Pazartesi, Ocak 21, 2019

EVİM – 1

Bir önceki yazıma, doğduğum evin halleri ve hatıralarım üstüne yazmaya kaldığım yerden devam ediyorum.

Bahçede; tam da damın arkasına gelen yerde, babamın kendisinin inşa ettiği bir fırınımız vardı, ağırlıklı kendi üretimimiz olan buğdaydan elde edilen un ile ekmek yapımı için kullanılırdı ama fazla olmasa da çeşitli börekler de pişirilirdi orada. Odun ateşi ile ısıtılan fırında, tepsilerin içinde pişirilen “göçmen ekmeği”nin kokusuna, tadına doyamazdım, hele fırından yeni çıkmış tazecik ekmeğin, kalın bir dilimine sürülen salça ya da damlatılan zeytinyağının üstüne de azıcık tuz serpilince oluşan tat, bugün sadece anılarımızı süslemekte, ne yazık ki. Fırın için hazırlanan odun ateşinden maksimum fayda temini ise olmazsa olmaz idi. Soğan ve patatesin külün içine yerleştirilerek pişirilmesi kadar, artan külün sonradan çamaşır yıkamada hatta banyo yaparken kullanılmak üzere biriktirilmesi ise bugün birçok insanın bilse bile hatırlayamayacağı şeyler idi. Külün, su kaynatılan kazana atılması, suyun üstünde kalan tarafının süzgeçlerle toparlanması ve nihayetinde da kalan duru küllü suya çamaşırların atılıp, çitilenmesi insan için çok zor ama doğa için çok faydalı bir işlemi oluştururdu. Küllü suyun doğa dostu olması yanında mucizevi bir steril ve yumuşatıcı görevi görmesi de cabası idi işin. Diğer taraftan, banyo yapımı sırasında da kullanılması halinde de en az şimdiki şampuanlar kadar saçlara parlaklık ve pırıl pırıl bir ışıltılı hal verirdi. Annemin bu zor işler karşısında ne kadar çalışkan ve azimli olduğunu görmekten hep ayrı bir yaşam sevinci hissederdim. Zor ama doğa ile uyumlu hepsinden de tüm yokluk ve yoksulluğa rağmen müthiş bir mutluluk. Kolay mı idi, küllü su elde edip çamaşır yıkamanın bu insanları yıldırması, nerde. Hatta odun kömürünün bittiği dönemlerde, kömürlü ütü için bu fırından kömürde alınırdı. Fırın deyip geçilmesin, faaliyetinin her aşamasından farklı bir fayda…

Kuyudan su çekilmesi için elektrikli motor ve türbine geçildikten sonra, yeni uğraşılar ve ustalıklar söz konusu idi. Elektrik motoru ve türbin birbirinden yaklaşık 1 mt lik bir aralık ile düzgün bir seviyede atılmış beton bir kaide üstüne çelik bulonlarla monte edilmiş, elektrik motoru, türbini aradaki bir lastik kasnak marifeti ile çevirmektedir. Türbinin bir süre kullanılmaması halinde suyu kaçar, yeniden devreye alınması istenince de hemen üstündeki cıvata kapak açılır, içine su doldurulur idi. Kasnak kayışın yine uzun aralıklarla kullanılmaması halinde, fazlaca kurumaya bağlı kırılmaları sık sık tamir edilir idi, tam da bu amaçla bir kutu içerisinde ek malzemeleri ve ek çivileri saklanır, kayışın koptuğu yer düzgün kesilir, eğer fazla ise araya yeni parça eklenir, ek yerine karşılıklı erkekli-dişili kelepçeler çakılır ve erkekli-dişili bu ek malzemesi de içinden geçirilen bir tel (çivi) ile sabitlenir idi. Şimdi artık elektrik motoru ile türbin direk birbirine bağlı imal edilmektedir. Bu düzeneğin kesintisiz 1 ya da 1,5 saat çalışması halinde havuzu doldurduğunu hatırlatmalıyım.

Havuz; bir önceki yazımda belirtiğim üzere yılda bir kez temizlenir, badanası yapılır idi. İşte bu temizlikten sonraki ilk doldurulmasında, hatta balıkların küçük havuzdan büyük havuzu aktarılmasından önce, yüzmek sanki bir gelenekti. Eee ne yapalım yoksulun havuz keyfi de böyle olurdu herhal. Sonra balıklar taşınır, havuzun içine çalılar yerleştirilir, çalıların temel görevinin balıkların yumurtlaması halinde yumurtaların korunabilmesinin bir aracı olduğunu biliyorum. Aslında yumurtlamaya hazır balıklar fark edilir edilmez hemen küçük havuza alınır, yumurtlamasını takiben hemen oradan alınır tekrar büyük havuza atılırdı ki, yumurtaların yem olmasının önüne böylelikle geçilirdi. Bunun çok keyifli bir uğraş olduğunun söylenmesine gerek yoktur sanırım. Yumurtadan çıkan balıkların da belli bir boya gelmesinin ardından ivedilikle büyük havuzu alınışını hatırlarım, bu balıklar öncelikle siyah kahverengi, bilahare kırmızı en sonunda da beyaz renge dönüştüklerini de söylemeliyim. Beyaz renk artık yaşamın son demlerine gelindiğinin belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Gerek bizim kedinin gerekse de komşuların kedilerinin havuzun duvarına çıkıp ta, balıkları seyrederken nasıl ağızlarının sularının aktığını nasıl anlatmalıyım bilemedim. Bazen havuzun suyunun çok azaldığı dönemlerde türbinden gelen suyun havuzun dibine direk düşmesini ve taban betonuna zarar vermesini engellemek için yerleştirilmiş bir taşın üstüne inip balıklara bir hayli yakın olmanın keyfini yaşadıklarını da hatırlamaktayım. Ancak, havuzun suyu ile salma su şeklinde bahçe sulanması esnasında, havuzdan kaçıp göremediğimiz balıkların su arıklarında mezkûr kediler tarafından afiyetle yenildiğine de tanıklığım vardır. Hayat işte her canlı rızkının peşindedir.

Havuzun suyu ile bahçede bulunan dönem itibari ile yaklaşık 100 ağaçlık narenciye ki başta Çeşme Limonu, Çeşme Mandalinası ve portakal ağaçları yanında, sadece kendi ihtiyacımıza yönelik, badem, birkaç çeşit erik, incir, kayısı ve önemli miktardaki yazlık ve kışlık sebze sulanırdı. Bahçede yazlık, taze fasulye, domates, biber, patlıcan, kabak ve mısır yetiştirilir iken kışlık ise kereviz, pırasa, karnabahar, turp gibi sebzeler başta olmak üzere her türlü sebze bulunmakta idi. Tüm bu sebzeler üretici haline götürülüp satılırdı, benzer işi yüzlerce insanın yapması ve nüfusun bugünküne göre katlarca az olmasına rağmen, tamamı satılır, üreticinin de yüzü gülerdi. Şimdi aynı şeylerin gerçekleşmesinin olanaksızlığı ayan beyan ortadadır, kim ne derse desin. Mevsimine göre toplanan domatesin 2 günde bir olmak kaydı ile onlarla kasa olduğunu hatırladıkça bugün aynı verimin neden alınamadığını bir türlü kabul edememekteyim. Ancak gübrenin ve ilacın bugünkünün yüzlerce kat azının kullanılmasına rağmen tohumun üretici tarafından üretilmesi, fidenin tamamen kendi tohumundan üretilmesi gibi yerli kaynakların varlığı işin sırrı idi herhalde. Ne yazık ki yerli ve milli politikalar izliyoruz diye diye, ne o tohumlar, ne o verimler kaldı üstüne üstlük de sağlığımızdan olduk, bu elin gavurunun tohumunu ve ürününü ithal eden zihniyet yüzünden.

Haftaya kaldığım yerden devam….

Hiç yorum yok: