Çarşamba, Ocak 23, 2019

EVİM 2


Bir önceki yazımda bahsettiğim üzere ütüler “kömür ütüsü” ile yapılırdı. Ancak ütülerin tipi, ağırlığı, hangi malzemeden imal edildiği, kaplamasının olup olmadığı da bir statü ifadesi olduğundan çok çeşitlidir. Bizim evdeki ütü en hafifi, kaplamasız ve en basitinden idi, çünkü biz sıradan bir aile olup alttakilerden sayılırdık. Şimdilerde antika sayılıp, ilgili dükkanların vitrinlerini süsleyen ütülerin bir hayli değerli olduğu anlaşılmaktadır. Genelde gömlek yakaları kolalanır olmakla birlikte bizim evde sadece benim “önlük yakam” kolalanırdı, babamın zaten böyle bir derdi olamazdı, annemin ise gömleği var mı idi, varsa yakaları var mı idi, vallahi hatırlamıyorum. Bitkisel, hayvansal ve sentetik kolaların olduğunu hatırlıyorum, ancak bizimkilerin en ucuzu olan pirinç kolasını tercih ettiğini hatırlamaktayım. Önlük yakalarının bile çeşitliliği bir statü farkına tekabül etmekle birlikte, kolalama konusunda da değişiklikler ve çeşitlilkler söz konusu idi. Yakalar içine kola konulmuş su içinde yıkanır, kurutulur ve ütülenirdi, al sana harika bir beyazlık ve görüntü… Ama ilk kavgaya kadar, çocukların arasındaki kavgalarda ilk zarar gören malzeme önlük yakaları olurdu...

Bahçenin deniz kenarındaki sınırında; yaklaşık 50 cm aralıklarla kara selviler dikilmiş idi, gerçi sayısını şimdilerde hatırlamıyorum ama bahçenin mezkûr yanını 20 mt yüksekliğinde bir duvar gibi sınırlamış bir hali olup sert poyraz rüzgarlarına karşı ağaçları korumakta idi. Onlar ne zaman kesildi, neden kesildi onu hatırlayamıyorum ama yazık olduğu konusunda fikrimin değişmesi mümkün değildir. Narenciyenin sert poyraz rüzgarlarına hele denizden estiği için getireceği deniz suyunun zararlarına dayanamayacağı söylenirdi ve bu yüzden bir hayli sık dikilir ve adeta bir duvar oluşturulur idi. Şimdilerde bu rüzgarlardan korunamayan “Çeşme Limonu” ve “Çeşme Mandalini” ağaçları hayata zor tutunmakta olup tutunanların ise bu kez de yok limonun kabuğu kalın, mandalinin çekirdeği çok gibi “burun kıvırmalara” maruz kalmaktadır. Baba emaneti ve yadigarı kabilinden kalan ağaçları da bugün de yaşatabilmek için ciddi ve yoğun bir çaba yürütmekteyim ve de sonuna kadar da yürüteceğim. Çünkü gerek Çeşme limonu ve de gerekse Çeşme mandalini aroması ve lezzeti açısından bulunmaz ve tarif edilemez durumdadır. Bu iki ürünün de detaylı hikayesini başka yazılarımda anlatmak istiyorum, kökeni, değeri, kalitesi ve kantitesi açısından. Hele imar uğruna ki maalesef hepimiz nemalandık bu uygulamadan, mandalin ve limon bahçeleri heder edildi ya, yanarım da ona yanarım. Şimdilerde birçok kişinin korumaya çalıştığı bu ürünleri, tadanların yana döne bunları neden tekrar tekrar aradıklarına şaşırmamak gerektir. Tabii ki bu heder oluşta sadece imarı suçlayıp kurtulmak mümkün değildir, konu çok parametreli izaha muhtaç durumdadır, yeraltı sularının bozulması, kimyasal gübrelerin ve zirai ilaçların fahiş miktarda kullanılması, toprak kalitesinin bu şartlara bağlı bozulması, artan kömür tüketiminin, araç trafiğinin, belki gülünecektir ama ağaçlara yüklediği stresi göz ardı etmemek gerekir.

Bir adet badem ağacımız vardı, hayli büyük bir ağaç olup ilk başlarda pek anlayamadığım biçimde “diş bademi” şeklinde adlandırılması bana tuhaf gelirdi, sonraları kuru badem de yemeye başlayınca anlamış idim ne manaya geldiğini. Bademlerin tamamının toplanması için küçük ve az kilolu olduğumdan dallara tırmanarak toplamak bana düşerdi. Ancak ben çağla dönemlerini daha çok severdim ve bu dönemde badem ağacına tırmanmayı tercih ederdim, eee ne yapacaksınız biri zevk biri görev ikisi de yerine getirilmeliydi. Annemin kurutulmuş incir içine badem koyup üstüne de susam serpip bahçedeki fırında pişirmesinin tadını da unutmadığımı söylemeden geçemeyeceğim. Kolayca anlaşılacağı üzere, çok olmamakla birlikte nerede ise tüm meyve ve sebzeler, nerede ise “sıfır” ilaç ve kimyasal gübre ile yetişmiş olup doğal bir şekilde yenirdi evimizde. Her meyve ve sebze kendi doğasındaki yetişme mevsiminde yenirdi, şimdi ki gibi değil idi. Mesela domates artık tükenmek üzere iken yeşil halde toplanır, babamın depoda hazırladığı birkaç katlı ranzada saman içinde saklanır, bu yeşil domatesle zaman içinde kızarır ve oradan hemen sofraya… Domates çekirdekleri ayıklandıktan sonra küp şeklinde kesilir, nasıl yapıldığını şimdilerde annemin bile hatırlamadığı şekilde “şişe domatesi” olarak kış hazırlığı kapsamında saklanır ve tabii ki kesinlikle ev salçası da olmazsa olmazı idi evimizin. Yine kendi yetiştirdiğimiz buğdayın, un haline getirilmesi ile kendi tarhanamız, eriştemiz (ev makarnası), kendi domatesimiz, kendi yumurtamız ve kendi yoğurdumuz ile hazırlanır ve saklanırdı. Kendi mısırımızdan elde edilen mısır unundan imal edilen mısır ekmeğinin benzerlerinin bugün artık olma ihtimali yoktur sanırım. Çünkü önce tohumlar değişti sonra ilaveten zirai ilaç ve kimyasal gübre devreye ağırlıklı girdi ama esasen de insanlar yetiştirmek yerine satın almayı tercih eder hale geldiler. Gerçi kimileri buna zenginleştik artık yetiştirmeye ne gerek var, satın alalım, daha az zahmetli ve ucuz oluyor diyor ama neyse, ABD’nin canım Yurduma attığı kazığın mikro düzeyde benzerini konfor adına kendi kendimize atıyoruz. Bahçenin her türlü gübre ihtiyacı ağırlıklı tarafımızca yetiştirilen keçi, koyun ve eşek hatta tavuklarımızdan temin edilirken eski Ovacık yolundan geçen gerek köylülerin gerekse de tarlaya giden yerlilerin hayvanlarından dökülen gübrelerin toplanması da en temel görevlerimizden biri idi, elimizde bir kürek ve uyduruk bir süpürge günün belli saatlerinde çıkar toplardık. Hele akşam saatlerinde tavukların kümeslerine girmiş olmalarının son kontrolünün yapılması gibi ciddi ama önemli bir görevim daha vardı gerçekten çok önemli idi, yaklaşık 30’a yakın tavuk bulunur ve her birine bir şekilde ad vermişiz, öncelikle bu adlarından dolayı oluşan muhabbet ve ekonomik değerimiz olmalarından ötürü nerdeyse ödümüz patlardı tilkiye kurban olacaklar diye. O zamanlar devletin tarım müdürlüğü ya da şefliği marifetiyle tavuklara bedelsiz aşılama yaptığını hatırlarım ama nasıl bir periyot izlenirdi hatırlayamadığım, aşılama dönemlerinde ne olursa olsun bekleme görevi bana ait olurdu, hatta okula gitmeme pahasına bile…

Hay Allah yine yer kalmadı, civciv yetiştirme, bizim “hara” dediğimiz bugünkü Migros’un bulunduğu yerdeki hayvan aşılama ve tohumlama çalışmaları, gübre aktarımı, doğal ilaç yapımı, tütün fidanı yetiştirme çalışmaları için… Haftaya devam.

Hiç yorum yok: