Çarşamba, Ocak 23, 2019

EVİM 2


Bir önceki yazımda bahsettiğim üzere ütüler “kömür ütüsü” ile yapılırdı. Ancak ütülerin tipi, ağırlığı, hangi malzemeden imal edildiği, kaplamasının olup olmadığı da bir statü ifadesi olduğundan çok çeşitlidir. Bizim evdeki ütü en hafifi, kaplamasız ve en basitinden idi, çünkü biz sıradan bir aile olup alttakilerden sayılırdık. Şimdilerde antika sayılıp, ilgili dükkanların vitrinlerini süsleyen ütülerin bir hayli değerli olduğu anlaşılmaktadır. Genelde gömlek yakaları kolalanır olmakla birlikte bizim evde sadece benim “önlük yakam” kolalanırdı, babamın zaten böyle bir derdi olamazdı, annemin ise gömleği var mı idi, varsa yakaları var mı idi, vallahi hatırlamıyorum. Bitkisel, hayvansal ve sentetik kolaların olduğunu hatırlıyorum, ancak bizimkilerin en ucuzu olan pirinç kolasını tercih ettiğini hatırlamaktayım. Önlük yakalarının bile çeşitliliği bir statü farkına tekabül etmekle birlikte, kolalama konusunda da değişiklikler ve çeşitlilkler söz konusu idi. Yakalar içine kola konulmuş su içinde yıkanır, kurutulur ve ütülenirdi, al sana harika bir beyazlık ve görüntü… Ama ilk kavgaya kadar, çocukların arasındaki kavgalarda ilk zarar gören malzeme önlük yakaları olurdu...

Bahçenin deniz kenarındaki sınırında; yaklaşık 50 cm aralıklarla kara selviler dikilmiş idi, gerçi sayısını şimdilerde hatırlamıyorum ama bahçenin mezkûr yanını 20 mt yüksekliğinde bir duvar gibi sınırlamış bir hali olup sert poyraz rüzgarlarına karşı ağaçları korumakta idi. Onlar ne zaman kesildi, neden kesildi onu hatırlayamıyorum ama yazık olduğu konusunda fikrimin değişmesi mümkün değildir. Narenciyenin sert poyraz rüzgarlarına hele denizden estiği için getireceği deniz suyunun zararlarına dayanamayacağı söylenirdi ve bu yüzden bir hayli sık dikilir ve adeta bir duvar oluşturulur idi. Şimdilerde bu rüzgarlardan korunamayan “Çeşme Limonu” ve “Çeşme Mandalini” ağaçları hayata zor tutunmakta olup tutunanların ise bu kez de yok limonun kabuğu kalın, mandalinin çekirdeği çok gibi “burun kıvırmalara” maruz kalmaktadır. Baba emaneti ve yadigarı kabilinden kalan ağaçları da bugün de yaşatabilmek için ciddi ve yoğun bir çaba yürütmekteyim ve de sonuna kadar da yürüteceğim. Çünkü gerek Çeşme limonu ve de gerekse Çeşme mandalini aroması ve lezzeti açısından bulunmaz ve tarif edilemez durumdadır. Bu iki ürünün de detaylı hikayesini başka yazılarımda anlatmak istiyorum, kökeni, değeri, kalitesi ve kantitesi açısından. Hele imar uğruna ki maalesef hepimiz nemalandık bu uygulamadan, mandalin ve limon bahçeleri heder edildi ya, yanarım da ona yanarım. Şimdilerde birçok kişinin korumaya çalıştığı bu ürünleri, tadanların yana döne bunları neden tekrar tekrar aradıklarına şaşırmamak gerektir. Tabii ki bu heder oluşta sadece imarı suçlayıp kurtulmak mümkün değildir, konu çok parametreli izaha muhtaç durumdadır, yeraltı sularının bozulması, kimyasal gübrelerin ve zirai ilaçların fahiş miktarda kullanılması, toprak kalitesinin bu şartlara bağlı bozulması, artan kömür tüketiminin, araç trafiğinin, belki gülünecektir ama ağaçlara yüklediği stresi göz ardı etmemek gerekir.

Bir adet badem ağacımız vardı, hayli büyük bir ağaç olup ilk başlarda pek anlayamadığım biçimde “diş bademi” şeklinde adlandırılması bana tuhaf gelirdi, sonraları kuru badem de yemeye başlayınca anlamış idim ne manaya geldiğini. Bademlerin tamamının toplanması için küçük ve az kilolu olduğumdan dallara tırmanarak toplamak bana düşerdi. Ancak ben çağla dönemlerini daha çok severdim ve bu dönemde badem ağacına tırmanmayı tercih ederdim, eee ne yapacaksınız biri zevk biri görev ikisi de yerine getirilmeliydi. Annemin kurutulmuş incir içine badem koyup üstüne de susam serpip bahçedeki fırında pişirmesinin tadını da unutmadığımı söylemeden geçemeyeceğim. Kolayca anlaşılacağı üzere, çok olmamakla birlikte nerede ise tüm meyve ve sebzeler, nerede ise “sıfır” ilaç ve kimyasal gübre ile yetişmiş olup doğal bir şekilde yenirdi evimizde. Her meyve ve sebze kendi doğasındaki yetişme mevsiminde yenirdi, şimdi ki gibi değil idi. Mesela domates artık tükenmek üzere iken yeşil halde toplanır, babamın depoda hazırladığı birkaç katlı ranzada saman içinde saklanır, bu yeşil domatesle zaman içinde kızarır ve oradan hemen sofraya… Domates çekirdekleri ayıklandıktan sonra küp şeklinde kesilir, nasıl yapıldığını şimdilerde annemin bile hatırlamadığı şekilde “şişe domatesi” olarak kış hazırlığı kapsamında saklanır ve tabii ki kesinlikle ev salçası da olmazsa olmazı idi evimizin. Yine kendi yetiştirdiğimiz buğdayın, un haline getirilmesi ile kendi tarhanamız, eriştemiz (ev makarnası), kendi domatesimiz, kendi yumurtamız ve kendi yoğurdumuz ile hazırlanır ve saklanırdı. Kendi mısırımızdan elde edilen mısır unundan imal edilen mısır ekmeğinin benzerlerinin bugün artık olma ihtimali yoktur sanırım. Çünkü önce tohumlar değişti sonra ilaveten zirai ilaç ve kimyasal gübre devreye ağırlıklı girdi ama esasen de insanlar yetiştirmek yerine satın almayı tercih eder hale geldiler. Gerçi kimileri buna zenginleştik artık yetiştirmeye ne gerek var, satın alalım, daha az zahmetli ve ucuz oluyor diyor ama neyse, ABD’nin canım Yurduma attığı kazığın mikro düzeyde benzerini konfor adına kendi kendimize atıyoruz. Bahçenin her türlü gübre ihtiyacı ağırlıklı tarafımızca yetiştirilen keçi, koyun ve eşek hatta tavuklarımızdan temin edilirken eski Ovacık yolundan geçen gerek köylülerin gerekse de tarlaya giden yerlilerin hayvanlarından dökülen gübrelerin toplanması da en temel görevlerimizden biri idi, elimizde bir kürek ve uyduruk bir süpürge günün belli saatlerinde çıkar toplardık. Hele akşam saatlerinde tavukların kümeslerine girmiş olmalarının son kontrolünün yapılması gibi ciddi ama önemli bir görevim daha vardı gerçekten çok önemli idi, yaklaşık 30’a yakın tavuk bulunur ve her birine bir şekilde ad vermişiz, öncelikle bu adlarından dolayı oluşan muhabbet ve ekonomik değerimiz olmalarından ötürü nerdeyse ödümüz patlardı tilkiye kurban olacaklar diye. O zamanlar devletin tarım müdürlüğü ya da şefliği marifetiyle tavuklara bedelsiz aşılama yaptığını hatırlarım ama nasıl bir periyot izlenirdi hatırlayamadığım, aşılama dönemlerinde ne olursa olsun bekleme görevi bana ait olurdu, hatta okula gitmeme pahasına bile…

Hay Allah yine yer kalmadı, civciv yetiştirme, bizim “hara” dediğimiz bugünkü Migros’un bulunduğu yerdeki hayvan aşılama ve tohumlama çalışmaları, gübre aktarımı, doğal ilaç yapımı, tütün fidanı yetiştirme çalışmaları için… Haftaya devam.

Pazartesi, Ocak 21, 2019

EVİM – 1

Bir önceki yazıma, doğduğum evin halleri ve hatıralarım üstüne yazmaya kaldığım yerden devam ediyorum.

Bahçede; tam da damın arkasına gelen yerde, babamın kendisinin inşa ettiği bir fırınımız vardı, ağırlıklı kendi üretimimiz olan buğdaydan elde edilen un ile ekmek yapımı için kullanılırdı ama fazla olmasa da çeşitli börekler de pişirilirdi orada. Odun ateşi ile ısıtılan fırında, tepsilerin içinde pişirilen “göçmen ekmeği”nin kokusuna, tadına doyamazdım, hele fırından yeni çıkmış tazecik ekmeğin, kalın bir dilimine sürülen salça ya da damlatılan zeytinyağının üstüne de azıcık tuz serpilince oluşan tat, bugün sadece anılarımızı süslemekte, ne yazık ki. Fırın için hazırlanan odun ateşinden maksimum fayda temini ise olmazsa olmaz idi. Soğan ve patatesin külün içine yerleştirilerek pişirilmesi kadar, artan külün sonradan çamaşır yıkamada hatta banyo yaparken kullanılmak üzere biriktirilmesi ise bugün birçok insanın bilse bile hatırlayamayacağı şeyler idi. Külün, su kaynatılan kazana atılması, suyun üstünde kalan tarafının süzgeçlerle toparlanması ve nihayetinde da kalan duru küllü suya çamaşırların atılıp, çitilenmesi insan için çok zor ama doğa için çok faydalı bir işlemi oluştururdu. Küllü suyun doğa dostu olması yanında mucizevi bir steril ve yumuşatıcı görevi görmesi de cabası idi işin. Diğer taraftan, banyo yapımı sırasında da kullanılması halinde de en az şimdiki şampuanlar kadar saçlara parlaklık ve pırıl pırıl bir ışıltılı hal verirdi. Annemin bu zor işler karşısında ne kadar çalışkan ve azimli olduğunu görmekten hep ayrı bir yaşam sevinci hissederdim. Zor ama doğa ile uyumlu hepsinden de tüm yokluk ve yoksulluğa rağmen müthiş bir mutluluk. Kolay mı idi, küllü su elde edip çamaşır yıkamanın bu insanları yıldırması, nerde. Hatta odun kömürünün bittiği dönemlerde, kömürlü ütü için bu fırından kömürde alınırdı. Fırın deyip geçilmesin, faaliyetinin her aşamasından farklı bir fayda…

Kuyudan su çekilmesi için elektrikli motor ve türbine geçildikten sonra, yeni uğraşılar ve ustalıklar söz konusu idi. Elektrik motoru ve türbin birbirinden yaklaşık 1 mt lik bir aralık ile düzgün bir seviyede atılmış beton bir kaide üstüne çelik bulonlarla monte edilmiş, elektrik motoru, türbini aradaki bir lastik kasnak marifeti ile çevirmektedir. Türbinin bir süre kullanılmaması halinde suyu kaçar, yeniden devreye alınması istenince de hemen üstündeki cıvata kapak açılır, içine su doldurulur idi. Kasnak kayışın yine uzun aralıklarla kullanılmaması halinde, fazlaca kurumaya bağlı kırılmaları sık sık tamir edilir idi, tam da bu amaçla bir kutu içerisinde ek malzemeleri ve ek çivileri saklanır, kayışın koptuğu yer düzgün kesilir, eğer fazla ise araya yeni parça eklenir, ek yerine karşılıklı erkekli-dişili kelepçeler çakılır ve erkekli-dişili bu ek malzemesi de içinden geçirilen bir tel (çivi) ile sabitlenir idi. Şimdi artık elektrik motoru ile türbin direk birbirine bağlı imal edilmektedir. Bu düzeneğin kesintisiz 1 ya da 1,5 saat çalışması halinde havuzu doldurduğunu hatırlatmalıyım.

Havuz; bir önceki yazımda belirtiğim üzere yılda bir kez temizlenir, badanası yapılır idi. İşte bu temizlikten sonraki ilk doldurulmasında, hatta balıkların küçük havuzdan büyük havuzu aktarılmasından önce, yüzmek sanki bir gelenekti. Eee ne yapalım yoksulun havuz keyfi de böyle olurdu herhal. Sonra balıklar taşınır, havuzun içine çalılar yerleştirilir, çalıların temel görevinin balıkların yumurtlaması halinde yumurtaların korunabilmesinin bir aracı olduğunu biliyorum. Aslında yumurtlamaya hazır balıklar fark edilir edilmez hemen küçük havuza alınır, yumurtlamasını takiben hemen oradan alınır tekrar büyük havuza atılırdı ki, yumurtaların yem olmasının önüne böylelikle geçilirdi. Bunun çok keyifli bir uğraş olduğunun söylenmesine gerek yoktur sanırım. Yumurtadan çıkan balıkların da belli bir boya gelmesinin ardından ivedilikle büyük havuzu alınışını hatırlarım, bu balıklar öncelikle siyah kahverengi, bilahare kırmızı en sonunda da beyaz renge dönüştüklerini de söylemeliyim. Beyaz renk artık yaşamın son demlerine gelindiğinin belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Gerek bizim kedinin gerekse de komşuların kedilerinin havuzun duvarına çıkıp ta, balıkları seyrederken nasıl ağızlarının sularının aktığını nasıl anlatmalıyım bilemedim. Bazen havuzun suyunun çok azaldığı dönemlerde türbinden gelen suyun havuzun dibine direk düşmesini ve taban betonuna zarar vermesini engellemek için yerleştirilmiş bir taşın üstüne inip balıklara bir hayli yakın olmanın keyfini yaşadıklarını da hatırlamaktayım. Ancak, havuzun suyu ile salma su şeklinde bahçe sulanması esnasında, havuzdan kaçıp göremediğimiz balıkların su arıklarında mezkûr kediler tarafından afiyetle yenildiğine de tanıklığım vardır. Hayat işte her canlı rızkının peşindedir.

Havuzun suyu ile bahçede bulunan dönem itibari ile yaklaşık 100 ağaçlık narenciye ki başta Çeşme Limonu, Çeşme Mandalinası ve portakal ağaçları yanında, sadece kendi ihtiyacımıza yönelik, badem, birkaç çeşit erik, incir, kayısı ve önemli miktardaki yazlık ve kışlık sebze sulanırdı. Bahçede yazlık, taze fasulye, domates, biber, patlıcan, kabak ve mısır yetiştirilir iken kışlık ise kereviz, pırasa, karnabahar, turp gibi sebzeler başta olmak üzere her türlü sebze bulunmakta idi. Tüm bu sebzeler üretici haline götürülüp satılırdı, benzer işi yüzlerce insanın yapması ve nüfusun bugünküne göre katlarca az olmasına rağmen, tamamı satılır, üreticinin de yüzü gülerdi. Şimdi aynı şeylerin gerçekleşmesinin olanaksızlığı ayan beyan ortadadır, kim ne derse desin. Mevsimine göre toplanan domatesin 2 günde bir olmak kaydı ile onlarla kasa olduğunu hatırladıkça bugün aynı verimin neden alınamadığını bir türlü kabul edememekteyim. Ancak gübrenin ve ilacın bugünkünün yüzlerce kat azının kullanılmasına rağmen tohumun üretici tarafından üretilmesi, fidenin tamamen kendi tohumundan üretilmesi gibi yerli kaynakların varlığı işin sırrı idi herhalde. Ne yazık ki yerli ve milli politikalar izliyoruz diye diye, ne o tohumlar, ne o verimler kaldı üstüne üstlük de sağlığımızdan olduk, bu elin gavurunun tohumunu ve ürününü ithal eden zihniyet yüzünden.

Haftaya kaldığım yerden devam….

Cuma, Ocak 11, 2019

EVİM


Çamlı Pansiyonun oradan Ovacık Eski Yoluna sapınca yaklaşık 150 mt sonra sağda, girişinde kocaman bir dut ağacı bulunan ve bahçesine de buradan girilen bir ev idi, doğup büyüdüğüm ev, yanında sulama havuzu, küçük bir balık yetiştirme havuzu, havuz duvarı üstünde sayısını ne yazık ki tam hatırlayamadığım lakin yaklaşık 70 teneke saksılık karanfil çiçeği olan, havuza suyu bir dolap marifetiyle çekilen bir kuyunun bulunduğu, yaklaşık 5 dönümlük bir bahçe içerisinde yer alırdı. Dönem; imar planı, plan notları, inşaat ruhsatı, inşaat projeleri, kontrol mühendisleri, Belediye denetimi, iskân raporu, beton santralı, transmikser, beton pompası, nervürlü demir, vs gibi kavram ve ihtiyaçların bilinmediği, istenmediği bir dönem idi. Ev mi ihtiyaç, ev mi inşa ettirecektiniz, proje mi çizdirecektiniz, Neşet Kalfa ya da Ahmet Pala mecburiyetiniz idi öncelikle, sonra da İbrahim Kalfa… Malzeme de, yerli taş ve ahşap idi, kum ve çakıl mı, Fener Koyu ne güne. Söylerdiniz arabacı Çelebi’ye 2 büyük tekerlekli at arabası ile gelirdi. Çimento ile demir ise en zoru idi, taa son zamanlara kadar.

İhtiyaca binaen, zaman içerisinde, geliştirilmeye açık ve de geliştirilen ev, içeriden ahşap bir merdiven ile 2. katına çıkılan gelişmiş bir gecekondu görüntüsü verirdi. Tüm duvarlar taş, kat döşemeleri ahşap, çatı ahşap ve çatı örtüsü de babamın en öğündüğü bölüm idi sanki kendi yapmışçasına, Marsilya kiremit’i idi. Kocaman bir mutfaktan girilirdi eve, ama bugün bilinen cinsten bir mutfak değil, içinde “ocak” bulunan, yemeklerin yendiği hatta ağırlıklı eğleşme mekanı, bulaşıkların içinde yıkandığı, mozaik’ten dökme bir eviye, su temini ise elbette taşıma su… Ocakta yakılan odun, günün bölümlerine uygun görevler üstlenmiş idi, yemek pişirme, eğleşilen mekanın ısıtılması ve yanan odunun kömür haline gelişi ile oluşan malzemenin genellikle akşam saatlerinde mangala taşınarak diğer odaların ısınmasını temini gibi. Gerçi mangalda yakılacak kömür ihtiyacı Uzunkuyu’da üretici İrfan Amcadan her yıl çuval çuval gelen bedava odun kömürü ile karşılanırdı ama bitince istenilmezdi ki, yeniden yeniden, müracaat ocak olurdu. Sonradan bize tüp gazlı ocakları öğrettiler, sobaları öğrettiler, yani daha fazla tüketim, daha fazla konfor ki buna da konfor denilirse işte. Mezkûr mekânda duvarın bir hayli üstlerinde oluşturulan küçük bir raf üstünde, evin en prestijli aleti “radyo” bulunurdu, ajanslar, arkası yarınlar, radyo tiyatroları takip edilirdi. Çok sonraları Dede Torununa oynasın diye verdiği radyonun sökülebilecek en küçük parçasına kadar söküldüğünü üzülerek görmüş idim. Ne radyo idi be, ne önemli bir alet idi, dinlenilen ajanslar üstüne komşular ile yapılan zevkli ve çekişmeli siyasi tartışmalarını izlerdim babamın, konular ne idi, kim hangi mevzuda neyi savunurdu çok hatırladığımı söyleyemem. Ama babamın DP (demokrat parti) ve devamı AP (Adalet partisi) taraftarı olduğunu hatırlıyorum lakin namus ve dürüstlük konusunda taviz verilebileceği asla kabul görmezdi. Hay Allah ne günlerdi…  

Bir sabah, bahçe (avlu) kapısının önündeki dut ağacının kesildiğini gördüğümde çok üzülmüş idim bunun üstüne babam yere dökülen dutların nasıl böcek ve haşere ürettiğini, yerleri nasıl kirlettiğini anlatırken yaşadığı içten mahcubiyetini unutamam. Dutun sonradan eşek semerine dönüştüğünü de öğrenmiş idim babamın final savunmalarından. Hay babacığım, evde her şeye muktedir gördüğüm adamın dutu kesmesi sonrası mahcubiyeti unutulacak gibi değildir vallahi.  

Ön avlunun en önemli parçası ise, dolap kuyusudur, bilenler bilir de bilmeyenlere anlatayım, kuyu yaklaşık 6 mt derinliğinde olup, tabanı kil tabakası idi hatırladığım. Üstünde kovaların bulunduğu bir çarkın dönerek kuyudan suyu alıp, yukarıya çıkarıp havuza bağlı bir ahşap kanalete döküldüğü çarkı döndüren güç ise “dolap beygiri” adı verilen bir at ya da bir eşek idi. Sonradan dolap bozulunca, taa 90 lı yıllara kadar kullanılacak “Yugoslav” malı bir elektrik motoru ve türbini satın alınmış, eşek ise bu sayede nakliye ve taşıma işine terfi ettirilmiş idi. Kuyu buz dolabı görevi de görür, içine büyük sepetlerle sarkıtılan et ve peynir gibi gıdalar selametle korunurdu. Kuyunun suyunun kalitesi de bir hayli iyi idi, ben tadı, kokuyu kaliteyi şimdilerde çok net hatırlamasam bile, testileri ile su almaya gelen insanların sayısın fazlalığı bu anımsamayı teyit eder niteliktedir. Avlunun bahsettiğim 5 dönümlük bahçeye açılan bölümünde, bir ahır var idi, bu ahır başta eşek olmak üzere, keçi, koyun ve tavukların mekânı idi. Keçilerin “Malta”, koyunların ise “Sakız” olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım, anacığımın sağdığı sütlerle yaptığı peynir, yoğurt ve tatlıların tadını sonraki hayatımda bir daha asla bulamadım, belki vardır da ben bulamadım, bilemiyorum gayri. Kendi tavuklarımızın yumurtalarını ne kadar anlatsam beyhude, koca bahçede gün boyu serbest dolaşır, beslenir, ilaveten buğday, arpa ve mısır ile de takviye edilirdi bu beslenme.

Kuyudan çekilen suyun boşaltıldığı havuz, yaklaşık 7 ya da 8 mt kenar uzunluğu olan kare bir yapı olup derinliği de yaklaşık 1,5 mt idi. Havuz her yıl boşaltılıp, içine bir yıl içinde havadan gelen toz toprak çökeltilerinden temizlenir, duvarları kireç ile boyanır, tertemiz hale getirilirdi. Bu temizlik faslında da içinde bulunan balıklar, hemen yandaki yavru balık yetiştirme amaçlı, babamın yaptığı küçük havuza aktarılır idi. Benim balık yakalama yeteneklerimi bu havuzda geliştirdiğimi hemen söyleyeyim, ama nedense olta yerine başka bir çengel gibi bir şeyin ucuna ekmek takar yakalardım, çünkü yakalanan balığa zarar vermemek esas idi, her yakaladığım balığı da hemen tekrar suya atardım. Babam neden bu konuda bir de küçük havuz yapmış ve bir profesyonel gibi balık yetiştirirdi tam hatırlamıyorum ama çok muhtemel ki bunları havuzlarına balık isteyenlere satıyordu. Bu balıklar sulama havuzunun istenmeyen misafirleri sivrisineklere ve oluşacak yoğun yosuna karşı bir önlem olarak ta görev yaparlardı öğrendiğim kadarı ile.

Evet, ne yazık ki bana ayrılan yerin sonuna geldim yine, havuzun kenarındaki çok çeşitli karanfiller, bahçedeki ekmek fırını, akşamları çatı arasına çıkarılan ve her sabah geri alınan kedimiz, balık yavrusu havuzu, Ovacık eski yolundan hayvan gübresi toplayışımız, komşularımız konusunda bir yazı daha yazacağım.

Cuma, Ocak 04, 2019

SİSTEM DEDİKLERİ


Siyasi Partiler Kanununa göre, siyasi partilere her yıl Hazine tarafından ödenmek üzere, genel seçimlerde yüzde 10 barajını aşan partilere aldıkları oy oranında devlet yardımı yapılıyor. Ayrıca bu partilerin dışında yüzde 3'ün üzerinde oy alan partilere de en az yardım alan partinin hak ettiği yardım miktarı üzerinden yapılan hesaplamayla ayrıca ödeme yapılıyor. Yardım miktarı, o yılın genel bütçe gelirlerinin 5 binden 2'si oranında belirleniyor. Bu tutar, genel seçimlerin yapılacağı yıllarda üç kat, yerel seçim yıllarında ise iki kat olarak ödeniyor. Görünen o ki mevcut sonuçlara yani 24 Haziran 2018 seçimlerine göre, %10'luk barajını aşan 4 siyasi parti, sırası ile, AKP %48,35, CHP %25,74, HDP %13,28 ve MHP %12,62 oy almışlardır. Bu oy dağılımı dikkate alınarak, AKP önümüzdeki yıl en geç 10 Ocak'ta 290.867.000 TL, CHP 154.808.000 TL, HDP 79.906.000 TL, MHP 75.942.000 TL alacaktır. Nasıl sistem değil mi? Hem kafalarına göre paramızı harcayacaklar hem de kafalarına göre sloganlar üretecekler ve bunları gözümüze sokarak, beynimize kazıyarak ve hatta inanmamızı bekleyerek kulağımıza üfleyecekler, üstüne üstlük inanmadığımız zamanda kızıp azarlayacaklar, açıktan ya da çaktırmadan. Bütçeden destek ile seçim yap, seçimden sonra kanun yap, oh harika bir düzen, nefis sistem… Siyasi partilere para yardımı yapılması 12 Eylül Askeri darbesinin canım Yurduma deli gömleği giydirme operasyonlarının birisidir… Ama ondan sonra gelenler de konu para olunca değiştirme isteği ve niyeti göstermediler… Eeee beleş para, ne diye ret edilecek, olur mu? Bu topraklar “nerde beleş oraya yerleş” sözünü boşuna mı yaratmış… Zinhar…

Bakın sistem için aklın yarattığı en adaletli biçimi üstüne bildiğim birtakım detayları yazmak istiyorum. Nerede is tamamı Küba’dan olacak bu detayların. Peki en iyisi midir tüm bunlar, şüphesiz daha iyisi olabilir ancak uygulanabilir olması açısından aklın yarattığı en iyilerdir. Asıl mesele; hani politikacı büyüklerimizin sık sık tekrarladıkları bir şey vardır ya; politika için “memleket sevdası”, “millete hizmet vesilesi” … Madem ki öyle, mesela politika yapmak için herhangi bir bedel yani maaş ödenmese, politikacılık tamamen gönüllü bir hizmet olsa nasıl olur acaba? Mesela politikacı başına hesaplanan oyun %50 si ile geriye çağrılma imkânı olsa nasıl olur acaba? Yerel meclislerden onay almayan yasalar uygulanmasa nasıl olur acaba? Gerek yerel gerek genel meclis üyelerinin doğrudan vatandaş tarafından seçilse, herhangi bir delege sistemi ve tercihi gözetilmeksizin, acaba nasıl olur? Vatandaşların her konuda görüşü sorulsa, görüş alınması da gönüllü olsa, mecburi olmasa? Mesela yeni imara açılacak yerlerin öncelikle vatandaş görüşünden geçirilmesi gerçekleşse nasıl olur acaba? RES, HES, JES, KES vs gibi vatandaşların onayı ile yapılsa nasıl olur acaba? Maden ocakları yerleri ve işletme kararları vatandaş onayı olmadan olsa nasıl olur acaba? Vs vs…

Şimdi gelelim Küba’daki seçim sistemi üstüne bildiklerimize, duyduklarımıza ve okuduklarımıza. Evvelemirde; Küba’da “milletvekilliği” kesinlikle bir meslek haline dönüştürülmemiştir, dönüşmesine de izin verilmemiştir, yani para karşılığı yapılan bir uğraş değildir.

Küba’daki siyasi yürütme sistemi, 3 kademeli olup, yerelde belediye meclis üyelikleri, eyaletlerde eyalet meclisleri, genelde de en yüksek meclis ulusal meclisten oluşmaktadır. Yerel meclisler, ülke genelindeki 169 belediye özelinde organize olur, belediye sınırları içerisindeki vatandaşların sosyal, siyasal ve ekonomik talep ve beklentilerinin tespiti, hal olunmasının yöntemi, planı, bütçelendirilmesi, gerekiyor ise eyalet ya da ulusal meclislerden gerekli onay ve kaynak aktarılmasının temini, bunların yürütme organınca gerçekleştirilmesi konularında faaliyet yürütürler. Yerel meclisler “her 500 Küba vatandaşına bir temsilci” esasına göre yapılandırılmış olup temsili sistem içerisinde çok önemli bir yer teşkil ederler, neden mi, eyalet ve ulusal meclislere gidecek temsilcilerin bu meclislerden onay almaları gerekmektedir. Peki bu neden çok önemli bir detaydır, çünkü, vatandaşın ülke yönetimine doğrudan ve son derece etkili katılımını getirmektedir. Ayrıca yerel meclislere seçilecek vekiller, seçin bölgelerini kapsayan tüm alanlardaki vatandaşın direk ve açık oyu ile belirlenmekte olup 2,5 yıllık bir süre için seçilmektedirler. Politik manevralar, hile, hurda ve desise yapılarak oyların çalınması, oyların iç edilmesi söz konusu olamaz, biliyor musunuz neden, çünkü “sandıkların bekçisi çocuklardır” da ondan, haydi kediler trafolara girsin de görelim, haydi oylar parti değiştirsin de görelim. Genelde seçme ve seçilme 16 yaşını doldurmuş her vatandaşın hakkı olup, ayrıca 16 yaşında olan her vatandaş yerel meclislere, 18 yaşını doldurmuş her vatandaş ta ulusal meclise aday olma hakkına sahiptir. Hem de aday göstermek öyle bir zümrenin, bir partinin, bir grubun tekelinde olmaksızın, her vatandaş aday olma hakkına sahiptir hem de gerçek manada öyle kâğıt üstünde değil.

Milletvekilleri, Eyalet veya Belediye Meclislerinde “Meclis Başkanlığı” veya “Meclis Başkan Yardımcılığı” görevine seçilmesi hali ile Ulusal Mecliste Daimî Çalışma Komisyonlarında görevlendirilmesi gibi istisnai durumlar hariç, Eyalet ve Belediye Meclisleri Milletvekilleri/Delegeleri, halk temsilcisi olarak gerçekleştirilen bu görevler için hiçbir maaş almamaktadır. Üstüne üstlük, vatandaş seçtiği milletvekillerin icraat ve performanslarından memnun değiller ise imza toplayıp derhal geriye çağırma, milletvekilliklerini düşürme yetkilerine de haizdirler. Bu faaliyetin tamamen halka hizmet etmek için gönüllü yapılan bir iş olduğunu bilirler. Herkes daha önce çalıştığı yerlerdeki maaşlarını alırlar, Meclis faaliyetlerinden ötürü maaş alanlar da daha önce aldıkları maaşlardan fazlasını almazlar, alamazlar… Kayıtlarda, kanunlarda, yönetmelikte, iç tüzükte ve dış tüzükte ne yazdığına bakılmaksızın, yani kâğıt üstünde ne denildiğine bakılmaksızın ne şekilde uygulandığı ve hayata geçişi önem arz eder.

“Partilere seçim yardımı ödeneği ne demek kardeşim ekonomik savaş veriyoruz” da demiyor kimse, maşallah. Madem ki öyle, belediye başkan adayları olsun, genel seçimlerde milletvekili adayları olsun, vatanını milletini çok seviyorlarsa kendileri karşılasınlar seçim masraflarını, evet, devlete yük oluyor, bunlar ne şimdi, el insaf…