Pazartesi, Şubat 15, 2016

MUHTAR


Muhtar; bilindiği üzere ve en geniş manada, köy ve mahallerde yasaların kendisine sorumluluk ve görev tayin ettiği işleri yürütmek ve yönetmek üzere halk tarafından seçilen kimse olup, mahalle tüzel kişiliğinin temsiliyetine haizdir. Muhtar sözcüğü; kökeni itibari ile Arapça olup, "seçilmiş kimse" ve "otonom" manasında kullanılmaktadır. Çağdaş Türkçenin Etimoloji sözlüğü sayılan “Nişanyan Sözlüğüne” göre, "Danişmend-Name, 1360'e göre (muχtār "seçilmiş, seçkin", kendi iradesiyle seçen, otonom, seçti, tercih etti, Türk Dil Kurumu (TDK) Güncel Türkçe Sözlüğüne göre de; 1.Köy ve mahallenin yasalarla belirtilmiş işlerini yürütmek için o köy veya mahallede oturanların seçtikleri kimse, 2.Özerk, diğer sözlüklerinde kısaca bir taramasından, Her işe burnunu sokan, Özerk, Davranışlarında özgür olan, dilediğini yapan, anlamlarında kullanıldığı da görülecektir. Muhtar sözcüğünden türetilen sözcüklere de bir göz atıldığında, başta muhtariyet gelmekte olup; muhtarlık, kendi kendine hareket edebilme, ihtiyar ve iradesi kendi elinde olma hali, özerklik, otonomi,  bağımsızlık, anlamlarına sahip ve görüleceği üzere neredeyse tüm dillere, Almanca; Autonomie, İngilizce; autonomy, Fransızca; autonomie, İspanyolca; autonomía, İtalyanca; autonomia, Hollandaca; autonomie, Portekizce; autonomia, Rusça, автономия, hemen hemen aynı manada geçmiştir.

Köy ve Mahalle halkı tarafından; aday olanlar arasından 5 yıl boyunca köy ve mahallenin idari işlerini yürütmek ve yönetmek üzere seçilen, yasal yani görüntüde herhangi bir parti adına aday gösterilmeden ama aslında hangi parti adına aday oldukları köylüler ya da mahalleliler tarafından pekala bilinen, davranış ve hareketlerinde özerk (muhtar) olması gerekirken seçilir seçilmez bir anda "devlet memuru" kisvesine nail olma halidir, muhtarlık... Devlet memuru olarak terfi-i rütbe almasına rağmen, seçim süreçlerinde, kendisini seçme ihtimali olanlara, hediye ver(e)meyen, kömür ve makarna dağıtması yasaklanan ama buna rağmen her türlü vaatte bulunması adet olan veya istenen bir makamdır, aynı zamanda... Ama en büyük tenakuz ise, Köy ve Mahalle tüzel kişiliği başına, seçilmiş kişi olarak gelmesine rağmen ve kelime anlamı da tam tamına "seçilmiş kişi" olmasına rağmen, "atanmış kişi" muamelesine tabi tutulmasıdır. Bakmayın siz bazılarının seçilmiş kişilerin kutsaliyeti edebiyatına, bu edebiyat sadece kendilerine yönelik bir zırh tanımıdır. Yoksa kendilerinden olmayanların seçilmişlikle elde edebilecekleri herhangi bir muhtariyet söz konusu olamamaktadır, bu muktedirlere göre.

"Hangi evde kim var, nedir ne değildir. Bunu gelecek, orada kaymakamına, valisine ve emniyet müdürüne bildirecek" sözlerine muhatap olacak bir durum tarifi var mıdır, tüm yukarıda tarifi yapılan yasal mesnedi olan şeylere?  Şüphesiz yoktur... Peki kanunda tarifi yapılmamış fiillerin yapılmasının  talebi nasıl anlaşılmalıdır... Peki kendisine oy vermemiş, ya da faaliyetlerine teveccüh göstermemiş kişilere karşı, şeytanın avukatlığına soyunarak söylüyorum, husumeten, ki, yaşadığımız topraklar bu kabil davranışları gösteren insan yetiştirme açısından oldukça da mümbittir, mahallede ya da köyde yaşayanlar arasında güvensizlik, huzursuzluk, gerginlik ve kutuplaşma yaratılmasına neden olmaz mı?  Mezkur makamlara bilgi taşınması görevi yasalarla kimlere verilir, kimler bu görevleri profesyonelce yerine getirir de, onlar bu görevlerini layıkıyla yapmazlar ve bu görev muhtarlara da düşer... Hay Allahım sen bu milletin aklını koru... Bu kabil beklentilerin içine girilmesi hiyerarşik yapılanma içinde silsile yoluyla her makamın bir altından muhbirlik beklentisi oluşturmaz mı acaba? Demek ki devletimizin mezkur görevle teçhiz olunmuş yasal güçleri, görevlerini doğru yapmıyorlar, yaptıkları görev güvenilmez, tayin edilmiş ki, kolluk gücü yerine ya da yanına yeni güçler ikame edilmeye çalışılmaktadır... Peki görevler arasında bir karışıklık oluşturmaz mı bu davet, oluşturursa bu daveti yapan karışıklıktan yana bir tutum takınmış olmaz mı, vs . vs... Peki; yasalarla tarif ve tayin edilmiş görevlerin göz ardı edilerek, başkalarına ait görevlerin yapılmasının istenmesi, kurumlar arası güven, işbirliği ve koordinasyon çabalarına ters düşmez mi? Peki, muhtarların mahalle ya da köyde yerleşik yaşayan vatandaşlar arasında hem de kanunda yeri olmayan görevler üstlenmesi, kendisinden asıl beklenen toplumsal fonksiyonlarını zedelemez mi? Yerel demokrasinin aslında birer temel ve en küçük taşı konumundaki muhtarlık, asli görevi yerine, "siz kanunları bırakın, vicdanınızla hareket edin" talimatı mucibince, vatandaşla direk ve birebir ve güvene dayalı yüzyüze ilişki oluşturarak,  mahallenin ya da köyün ortak gereksinimlerinin tespiti çalışmalarını ertelemesine ya da gerçekleştirilmemesine yol açmaz mı?  

"Türk muhtarı, en asil duygunun insanıdır" diye gaz vererek siyasi emellere vesile olması muradı gözetilerek gerçekleştirilen çalışmaların, unutulmasın ki demokrasinin en dar anlamında uygulanmasının temellerinden sarsılmasına yol açacaktır kaygısı en büyük kaygımızdır, şu günlerde... Unutulmaması gereken bir başka tarafta, Mahalle ya da Köyde vatandaş ile bu kadar içiçe ve yüzyüze yaşarken, muvafık ya da muhalif olsa bile, nezaketten azade politik tutum alınması, toplumsal kutuplaşma ve bölünme nedeni olacaktır, tam da tersi bir tutuma ihtiyaç olunduğu şu günlerde...

Pazartesi, Şubat 08, 2016

MELEKLERİN KANATLARINDAN BAHİSLE

Resmi tarihin okullarda okutulan bölümünden gayet iyi bilindiği üzere Padişah Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethetmek üzere, karadan ve gemileri de karadan geçirerek denizden kuşatır, bu kapsamda yeni yeni toplar ürettirmiştir, askeri taktikler üzerine "stratejik derinliği" olan planlar yapılmıştır, ordu acemiden ustaya ve tecrübeliye göre 3 kademede organize ediliyor vs vs. rivayetler ve vesikalar böyle diyor... Yine rivayetlere göre, yaklaşık 2 ay boyunca bir hayli kanlı çarpışmalar yaşanır, büyük can kayıpları oluşur, 150.000 kişilik ordudan yaklaşık 3te 2si yitirilmiştir, ancak fetih sonrası bunun acısı çıkartılacaktır, bu kayıplar unutulmayacak ve muzaffer ordu sıfatıyla mükafat olarak şehir 3 gün boyunca yağma ettirilecektir. Padişah Fatih Sultan Mehmet'in ordusunun bir kısmı ise, yaşanan kayıpların yarattığı panik ve korku nedeniyle geri kaçarken yine Padişah Fatih Sultan Mehmet'in talimatıyla kılıçtan geçirilmiştir. Talan ve yağma ise tam bir kıyıma dönüşüyordu, hatta Bizans surları dışındaki Yahudi mahallelerinin de yağmalandığı bazı kaynaklarda yer almakta olup asıl tahribat, talan, yağma ve kıyım dini mabetlerde yaşanıyordu, rahibeler tecavüze uğruyor, manastırlar ve kiliseler külliyen talan ediliyor, sivil halktan, bazı kaynaklara göre 60.000 bazı kaynaklara göre de 100.000 civarında köle ve esir ediniliyor.

Rivayetlere uygun yukarıda anlatılan vahim tablo, yaşanırken 2 ay boyunca, kendilerinden ve yapacakları savunmadan son derece emin olarak dini görevlerini de yerine getiren Bizanslıların ve onların dini temsiliyetini idame ettiren Bizans din adamlarının ilgilendikleri en önemli konu ise, yine mezkur rivayetlere göre, "meleklerin dişi mi erkek mi oldukları" ya da "meleklerin kanatlı olup olmadıkları" gibi duhul-i şuhuvettir. Yahu be papazlar; size ne bu konulardan, küffar kapınıza dayanmış, top mermileri altında surlarınız çökmekte, ordunuz ağır kayıplar vermekte, şehir su ikmalleri kesilmiş, yiyecek sıkıntısı baş göstermiş, batılı dübürtaşlarınızın artık yaşanacak felaketinize engel olamayacağı ortaya çıkmış, hele siz koca koca adamların ilim adına tartıştıklarınıza bir bakın. Tabii tek tanrılı dinlerin zuhur etmesinden itibaren, olduğu üzere, Tanrı adına yeryüzünde dini muamelat ile yetkilendirilmiş ve görevlendirilmiş zevat, burada da yaşanan anlık gerçeklerle ilgisiz bir biçimde sadece muktedirlerin dümen suyunda suhuletle ve uhuvvetle görevlerini yerine getirmektedirler. Dünya yanıyor olsa bile bunların eski asırları yanmaz ve dini ilmin şavkında sadece ve sadece kendi inandıkları hakikatin peşindedirler, hakikat ise, organ karışıklığı gerekçesiyle onların beyin yerine kullandıkları üreme organının kapsama alanındadır. Allah selamet versin...

Peki, bu yaşananlar günümüzden yaklaşık 600 yıl önce yaşanmıştır da, bitmiş midir? Gerek Katolik, gerek Ortodoks, gerek Yahudi ve gerekse de İslam din alimleri, artık geniş halk kitlelerini ilgilendiren konular yerine uhrevi konulara ilgi göstermezler mi? Güney Amerika kıtasındaki birkaç köy papazının dışında, o da şimdilerde hala öylemidir bilmiyorum ama,  bugüne kadar, Filistin'de yaşanan katliamlara karşı duran bir haham duymadım, komşumuz Irak'ta katledilen yaklaşık 1.500.000 (yazıyla bir milyon beşyüzbin) Müslüman için ülkemizde vah vah'lar haricinde ciddi bir karşı duruş gerçekleştiren bir din adamı görmedim, varsa da ben onlardan özür dilerim ve yine de varsa istisnalar kaideyi bozmaz kabilindendir korkarım ve de bozarsa da asla korkmam hatta sevinirim...

Hedefi sıfır sorunlu dış politika start aldığında, iyi kötü ve beğenmesekte komşularımızdaki yangınlara asla dahil olmamış, söndürmeye çalışmasakta en azından benzin püskürtmemiştik, Stratejik derinliğimiz sayesinde, bırakın sıfırı, sorunsuz alan kalmamış oldu, çok şükür... Canım Yurdumu da içine alacak büyük çaplı bir savaş eşiğine gelindiği bir kenara içeride de hatırı sayılır bir düşük yoğunluklu bir iç savaş yürümektedir. Şehit ve leş tanımlamaları adı altında, insanlarımız, ne yazık ki bu çatışmaların başrollerinde olup ve ölmektedirler... Savaş, Irak'ta, Libya'da ve Suriye'de yürürken kılları kıpırdamayan zevat liberal davranma lüksü ile hareket ederken, şimdilerde savaşın yakıcılığı kendi evlatlarımız yakarken de karşılıklı mevzilerde son derece kemik milliyetçiler haline dönüşüverdiler... Allah selamet versinler...

Kürt kökenli ve muhtemelen de dirsek teması bulunan ama son derece doğru olduğunu düşündüğüm bir çıkış yapan din adamları dışında, yaşananlarla ilgili kelam eden diyanet görevlisi görmedim, duymadım varsa da onlardan da özür dilerim... Açıklanan son yılların en büyük işsizlik rakamları, ekonomik kriz, yoksulluk, yolsuzluk, turizmin çöküyor olması, tarımın çökmesi, ekonomik durgunluğa rağmen enflasyon, konusunda dilleri lal olmuş din adamlarımızın, 9 yaşındaki kendi kız evlatlarının nikahının haram düşmemesi, analarının bile diz üstlerinin görünmesi halinde cinsel tahrik oluşması, küçük kız evlatlarını kucağına almaktan çekindiğinin bir dini umde haline getirilmesi, kadınların kaşlarının, bıyıklarının alınmasının günah sayıldığının açıklanması gibi absürd konularla anılmalarından bir rahatsızlık duymadıklarını görmekteyim... Bilmem yanılıyor muyum?... Allah akıl, izan versin, irade, inayet ve hidayet eylesin bu zevata, ne diyeyim... Tam bir akli kramp durumu..

 

Pazartesi, Şubat 01, 2016

KARARTMA GECELERİ-1


Yazar Rıfat Ilgaz'ın "Karartma geceleri" kitabından yazmaya devam ediyorum, 2. dünya savaşının paylaşımın baş aktörleri ile üvertür destekçilerinin mevzilenmelerini, güçler dengesinin değişmesine paralel mevzilerin değişmesi, değişen mevzilerin insanları ve siyasi tercihlerini değiştirmesi ve yaşanmışlıkların günümüze yansımaları, bu yaşanmışlıklara sahip çıkanların sahip çıkış yöntemleri ile itiraz edenlerin itiraz yöntemlerinin, yoksulluğun bellerini büken halkın günlük yaşam mücadelesi üstünden, yokluklar, kuyruklar ve karartmalar içerisinden veriyor kitap... Canım Yurdumda cadı avı kabilinden solcu avı başlamış ve şahsi menfaatlerini müstevlilerinin siyasi emellerine tevhit etmiş bir grup; "Bir erkek lisesinde Türkçülükle alay ederek, arabacı araba olmadığı gibi Türkçü de Türk değil diyen tarih öğretmenleri var... Boy boy dergiler çıkıyor, bu dergiler hep aynı teranelerle ahlak, vatan ve şeref duygusuna millet hakikatine saldırıyor" diye çıkışlar yaparak provokasyonlar hazırlamaktadır. İşte bu ahval ve şeraitte, kuşatılmış sokaklarda sıkışmış, kitabın başrolünü götüren Edebiyatçı, Şair Mustafa Ural, ülkenin özetini ve siyasilerin pozisyonları aşağıdaki gibi tespit etmektedir. Ama Allahtan bugünümüze nostaljik bir göndermeden öteye gidemiyor bu tespitler!!!.

"Cağaloğlu Yokuşu'nda karşılıklı savaşlar sürüp gidiyordu demek. Turancıların uzun yıllardan beri varmak istedikleri amaca tam eriştiklerini sandıkları sırada, attan düşer gibi sırtüstü gitmeleri, çılgına döndürmüş olacaktı onları. Düş kırıklığı içindeydiler. Toplumculara saldırıları da hep bu umutsuzluktan geliyordu işte. Dergilerinde arşın arşın, ilerici aydınların listelerini yayınlayarak jurnalciliklerine hız veriyorlardı. Oysa bu kara listeler çok önceden düzenlenip mutlu yarınlar için saklanmıştı. Faşist sürüleri bir gedik bulup da sınırdan içeri girdikleri zaman karşılarına işte bu listelerle çıkacaklardı. Demek Almanların gelişinden umutlarını kesmiş olacaklar ki, kendi dergilerinde, "ilk Türkçü Başbakan" diye kendilerinden saydıkları Saraçoğlu'na bu listeleri sunuyorlardı giderayak. Vatan hainlerinin cezalandırılmalarını istiyorlardı"

"Bunların karşısına çıkan şimdilik elde bir Tan Gazetesi vardı. O da zaman zaman kapatılarak kulağı çekiliyor, hizaya getirilmeye çalışılıyordu. Türlü baskılara aldırmadan birkaç yazar, başta Sabiha Sertel olmak üzere, vurucu yazılarla Turancıların da iktidarın da karşılarına çıkıyorlardı. Dışarıda faşist sürülerinin her gün biraz daha yenilgiye sürüklendikleri şu günlerde tarihsel görevlerini başarmaya çalışıyorlardı, yurt içinde."

"Bütün ilerici sanatçılar susturulmuş, kimi Anadolu'ya sürülmüş, kimi içeriye atılmıştı. Faruk Toprak'tan öğrendiğine göre, Emniyet Müdürlüğü'ndeki toplumcuların sayıları yüzü aşkındı. Ankara'dan, İzmir'den, Karabük'ten getirilenler de çoktu aralarında."

"Almanların Sovyet sınırında saldırıya geçtikleri gün, harmandalı oynayan Saraçoğlu'nun güvendiği.dağlara kar yağmaya başlamıştı. Güttüğü politikanın çıkmazından çark etmesi gerekirdi artık... Mustafa, eğer fazla iyimserliğe kapılmıyorsa, faşizmin kaz adımları paytaklaşmıştı biraz. Sonra ne olacak, nasıl bir politika tutturacaklardı bizimkiler!"

"Kalktı, askıdaki paltosunun cebinden bir tmar gazete aldı, uzattı Mustafa'ya:
"işte Turan dergisi! Geçen gelişinde lafını etmiştik... Nisan sayısı.." Şöyle bir sayfalarını çevirdi. Gözü Sabahattin Ali'nin adına takıldı satırların arasında... Böyle bir dergide Sabahattin Ali'nin adı herhalde hayırla anılmayacaktı. Okudu:
"bu hezeyanları yazan Sabahattin Ali, bugün kültür işlerinin mühim bir mevkiinde Maarif Vekili Hasan Ali'nin şahsi sempatisi sayesinde, batırmak istediği Türk milletinin parasıyla rahatça yaşamaktadır."

"Sayfaları şöyle hızla, öfkeyle çevirdi. Başta Nazım olmak üzere birçok toplumcu adlar karalanıyordu. Türk milletini batıran bu değerli sanatçılardı haaaa!... Gözlerini kırpmadan Almanların safına katılıp ulusun kaderini Hitler'in deliliğine teslim etmek isteyenler, ulusu soyup İsviçre bankalarına yatıranlar değil de, milleti batıranlar bunlar, öyle mi? Halkı için kafalarının ürünlerini ortaya döken aydınlar, sanatçılar, gazeteciler... Çıkardıkları dergilerde "kelle kesem, kan içem!" diye şiirler yazıp, sen Çerkez'sin, o Arnavut, şunlar Laz'dır diye kendi halkını aşağılayanlar, sen bizdensin, bizim gibi Türkçüsün diye zamanın Başbakanına açık mektuplar yayınlayıp Milli Eğitim Bakanı'nı solcu diye rapor edenler, en değerli profesörleri, en seçme öğretmenleri isim isim jurnal edenler...
Bunlar ortalarda ellerini, kollarını sallaya sallaya dolaşıp, şuna buna ağız dolusu hakaret ederken o, kendi ayağıyla gidip beni arıyormuşsunuz, ne yapacaksınız yapın, ister asın, ister kesin, nasıl diyebilir?

"Dinle Cengiz!" dedi. "Müttefiklerin İspanya'ya yaptıkları bir öneri... Bundan sonra İspanyollar da Almanlara volfram vermeyeceklermiş!  Anlıyorsun değil mi, biz krom vermeyeceğiz, İspanyollar da volfram! Kaderimiz tıpatıp birbirinin benzeri... İki küçük  faşist dost, tepetaklak gelmiş büyük bir faşist devletin savaş endüstrisini küçük ölçüde baltalamak zorunda kalıyor!"

"biliyorsun İstiklal savaşı'ndaki dümenlerini! İştirakiyun Fırkası'nı da bu adamlar kurdurmadılar mıydı? Ne sağları bellidir, ne solları... Şu savaş süresince Saraçoğlu kanadıyla, sağcı oldukları gibi, bir gün gelir solcu da olurlar!"