ve kat’a Mürur-i zaman oluşmayan bu insanlık suçundan Arjantin Donanma Mekanik Yüksek Okulu ve Arjantin Hava Kuvvetleri ve Sahil Güvenlik pilotları yargı önüne çıkarılır. Meraklıları yargılamanın tüm safahatını detayları ile uluslararası basın arşivlerinden, pilotların ve uçaklardan Okyanusa atılan muhaliflerin isim isim listeleri başta olmak üzere fiillerin nasıl işlendiğine, Arjantin İstihbarat teşkilatının işin içindeki iş kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı öncü rolüne yönelik her türlü detayı bulabilir… “Ölüm Uçuşları” diye adlandırılan uçuşlarda Arjantin’deki muhaliflerin infazlarının iz bırakmadan yok edilmesi maksadıyla atılan kişiler başta olmak üzere askeri kamplarda işkence ile öldürülen ve kimsesizler mezarlıklarına defin edilen insanların yakınlarının ısrarlı takip ve her türlü engel, şiddet ve yasal blokajlara rağmen yürüttükleri mücadele, bu yargılama ve verilen karar ile yeni bir evreye ulaşmış görünmektedir. Peki, emperyal güçlerin yerli ve milli pençeleri sadece bu tenkil operasyonu ile mi yetinmişler, nerde, donanma ve istihbarat subayları bilahare kayıplarını arayanların da arasına, kendilerinin de birer kayıp yakını numarasıyla karıştıkları ortaya çıkmıştır. Ne enteresan değil mi? Her yerde her pozisyonda bulunma ve yönlendirmeye çalışma… Evet, Papa’nın tanıklığı ve de bilahare arzu edilmese de mecburen yapılan yargılamalar sonucu ve de esasen çok öncelerinden uluslararası itibarlı ve tarafsız insan hakları kuruluşları raporlarında bulunan “ölüm uçuşları” diye bilinen tenkil operasyonlarının, kirli CIA ve ortakları yerli ve milli güçler tarafından gerçekleştirildiği aşikardır gayri… İlaveten, Nazi Almanya’sının, ABD’ye kaçamayan ya da ABD’nin istihdam etmeyi tercih etmediği alt rütbelilerinin yani bu işkenceci ve katil subayların neden büyük bir arzu ile Arjantin’e kaçmış oldukları da mana kazanıyor bu bap’tan bakınca… Diğer taraftan, Hollanda Parlamentosu’nun soruşturmasına ve itirazına rağmen, Hollanda kraliyet ailesine, bir sonraki yazımızda detayları ile değineceğimiz,  Arjantin Faşist darbesinin Tarım Bakanının kızının “gelin gitme” hikayesi de, hem de parmağım kör gözüne misali eklenince, tüm bu hikaye “küresel” bir hal ve meşruiyet almaktadır, yani ve anlayacağınız konu hiç te öyle lokal değil tam teşekküllü organize işlerdir. 

 

Pazartesi, Mayıs 03, 2021

1 MAYIS

 Bir romanda okumuştum; Rus edebiyatı olduğu kesin lakin yazar ve roman ismi ne yazık ki aklımda değil, Çarlık Rusya’sında yoğun baskılar ve engellemeler altında “1 Mayıs” kutlaması için yer ve yöntem arayışı içindedir devrimciler, sonra birden balık avına çıkılıyor izlenimi verilerek yüzlerce balıkçı teknesi ile denize açılırlar ve doyasıya ve de gönüllerince

görece özgür bir ortamda 1 Mayısı kutlarlar… Kitap ismi ya da yazar ismi hatırlayamıyor olmam ise bana yeter bir ayıp olarak kayda geçiyor, ahada kayıt ettim… Vazgeçtim; bilmem hangi kitabın, bilmem hangi sayfasında yazıldığı üzere gibi bir detay vermeyi, haydi bunu anladım diyelim, bari yazarın adını hatırla değil mi? O da yok, ne yapalım… Lakin muhtemelen Ostrovski’nin bir eserinden olabilir diye hatırlıyorum tüm bunları… Bazı kerameti kendinden menkul arkadaşlarımızın sahip olduğu meziyet ve maharete sahip değilmişim demek ki… Neyse kendime fazla da yüklenmeyeyim, neme lazım sonra bu lüzumundan fazla mütevazilik bazılarınca gerçek kabul edilir, Allah muhafaza…Evet, asıl meramım ve muradıma geçeyim…

Çarlık Rusya’sında işçi sınıfının mücadelesine amansız ve kanlı bir takip yürütülüyor… Özellikle ve ilk başlarda mücadelenin ciddi biçimde kanlı başlamasının merkezlerinden biridir, Odesa… Aynı zamanda Karadeniz’de önemli bir limandır, Çarlık Donanması için… Potemkin Zırhlısı başkaldırısı önemli bir kilometre taşıdır bu baptan… Karada yürüyen, açlığı sonlandırma, sömürüyü sonlandırma mücadelesine, Potemkin Zırhlısı da katılır… Odesa şehri dayatılan yokluğa, yoksulluğa ve yolsuzluğa artık yeter babından büyük çaplı bir grev başlatır, işçi köylü ve sade vatandaş hep beraber, hep birlikte teyakkuzdadır, direniş yükselmektedir. Mücadelenin yoksullar tarafı böylesine organize ve güçlü haykırışlara ve direnişlere mütemayil olunca doğal olarak muktedirlerin kılıcı Çarlık Ordusunun da acımasız olacağı yeterince sarihtir. Ve öyle olur, bu direnişin karada ve denizde yürüyen ayağını, geçen yüzyıl sinemanın başyapıtı seçilen hatta otoritelerin ittifakla sinema tarihini başlattıkları “Potemkin Zırhlısı” filminde görmek mümkün lakin nihayetinde bu da bir filmdir, gerçek hayatın direniş ve katliam boyutlarının ve de yaşanan acıların hepsinin mütekâmilen yansıtılması mümkün olamamaktadır. Yani ve özetle Devrimci mücadele ve karşıtı tenkil politikaları yoğun bir biçimde sürmektedir. Yaklaşan işçi mücadele ve dayanışma günü “1 Mayıs” kutlanacaktır hatta öyle ya da böyle mutlaka kutlanacaktır. Amaç mutlaka kutlamak olunca mutlak bir yol bulacaktır devrimciler. Devrimci önderler yoğun baskı ve tenkil politikasının sertliği karşısında kutlamaların mutlaka yapılması lakin olabildiğince güvenli ve kayıpsız yapılabilmesi üstüne kafa yormaktadırlar. Evet, karar verilmiştir, yüzlerce balıkçı teknesi, balığa gidiliyormuş edası ile denize açılır, 1 Mayıs anması, direniş yükseltilmesi ve mücadele kararı bir kez daha perçinlenir… Orantısız güç karşısında orantısız zekâ bir kez daha galip gelmiştir.

1980 faşist darbesi neticesi yolumuz maalesef cezaevine de düşer, sanki bizsiz olmazmış gibi, Adana Askeri Cezaevi, Adana Cezaevi derken yeni açılan adeta içeridekilerin bir vade sonra kendi ecelleri ile ölümlerinin kolaylaştırılması ve hızlandırılması açısından petrol rafinerisi dibine yapılan E tipi cezaevine geliriz… Kısa bir süre sonra “1 Mayıs” anmaları yapılacaktır… Bir gün yemekhanede, öğlen yemeği yenilirken, olabilecekleri sezme kabiliyeti yüksek ve sınırsız, korkuları içinde çaresiz kalmış yönetim, cezaevi müdür yardımcısını tüm avenesi ile adeta baskına gönderir… Emir kısa ve çok nettir… Kesinlikle “1 Mayıs” kutlaması yapılmamalıdır… Yapılırsa da karşılığı misli ile verilecektir… Yönetim yukarıdan gelen emirleri kendi kudret ve kompleksleri ile yoğurarak şiddetin orantısız ve sınırsız olacağını beyan etmiştir. Tutuklular da 1 Mayıs anması yapmakta kararlıdır… Kararın hayata geçmesi halinde “eti sizin kemiği bizim” kabilinden tesellümü yapılmış tutukluların başlarına, 12 Eylül muktedirlerinin tabiri ve dayatması ile savaş esiri sayılıyor olması ilavesi ile nelerin gelebileceğini kestirmek hiç de zor değildir… Dönem itibari ile kendi personeline bile zayiat değerlendirmesi ile bakan, bu kafa, bu göz için tutukluların külliyen yok edilmesi hiçten bile değil… Zaten mezkûr tarihten 2 yıl önce Arjantin’de devrimcilerin başına nelerin geldiğinin herkes yakın tanığıdır… Uçaklara doldurulan devrimcilerin, Atlantik Okyanusunda köpek balıklarının en çok bulunduğu noktalara belli bir yükseklikten atılmış olması uluslararası gözlemciler tarafından raporlara geçirilmişlerdi… Öncülünün liderleri ile ardıllarının Panama mekteplerinde aynı sıralarda dirsek çürüterek tedris olunduğu yeterince sarih iken, fazla kelamın lüzumu icap etmese gerektir. Neyse burada da, orantısız zeka, orantısız güce galip gelir… 1 Mayıs günü, yönetimin tüm ekip ve gözetleme ve ses dinleme teyakkuzuna rağmen, tutuklulardan ses seda çıkmamış olması, yönetimi çok sevindirmiş görünmektedir ve muhtemelen de vukuat raporlarına hiçbir şey olmamıştır, kaydı düşülmüştür. Lakin, şimdi tam hatırlamıyorum, ama ya 1 gün önce ya da 1 gün sonra anmalar yapılmıştır, oradaki devrimci önderler başta aktardığım ve kendilerine de detaylı anlattığım “Odesa kutlamalarından” yeterince feyz almış olmalılar.

Esasen bu darbecileri de anlamak çok kolay şüphesiz, adamların ihalesiz ve gönüllü misyonları zapturapt, derdest ve tenkil eylemek… Peki bunların aklı yok mu da böyle davranıyorlar… Yoktur, ben ona kanaat getirdim, bu muhteremlerin bilim adamı diye etraflarına aldıkları, 3-5 CIA ajanı ile andevül üfürükçü tarzında şarlatanlardan ibarettiler ve muhteremlerin yönlendirmesi yeter şarttır, galiba… Ne galibası… Galiba mı kaldı…

Sonuçta, bilim; tarihi, sosyolojisi ve antropolojisi ile olmuş bir övendire bunların gözüne gire gire, lakin bunlarda olmuş göz, öküz gözü, ne itelesen yetmez… Yahu el insaf, baskı, zulüm ve kan ile kim abad olmuş ki… Ahada gittiniz, o dönemin kasım kasım kasılanlarına ve böbürlenenlerine ne oldu, azıcık daha ömürleri olsaydı, yalancıktan da olsa, rütbeleri bile geri alınacaktı… Neyse, uzun lafın kısası, orantısız aklın karşısında orantısız gücün ömrü uzun olamıyor…