Pazartesi, Nisan 30, 2012

HAVANA’DA 1 MAYIS KIRMIZISI



2010 yılında Jose Marti Küba Dostluk Derneği’nin düzenlediği Küba gezisi çerçevesinde katıldığım “Uluslararası Che Çalışma Tugayları” programı dâhilinde, uzun yıllardan beri katılma hayalini kurduğum mübarek 1 Mayıs işçi ve uluslararası dayanışma bayramını Havana’yı kırmızıya gark eden inanılmaz bir şölen ile kutladık.  Hem ne kutlama, Küba'nın başkenti Havana'daki Jose Marti Devrim Meydanı'ndaki törenlere tüm ülkelerden başta sendikacılar olmak üzere yüzbinlerce insan katılırken Kübalılarında Bayraklar ve pankartlarla mitinge çok yoğun katılımı ile yaklaşık 1.600.000 insan büyük bir coşkuyla Havana’nın kırmızı rengine yeni bir zirve yaptırmıştır. Peki, sadece kırmızı mı zirve yapıyor tabii ki hayır bir başka zirve de Che afişlerinde yaşanıyor. Biz de kendimizi çok da özel hissettiğimiz tribünde; Honduras, El Salvador, Şili, Peru, Nikaragua, Venezüella, Arjantin, Brezilya, Nijerya, İngiltere, Kanada, Avustralya, Rusya, Tacikistan, Yunanistan, Paraguay, Meksika, İrlanda, Fransa gibi ülkelerden katılan ve kampdaşlarımız olan sevdalılarla birlikte kimimizde kırmızı kimimizde mavi olan dağıtılmış üstünde yaşasın 1 Mayıs yazan fanilalarımızla, kimimizde gözyaşları kimimizde de büyük bir sevinç ama hepimizde büyük bir gurur; önümüzden kilometreler halinde ve yine öğrendiğimiz kadarıyla 34 ülkeden ve 159 organizasyon ve dayanışma hareketinin temsilcileri akıyor, hem de nasıl akmak bir renk ahengi ve cümbüşü… Ah birde; zulme ve emperyalizme karşı ezilen halkların direnişinin bayrağı ve devrimin efsanevi lideri Fidel Castro orada olsaydı ve “Hasta la Victoria siempre” ve “patrio o muerte” diyerek şiirsel İspanyolcayla o müthiş konuşma üslubu ile bizlere seslenseydi. Açıkçası bende çok istememe rağmen gidemediğim bu mübarek törenlere katılır iken umuyordum, bekliyordum, çok istiyordum katılmasını ama mümkün olmadığı yönünde de haberler duyuyorduk ama umut fakirin ekmeği işte... 1 Mayıs işçi ve uluslar arası dayanışma bayramı mitingine katılmak için güneş doğmadan yollara dökülen Küba halkının heyecanını ve kıpır kıpır oluşunu güneş doğmadan yollara düştüğümüz için çok yakından izledik, yine Küba halkının yabancı delegelerle omuz omuza coşkulu, ahenkli ve renkli kortejler oluşturarak Devrim Meydanı'na ilerleyerek geçiş yapmaları ise görülmeye değer bir olay idi.

Diğer taraftan bu geçit törenindeki benim için en büyük sürpriz ise; bol miktarda Türk bayrağı ile canım yurdumun burada da temsil edilmesi olmuştur. Duyduğum kadarıyla; isimleri zikredilince Beşiktaşlı olmamama rağmen kendilerinin hayranı olduğumu gizleyemediğim Beşiktaş spor Kulübü taraftar grubu “Çarşı” da yerini almış ama ben göremedim bu açıdan da üzüldüm diyebilirim.

Kırmızı; bana göre Devrimin özgün ve tılsımlı rengi olmalı ve böyle de tescil edilmelidir. Edilmelidir; çünkü benim hayatımda sürekli olarak kırmızı beni yansıtan temsil eden en iyi renk olmuştur diyebilirim, tamda bu yüzden siyasal hayatımda olduğu gibi sporda, futbolda bile tercihlerimde etkili hatta yönlendirici olmuştur. Zaten kırmızı yanlışa isyan ve yanlışı kabullenmeme ifadesi yanında aynı zamanda tutkulu aşk ifadesi, canlılık, dinamizm, ataklık, sonuna kadar gitme vs. gibi olarakta genel kabul görmüştür. Bunun sadece benim için değil herkes için böyle olduğunu zannediyorum. Yukarıda bahsettiğim üzere ülkemin bayraklarını da görmüş olmam belki bu yüzden beni sevindirmiştir. Eee ne diyelim kırmızı olsun işte.

Kapitalist dünyada devletler kutlamaların önüne geçilmesi ya da engellenemiyorsa da sönük geçmesi için bu da olmuyorsa kamuoyunu fazlaca meşgul etmemesi ve medyada fazlaca yer almaması için ellerinden geleni yaparlarken ve de en önemlisi geçen yıllara kadar bizim ülkemizde “iç harb önlemleri” ile geçiştirilirken Küba’da ise en önemli fark olarak devletin “1 Mayıs işçi ve Uluslar arası dayanışma bayramının” kutlanabilmesi için her türlü ehven ortamı yaratmasıdır. Diğer taraftan ise ülkem hala, aradan geçen 35 yıla ve değişen onlarca değişik parti hükümetlerine karşın 1 Mayıs 1977 katliamının düzenleyicilerinin ve tetikçilerinin açığa çıkarılamaması daha da önemlisi bu uğurda hiçbirisinin en ufak bir çaba göstermemesinin utancını yaşamaya devam etmektedir.


Pazartesi, Nisan 23, 2012

BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI

Çeşme Bağarası (Bağlararası) arkeolojik kazı alanı; Çeşme limanının dün 50 mt. bugün 100 mt. uzağında yer almakta ve denizle başlayan Çeşme ovasının tam merkezini oluşturmaktadır. Denize dik, ovanın tam merkezinden geçen ve etrafından kendisine onlarca karışan derelerin oluşturduğu hemen hemen 12 ay içinden su akan bir dere vardı, bu dere bugün otoyoldan Çeşme’ye girişteki yolun refüjünü oluşturan alanda ıslah edilmiş hali ile bulunmakta, ancak artık içinde sadece güçlü yağmurlar döneminde suyu bulunan hale gelmiştir. Bu dere etrafında yer alan ve gençliğimizde tamamen narenciye tarımına ayrılmış arazilerde yer alan evlerden oluşan bir yerleşim alanıydı, bugün ise birkaç kişinin direnmesine bağlı olarak birkaç bahçe tam eskisi gibi olmasa da korunabilmektedir. Ne yazık ki; bu mezkûr derenin binlerce yıldan beri taşıdığı alüvyonlar sayesinde oluşmuş verimli tarım arazisi bugün artık imar uygulamalarına tabi tutularak konut alanına açılmış bulunmaktadır.

Ege denizinin mezkûr ovaya bir bıçak gibi saplı limanı ise etrafındaki yüksek tepeler nedeniylede tarihin bilinen en eski devirlerinden beri fırtınalarda gemilerin sığınmaları için ehven bir alan oluşturmuştur. 2000 li yılların başında Bağarasında (Bağlararası) konumuzu oluşturacak arsa üzerinde mahalle ve çocukluk arkadaşlarımızdan Tümer Tütüncüoğlu nihayet artık benim de bir evim olacak sevinciyle planladığı konut inşaatı için temel kazılarını yaptırmaya başlayınca bazı duvar ve arkeolojik buluntuları bulunuyor, hemen haber verilen Çeşme Müze Müdürlüğü yetkilileri kazı çalışmalarını durduruyor ve duvar kalıntılarının ve arkeolojik buluntuların Tunç çağına ait olduğu anlaşılıyor, İzmir Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından mezkûr arsa ile etrafındakiler SİT alanı ilan ediliyor ve inşaat yasağı konuluyor.

Kocaman kocaman uzmanların konu ile ilgilenmeleri, Devletin ilgili birimlerinin bütçe tahsis ederek kazıları ve koruma uygulamalarını gerçekleştirmeleri ilk zaman ben dâhil tüm görenlerin takdirini kazanıyor ancak geçen zaman içinde klasik “Türk gibi başla ama İngiliz gibi bitir” atasözündeki önerme gerçekleşiyor, yasak bölge ve ona gerekçe oluşturan ilk etap kazı gerçekleşiyor, arsaların etrafına dikenli teller çekilerek çevriliyor, şimdilerde görünen o ki, konu hatta bu alan unutuluyor.

Çeşme’nin şimdilerde prestijli konut alanı durumundaki Bağarasında (Bağlararası) bir evim olacak hayalini kuran ancak malum nedenlerle gerçekleştiremeyen, çocukluk ve mahalle arkadaşımız Tümer Tütüncüoğlu uzunca bir süre burayı ilgili bakanlığa devretmek ya da başka bir arsa ile değiştirmek gibi girişimlerde bulunuyor ancak sonuç yok, ne yazık ki hayalini gerçekleştiremeden aramızdan ayrılıyor Tümer, şimdilerde yıldızlardan bakarak hala bir gelişme olmadığı için de orada da rahat olamıyordur. Bu ve benzer binlerce hazin öykü vardır canım yurdumda biliyorum, bir kısmı asla sonuçlanmayan davalarını takip ederken mahkeme koridorlarında, bir kısmı mevzuat efendilere derdini anlatmaya çalışırken ilgili kurumların koridorlarında ömür tüketiyorlardır, ama yok ise yüksek siyasi iltimas, madeni haz ne yazık ki tüm maçlar beraberlik umudu bile olmaksızın sonuçlanmaktadır.

Neden bu ülkede benzer durumlarda ki benim de katıldığım hızlı ve doğru şekilde davranan mevzuat efendiler, her şeye para bulan deve dişi gibi kocaman yetkililer, bulunan ya da ilan edilen doğal SİT, Arkeolojik SİT vs. gibi alanlardaki özel mülkiyet hakkı konusunda duyarsız olurlar, sorunu aslında yurttaşın sorununu, çözümü duyuna havale ederek çözmezler, anlamak kesinlikle mümkün değildir. Deve dişi gibi yetkililer; siyasi otoritenin çıkardığı yasalara rağmen ki bu yasalar trampa, kamulaştırma gibi çözümleri öngörür ama bir türlü sonuç alınmaz, ya müracaatınız kabul edilmez, müracaatınız kabul edilir talebiniz bir yerde dondurulur, talebiniz dondurulmasa sonuçlandırılsa bile, kamulaştırma için ödenek bulunamadı ya da ödenek beklenmekte, trampa için uygun arsa bulunamadı ama aranmaya devam edilmektedir hatta sizin bildiğiniz yerler varsa bize bildirin gibi trajikomik bir dolu hendek oluşturulur, atlat atlatabilirsen deveye durumu anlayacağınız. Ayrıca bir de “daha da ucubesi” olabilir fonundan bugün SİT yarın SİT değil kabilinden nabza göre şerbetli bilimsel ölçüler de vardır, siyasi rüzgârlara sizin rüzgârlara karşı nasıl durduğunuza, rüzgârın sizi ne kadar eğdiğine, rüzgârın arkanızdan mı, önünüzden mi estiğine bağlı, rüzgârı sevip sevmediğinize, rüzgârda ne kadar uzağı görebildiğinize bağlı durumlar vardır ki bunlar SİT ilan edilmiş arsanın/arazinin gerçek durumuna hiç bağlı değildir. Hatta teorik olarak mevzuat; kamunun ihale yöntemiyle satışa sunduğu arazilerin satım sürecinde para gibi kullanılabilecek, ihalelerde teminat olarak kullanılabilecek “sertifika” gibi bir enstrüman icat etmiş ama kimin umuruna, maksat sorun çözülmesin de ne olursa olsun. Tamam, anladık canım yurdumun toprağından tarih fışkırıyor ve bunlara sahip çıkılmalı, yok sayılmamalı, etrafı çevrilerek koruma altına alınmalı, evet aynen katılıyorum bu sahiplenmeye hatta çokta doğru buluyorum ancak buluntuların sizin amacınıza uygun ise tarih, değil ise taş parçası gibi nitelenmesine de bilimsel bir ölçü bulunmalı ve bu kararların destekleyicisi çıkar odaklarının taleplerine prim verilmemelidir. Yani kolayca anlaşılacağı üzere; Arkeolojik SİT alanlarına inşaat yapılabilen insanlarımız ile hiçbir endemik değeri olmayan ve yalnızca kültür bitkisi yetiştiriliyor olmasına rağmen arazilerinin doğal SİT alanı yapılmış insanlarımızın birbirlerin durumunu nasıl algıladıklarını uzun uzun anlatmamıza gerek yok, “zengin arabayı dağdan aşırır fakir ise düz ovada yolunu şaşırır” hikâyesi, tabii ki bu film çok tutulunca sınırsız sayıda devamı çekilmektedir.

Ne diyelim;

Devlet-i Osmanî ahalide terfi-i temayüz ilim irfan ile olmaz,
TERFİ ya olacak kuvvetli iltimas,
ya olacak madeni haz,
ya da olacak ten ile temas...


Salı, Nisan 17, 2012

OLMADI BE USTACIM İSMAİL DENİZLİ

Herkesin Mustafa Denizli’nin abisi, bizim ise sadece İsmail Denizli diye andığımız, fikri dayanıklılık ve derinlik gerektiren futbol ve damanın üstadı, abimizi kaybedeli yaklaşık 4 yıl oldu. Futbol ve dama tutkusu ise asla unutulamayacak boyutlardadır, Çeşme’nin o yıllarında çok az kişide bulunan otomobillerden birisi de kendisine aitti, Citroën deux chevaux (Citroen döşöva) marka küçük otomobili ile dama oynamak için Egenin yakın bir sürü kasabasına, bir keresinde de gece geç saatlerde Söke’ye gittiğimizi hatırlamaktayım, hele hele oyunda 14 taşı karşı tarafa verip, rakibin tüm taşlarını toplayarak oyunu kazandığı “mısır kapanı” oyununu asla unutamam. Otomobil hepimizin isteyip ancak sahip olamadığı ve sadece filmlerde hayranlıkla seyrettiğimiz bir araç idi o günlerde, o günkü para ile 5 Tl. lik benzinle günlerce gezdiğimizi dün gibi hatırlıyorum, inanılmaz ekonomik oluşu yanında bizim otomobil gereksinimimizi karşılamıştı ya, değmeyin keyfimize gayri idi durumumuz. Bir keresinde birkaç arkadaş ile birlikte, hatırladığım kadarı ile de bir sonbahar akşamı idi, tavuk yemememe rağmen tavuk almış (belki de sahibi görmeden biryerlerden alınmıştı bu detayı tam hatırlamıyorum), bakkalda alkollü içecek olarak ta sadece likör olduğundan likör alınmış ve Tursite’ye gidilmiş, yerde bulunan kalıp tahtalarından ateş yakılmış sıra tavuğu takacak şişe gelmiş ama ne yazık ki şiş yoktu yanımızda ve işte o anda Citroën deux chevaux’ın (Citroen döşövo) açılır tavanındaki çubuğu sökmüş ve sorunu çözmüştüm ya, arabaya dönünce asıl sorun başlamıştı ama her şeye rağmen çelebi gönlü burada da devreye girdi, ne mızmızlandı ne de kızdı, sadece keşke yapmasaydın dedi.

Futbol ve dama tutkusu ve bilgisi kendisini inanılmaz ölçüde analitik düşünür hale getirmişti, bu sayede kazandığı hızlı ve isabetli düşünme yetisi bizlere de yol gösterir hale gelmiştir, her zaman.

Çeşmespor önüne her zaman “Büyük Altay”ı örnek olarak koymuş ve sürekli kendi taraftar ve destekçileri de Çeşmespor için “Küçük Altay” demiş ve tezahüratlarında da bu sözcükleri kullanarak destek vermişlerdir o dönemde, Çeşmespor için renkdaşı Altay gibi olabilmek, oynayabilmek, büyüyebilmek, yükselebilmek bir hedeftir. Futbolun bugünkü gibi olmadığı bir dönemdir, futbol bir tutkudur, futbol adına bugünkü gibi paralar dönmez, bu işte insanlar daha amatör, daha bir gönüllüdür ama bir o kadar da isteklidir, Altay kulübü yakın çevresinde futbol oynanan yerlerde sürekli kendi adına futbolcu arayışları içindedir ve bu kapsamda Mustafa Denizli kabiliyeti ve becerisi ile derhal Altay kulübüne kazandırılır. Artık Çeşmespor ile Altay arasında ilişkiler daha bir sıcaktır, Altay bulduğu her fırsatta Çeşme’ye kamp için gelir ve Çeşmespor ile hazırlık maçları yapar, yeni gençlere yeni kapılar açmaya ehven bir ortam oluşmuştur artık, işte böyle bir hazırlık maçı yapılmakta, Altay’da Mustafa Denizli Çeşmespor’da ise İsmail Denizli oynamakta ama Büyük Kaptan İsmail Denizli kısa bir süre sonra oyundan alınmasını ister, duysallığın zirvesinde gözyaşları arasında kardeşine karşı oynamasının mümkün olamayacağını ifade ederek oyundan çıkmıştır, işte ince ruhunun ve duygusallığının seviyesidir bu…

Gönüllerimizin yenilmez armadasının bir dönem parçası bir dönem antrenörü ve yöneticisi olarak İsmail Denizli; Futbol sezonu öncesi kondisyon çalışmaları için bugünkü Altınkum kumsalını seçmesi her zaman futbolcular tarafından itici ve nefret edilir bulunmuş ama sezonun ilerleyen haftalarında kazanılan kondisyonun faydaları da ortaya çıkınca, teknik direktörlerine minnetle bakmışlardır.

Teknik direktörlük yaşamından anlatabileceğimiz binlerce anı vardır şüphesiz ama futbolunun gelişmesinde katkısının büyük olduğunu düşündüğüm Kadri Karataş’ın topa bakarak oynamasından ötürü, başını öne eğerek topa bakmadan oynaması halinde büyük futbolcu olacağına inandığı için boynuna karton bağlayarak topa bakmasını engelleme düşüncesi ne düzeyde bir arayış konsantrasyonuna sahip olduğunun bir göstergesidir.

Kendisine hiç söyleyemediğim ama birgün yetkili olacağımın hayalleri içerisinde kendisine milli takım teknik direktörlüğü takdim edeceğim planım hep vardı, olabilseydi de canım yurdumun, hiç şüpheniz olmasın ki, en önemli teknik direktörü olurdu, muhteşem futbol bilgi birikimine sahipliğini muhteşem dama oyunculuğu mu; yoksa tam tersi muhteşem dama oyunculuğu becerisi mi muhteşem futbol analiz yeteneği oluşturmuştu bilmiyorum ama her iki oyunun öncelikle fikri dayanıklılık ve derinlik ve kıvrak zekâ gerektirdiği son derece aşikârdır ve her ikisi de tıpkı İsmail Denizli’de olduğu üzere iyi yapıldığı takdirde taktik ve stratejik düşünmenin zirvesidir.

iyi yaşama üzerine yaptığımız uzun konuşmalar içinde en fazla üzerinde durduğumuz ayrıntı ise bol gezmek idi, bol gezmenin ekonomik kaynaklarını çok miktarda ev yapıp kiraları ile geçinme olarak belirlemiş idik, kendisi bu görüş doğrultusunda bir dönem ciddi mesafeler de kat etmişti.

Uzun süren münazara tarzındaki muhabbetlerimizin sıklıkla konusunu oluşturan siyasette birbirimize çokta yakın düşmeyen siyasi yaklaşım ve analizlerimize rağmen, bizim gençliğimizin verdiği heyecanı yatıştırmak adına ve ayrıca bir abimiz olması hasebiyle de; siyasi yaklaşımlarımızda sakin olmayı bizlere telkin ederken, sola çok yatkın olmamasına rağmen hatırlayabildiğim kadarıyla Mehmet Ali Aybar’ı omuzlarda taşıma ortaklığının üzerine sık sık basarak detayını şimdi çok fazla hatırlamadığım anılarını anlatırdı, genellikle konuşmalarımız görüş birliktelikleri ile sonuçlanmazdı, ama her konuşmamızda aynı şeyleri tekrar tekrar konuşmaktan da geri durmazdık. Ancak aynı şeyleri düşünmememize rağmen inanılmaz hoşgörüsü ve sabrı ile kendisini sürekli aranılır bir kişi haline getirmiştir bizler için.

Rahatsızlığını öğrenince ilk paylaştığı kişilerden biri idim, ancak tüm çabalarımıza rağmen bu rahatsızlığın karşısında çok az kişi galibiyet tadını biliyor olması nedeniyle de, abimiz ve dostumuz ne yazık ki hayatının en önemli mağlubiyetini yaşamaktaydı bu baş edilmez rahatsızlığa karşı. Uzun yıllara dayanan dostluğumuz içinde kendisinden en fazla duyduğum kelime olan “usta” ile aramızdan hayli erken ayrılışına dair kendisine bir kez daha veda etmek istiyorum, “olmadı be ustacım olmadı”

Salı, Nisan 10, 2012

PIRLANTA PLAJI YAZA HAZIRLANIYOR


Çeşme’nin güney batı ucunda Çiftlik köy/mahallesi sınırları içerisinde bulunan ve Çeşme’ye yaklaşık 7 km uzaklıkta yer almakta olup hiç durmadan ve genellikle de kuzeyden kuvvetli ve sabit esen rüzgârlarıyla ve dalgalarıyla meşhur bir plajdır, Pırlanta plajı. Mezkûr rüzgârlar nedeniyle de kitesurf meraklılarının ideal sorf alanı diye tanımladıkları Pırlanta plajı, bu tanımı ve ünü sonuna kadar hak ettiğini her yıl artan sayıda sporcu ve meraklının gösterdiği ilgiden anlaşılmaktadır. Rüzgârın tılsımı ve gücü sayesinde rüzgâr sporları yapanlar ve izleyenler açısından rüzgârın başkenti durumundaki bu plaj mutlaka işin uzmanları ve yöneticileri tarafından “kitesurf” için daha geniş kullanımlı ve yaygın kullanılır hale getirilmeli ve bu konuda kamu; Belediye ya da herhangi bir bakanlık ayrımı yapmaksızın buraya çok geniş destek vermelidir. Plaj, adını aldığı Pırlanta benzeri kumları ve pırıl pırıl parlayan denizi ile tanımsız bir doğa harikası olup yer aldığı yarımadanın diğer tarafındaki çocukluğumuzun “arka denizi” Altınkum plajına rüzgârı ve güzelliği ile nazire yapmakta olup yaklaşık 40 yıldır günübirlikçilerin ve çadırlı kampçıların tercihi olmaktan da kurtulamamıştır ya da iyi ki böyle olmuş. Yunanistan’ın Sakız adasının tam karşısında yaklaşık 1,5 km lik bir uzunluğa ve kısa aralıklarla derinleşen ve sığlaşan ama kesinlikle 250 mt boyunca da ortalama insan boyunu geçmeyen bir derinliğe sahip olan bu nadide plaj, ağırlıklı olarak SİT alanı ilan edilmiş olmasının, gururu ve değişmeyen duruşu ve sahip olduğu mavi bayrağı ile yaşamımızda yer almaktadır.

Çocukluğumuz döneminde; ovasından ötürü Pırlanta plajlarına Çayırova plajları denilirdi, küçük ama verimli bir ova olan Çayırova’dan ötürü bu isim ile belirtilirdi. Ne zaman Çeşme ve de özellikle Çiftlik dışından insanlar bu plaja gidip gelmeye başladılar, plajın muhteşem görüntüsü ve müthiş güzel kumları nedeniyle plajın adı Çayırova’dan Pırlantaya evrildi, iyi ki de öyle olmuş, ilk defa bir yerin uzun yıllardan beri kullanılan adının değişmesinden ötürü bir rahatsızlık duymadım. Pırlanta plajı yarımadanın hemen arkasında yer alan Altınkum plajı ile birisi kuzey rüzgârlarında diğeri güney rüzgârlarında denize girmek isteyenlerin tercihini kullandığı 2 güzel plaj yine Necip Milletimizin isabetli atıcılığımı yoksa muzipliğine mi dayalı olarak, insanoğlunun kullandığı ve asla vazgeçemediği önemli 2 mücevher ismiyle anılmaya başlamıştır.

Asırlık ardıç ağaçları şu anda da Pırlanta plajında günübirlikçilere ve kampçılara/çadırcılara gölge temin etmeye devam etmekte olup umarım bu durumu da asla değişmez. Alanın bu kadar geniş ve büyük olması, plajı tercih edenlerin de günübirlikçiler ve kampçılar olması nedeniyle gerek atıklar yüzünden kirlenmeye karşı gerekse de işletme sonuçlarından ötürü korunmaya gereksinim duyulduğu çok açıktır. Bir süredir plajın girişinde bir tabela bulunmakta ve üstünde de plajın Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çeşme Kaymakamlığı tarafından Sörf alanı olarak tahsis edildiği belirtilmektedir. Umarım ki buda plajlar üzerinde bir hâkimiyet kavgası ifadesi değildir, eğer böyle bir durumun ilk belirtileri ise bu, yandı gülüm keten helva sonucu doğurur kesinlikle. Bu tür çekişmelerin, Çeşme’de yaşanan ve maalesef nedeni bir türlü anlaşılamayan SİT alanları ihdası ya da kararın kaldırılması gibi bir sonucu bir tarafı ile ortaya çıkarırken diğer tarafı ile de mülkiyeti sana aittir yok bana aittir kavgası neticesinde de sahip olunan değerlerin yok olmasına neden olunmaktadır. Arkeolojik SİT alanlarına inşaat yapılabilmesini becerebilen insanlarımız ile hiçbir endemik değeri olmayan ve yalnızca kültür bitkisi yetiştiriliyor olmasına rağmen arazilerinin doğal SİT alanı yapılmış insanlarımızın birbirlerine nasıl baktıklarını anlatmamıza gerek yoktur sanırım, işte tipik bir “zengin teknesini dağdan aşırır fakir ise düz yolda yolunu şaşırır” hikâyesi. Çeşme’nin de içinde bulunduğu yarımadanın blok halinde herhangi bir tefrik işlemine tabi olmaksızın SİT alanı ilan edilmesi sürecinde bulunmuş ve çalışmış bir Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilisi olduğunu öğrendiğim bir muhterem ile Ankara’ya son gidişim sırasında bir dostumun ofisinde karşılaşmış ve SİT alanları ilanı konusunda hararetli bir tartışma neticesinde anladığım kadarı ile de ihdasın herhangi bir bilimsel kriterinin olmaması ya da benim öyle algılamam neticesinde; bu yüksek mevkideki zata Çeşmelilerin kendileri hakkında “SİT tir” dediklerini söylemiştim de zoraki gülümsemişti kendisi ve sonuç olarak ta anlamıştım ki konunun bilimsellikten ziyade siyasallıkla ilintili olduğunu.

Yeni bir sezona girerken Pırlanta plajında Çeşme Belediyesinin Çiftlik Birimi eliyle başta Turgay Soykan olmak üzere, tüm ekip yaklaşık 10 gündür sürdürdüğü hummalı bir temizlik ve hazırlık döneminin başarılı bir turizm hasadına dönüşmesi gerçekleşir ve bizim kaygılarımız ise sadece bir kuruntu olarak kalır. İyi sezonlar, iyi hasatlar…

Çarşamba, Nisan 04, 2012

OLACAĞI BUYDU 12 EYLÜLÜNDE MAĞDURU BUNLAR OLDU


Zulüm İmparatorluğu Amerika Birleşik Devletleri; genelde Dünyayı zaptı rapta özelde de Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Orta Asya’ya yönelik yeni sömürgecilik politikaları çerçevesinde planlanan “yeşil kuşak” projesi öngörülerine denk gelen coğrafyadaki ülkelerden biri olan Türkiye’de 12.Eylül 1980 de; “içimizdeki Amerikan çocukları” eliyle ve tarihe elleri kanlı 5’li çete olarak tescil edildiği iyice bilinen ve tüm dünyada sadece bu kabil operasyonlardan nemalananlar hariç büyük bir nefretle hatırlanan bir darbe gerçekleştirmiş ve Amerikan emperyalizminin çıkarlarına aykırı davranmayacağı taahhüdünü veren/yenileyen islamist politikaların ve politikacıların önü açılmıştır.

Kemalizm’den başlayarak solun tüm renklerine kadar geniş bir yelpazede hülasa tüm halka, insan hayalini zorlayan, bugün ülkemizde yaşanan tüm sorunların temelini ve nedenini oluşturan bu tescilli faşist darbe, bugün temsilcileri konumundaki iktidar sahiplerine dikensiz gül bahçesi bırakma hesabıyla, yarattıkları dehşetengiz uygulamaları bu ülkenin insanları asla ve kata unutulmamalıdır, unutulmamalıdır ki, ülkemizde son yüzyılda yaşanan bu en büyük siyasi ahlaksızlık ve travma iyice anlaşılabilsin ve gelecek kuşaklara anlatılabilsin. Yarattıkları tenkil, tedhiş ve tedip ortamı ile emperyalist talan, soygun ve yağmaya daha uygun ortam hazırlayan “içimizdeki ABD’nin çocuklarından”, darbecilerinden, kontrgerillacılarından, gladiocularından hesap sorulmalıdır ve bugünkü ardılları olanlara da gerekli cevap verilmelidir.

12 Eylül sadece ve basit bir darbe değildir öyle; “İti ite kırdırma” ile alevlenen ve “Bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” ile de zirve yapan bu siyasi yaklaşımın “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir” saptamasının bir sonucu olarak canım yurdumun üstüne bir karabasan gibi çöken bu saldırı ve emperyalizmin ve yerli temsilcilerinin kurduğu veya göz yumduğu çeteler eli ile büyük boğazlamaya zemin hazırlanmış ve bu zeminde de başta CIA olmak üzere uluslararası her türlü karanlık güç ile büyük bir travma yaşatılmıştır, halka…

Bugünlerde; Amerikan Emperyalizminin ulvi çıkarları uğruna canım yurdumun dizlerinin üzerine çökertilmesi operasyonunun yüzü olarak görünen 12 Eylül Faşist darbesinin 5’li çetesinin hayatta olanlarından Ahmet Kenan Evren ile Ali Tahsin Şahinkaya mahkemeye çıkarılacak ve muhtemelen de gerek ABD Emperyalizminin bugünkü temsilcileri ile yerli ortakları tarafından feda edilecek ve yaşanan kapkara bir geçmiş aklanmaya çalışılacak gibi görünmektedir. Bugün; bu kahrolası faşist darbenin siyasi ve ekonomik ardılları olanların, bugünler için oluşturulan nemaların üstüne çöreklenenlerin, “Aydınlar Ocağının” şanlı önderleri olduğu çekinmeden beyan edenlerin bu işi çözmek gibi bir düşünceleri olmadığı gibi kendilerine tevdi edilmiş böyle bir görevleri de yoktur olamaz da…

12 Eylül’ü yargılamak demek; Emperyalizmi ve Faşizmi yargılamak demektir, ABD emperyalizminin bu olayda oynadığı rolü görmezden gelen, bu faşist darbeyi yapanlarla, emperyalizmin beklentileri ve talepleri doğrultusunda gerçekleşen darbe gerekçelerini teşkil eden ehven ortamın oluşturulması sürecinde rol alan; ABD Başkanından başlayarak, CIA Başkanına, Ortadoğu staretejilerini yapanların, ülkemizde büyükelçi ve büyükelçilik görevlileri ile yerli ortakları, “12 Eylül olmasaydı 24 ocak kararlarının neticelerini alamazdık” diyerek sermaye kesiminin istediklerinin yapıldığının teyidini yapan Turgut Özal başta olmak üzere tüm siyasiler ile dönemin Danışma Meclisinin tüm üyeleri, Vehbi Koç ve Sakıp Sabancı’dan başlayan, TİSK ve MESS üyeleri, TÜSİAD üyeleri ile devam eden sermaye kesim ve temsilcileri ile bu saldırının fiilini yüzünü oluşturan, tüm asker ve polis işkenceciler, bunlara yardım ve yataklık yapan bilim adamları, başta doktorlar olmak üzere, tüm kamu görevlileri, darbeye destek veren başta Nazlı Ilıcak olmak üzere sözde gazeteciler ile tüm aktör ve figüranların tespit edilip onlara bu faşist saldırıyı azmettirenler, yardım eden, yataklık yapanlar ile bu menfur saldırının Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye yönelik amaçları, hedefleri, stratejileri ve uygulamalarının açıklığa kavuşturulmaları gerekmektedir.

Aksi takdirde gerisi laf ı güzaftır… Zaten bu açıdan bakınca da; davaya müdahil olmak için başvuranların başını AKP gibi konudan hemen hemen hiç zarar görmemişlerin hatta sonuçlarından faydalanmışların çekmesi de konunun sulandırılması amacını gütmektedir gibi bir görüntü vermekte olup belki de başkalarına yer kalmaması adına bir doldurma yapılmaktadır. Peki; bu yargılama girişimi hiç mi bir şey ifade etmiyor diye sorabilirsiniz, evet bende bu gelişmeyi önemsiyorum, ama bu defa ben yetmez diyorum.

Bu sürecin mağdurlarından birisi olarak, bu konuda söyleyebileceğim, yazabileceğim çok şey var ama kapsam, eli kanlı, beyni özürlü, ruhu satılık, vatan haini oldukları her hallerinden belli olan 3-5 çeteci ile sınırlı kalacağından, bugünün muktedirlerinin ve onların denizler ötesinden destekçilerinin başı olan kişinin 12 Eylül için “Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin (dönüşüm) son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz” deyişinden hareketle, dün alkış bugün kavga görüntüsü altında post kavgası sürdürülmesinin neticesi olan Ordu ile kavganın başlarına ördüğü çorapların perdelenmesi adına alevlenen bu görüntüden bir şey çıkmaz. Bu böyle biline…

Ancak yinede birkaç küçük anı anlatarak konunun ne kadar büyük ve kapsamlı olması gerektiğine dokunmak isterim.

İzmir Emniyet Müdürlüğünü 9 Mart 1981 de ziyaret eden her türlü kanlı olayının direk sorumlusu konumundaki ve muhtemelen de dehşetengiz katil görünümünden ötürü seçilmiş olduğu izlenimi veren dönemin İçişleri Bakanı, Emekli General “içimizdeki Amerikalılardan biri” Selahattin Çetiner “buradan hiç kan çıkmadı daha” dediğinde aynı gece genellikle devrimci tutsakların gözlerinin 24 saat esasıyla bağlı olarak tutuldukları 5. ya da 6. kattan 3 tutsağın atılarak öldürülmesi ve ailelerin her türlü baskıya rağmen takibi neticesinde mecbur kalınan açıklama ile “tutsaklar kaçmak için pencereden atladılar ve öldüler” açıklaması yapılması adeta halk ile dalga geçiliyordu.

Adana Emniyet Müdürlüğünde; benim de dâhil olduğum davanın ön hazırlığı kapsamındaki işkence sürecinde iyi görev yapsınlar diye Özellikle darbeciler ve MİT teki en önemli temsilcisi ya da MİT in cunta içindeki en önemli temsilcisi Baş darbeci Kenan Evren’in damadı Erkan Gürvit tarafından kurdurulan ve elemanları tek tek mezkûr kişi tarafından atanan meşhur ve kıdemli işkencecilerden, başta da Kemal Yazıcıoğlu gibi sicili bu anlamda çok bozuk olan elemanlardan oluşturulan bir ekip olan yok etme timi sayılabilecek DAL grubuna tahsis edilmiş sadece kanalizasyonda yaşayacak hayvanlara ait olabilecek hücreler bölümünde bulunduğumuz dönemde yaşanan çok yoğun ve ölümcül bir işkence sürecine tanık oldum. Adım Dilaver demekten başka bir şey söylemeyen tüm ölümcül işkencelere rağmen sadece gülümseyen bir devrimci yiğit, yaralı yakalanmasına rağmen tedavisi yapılmayan, hatta hücrenin demir kapısına ellerinden ve ayaklarından kelepçelenerek gerilen ve bu halinde bile kanayan yaralarına ellerindeki kalemi sokup kıvırarak ve yaptığı bu işkenceden zevk alan işkenceciler gördüm, hatta o kadarki kan kaybının ölüme yol açacağından korkulduğu anlarda hastaneye götürülüp yaraları dikilen ve bilahare de yeniden kalemle başlayan aynı işkencelere tanık oldum. Bahse konu hücrelerde uzunca zaman kalınması, aynı yerlerin tuvalet olarak kullanılması, ailelerin binbir güçlükle içeriye gönderebildikleri yiyeceklerin aynı yerlerde yenmesi neticesinde bir süre sonra ortalığı bit sarmıştı bir keresinde, tüm hücrelerdeki insanlar Emniyet Müdürlüğünün garajına çıkartılıp, anadan doğma soyundurularak, Adana Belediyesinden getirtilen birkaç ilaç tulumbası ile arkadan, önden ve yandan olmak üzere tüm vucut baştan ayaklara kadar her cepheden çok güzel bir şekilde ilaçlanmıştık, bu da kara mizah tarafıdır, bu sürecin.

Şüphesiz bu alçakların yaptıkları insan havsalasının almayacağı daha binlerce işkence var ama bunlar yeterince yazıldı çizildi, artık pehlivan tefrikasına dönüştürmemek için konuyu, bu kadarla iktifa ediyorum.