Bir
önceki yazıma, doğduğum evin halleri ve hatıralarım üstüne yazmaya kaldığım
yerden devam ediyorum.
Bahçede;
tam da damın arkasına gelen yerde, babamın kendisinin inşa ettiği bir fırınımız
vardı, ağırlıklı kendi üretimimiz olan buğdaydan elde edilen un ile ekmek
yapımı için kullanılırdı ama fazla olmasa da çeşitli börekler de pişirilirdi orada.
Odun ateşi ile ısıtılan fırında, tepsilerin içinde pişirilen “göçmen ekmeği”nin kokusuna, tadına
doyamazdım, hele fırından yeni çıkmış tazecik ekmeğin, kalın bir dilimine
sürülen salça ya da damlatılan zeytinyağının üstüne de azıcık tuz serpilince
oluşan tat, bugün sadece anılarımızı süslemekte, ne yazık ki. Fırın için hazırlanan
odun ateşinden maksimum fayda temini ise olmazsa olmaz idi. Soğan ve patatesin
külün içine yerleştirilerek pişirilmesi kadar, artan külün sonradan çamaşır yıkamada
hatta banyo yaparken kullanılmak üzere biriktirilmesi ise bugün birçok insanın
bilse bile hatırlayamayacağı şeyler idi. Külün, su kaynatılan kazana atılması,
suyun üstünde kalan tarafının süzgeçlerle toparlanması ve nihayetinde da kalan
duru küllü suya çamaşırların atılıp, çitilenmesi insan için çok zor ama doğa
için çok faydalı bir işlemi oluştururdu. Küllü suyun doğa dostu olması yanında
mucizevi bir steril ve yumuşatıcı görevi görmesi de cabası idi işin. Diğer
taraftan, banyo yapımı sırasında da kullanılması halinde de en az şimdiki
şampuanlar kadar saçlara parlaklık ve pırıl pırıl bir ışıltılı hal verirdi.
Annemin bu zor işler karşısında ne kadar çalışkan ve azimli olduğunu görmekten
hep ayrı bir yaşam sevinci hissederdim. Zor ama doğa ile uyumlu hepsinden de
tüm yokluk ve yoksulluğa rağmen müthiş bir mutluluk. Kolay mı idi, küllü su
elde edip çamaşır yıkamanın bu insanları yıldırması, nerde. Hatta odun
kömürünün bittiği dönemlerde, kömürlü ütü için bu fırından kömürde alınırdı.
Fırın deyip geçilmesin, faaliyetinin her aşamasından farklı bir fayda…
Kuyudan
su çekilmesi için elektrikli motor ve türbine geçildikten sonra, yeni uğraşılar
ve ustalıklar söz konusu idi. Elektrik motoru ve türbin birbirinden yaklaşık 1
mt lik bir aralık ile düzgün bir seviyede atılmış beton bir kaide üstüne çelik
bulonlarla monte edilmiş, elektrik motoru, türbini aradaki bir lastik kasnak
marifeti ile çevirmektedir. Türbinin bir süre kullanılmaması halinde suyu
kaçar, yeniden devreye alınması istenince de hemen üstündeki cıvata kapak
açılır, içine su doldurulur idi. Kasnak kayışın yine uzun aralıklarla
kullanılmaması halinde, fazlaca kurumaya bağlı kırılmaları sık sık tamir edilir
idi, tam da bu amaçla bir kutu içerisinde ek malzemeleri ve ek çivileri
saklanır, kayışın koptuğu yer düzgün kesilir, eğer fazla ise araya yeni parça
eklenir, ek yerine karşılıklı erkekli-dişili kelepçeler çakılır ve
erkekli-dişili bu ek malzemesi de içinden geçirilen bir tel (çivi) ile
sabitlenir idi. Şimdi artık elektrik motoru ile türbin direk birbirine bağlı
imal edilmektedir. Bu düzeneğin kesintisiz 1 ya da 1,5 saat çalışması halinde
havuzu doldurduğunu hatırlatmalıyım.
Havuz;
bir önceki yazımda belirtiğim üzere yılda bir kez temizlenir, badanası yapılır
idi. İşte bu temizlikten sonraki ilk doldurulmasında, hatta balıkların küçük
havuzdan büyük havuzu aktarılmasından önce, yüzmek sanki bir gelenekti. Eee ne
yapalım yoksulun havuz keyfi de böyle olurdu herhal. Sonra balıklar taşınır,
havuzun içine çalılar yerleştirilir, çalıların temel görevinin balıkların
yumurtlaması halinde yumurtaların korunabilmesinin bir aracı olduğunu
biliyorum. Aslında yumurtlamaya hazır balıklar fark edilir edilmez hemen küçük
havuza alınır, yumurtlamasını takiben hemen oradan alınır tekrar büyük havuza
atılırdı ki, yumurtaların yem olmasının önüne böylelikle geçilirdi. Bunun çok
keyifli bir uğraş olduğunun söylenmesine gerek yoktur sanırım. Yumurtadan çıkan
balıkların da belli bir boya gelmesinin ardından ivedilikle büyük havuzu
alınışını hatırlarım, bu balıklar öncelikle siyah kahverengi, bilahare kırmızı
en sonunda da beyaz renge dönüştüklerini de söylemeliyim. Beyaz renk artık
yaşamın son demlerine gelindiğinin belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Gerek
bizim kedinin gerekse de komşuların kedilerinin havuzun duvarına çıkıp ta,
balıkları seyrederken nasıl ağızlarının sularının aktığını nasıl anlatmalıyım
bilemedim. Bazen havuzun suyunun çok azaldığı dönemlerde türbinden gelen suyun
havuzun dibine direk düşmesini ve taban betonuna zarar vermesini engellemek
için yerleştirilmiş bir taşın üstüne inip balıklara bir hayli yakın olmanın
keyfini yaşadıklarını da hatırlamaktayım. Ancak, havuzun suyu ile salma su
şeklinde bahçe sulanması esnasında, havuzdan kaçıp göremediğimiz balıkların su
arıklarında mezkûr kediler tarafından afiyetle yenildiğine de tanıklığım
vardır. Hayat işte her canlı rızkının peşindedir.
Havuzun
suyu ile bahçede bulunan dönem itibari ile yaklaşık 100 ağaçlık narenciye ki
başta Çeşme Limonu, Çeşme Mandalinası ve portakal ağaçları yanında, sadece
kendi ihtiyacımıza yönelik, badem, birkaç çeşit erik, incir, kayısı ve önemli
miktardaki yazlık ve kışlık sebze sulanırdı. Bahçede yazlık, taze fasulye,
domates, biber, patlıcan, kabak ve mısır yetiştirilir iken kışlık ise kereviz,
pırasa, karnabahar, turp gibi sebzeler başta olmak üzere her türlü sebze
bulunmakta idi. Tüm bu sebzeler üretici haline götürülüp satılırdı, benzer işi
yüzlerce insanın yapması ve nüfusun bugünküne göre katlarca az olmasına rağmen,
tamamı satılır, üreticinin de yüzü gülerdi. Şimdi aynı şeylerin
gerçekleşmesinin olanaksızlığı ayan beyan ortadadır, kim ne derse desin.
Mevsimine göre toplanan domatesin 2 günde bir olmak kaydı ile onlarla kasa
olduğunu hatırladıkça bugün aynı verimin neden alınamadığını bir türlü kabul
edememekteyim. Ancak gübrenin ve ilacın bugünkünün yüzlerce kat azının
kullanılmasına rağmen tohumun üretici tarafından üretilmesi, fidenin tamamen
kendi tohumundan üretilmesi gibi yerli kaynakların varlığı işin sırrı idi
herhalde. Ne yazık ki yerli ve milli politikalar izliyoruz diye diye, ne o
tohumlar, ne o verimler kaldı üstüne üstlük de sağlığımızdan olduk, bu elin
gavurunun tohumunu ve ürününü ithal eden zihniyet yüzünden.
Haftaya
kaldığım yerden devam….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder