Bir
önceki yazımda bahsettiğim üzere ütüler “kömür
ütüsü” ile yapılırdı. Ancak ütülerin tipi, ağırlığı, hangi malzemeden imal
edildiği, kaplamasının olup olmadığı da bir statü ifadesi olduğundan çok
çeşitlidir. Bizim evdeki ütü en hafifi, kaplamasız ve en basitinden idi, çünkü
biz sıradan bir aile olup alttakilerden sayılırdık. Şimdilerde antika sayılıp,
ilgili dükkanların vitrinlerini süsleyen ütülerin bir hayli değerli olduğu
anlaşılmaktadır. Genelde gömlek yakaları kolalanır olmakla birlikte bizim evde
sadece benim “önlük yakam” kolalanırdı, babamın zaten böyle bir derdi olamazdı,
annemin ise gömleği var mı idi, varsa yakaları var mı idi, vallahi
hatırlamıyorum. Bitkisel, hayvansal ve sentetik kolaların olduğunu hatırlıyorum,
ancak bizimkilerin en ucuzu olan pirinç kolasını tercih ettiğini
hatırlamaktayım. Önlük yakalarının bile çeşitliliği bir statü farkına tekabül
etmekle birlikte, kolalama konusunda da değişiklikler ve çeşitlilkler söz
konusu idi. Yakalar içine kola konulmuş su içinde yıkanır, kurutulur ve
ütülenirdi, al sana harika bir beyazlık ve görüntü… Ama ilk kavgaya kadar,
çocukların arasındaki kavgalarda ilk zarar gören malzeme önlük yakaları olurdu...
Bahçenin
deniz kenarındaki sınırında; yaklaşık 50 cm aralıklarla kara selviler dikilmiş
idi, gerçi sayısını şimdilerde hatırlamıyorum ama bahçenin mezkûr yanını 20 mt
yüksekliğinde bir duvar gibi sınırlamış bir hali olup sert poyraz rüzgarlarına
karşı ağaçları korumakta idi. Onlar ne zaman kesildi, neden kesildi onu
hatırlayamıyorum ama yazık olduğu konusunda fikrimin değişmesi mümkün değildir.
Narenciyenin sert poyraz rüzgarlarına hele denizden estiği için getireceği
deniz suyunun zararlarına dayanamayacağı söylenirdi ve bu yüzden bir hayli sık
dikilir ve adeta bir duvar oluşturulur idi. Şimdilerde bu rüzgarlardan
korunamayan “Çeşme Limonu” ve “Çeşme Mandalini” ağaçları hayata zor
tutunmakta olup tutunanların ise bu kez de yok limonun kabuğu kalın, mandalinin
çekirdeği çok gibi “burun kıvırmalara” maruz kalmaktadır. Baba emaneti ve
yadigarı kabilinden kalan ağaçları da bugün de yaşatabilmek için ciddi ve yoğun
bir çaba yürütmekteyim ve de sonuna kadar da yürüteceğim. Çünkü gerek Çeşme
limonu ve de gerekse Çeşme mandalini aroması ve lezzeti açısından bulunmaz ve
tarif edilemez durumdadır. Bu iki ürünün de detaylı hikayesini başka
yazılarımda anlatmak istiyorum, kökeni, değeri, kalitesi ve kantitesi
açısından. Hele imar uğruna ki maalesef hepimiz nemalandık bu uygulamadan,
mandalin ve limon bahçeleri heder edildi ya, yanarım da ona yanarım. Şimdilerde
birçok kişinin korumaya çalıştığı bu ürünleri, tadanların yana döne bunları
neden tekrar tekrar aradıklarına şaşırmamak gerektir. Tabii ki bu heder oluşta
sadece imarı suçlayıp kurtulmak mümkün değildir, konu çok parametreli izaha
muhtaç durumdadır, yeraltı sularının bozulması, kimyasal gübrelerin ve zirai
ilaçların fahiş miktarda kullanılması, toprak kalitesinin bu şartlara bağlı bozulması,
artan kömür tüketiminin, araç trafiğinin, belki gülünecektir ama ağaçlara
yüklediği stresi göz ardı etmemek gerekir.
Bir
adet badem ağacımız vardı, hayli büyük bir ağaç olup ilk başlarda pek anlayamadığım
biçimde “diş bademi” şeklinde adlandırılması bana tuhaf gelirdi, sonraları kuru
badem de yemeye başlayınca anlamış idim ne manaya geldiğini. Bademlerin
tamamının toplanması için küçük ve az kilolu olduğumdan dallara tırmanarak
toplamak bana düşerdi. Ancak ben çağla dönemlerini daha çok severdim ve bu
dönemde badem ağacına tırmanmayı tercih ederdim, eee ne yapacaksınız biri zevk
biri görev ikisi de yerine getirilmeliydi. Annemin kurutulmuş incir içine badem
koyup üstüne de susam serpip bahçedeki fırında pişirmesinin tadını da
unutmadığımı söylemeden geçemeyeceğim. Kolayca anlaşılacağı üzere, çok
olmamakla birlikte nerede ise tüm meyve ve sebzeler, nerede ise “sıfır” ilaç ve
kimyasal gübre ile yetişmiş olup doğal bir şekilde yenirdi evimizde. Her meyve
ve sebze kendi doğasındaki yetişme mevsiminde yenirdi, şimdi ki gibi değil idi.
Mesela domates artık tükenmek üzere iken yeşil halde toplanır, babamın depoda
hazırladığı birkaç katlı ranzada saman içinde saklanır, bu yeşil domatesle
zaman içinde kızarır ve oradan hemen sofraya… Domates çekirdekleri
ayıklandıktan sonra küp şeklinde kesilir, nasıl yapıldığını şimdilerde annemin
bile hatırlamadığı şekilde “şişe domatesi” olarak kış hazırlığı kapsamında
saklanır ve tabii ki kesinlikle ev salçası da olmazsa olmazı idi evimizin. Yine
kendi yetiştirdiğimiz buğdayın, un haline getirilmesi ile kendi tarhanamız,
eriştemiz (ev makarnası), kendi domatesimiz, kendi yumurtamız ve kendi
yoğurdumuz ile hazırlanır ve saklanırdı. Kendi mısırımızdan elde edilen mısır unundan
imal edilen mısır ekmeğinin benzerlerinin bugün artık olma ihtimali yoktur
sanırım. Çünkü önce tohumlar değişti sonra ilaveten zirai ilaç ve kimyasal
gübre devreye ağırlıklı girdi ama esasen de insanlar yetiştirmek yerine satın
almayı tercih eder hale geldiler. Gerçi kimileri buna zenginleştik artık
yetiştirmeye ne gerek var, satın alalım, daha az zahmetli ve ucuz oluyor diyor ama
neyse, ABD’nin canım Yurduma attığı kazığın mikro düzeyde benzerini konfor
adına kendi kendimize atıyoruz. Bahçenin her türlü gübre ihtiyacı ağırlıklı tarafımızca
yetiştirilen keçi, koyun ve eşek hatta tavuklarımızdan temin edilirken eski
Ovacık yolundan geçen gerek köylülerin gerekse de tarlaya giden yerlilerin hayvanlarından
dökülen gübrelerin toplanması da en temel görevlerimizden biri idi, elimizde
bir kürek ve uyduruk bir süpürge günün belli saatlerinde çıkar toplardık. Hele
akşam saatlerinde tavukların kümeslerine girmiş olmalarının son kontrolünün
yapılması gibi ciddi ama önemli bir görevim daha vardı gerçekten çok önemli
idi, yaklaşık 30’a yakın tavuk bulunur ve her birine bir şekilde ad vermişiz,
öncelikle bu adlarından dolayı oluşan muhabbet ve ekonomik değerimiz
olmalarından ötürü nerdeyse ödümüz patlardı tilkiye kurban olacaklar diye. O
zamanlar devletin tarım müdürlüğü ya da şefliği marifetiyle tavuklara bedelsiz
aşılama yaptığını hatırlarım ama nasıl bir periyot izlenirdi hatırlayamadığım,
aşılama dönemlerinde ne olursa olsun bekleme görevi bana ait olurdu, hatta
okula gitmeme pahasına bile…
Hay
Allah yine yer kalmadı, civciv yetiştirme, bizim “hara” dediğimiz bugünkü
Migros’un bulunduğu yerdeki hayvan aşılama ve tohumlama çalışmaları, gübre
aktarımı, doğal ilaç yapımı, tütün fidanı yetiştirme çalışmaları için… Haftaya
devam.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder