Pazar, Ocak 24, 2016

KARARTMA GECELERİ


Kapitalizmin bunalımlarını aşabilmek adına, Faşist Hitler öncülüğünde, tüm dünyanın kana boğulduğu II. Paylaşım (Dünya) Savaşı tüm ağırlığını ve korkunçluğunu hissettirecek şekilde sınırlarımıza dayanmıştır, canım yurdumda, ekmek, çay, şeker, sigara, yakacak gibi temel ihtiyaç maddeleri karneye bağlanmış ve dış saldırılara karşı da geceleri karartma uygulanmaktadır, memleketin önemli bir bölümünde de sıkıyönetim vardır. Aydınlara, şairlere, yazarlara hülasa tüm düşünenlere, makul(!!!) bir baskı uygulanmaktadır, yani kısaca, karartma sadece gecelere değil, düşünenlere de karşı ve acımasızdır. Ama çaktırmadan ve geleneksel dost muamelesi çerçevesinde (!!!!), muktedirlerin zuladan hemhalleri olanlar; faşist Almanya kuvvetlerinin bir an önce Türkiye'de de rol almasını beklemektedir hatta canı gönülden arzu etmektedirler, ancak rüzgarın tersten esmeye başlaması halinde başlarına neler gelebileceğini hesap etmeksizin. Eee tabii muktedirler açısından da, kullanılmasında sıfır maliyetli grup bunlardan oluşmaktadır çünkü muktedirler yine ve iyi biliyorlar ki, hafıza sığlığı konusunda en güçlü kesimde bunlardır, asla ders almazlar ve tarih bunlar için tekerrürden ibarettir.

Kitaba konu olan bu sancılı süreçte, ciddi sağlık sorunları da yaşayan aydın, şair ve edebiyat öğretmeni olan Mustafa Ural; bir şiir kitabı daha yazar ve  sol muhalefet iddiası ile kitap toplatılır ve kendisi de aranır duruma gelir. Sağlık sorunları nedeniyle de teslim olmaz, kaçar,  İstanbul'un soğuk ve karartılmış parklarında, sokaklarında, eş, dost evlerinde kaçak duruma düşmenin, her türlü sıkıntısını yaşar.

Ve birgün hiç hesaba katmadığı biçimde yakalanır ve tutuklandığı zaman savaş bitmek üzeredir, yerli muktedirlerin, dünya dengelerinin oynak ve esnek terazisinde ki gelişmelere uygun oynaklıkta ve esneklikteki politik tercihleri neticesi işler değişmiş, artık bir önceki dönemde hemhal oldukları siyasi çizgide, galiplerin dümen suyu takibinin yüzü suyu hürmetine hedef haline gelmiştir, ancak sol muhalefet ise geleneksel düşman muamelesinden, tıpkı öncesinde ve sonrasındaki gibi  kurtulamayacaktır.

Kitabın, Türkiye tarihine değişmez ve kalıcı biz iz bıraktığını düşündüğüm bölümü ise, kaçak olarak sığındığı bir dostunun evindeki muhabbettir bana göre, ve; şöyle gelişmektedir.
"haydi dostum!" dedi. "İçelim! Bi daha nerde karşılaşırız belli olmaz! Ama Tevfik Fikret er geç haklı çıkacak! Bir gün sabah olacaktır, mutlaka!"
"Hocam" dedi. "Benim öyle büyük laflara aklım ermez. Ben iktisatçı olmak için yola çıktım. Bak, işletme'ye çalışıyorum. Şu var ki, sabah kimileri için çoktan oldu. Sen halkın uyanmasını bekliyorsun, oysa o namussuzlar, geceyi uzatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu yüzden derim ki geceler çok uzun olacak buralarda. Savaşın sonu görünür gibi oldu. Bizim aracılar, savaş sonrası ürünlerinin kendilerine gönderilmesini bekliyorlar, keselerini şişirmek için... Halkı, yalnız kendi adlarına soysalar canım yanmaz! Başkalarının hesabına yapıyorlar bu işi, daha çok!"
"senin kitapların, söylediklerini açık açık yazıyorlar mı böyle?"
"yok, hiç yazarlar mı!...Ben çıkarıyorum satır aralarından! Biraz da Nazım'ın şiirlerinden çıkarıyorum bunları."
"Bu doğru işte! Profesörden önce sanatçı söylüyor gerçekleri. Bir iktisatçının, bir hukukçunun çaktığı çiviyi, ertesi gün öbürleri, elinde kerpeten söküp çıkarır. Basın savcıları onlarda bir tehlike görselerdi, şairlerden önce onların peşine düşerlerdi!"
"Yani sen sanatçıdan bekliyorsun uyarma görevini!"

Ve bu muhabbetin konusunu oluşturan Tevfik Fikret "sabah olursa" şiiri de aşağıdadır... Bakın bakalım içinde bulunulan şartlara bir benzerlik içeriyor mu?.


Sabah Olursa
Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderâtı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse... O gün
Ben ölmemiş bile olsam, haya pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; -O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’ an kulaklarımda sesin!

Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.
Hayatta neş’ e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi... Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.
Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!
 

Pazar, Ocak 17, 2016

ZEYTİN GERÇEĞİ ve ABD EMPERYALİZMİ-1


Nasıl bitirmiş idik, geçen haftaki yazımızı; "Aynı dönemde yüzbinlerce zeytin ağacını sökerek, zeytin katliamı yapan bu Amerikan muhipleri ve bunların ardılları olan, "Bağımsız Türkiye" diye slogan atanlara saldıran yeni yetme militan dincilerin de; zeytin ve zeytinyağı konusunda dünün devamı kabilinden yeni dönemdeki icraatlarını da haftaya yazarız artık, yaz yaz bitmez kabilinden, bu yazının devamı olarak..."

Emperyalizmin yeni bir fazı konumundaki "yeni sömürgecilik" ihdası ve bu düzenin jandarması konumundaki ABD ve yedekleri, kolonilerde faaliyet kompartımanlarını oluştururken, bu faaliyetlerin kararlılığını bozmak için sürekli değişkenlik yaparak, aslolan sömürü ve faaliyetlerin kötü sonuçlarından görece az etkilenme adına çok titiz davranmışlardır. Bu politikaların ihdası, hedef ülkelerde "Filipin tipi demokrasi" tanımını öne çıkarmış olup, bilindiği üzere de, "Filipin tip demokrasi" emperyalizmin, hedef ülkelerdeki iktidar oluşumda nihai belirleyici konumunu elinde tutup, kolonizasyona türban kabilinden, görünen ve gizli hükümetler oyununun sahnelenmesidir. Bağımsızlığın önem kazandığı dönemde, kolonilerdeki sömürü değer ve sonuçlarının emperyalist ülkelere aktarılmasında, sistem gereği dahilde yaratılmış cılız ve salt montaj sanayi ile geçimini idame ettiren göbeğinden bağımlı burjuvazinin ve işbirlikçilerinin üstünden, tereyağından kıl çekercesine becerilmesi sürecinin, ülke dahilinde bir rahatsızlık yaratmadan devamı temin edilmesidir de aynı zamanda. Bu politikaların ve uygulayıcı muktedirlerin dayandığı halk yığınları, sosyal, dini ve siyasal görünümleri zaman zaman farklılık gösteriyor olsa bile ne yazık ki hepsi, aynı kaynaktan bilgilendirilmiş ve donatılmış ve de bindirilmiş kıtalar şeklinde olup, genellikle de milliyetçi ve muhafazakar eğilimlidirler.

Yeni dönem itibariyle de canım yurdumun yüklendiği misyon enerji koridoru oluşturmak ve olmak ve bu koridorun güvenliğini temin etmektir. Emperyalist batının, fosil yakıtların değerlendirilmesinde olabildiğince olumsuz ve tepki gören sonuçlarını, tepki veren halkından uzakta tutmak, enerji koridoru güvenliği adına oluşacak güvenlik zafiyetleri ve sonuçlarından çıkacak marazalardan ve savaşlardan olabildiğince uzakta kalabilmek adına inanılmaz bir enerji üretim şantiyesi haline geliyoruz... Varsa, yoksa pasa enerji üretimi... Tüketim ne durumda kimsenin umurunda değil... Nükleer santrallerin, RES (Rüzgar enerjisi santralarının), HES (Hidroelektrik santrallerinin), Termik santrallerinin, Güneş enerjisi santrallerinin yatırımlarının ardı arkası kesilmiyor, "nurlu ufuklar" edebiyatı içerisinde göz gözü görmüyor, göz gerçekleri görmüyor, kulak gerçekleri işitmiyor vs vs... Hazırlıkları 1970'li yıllarda dönemin başbakanı S. Demirel tarafından başlatılan, T. Özal ve M. Yılmaz ile artarak devam eden, nihayetin de Kemal Derviş ile zirve yapan ve EPDK'nın kurulması ile kurumsallaşan talan, bidayette "10 yıl sonra Türkiye karanlıkta kalacak" propagandasıyla ve ne yazık ki sürekli tekrarlanarak ve hiç gelmeyen 10 yıllarca katmerleştirilmiştir. Arada göstermelik ve durumu vahim göstermek adına, enerji ithalatı da yapılmıştır, hatta "kışın Bulgaristan'dan biz satın alıyoruz, yazın da Bulgaristan bize satıyor" gibi muhatapları ile dalga geçerekten...

Evet, şimdi de, benzeri bir gazla, Termik Santral yapımları gerçekleştirilmektedir; hem de, iş güvenlikleri hiç temin edilmeden kömür çıkarma işletmelerinde yüzlerce insanımızın canına mal olarak, gaz salınım kuralları kulak ardı edilerek inanılmaz hava kirliğine neden olarak, açık kömür işletmeciliği yapılacak denilerek büyük emekler harcanarak gerçekleştirilen zeytin ormanlarının yok olmasına neden olunarak, devam edilmektedir gaz kesmeden bir felakete doğru... Peki; nedir buraya kadar olan bölümün başlıklı ilgisi, Filipin tipi demokrasi muktedirleri ve dayandıkları halk yığınları, emperyalist batının konforu ve refahı adına vaziyet alıp, her daim "bağımsız Türkiye" şiarını öne çıkaranlara saldırarak gizlemeye çalışmışlardır, tıpkı "kanlı pazar"da olduğu üzere...

İşte, şimdi yine bu güruh ya da ideolojik ardılları, İslam'da hiçte yeri olmayan bir yalan ve propaganda üzerinden, "zeytin ormanlarının" talan edilmesini savunmayı, tıpkı dün 6. filoyu kıble tutarak namaz kılan öncülleri gibi, bir borç bilmişlerdir. Artık, yalanın da bir sınırı, yalanın da bir düzeyi olmalı dedirtecek şekilde, desteksiz atışlarına devam etmişler ve zeytin katliamına, emperyalizm ve yerli işbirlikçileri adına, "at yalanı, öpeyim inanı" kabilinden bilinen ve meşhur hikaye ile destek atmışlardır.


Zeytin "Yahudi" ağacıdır diyerek yazılar döktürmüştür bu mahfilerin kalemşorları, ve, "Kıyamete yakın Müslümanlarla Yahudiler arasında bir savaş çıkacak. Müslümanlar bu savaşta galip gelecekler. Öyle ki Yahudiler ağaçların ve taşların arkasına saklanacak, ağaçlar ve taşlar da "ey Müslüman, şu arkamdaki Yahudi’dir. Hemen gel de onu öldür" diye haber vereceklerdir. Fakat sadece zeytin ağacı haber vermeyecektir. Çünkü o bir Yahudi ağacıdır. Bugün İsrail bütün ülkelerde zeytin ağacı dikmeyi teşvik etmektedir. Çünkü bu ağaçların Yahudileri koruyacağını bilirler." diyerek "zeytin ağaçları neden kesilmelidir" başlıklı fetva oluşturup adeta, Diyanet İşleri Başkanlığı'na rakip olduklarını müjdelemektedirler. Görüldüğü üzere, bu zevat; "zeytinyağlı yiyemem aman" türküsü ile başlayıp, zeytin "yahudi ağacıdır" ile devam etmektedir ve korkarım ki daha şeytanın bile aklına gelmeyecek ne yalanlar bulacaklardır, hep beraber yaşayarak göreceğiz...

Biz; zeytin ağaçlarına sahip çıkılması hatta yeniden zeytin dikim seferberliği yapılması gerekir, çağrımızı yenileyerek, Büyük usta Şair Nazım Hikmet'in "Yaşamaya dair" başlıklı şiirinden kısa bölüm ile sonlandıralım yazımızı...

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
                                      yaşamak yanı ağır bastığından.  

Pazartesi, Ocak 11, 2016

ZEYTİN GERÇEĞİ ve ABD EMPERYALİZMİ


II. paylaşım (dünya) savaşının muzafferlerinden ABD, artık dünyada her şeyin kendisinden sorulur olacağı hesabı ve mahallenin kabadayısı edasıyla dünya kabadayılığına soyunmuş ve gerek sosyalist SSCB'nin etki alanını sınırlamak gerekse de sömürü çarkını daha da katmerleştirmek adına, yeni politikalarını sahneye sürüyordu, Truman doktrini ve Marshall yardımı, sömürgecilik anlayışının yeni fazı "yeni sömürgecilik" ihdası, yani... Hedef ülkelerden biri, güzel ülkem, SSCB'den umacı yaratılarak oluşturulan korku atmosferinde, yerli işbirlikçilerinde insanüstü çabalarıyla kuzu kuzu ABD'nin şefkatli kolları ve kanatları altına sokulmuştu, savaşın tüm felaketlerinin kendi toprakları dışında yaşanmasının saadetiyle de, üretim gücü ve olanaklarının neredeyse hiç zarar görmemesi nedeniyle, üstünlük ve öncülük üstlenen ABD hemen kolları sıvar, zaten karşısında da kurtuluş savaşının ilk günlerinde "Amerikan mandasını" savunanlar ve ardılları iktidarda muhataptırlar, yani her şeyi ile teslime hazır bir ülke vardır karşılarında... İşte o günü yansıtması açısından önemli olacak, kendilerini 2 farklı görüş sahibi sayan CHP ve DP sözcülerinin açıklamalarından, durumun önem ve vahametine binaen  hatırlamamız açısından, 2 küçük pasaj, 2 küçük ama önemli güzelleme...

Hemen 1950 seçimleri arifesinde CHP hükümetinin Başbakanı Şemsettin Günaltay'ın, ABD yardımı hakkındaki güzellemesi; "Memlekete ecnebi sermayesi celbine matuf kanunla hariçten gelecek ve yurdun iktisadi kalkınmasında kullanılacak sermayelere transfer imkanı verilmiş olduğu gibi, hususi teşebbüs erbabı tarafından hariçten temin olunacak kredilerinde Amerikan Yardım Planı’na alınması sayesinde memleketimiz için dış kredi bakımından geniş ve çok faydalı bir kalkınma yolu açılmış bulunmaktadır. Devlet Planı’nı hazırlamak üzere de Amerika’dan iki mütehassıs yakında memleketimize gelecektir"

Diğer taraftan, yukarıda verilen görüşün bize göre ardılı sayılabilecek DP iktidarının Başbakanı Adnan Menderes; “Biz Amerika’nın dünya rehberliğini hakkıyla yapmakta olan bir memleket olarak her adımını hayranlıkla takip etmekteyiz. Türkiye hadiseleri aynı şekilde görmekle kalmamakta, aynı şekilde tedbirleri almaktan da asla çekinmemektedir. İki memleket arasındaki münasebetler öyle bir dereceye gelmiştir ki başka türlü düşünmeye imkân yoktur. Bu derece birbirilerine bağlı iki memleketin kaderi ancak ebediyen dost ve müttefik olmaktır" diye seslemektedir, takipçi ve taraftarlarına... Takdime bakar mısınız, Allasen...

CHP iktidarıyla başlayıp, DP iktidarı vasıtasıyla katmerleşen kolonizasyon, artarak bugünlere kadar taşınırken, canım yurdumun dizleri üstüne çöküp yeniden kalkamaz hale düşmesine yol açılmıştır... Bunun tam da böyle olduğunu, bir taraftan kendilerinin ve tarafgirlerinin ve de ardıllarının tüm inkarlarına rağmen, ağababaları rolündeki zat, ABD’li bankacı ve işadamı, kapitalistlerin babası David Rockefeller tüm açıklığı ve sadeliği ile sanki bir "Ali okulu" öğrencisine anlatır gibi anlatmıştır, nelerin nasıl geliştiğini... Merak edenler araştırır öğrenirler...

Girişin biraz uzun kaçtığının farkındayım, ama durumu kimsenin minder dışına kaçamayacağı bir şekilde ortaya koyarak, ABD'nin canım yurdum üstündeki etkisini ve yetkisini mütekamilen referanslayarak, "zeytinyağı" konusundaki ilişkileri daha anlamlı hale getirelim, istedim. Hani, şu "taşına toprağına ölürüm" edebiyatı yapanların, nasıl çaktırmadan müstevlileri ile havlet oldukları bir güzel anlaşılsın diye bunların zikredilmesi kaçınılmazdır, ayrıca...

Bilindiği ve sıklıkla kullanıldığı üzere, zeytin, evrensel barışın ve hümanizmin sembolü olup, tarihi günümüzden yaklaşık 6 bin yıl önceye dayanmakta ve her mevsim yeşil yaprakları olan mucizevi bir bitkidir... Sadece meyvesi değil, odunu, yaprakları, posası ve sabunu, yani kısaca her şeyi değerlendirilen ve insan hayatına katkı sunan bir bitkidir, Zeytin hayattır özetle... Ülkemizde zeytincilik, Cumhuriyet’le birlikte ülke tarımında yeniden önemsenmeye başlanır, Atatürk’ün çabalarıyla da zeytincilik seferberliği ilan edilir, kurslar açılır, fidanlıklar kurulur, zeytincilik enstitüleri açılır, disipline uygun mühendisler yetiştirilir, hülasa çok ciddi bir süreç yaşanır ve hatta "Özel Zeytin Kanunu" bile çıkarılır.

Sonraları, mezkur savaşın muzafferi ABD devreye girdi, Amerikan muhipleri iktidara getirildi ve memleket öyle bir hale geldi ki, ABD ne diyorsa, zinhar doğru kabul edilir, reddedilmez ve hatta kuzu kuzu yapılır... Hemen devreye yalancılardan ve dolancılardan oluşan işbirlikçiler girer, zeytinyağı için; yok efendim, ısıya dayanıklı bir yağ değildir, yok efendim, ısıtılınca hızlı kanser oluşumuna yol açar, iyi yağ değildir, denilerek kafalar bulandırılır, bu düzenbazlara göre, iyi yağ margarindir, mısırözü yağıdır vs vs. ve bu düzenbazlarca geniş bir propaganda başlar ve ne yazık ki bir taraftan necip milletimizin sağlıklı ve doğru yağ kullanımının engellenmesinin yanında, diğer taraftan canım yurdumun önemli ihraç maddesi olma özelliğinin de önüne geçilir, tek taş çok kuş misali... Bu yalan ve dolan içerisinde ellerini ovuşturarak komisyonlarına razı olan çevreler işi o kadar ileri götürürler ki; bu ülkenin halk müziğinin yüz aklarından sayılan Muzaffer Sarısözen gibi bir ustaya bile, "zeytinyağlı yiyemem aman basma da fistan giyemem aman" gibi bir türkü derlemesine zemin ve destek hazırlarlar... Ucuz olduğunu iddia ettikleri, soya yağı, mısırözü yağı ve margarin, ABD muhipleri ve işbirlikçileri sayesinde canım yurdumda sahne alır, ucuz olduğu palavralarıyla "Amerikan yardımı" diye kakalanır durur, oysa ucuzluğunu iddia edenler gözlerden, ciddi miktarlardaki navlun ve kredi faiz bedelleri ile damar sertliğine neden olması hasebiyle de dolaşım ve kalp-damar hastalıkları üzerindeki olumsuz etkilerini, ısrarla kaçırıyorlardı... Aynı dönemde yüzbinlerce zeytin ağacını sökerek, zeytin katliamı yapan bu Amerikan muhipleri ve bunların ardılları olan, "Bağımsız Türkiye" diye slogan atanlara saldıran yeni yetme militan dincilerin de; zeytin ve zeytinyağı konusunda dünün devamı kabilinden yeni dönemdeki icraatlarını da haftaya yazarız artık, yaz yaz bitmez kabilinden, bu yazının devamı olarak...

 

Cumartesi, Aralık 26, 2015

WHY HIGH ONE WHY


TİLKİ: Doğanın en uyumlu hayvanlarından biri olan “tilkiler”; sevimli görünüşleri, hızlı ve çevik olmaları ve mükemmel işitme yetenekleri ve aynı zamanda güzel ve kalın kürkleri ve bir hayli de utangaç tavırları ile bilinirler. Doğası gereği, önsezisi yüksek ve zeki olan bu hayvan, tehlike bölgelerine fazlaca yaklaşmaz, yüksek sezi ve zekası ile sevimliliği de bir araya gelince, tehlikeli bir hal aldığı da bilinir ve tam da bu yüzden, bazılarının kafasında yüzlercesi dolaşır ancak hiçbirinin kuyruğu diğerine değmez denir, ancak, kurnazlık konusunda kendisine atfedilen yeteneğinin ise, insanlardan mı kendilerine, yoksa kendilerinden mi insanlara, ilham verdiği hala tartışılır bilim çevrelerinde... İnsanın sosyolojisine mülhem özelliği; üçkağıtçılık ve hilekarlığı ise kendi doğal yaşamına ait olmayan özelliklerden mütevellit olup, mezkur özellikler sadece insanın tanımlanmasına yöneliktir. Kendisine yönelik en önemli atalarsözü; “tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanıdır” olup, akıbet-i meşumdur. Harika ölü taklidi yaptığı uzmanlar tarafından belirtilen hayvandan mülhem insan davranışına teveccüh ve transfer, her türlü rezil ve rüsva tutumun caiz olmasıdır.

KOYUN: İnsanlar ve insanlık açısından gayet sevimli görülen bu hayvan, etinden, sütünden, yününden, derisinden ve gübresinden yüksek kalitede faydalanilan, geviş getiren küçükbaş bir hayvan olup kendisinden ve davranışlarından mülhem binlerce atalarsözü üretilmiştir. Melül melül bakışın, çok kolay güdülmenin, hiç bir şeye itiraz etmemenin ve binbir türlü zulüm ve haksızlığa karşı dahi sessizliğin, sürüler halinde ve tepkisiz davranışın tarifinin sürü psikolojisi olmasının, doyma hissi olmamasının tarifinin, uykunun gelmemesi halinde uyuyabilmenin yolunun çitlerden atlatılarak sayılmanın, hatta insanın “koyun” dendiğinde “koymayın” diyesi gelen bu hayvan; tüm sevimliliğine rağmen ademoğlunun “salaklık” ve “şapşallık” temsiliyeti yüklemesine neden olan her davranışı esirgemeden sergileyen, tehdit algılama aygıtlarının fıtraten nakıs, genellikle dişisine koyun, erkeğine koç ve yavrusuna kuzu denen bu hayvan, Nişanyan Etimoloji Sözlüğüne göre ilk kez 735 yılında Orhun Anıtlarında “kagan süsi böri teg ermiş, yagısı koñ teg ermiş [kağan ordusu kurt gibi idi, düşman koyun gibi idi]” şeklinde yerini alarak, Necip Türk Milletinin tarihin derinliklerinden itibaren hangi anlamda kullandığının nişanesidir. Klonlanması ilk düşünülen hayvan olması hasebiyle de, takdire şayan olup, günlük hayatımızda da sıklıkla kullandığımız; “Karaman’ın koyunu sonradan çıkar oyunu” ile başlayan, “her koyun kendi bacağından asılır” a kadar giden yelpazedeki atasözlerine ilham teşkili ile de, sürüler halinde olmasına ya da beslenmesine rağmen, bir o kadar da kişisel olmanın sergilenmesi açısından önem arz etmektedir.

ÇAKAL: Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğüne göre; 1. anlamda “etoburlardan, sürü hâlinde yaşayan, kurttan küçük bir yaban hayvan”, olarak verilmesinin yanında en dikkat çekici diğer tarif ise; “Koyunların kuyruklarının altına yapışıp kuruyan pislik” ve yine aynı kaynakta Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü kaynaklı olarak, “havlayan, ama ısırmayan köpek” olarak ta verilmektedir. Nişanyan Etimoloji Sözlüğüne göre ise; tespit edilen en eski Türkçe kaynak olarak, “Mesud b. Ahmed, Süheyl ü Nevbahar terc., yıl 1354,” belirtilmektedir. Bu etoburlar takımının, köpekgiller familyasından olup, geceleri sürüler hâlinde gezen memeli hayvan, insan sosyolojisine ve psikolojisine teveccüh davranışlar tranferinde, ne yazık ki; kurnaz, yalancı, düzenbaz, fırsatçı, kalleş, aşağılık ve görgüsüz, başkalarının sırtından geçinen, dokunmayan yılana dokunmayan ya da karışmayan,  kimse anlamında olmuştur. Yiyecek ve içecek bulmada fevkaledenin fevkinde bir maharet ve kabiliyet sahibi olup, sabırları ve takipçilikleri sayesinde, konuşlanarak bıkmaksızın avlarını beklerler. Atıklardan bile faydalanma ve nemalanma konusundaki maharetleri sayesinde, hatta o kadar ki, yine uzmanlarının ifadesine binaen, diğer hayvanların dışkılarından bile beslenebilecek kadar atık değerlendirme uzmanı kesilmişlerdir. Bazı masallarda; “aslan”ın sağ kolu tarifi ile taltif edildikleri bile olabilmekte ve “Çakal eriği” gibi meyvesi bile bulunan bu hayvanın, kurnaz, yalancı, düzenbaz, fırsatçı, aşağılık ve görgüsüz, başkalarının sırtından geçinen insanların tarifinde kullanıldığı yaygın olarak bilinmektedir. Beden dilinin bir hayli gelişmiş olduğu bildirilen bu hayvanın, saldırganlığın temsiliyeti yerine, uhuvvet ve suhulet içerisinde bir avlanmayı ifade etmektedir. Tilkilerle benzer özellik ve davranışlara sahip olmakla birlikte fiziksel ayrışmanın yanında en önemli farklarından biri de, tilkiler tek başlarına avlanırken çakallar sürüler halinde avlanır ve tilkinin aksiine leş ile de beslenebilirler. Antik Mısırda; ölüleri koruyan ve yolları açan iki tanrı için yapılan resimlerde “çakal” başlı olarak gösteriliyor olması, günümüz dünyasında ise kurnaz, yalancı, düzenbaz, fırsatçı, kalleş, aşağılık ve görgüsüz, başkalarının sırtından geçinen, dokunmayan yılana dokunmayan ya da karışmayan,  kimse anlamında kullanılmasına ne yazık ki bir engel oluşturmamıştır. Antik Mısırlıların tanrı başı olarak kullanmasından bu kadar yıl sonra günümüzde, tanrıdan ırak ve azade anlamlar alarak; sinsi, kurnaz, insanları resmetmesi de ayrıca üstünde durulacak cinstendir diye düşünmekteyim.

İnsan davranış ve karakter özelliklerini, hayvanlar alemi ve davranışları üzerinden gösterme çabalarım okuyucularımızın teveccühüne mazhar olursa, diğer hayvanların üzülmemesi ve bazı insanların doğada sadece bu kadar mı hayvan var sorularına karşılık olarak diğerlerini de konu edecek bir seri yazı yazmayı planlamaktayım. Hayvanların insan öldürdüğüne sıklıkla rastlansa da, bu hayvanların hepsini insanların öldürdüğünü asla unutmayalım... İnsansever hayvanların varlığı kadar hayvansever insanların da olması dünyamızın geleceğinin teminatı olacaktır. İyi haftalar.

Pazar, Aralık 20, 2015

GAVAT, PEZEVENK, DEYYUS, DÜMBÜK, DÜRZÜ

Söyleyenlerin yalancısı ve geçte olsa oluşan lüzum üzerine...

Gavat; Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğüne göre, kelimenin doğrusu "kavat" olup, kökeninin Arapçadan gelip “kavvad” olarak söylendiği belirtilmektedir. Çağdaş Türkçenin Etimoloji sözlüğü sayılan “Nişanyan Sözlüğüne” göre de,  Dede Korkut masallarında 1400 yıllarında ilk kez ve hakaret olarak “kavvad” olarak kullanılmış ve “gawt” çukur ve anüs anlamında, “gawwat” ise çukurcu ve ...çü anlamındadır. Diğer taraftan;  Türk Dil Kurumu (TDK) Güncel Türkçe Sözlüğüne göre de; Yolsuz birleşmelere aracılık eden erkek ve karısının hoppalık yapmasına göz yuman koca, anlamında kullanıldığını belirtilerek, sözcük'e ve anlamına nezaket ve naiflik katmaya çaba göstermiş olup, bir anlamda “kavat”ın özenilir gibi algılanmasına yol açmış olabilir. Argoda ya da halk ağzı olarak "gavat" diye kullanılmakta olan bu sözcük, genel anlamda pezevenk anlamında kullanılsa da, özelde sadece karısını, kızını ya da kızkardeşini, gizli ve gayri yasal cinsel ilişki amacıyla para karşılığı pazarlayan adam anlamında kullanılmaktadır. Mezkur kelimeyi tekrar meşhur eden resmi ve onu sıkça kullanır hale getiren gayriresmi kahraman gavatlara da yazdıkları destanlar için bu vesile ile şükranlarımızı arz ederiz, yoksa bu kadar şeyi nasıl öğrenirdik, bu kadar muhabbet konusu nasıl bulunabilirdi... Ayrıca; Osmanlıcasının Köftehor, Kürtçesinin Kouvat, İtalyacasının ve Arnavutçasının Cavatina, Almancasının Kavatine, İspanyolcasının Kavades, Yunancasının kavadis olduğu da yakıştırılmakta olup İtalyancasının aynı zamnda komisyoncu olduğu rivayet edilmekte ve biz de ise bugünlerde de komisyoncu anlamına gelse de çok çok özel bir ticari faaliyeti ifade etmektedir. Ama illada önemli bir muhteremin, sıkıştığında sözcüğün doğrusunun “kavat” değil, kavas olduğunu söylemesidir.

Pezevenk; Türk Dil Kurumu (TDK) Güncel Türkçe Sözlüğüne göre ; Gizli ve yasal olmayan cinsel ilişki öncesinde aracılık eden kimse, (gizli olmayan ve yasal olan cinsel ilişkiye aracılık edene ne denirdi?), Çağdaş Türkçenin Etimoloji sözlüğü sayılan “Nişanyan Sözlüğüne” göre de, 1512 tarihlii II. Bayezid Kanunnamesinde “Püzevenk”, Camiü’l Fürs’e göre “Pizevenk”, Evliya Çelebi Seyahatnamesinde “Büzevenk”, Ermenice “Pozavak” diye etimolojik bilgiler verilerek, “Türkçe sözcüğün etimolojisi en azından 17. yy'dan beri spekülasyon konusu edilmiş ve Ermenice yaygın bir sözcük olan ve önseste değişkenlik gösteren poz/boz "orospu" ile alakalı olması makul görünüyor. Ancak Tietze'nin önerdiği pozavak bileşiğine Ermenice kaynaklarda rastlanmadı” geniş tarif yapılmıştır. Pezevenk; “kavat”tan farkı, kavat,; karısı, kızı, kız kardeşi gibi sınırlı bir meta ile çok özel hizmet verirken, pezevenk bu konuda kesinlikle sınırsızdır, yani anlayacağınız olabildiğince profesyonel olup, pazarlayabildiği tüm kadınları bedeli mukabili pazarlamaktadır. Diğer taraftan, bazı kaynaklarda, Farsça'daki “pejavend” (kapı tokmağı, sürgü) kelimesinden geldiği söylenmekte ve anlamının genişletilmesi ile de “kapı arkasında bekleyen, kadın ticareti yapan kişi” anlamındadır denilmiş olsada, ciddi sözlüklerde bu bilgi yer bulamamıştır. Öyle ya da böyle bir sürü kelama uygun bir sözcük olmakla birlikte aslolan fuhuş sektörünün en önemli öğesi olduğudur.

Deyyus; Karısının, kızının veya kızkardeşinin, iffetsizliklerine ya da  başkaları ile düşüp kalkmasına ses çıkarmayan muhteremlere verilen isimdir. Kavat’tan farkı, bu eylemde bir pazarlama faaliyetinin olmaması olup, yer yer de karısı ya da sevgilisi tarafından aldatılan erkek anlamında da kullanılmakta, ilaveten bazı kaynaklarda da; boynuzu yiyip sineye çeken bu muhteremlere “derare” denildiğinede rastlanmıştır. Çağdaş Türkçenin Etimoloji sözlüğü sayılan “Nişanyan Sözlüğüne” göre ise, Arapça kökenli olduğundan bahisle, ilk olarak 1354 yılında Mesud b. Ahmet’in Süheyl ü Nevbahar eserinde, “Eşek ḳaltabānsın u ebleh deyyūs̠” şekliyle yer almıştır. Kıdemlilerine ise deyyus-u ekber denilmektedir.

Dümbük; Karısı, kızı ve kızkardeşi kötü yolda olup ancak kendisinin haberinin olmaması halindeki muhteremlere verilen isimdir. Muhterem  konuya muttali olunca hemen rütbe alarak deyyusluğa terfi eder. Çağdaş Türkçenin Etimoloji sözlüğü sayılan “Nişanyan Sözlüğünde” Ahmet Vefik Paşa’nın Lugat-ı Osmani’de, Tembük diye geçmekte olup, Farsça kökenli bir sözcük olduğundan bahsedilmektedir.

Dürzü; Yukarıda verilen tüm külliyata şamil ve havi bir söz olup, görüleceği üzere anlam derinliği yüzünden maşallahı bulunmaktadır.

Bu paylaşım üzerine gelen yorum, soru ve cevapları ise şöyledir.

T.U. ; Demek bu mesleklerde gayetle bir artış var ki, kavramlar ve konular tartışılır hale geldi... Demek ki ülke doğru yolda ...Yahu Ruhi baba, bir de “godoş” ya da “kodoş” vardır. O ne anlama gelir acaba? Sayıca ötekilerden az değildir bunlar da!
R.M.Ç.; kodoş Gayserililer tarafından Godoş haline getirilmiş olup pezevenk ile aynı anlamdadır TDK ya göre...
T.U.; peki mesela makamını, karısının iş kurması için kullanıyor diyelim, buna ne diyorlar?
R.M.Ç.; Kurduğu işin finansmanının temini için ise, “gavat”, yok iş kurarken gördüğü iltimasların karşılığı karısının ya da kızının finansman temincileri ile fingirdemesine ses çıkarmıyor ya da göz yumuyor ise deyyuz, eğer adamın karısı ve kızından haberi yok ise de dümbük, umarım kafi derecede açıklayıcı olmuştur. Bundan gayrısı melunların tefsiri olur ki, zinhar cehennemde yanacaklardır...
T.U.; Hay allah, kafam karıştı yahu. Peki, adamın parası var, ama mesela kızını başka bir adam okutuyorsa?
R.M.Ç.; Parası varken kızını başkası okutuyorsa Allah Muhafaza tam cehennemlik, ama kızını okutuyorsa ve kendisi bilmiyorsa da dümbüklükle iktifa edilecektir...
T.U.; Yani en azından “dümbük” diye bileceğiz, demek ki ... Belki de tanrı, “siz o kadarını bilin yeter, gerisini ben bilirim” demiş olabilir...
R.M.Ç.; bunların bir de “day use” olanları varmış, ulemanın bildirdiğine göre...
T.U.; hiç duymadım hocam
K. H.; dürzü ile Lübnandaki dürziler akraba mıdır..??
R.M.Ç.; ordakiler değil ama burdakiler olabilir Kemal...
K. H.; teşekkür ederim aydınlandım..

Bu yazıyı niye mi yazdım? Hiç değişiklik olsun diye... Bakarsın bilmeyenler olur, faydalanıp etraflarına bu gözle baksınlar diye... Fena mı oldu, memleket hizmet görsün...

Pazar, Aralık 13, 2015

ÇOCUK EVLİLİĞİ

Gediz Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile Gediz Üniversitesi Kadın ve Aile Araştırmaları Merkezi, “Zorla Evlendirme” konulu bir konferans düzenliyor ve maalesef bu ülkenin başına nasıl bir bela daha örüldüğünün ve daha da kötüsü örülmeye devam ettiğinin ve en kötüsü de daha da büyük belalara yol açacağını; bir kez daha, bu seferde istatistiki değerlerle gözümüze sokmuşlardır. Maalesef, canım yurdumun başı beladan kurtulmuyor ve korkarım ki de kolay kolay da kurtulmayacak...

Konferansta konuşan “İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Nuriye Kadan; çocuk hakları konusunda en önemli hak ihlalinin, “çocuk yaşta evlendirilmeler” olduğunun altını çizerek, Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması sonuçlarına göre de, her 3 evlikten birinin çocuk evliliği olduğunu söyleyerek ve “Ülkemizde ne yazık ki 181 bin 36 çocuk gelin bulunuyor. Bu evlilikler imam nikahına dayalı olduğundan, sayının çok daha fazla olduğunu düşünüyoruz. 2012 yılında 20 bine yakın aile 16 yaşından küçük kızlarını evlendirebilmek için dava açmış. Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre erken evlilik ve nişanlılık nedeniyle eğitime devam edemeyenlerin yüzde 97.4'ü kız öğrenciler. 15 - 19 yaş arası genç kızlarda birinci sırada ölüm nedeni, hamilelik ve doğumun yol açtığı sorunlar. Kızlarımızı oyun çağındayken anne olmaya zorlayan bu acı durum, ataerkil ve geleneksel toplum yapısı yüzünden normalleştirilip meşrulaştırılıyor.” diyerek devam etmiş ve konuyu damaya çıkarmış... Bunun üstüne daha ne söylenebilir ki, Allasen...

“Medeni Kanunu; İsviçre’den aldık, bize hiç uymuyor” yaygaraları kopartılırken, bu yaygara kervanına katılan herkes “sarı öküzü” gözden çıkartmış oldu... Bu yaygaralarla, görece çağdaş ama geliştirilmesi gereken tarafları ihya edilmeden, sadece dini saiklerle bu işleri görme adına, bu yasanın itibarsızlaştırılmaya başlandığı gün konunun, bu ellerle nereye gideceği belli idi aslında. Aklın bir tarafında yatan, çocuk gelinlere yol açacak kapıların sonuna kadar açılmasıymış... Allah selamet versin...

Oysa; evliliklerin ve evlenilecek kişilerin seçimlerinin tamamen özgür irade ile kararlaştırılması gereken bir durum olduğunu bilmeyen var mı, yok vallahi de yok billahi de yok... Ama hinlik başka noktada ya bu konunun da herkes tarafından bilindiğini bilmekteyim... Eş seçme ve evlenme konusunda kişilerin seçim hakkı hem ulusal yasalarla, hem de uluslararası yasaların onaylanması ile güvence altına alınmış olmasına rağmen, kamu görevlilerinin lakait yaklaşımı ve hatta hoşgörüsü ve de korkarım ki yer yer de cesaretlendirmesi ile imam nikahı patlaması yaşanmıştır ne yazık ki, rakamlar bunu gösteriyor canım yurdumda... Oysa ki ne diyor yasalarımız, yasak diyor, yasak hemşerim yasak, ama bu abiler dinler mi... Analarının dizinin görünmesinden tahrik olan, kızını tahrik olurum korkusuyla kucağına alamayan, hadi kötü bir kelime kullanmayayım, bu sapıklardan ne olur, haaaa da bu olur işte... Bırakın çocuğu bir kenara, bir yetişkini bile evlenmeye zorlamanın suç teşkil etmesi ve çok ciddi cezalarla cezalandırılması gerekmektedir ve çocuklarını ise cebir ve şiddet kullanarak evlendirenlerin çok şiddetle cezalandırılması kaçınılmazdır, aksi taktirde, çocukluğunu yaşayamamış, çocuk iken çocuk doğurmaya çalışırken yaşamını yitiren, sakat kalan ya da çocuğunu yitiren, ya da akılını yitiren ve sağlıksız bir toplum ile karşı karşıya kalınacağı aşikardır. Ama ne gam, ne keder...

Ama, ne yazık ki, yaşanan bu günlerde, torunu yaşındaki çocuk ile zorla cinsel ilişki kurdu diye yargılanan gazeteciyim diye geçinen yobazın birisine göz yumulması, görmezden gelinmesi karşısında, yönetimler, adalet mekanizması, meslektaşları, akrabaları ve hepsinden önemlisi kocaman bir toplum, 3 maymunu oynamıştır, duymamıştır, görmemiştir ve konuşmamıştır... Bütün bunlar yetmiyormuş gibi bu ahlaksız herif, bu sübyancı herif çıkıp; “ben olmasaydım bu kız fahişe olurdu” diyor ve Allahını seven kimse ses çıkarmıyor, yuh be kocaman bir yuh... İşte bir ülkede seçilmişler, eğer evliliği; yasal ve mübah birlikteliğin önkoşulu olarak değerlendiriyorsa, bunun üstüne kimse tepki vermiyorsa, bir adım daha atar ve gençler erken yaşta evlenirlerse sorun olmaza kadar dayar konuyu, sonra sen de “ne oldu bize” diye abuk subuk konuşursun... Oysa, zaten bilgi sahibi olmaktan ziyade, olmamayı tercih etmiş irşadın ehli olarak canım yurdumun necip ferdi, sonrasında fazla çocuk yaparmış, çocukların rızkı vardır yaklaşımı mucibince de eğitime ve öğretime ne hacet kalırmış, çocuk nasıl daha sağlıklı ve bilgili yetiştirilirmiş, hastalıklarla nasıl mücadele edilirmiş, ne gam ne keder... Kendisi 31 yaşında iken 13 yaşında gördüğü bir çocuğun kendisine eş olma ihtimalini düşünebilen ve annesine bu kızı bana isteyin diyen birisinin siyasi kılavuzluğu altında nerelere varılır gayri siz düşünün... Allah akıl fikir ihsan eylesin, ama o kadar çok ihtiyaç sahibi de varki, bundan nasıl nasiplenir bilemiyorum gayri...

Çocuk yaşta evlendirilen kız çocuklarının sayısının her geçen gün artıyor olmasının, bir anlamda kadının sosyal ve ekonomik hayattan elinin ayağının çekilmesinin hedeflendiği behemehal tespit edilerek, gerekli ahlaki ve hukuki düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Kadının cinsel emtia olarak görüldüğü pek çok toplum vardır dünyada ama canım yurdumda ilaveten bu abukluğu tetikleyen din adamlarının çokluğu da maalesef canımızı yakmaktadır, ilaveten geçmişten ve önderlerden örnekler verilerek konunun tavsamasına çalışanlara da bu toplum artık gerekli cevabı verebilmelidir, yoksa... Vallahi; yoksa, diye hiç bir cümleyi başlatmayacak günler dileğiyle...

 

Pazar, Aralık 06, 2015

GELENEKSEL RUSYA DÜŞMANLIĞI


Dünün AKP muhalifi görüntüsü taşıyan, aslında kesinlikle taraftar olduklarını asla gizleyemeyen zevat, nihayet Rusya’nın uçağının Türkiye-Suriye sınırında düşürülmesi üstüne, “kokteyl milliyetçiliklerini” göstererek, zımni desteklerini aleniye çevirme fırsatını buldular, zaten bizim bildiğimiz bir durum olması hasebiyle de sürpriz oluşturan bir durum yoktu, asıllarına rücu etmişler idi... Ehhhh bu arada da; ileri demokrasiden, dinamik demokrasiye de yükseltilmiş oldu ya vites, bunlara da durmak yola devam mehterine ayak uydurmak kaldı... Bu zevatın bugünlerde, “yaratıcı akla sahip olamayanların, tekrarlayıcı akla sahip olmaları kaçınılmazdır” sözü mucibince, “Rusya’nın Suriye’de ne işi var, siz her davet edilen yere gidermisiniz” sözünü tekrara alarak, dalga dalga toplumun her katmanına beyin yıkama metodları ile akli nakşetmelere başlamışlardır. Ve bu muhteremlerin ezici çoğunluğunun milliyetçi kardeşlerden, azıcık bir bölümünün de “nakıs aydın” keyfiyetindeki “yetmez ama evetçi”lerden oluştuğu gözlenmektedir. Ebeee; az bilir çok karar verir, ebeee; hiç okumaz çok üfler, ebeee; bildiği her şeyin yanlış olduğu kardeşim, siz bilmezmisiniz ki; bu ülkede canım yurdumu 1952 yılında NATO belasının kuburuna sokan, ki siz bunları, öncülleri ve ardılları ile birlikte her daim desteklediniz ve de onlar geldiler canım yurdumun bağrına, kuzeyden güneye, batıdan doğuya yaklaşık 100 adet üs kurdular (1966 yılında ABD üs sayısı 112 idi) ve bu üslerin önemli bir bölümünü sizin siyasi ve askeri otoriteniz denetleyemedi hatta bazılarına bırakın denetlemeyi giremediler bile... Siz bunları, gördünüz, duydunuz ve konuştunuz ama, tüm bunları bilmezden gelip, şimdi birileri istedi diye, “Rusya, Suriyede ne işin var” diyorsunuz... Peki, sizce Amerika Birleşik Devletlerinin (ABD) canım yurdumda ne iş var, ya da siz bir günden bir güne “ABD’nin Türkiye’de ne işi var” dediniz mi? Ben eminim ki, demediniz, diyemediniz vs. vs. yahu geçtim demeyi, siz ABD’nin işgal gücü 6. Filonun İstanbul açıklarında demirlemesini protesto eden, Yurtsever, Devrimci insanlara saldıranlara ya katıldınız ya da destek verdiniz en iyimser tahminle de sesinizi çıkarmadınız. Hatta T.C. Genelkurmayının, “ABD yi sevmeyenler komünisttir” açıklamasına bile ses çıkarmadınız... Bu olsa olsa, bu zevatın ruhlarının stratejik derinliklerinde kalmış “geleneksel Rusya düşmanlığı”nın ihya olmasıdır, başka türlü bu koyun-keçi diyaloğu izah edilemez, hani iyi bilinir, koyun telden atlarken, koyunun mabadı görünür ve keçi de aaaaa bak koyunun mabadı göründü diye güler ya, durum tam da bu durum vallahi... Vallahi kargaların güldüğü bu duruma ben ağlıyorum, ağlıyorum, çünkü beyindeki protein zinciri bu kadar kısa ve izole bir yurdum insanım var... Allah selamet versin... Evet “Rusya’nın Suriye’de ne işi var” haklısınız, bence de ne işi var, ancak bu soruyu sormak bence sadece “ABD’nin Türkiye’de ne işi var” diye sorabilenlere hak olabilir...

Hele birde; kılavuzu kargadan tutup, burnunu necasetten kurtaramayan bir ekip var ki, onların durumu ise daha da zavallı, kitaplarının nerdeyse tamamını okuduğum, görünür titri gazeteci ama görünmeyen tarafının da hangi mahfillere hitap ve hizmet ettiği fazlaca şüpheye yer bırakmayan, adını hukuksal nedenlerle vermek istemediğim muhteremin der akabından hususiyetle ve hassasiyetle gidilmesi hayrete şayandır açıkcası. “kirli bir Rus oyunu” jargonu ve yaftası ile konuyu asli mihverinden çıkarıp, günün icabına uygun mihvere oturtmaya çalışırken, “Suriye’de uçuşa yasak bölge” tespit ve tayin keyfiyetini öne çıkararak hangi mahfiller ile eşgüdümlü bir pozisyon alındığının gizlenmesinin mümkün olamayacağı tespiti gözden kaçmış herhalde... Daha çok yakın bir zamanda; dönem itibari ile yere göğe sığdırılamadan peşinden gidilen “kısa ve şişman adamın” savladığı, Irak’ta 24. paralelin kuzeyinin “uçuşa yasak bölge” ilanının, siyasi hülyalar ve ekonomik rüyaların dama dediği hemencecik unutuldu galiba, şimdi orada gerçekleşen ve özellikle milliyetçi kardeşlerin sonuçlarına görüntüde de olsa, çok kızdığı sonucun benzerini verecek talebin nelere hizmet edeceği açıktır... Einstein’ın sözü ile bir kez daha söyleyelim ki; belki daha fazla anlaşılır, “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır”

Canım Yurdumun; ezilmiş, büzülmüş ve de ne yazık ki bir türlü durumun farkına varamamışlarının yarattığı muhteşem bir söz vardır, “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olmalıdır” ve bu sözün bilgesel derinliği  mucibince davranması gerekir ve beklenir iken, inanılmaz bir hayal kırıklığı yaratarak ve bu sözün sanki kendilerince yaratılmamış olduğunu kanıtlarcasına bir davranış sergilenmesi hiç bir akıl ile izah edilemez. Bu kadar çok tekrar, bu kadar ezber cildi bozar ama maşallah bizdeki cilt muhteşem, bırak bozulmayı gün geçtikçe güzelleşiyor... Allah selamet versin...

Aslında bir Neyzen Tevfik beyiti ile sonuçlandırmayı düşünüyordum ama hukuksal sonuçları üzüntü verebilir kaygısıyla hatta korkusuyla; Nazım Hikmet’in canım yurdumun canım insanına katlanmanın zor olduğu bir günde yazdığı muhteşem bir şiirle bitiriyorum...

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
- demeğe de dilim varmıyor ama -
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Pazartesi, Kasım 30, 2015

BASIN ve DEVLET SIRRI


Malum hikayedir; zamanın behrinde adamın biri ülkede yaşanan tüm olumsuzlukların sebebi gördüğü devlet büyüğü muhtereme bir hayli fazla kızmakta ve ne yapıp edip bu kızgınlığını bir şekilde herkesin içinde muhteremin yüzüne hakaretamiz bir şekilde söylemek için fırsat kollamaktadır. Ne zaman ki duyar, muhteremin bulunduğu kente ziyaret proğramını hemen gider dostu ve aynı zamanda çok ünlü hukukçuya sorar “ben bu adama herkesin içinde hakaret edersem, ne ceza alırım” diye danışır, ünlü hukukçu; “hayvan, eşek, öküz” gibi kelimelerle hakaret edersen, en fazla 6 ay hapis cezası alırsın der... Adam içinde birikeni atabilmek için 6 ay mahpusluğa rıza gösterir... Ünlü devlet büyüğü kente gelir ve “çoklu açılış törenleri” sırasında, kendisine yaklaşır, “hayvan, hayvan oğlu hayvan, eşek, öküz” diye yüzüne haykırır... Koruma ordusu hemen hakaretamiz sözler eden adamın üstüne çullanırlar, doğru gözaltına alınır, sorgu-sual derken, iddianame yazılır, mahkeme açılır, “Sulh-Ceza Hakimliğinde” dava görülmeye başlar, iddialar, savunmalar, bilir kişiler, itirazlar süreci tamamlanır, nihayetinde hakimlik karar açıklama aşamasına gelir... Hakim kararını açıklar, maksimum 6 ay hapis cezası alacağını bekleyen kişide sükunet içerisinde kararı dinler, “sanık devlet büyüğü muhtereme hakaretten suçlu bulundu ve 20 yıl 6 ay hapis cezası ile tecziyesine karar verildi” deyince, heyecandan ve hışımla ayağa fırlar ve “Hakim Bey, ama bu fiilin cezasının maksimum 6 ay olması gerekir, ben danışarak bu fiili işledim” der, Hakim ise son derece sakin bir şekilde, “evet evladım, devlet büyüğüne hakaretten 6 ay ceza verdim 20 yıl ise devlet sırlarını ifşa etmekten” der...

Bugünlerde, devlet büyüklerine hakaretten ve devlet sırlarını ifşa etmekten, içeri atılan, soruşturmaya uğrayan, işinden olan gazeteci ve vatandaş sayısı bir hayli fazla olunca aklıma malum hikaye geldi... Devlet sırrı imiş, maşallah bilmeyen yok, görmeyen yok, ama sır, sevsinler sizi... İlaveten yapılmasının devlet işi, yazılmasının ve söylemesinin devlet sırrı olması gibi bir gudubet uygulama olsa olsa bize has olurdu, netekim oldu ve bir hayli de şık duruyor açıkçası... Ayrıca, devlet işi yapanların ikrar ve inkarı bir suç teşkil etmez iken, bunu görenler, duyanlar ve söyleyenler suç işlerler, Allah selamet versin... Şimdi varsa yoksa “basın” bir casusluk faaliyeti aracılığı gibi görülüyor ya, inanılır gibi değil, ya casusluk tanımı kanunlarda farklı, ya bizim filmlerde ve romanlarda gördüğümüz casusluk faaliyetleri doğru değil ya da biz anlamamışız, yahu kardeşim bu casusluk denilen şey gizli yapılmaz mı, yani adam casusluk faaliyetini gazetede haber yaparak mı gerçekleştiriyor, kafamız karışık, ya da zaten biz hiç birşeyi anlayabilecek düzeyde bir akla sahip değiliz... Oysa madem ki bu iş “sır” tanımına giriyor, aslolan yakalanmamak olmalı, madem ki suç üstü yapılıyorsun, herşey herkes tarafından biliniyor hale geliyor, başta yakalatan da suç işlemiş olmuyor mu, gizli yapması gereken bir işi, hem de mesleği gereği olan bir işi yapamıyor, beceremiyor, eline yüzüne bulaştırıyor, yakalatıyor, yapılmasının irade-i seniyesi suçsuz, kimseye yakalatmadan nakliyeyi yapması gereken memur suçsuz, ama kanun namına suç üstü yapan suçlu, bu da yetmiyormuş gibi bunu vatandaşın haber alma hakkı babından yayımlayan suçlu, hay Allah...

Ama bu konu ile alakalı asıl sorulması gereken ise, “devlet gizli kapaklı işler yapar mı?” olmalıdır... Peki, devlet gizli kapaklı işler yaparsa, bu işler ne kabil işlerdir, madem ki “devlet millet içindir” diye anlatıyor bize muktedirler, devlet sırrı millet sırrı demektir gibi olur aslında, yani milletin bilmesinde bir sakınca olmamalı durumu... Belki de bizde millet değilizdir, hay Allah tam kafa karışıklığı ve kısa devre...

Peki, devletin gizli-saklı işler yapma bölümünü yine devletin gizli saklı işlerini yani kanun tarifi dışında kalan işlerini yakalama bölümü yakalarsa, hangisi suç işlemiş olur, buna kim karar verir... Bu soruya cevap olarak, irade-i seniye diyorsanız, siz buradan ötesine karışmayın zaten...

Peki, devletin gizli kapaklı işler çevirdiğinin basılması durumunda ortaya çıkan sonuçları basın mensupları yazar çizerse suç işlemiş oluyor ise, devletin gizli kapaklı işler çevirme bölümüne, ne tür gizli kapaklı işler çevrilmeli senaryoları yazan basın suç işlemiyor mu? Yani basının bir bölümü bir senaryo ve ihbar müessesesi olarak çalışırsa normal mı karşılanmalı bu durum? Mesela, bir basın mensubu dolayısı ile çalıştığı basın kurumu, pasa sabahtan akşama yalana, talana ve riyaya dayalı planlar yaparsa, kumpaslar kurarsa, bunlar üzerinden senaryolar yazarsa ve bunları bir vade içinde doğru imiş kabulü ile de, ihbar olarak devletin ilgili kurumlarına aktarır ise, buradan da devletin ilgili öteki kurumları da refleks olarak gizli yapılması gerektiğine inandığı operasyonlar planlarsa ve sonucunda da suç üstü olursa, tüm bunları da diğer basın mensupları yazarsa, bu sürecin neresindeki insanlar suçlu sayılacaklar, hadi buyrun cevaplayın bakalım... Peki gazeteciler, polis fezlekesi tadında haber yaparlarsa ne olur... Peki, polisler gazetecilik, gazeteciler polislik yaparlarsa, ne olur memleketin hali... Bu yazının nereye gideceğini bende pek öngöremedim vallahi... Bakalım hayırlısı... Birinin, uyduruk bir haberinin daha doğrusu dedikodusunun, haber değeri yüksektir değerlendirmesiyle, üstüne neden atlar bazı basın mensupları, bu uyduruk ya da dedikodu olduğu gayet sarih olan haberinin üstüne kamunun temeli sayılacak yargı neden atlar acaba, tüm bu olanların ne olduğunu hattızatında iyi bildiğini, kahvehanelerdeki dedikodulu sohbetlerinden iyi bildiğini anladığımız sarıklı ve çarıklı erkan, neden ses çıkarmaz acaba... Acaba da acaba...

“Eğer dikkatli olmazsanız gazeteler sizin mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise sevmenizi sağlar” diyor Malcolm X... Ne yapmak gerekiyormuş, dikkat etmek... Dikkatttttt.

 

Salı, Kasım 24, 2015

“NE OLUYOR BİZE” DENSİZLİĞİ

“Türkiye Futbol Direktör”lüğü gibi ne olduğu bilinmez bir makama, neden ve nasıl getirildiği bilinmeyen ama kesinlikle ve kolay tahmin edilebilir olan Fatih Terim, Yunanistan maçı öncesi bir grup taraftarın konuk ekibin milli marşını ve saygı duruşunu ıslıkla protesto etmesine sert tepki göstermiş medyamıza göre; “Yunanistan Milli Marşı okunuyor, ıslıklar yükseliyor. Ölmüş insanlara saygı duruşu yapıyoruz, 1 dakika sabredemiyor muyuz? Lütfen! Ne oluyor bize...” buyurmuş… Aslında bildiği konuyu, hatta yaratılan bu tablodaki payını biz ona tane tane anlatalım da anlasın “ne oluyor bize” sorusunun cevabını, umudum yok anlayacağına dair de, belki taraftarlarının bir kısmı imana gelir… Aslında herkes görmeli ve bilmeli, bu beyefendinin sportif karşılaşmalarda, müsabaka kaybetmenin dünyanın sonu geldi kabilinden nasıl saldırganlaştığını, etrafındakileri salt kendi apoletlerine binaen nasıl mevzilerinden fırlayıp düşmana saldırtılan askerler gibi kullandığını…

Aslında bu beyefendinin futbol hayatını taaa Adana Demirspor günlerinden beri izleyenler bilir ki, kazananın terbiyesizliğini terbiye gibi, kaybedenin provokatörlüğünü ise hakkı yenilmişliğin tepkisi imiş gibi oynayan birisidir ve asla bu huyunu terk edememiştir. O zannediyor ki, biz de unutuyoruz canım yurdumun insanı gibi, tüm yaptıklarını, hani çetelesini tutmuyoruz ama önemli olaylarının satır başlarını hep hatırlıyoruz.  Mesela, Galatasaray kaptanı iken Adanada, Adana Demirspor’a karşı oynanan maçta kaçırılan penaltı sonrası, 3-0 geriye düşmüşlüğün yani kaybetmişliğin saldırganlığına soyunarak, gidip karşı takımın kendisinden bir hayli uzun olan defans oyuncusu Erol Togay’a sıçrayarak yüzüne kafa atışını unutmadık ve unutmayacağız…

Sen takımında; basın mensuplarına her türlü galiz küfürü eden, rakip takımın futbolcusuna ırkçı davranışlarda bulunan, siyasetin taa göbeğine dalan Emre Belözoğlu gibi bir oyuncuyu ısrarla tutacaksın, İngiltere’ye maça giderken, futbola siyaseti hadi siyaset ağır oldacak, sokak kabadayılığına dönmek anlamındaki davranışla yakın dövüş uzmanı, komondolar götüreceksin, 1996-1997 sezonunda İstanbulspor takımı ile yapılan müsabaka sonrası, rakip takımın teknik direktörü Saffet Susiç’i hedef alarak “Benim ülkemde bir Sırp bana böyle laf söyleyemez” diyecek, üstelik Susiç’in bir Boşnak olduğunu bilerek, ırkçılığını öne çıkaracaksın, seni eleştiren gazetecilerin bir kısmının bıyığı ile cinsi temas hevesinin kamuoyuna mal olmasına sessiz kalacaksın diğer kısmını da başka küfürlerle susturmaya çalışacaksın, her maçta karşı takımın Teknik Direktörlerini saha içinde bile hedef alacaksın, milli takımlar sorumlusu diye geçinen adı malum zatın İsviçre milli müsabakasını kast ederek, “60.000 adet fanatik seyirci istiyorum” açıklamasına seyirci olacaksın, İsviçre maçının tam bir dünya savaşı haline gelmesine zemin hazırlayacaksın, sonra çıkıp “ne oluyor bize” diyeceksin… Sevsinler seni…

Canım benim hele adamın şikayet ettiği konuya bakın.... Böyle deyince kendisine özellikle Türkiye-İsviçre maçının sonunu hatırlatmak gerekiyor, maçın hakemi Türkiye’nin elendiğini tayin eder düdüğü çalıyor, bugün timsah gözyaşları döken efendi, etrafındaki futbolcu, yedek futbolcu ve yardımcılarına, koşarak sahadan çıkan daha doğrusu kaçan İsviçreli futbolculara hucum emri verir... Yardımcı teknik direktör Mehmet Özdilek (sözde schifo) İsviçreli futbolcuya tekme atarken, Müfit ve Eser hocalarda oyunu kaybedişin yarattığı kendilerini kaybedişten ötürü komutanlarına uyarak, soyunma oda koridorlarında rakip takım oyuncularına saldırır şekilde efelenmelerini kim unutur… Hele maçın içinde, İsviçreli bir oyuncuya faul yapılması isteğini kendisine biat etmiş futbolculardan istemesini vatandaşlar unutsa bile futbol tarihinin arşivi unutmayacaktır. Bu futbolculardan, Alpay, Tümer, Selçuk gibi şimdilerde TV köşelerinde insanlara centilmenlik dersi verme rolüne soyunmuş olmaları hiç sindirilebilir bir durum değildir ve de olmayacaktır da… Sen kabadayılık adına her türlü herzeyi yiyeceksin, Trabzon’da olanlara sesin çıkmayacak, Konya’da olanlara sesin çıkmayacak, sanki “milli marş” saygısızlığı bu lkede ilk defa yapılmış gibi yapmanın kimseye bir hıyrı dokunmaz, adam gibi tedbir alacaksanız alın, almayacaksanız da, “laf ola beri gele” kabilinden tepki vermeyin, biz içeride yiyoruz da, dışarıda müşteri bulamıyorsunuz bu pespaye tavırlara... Şimdi bir diğer tarafı da var bu söylenenlerin... “bunu gidip anlatamıyoruz” diyor, yani bir anlatabilsek ya da onlarda bizim Federasyon gibi bizim çocuklar çok gerildiler, eee onlara da orada benzer şeyler yaptılar gibi göz yumulsa bunlar normal olacak bu beyefendiye göre.... Yuh be koca bir yuh... Ele güne karşı mahçup olduğumuzdan yanlış, mahçup olma yoksa normal... Yabancıya bir anlatabilsek bunların normal olduğunu sorun yok ama anlatamıyoruz...


“Vur kır parçala bu maçı kazan” sloganlarına gizli destek ver ya da göz yum ya da ses çıkarma sonra biz bu hale nasıl geldik... Şimdi diyeceğim sana bir laf ama hukuki sınırları zorlamayalım... Fatih Paşa sana bir son söz; bilirsin hani bir Mevlana var, ahada ondan; “ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol”...Öyle bir öyle bir böyle, kafamızı karıştırma, ne olur... Gerçi biz senin ne olduğunu iyi biliyoruz da, biraz da sen kendini öğren...

Pazartesi, Kasım 16, 2015

YUNANİSTANDAKİ PONTUS DERNEKLERİ ve SOYKIRIM


Geçtiğimiz günlerde Çeşme’den ÇESO (Çeşme Esnaf Sanatkarlar Odası) heyeti ile birlikte gerçekleştirdiğimiz Yunanistan Sakız Adası seyahatinde; program gereği gezilen “resim sergisi” arkasından 2 saatlik serbest zaman bitiminde bir araya gelinecek, kararlaştırılan buluşma saati öncesi Sakız Adası Büyük Park önüne geldiğimde, parkın içinde “Birleşmiş Milletler Göç İdaresi” tarafından tahsisi yapılan çadırların aralarında, göçmenlerin durumuna tanıklık etmek adına dolaşırken birden, biraz ileride pankart asan birkaç genci görünce merak edip pankartların ne olduğunu anlamaya çalışırken, birden kulağıma “Karadeniz Maçka” türküleri gelmeye başladı, asılan pankartlara biraz yakında kurulan aletlerle müzik yayını yapılmaya başladı, anlamaya çalışırken, sahne siyah cüppeleri ile “din adamları” tarafından dolmaya başladı... Müziklerin kendisi, din adamlarının varlığı ve de özellikle her ne kadar anlayamadıysam da pankartlardaki görünüm, milliyetçilerin bir protesto görüntüsünü ortaya çıkarmaktaydı... Bir kenara çekilip, fotoğraf ve video çekmeye devam ettim... Her dakika, din adamlarının sayısı artıyor, her yeni gelenin önceki gelenden daha önemli bir mevki işgal ettiği her hallerinden belli oluyordu, birkaç ta sivil giyinimli gösterici de oradaydı, an itibariyle...

Grubumuza rehberlik eden bir Sakızlı Arkadaşa gösterinin konusunun ne olduğunu sordum; Yunanistan Eğitim Bakanı Nikos Filis’in katıldığı bir televizyon programında; kendisine sorulan bir soru üzerine 7 yıl önce Avgi Gazetesinde de yazmış olduğu; “Pontus soykırımı yoktur” açıklamasını tekrar etmiş ve şöyle devam etmiş; “Yıllar önce gazeteci olarak çok sayıda tarihçi ve uluslararası uzmanın görüşüne katılarak bu Pontus Hellenizmine soykırım yapılmadığına ilişkin açıklama yaptım. Kan dökülerek yapılan “etnik temizlik” ile “soykırım” arasında bir ayrım yaptık. Bu, Jön Türklerin vahşetinden çeken Pontusluların acısını ve dökülen kanı tanımadığımız anlamına gelmez. Bu başka bir şey. Bilimsel anlamda soykırım başka bir şey”. Yandı gülüm keten helva... Protestolar, istifa çağrıları...

Canım Yurdumun, ünlü ancak, 50 yılda, 50 farklı çizgi savunucusu olarak tarihe geçmiş, şu anda bir partinin de liderliğini yapan malum zat’a gün doğmuş hemen... Malum zat; “Türkiye'nin  Strazburg'da kazandığı AİHM zaferinin gerekçeli kararını Filis de tekrarlıyor.  Buna göre, soykırım hukuki bir tanımdır. Uluslararası Mahkeme kararı ve soykırım  tanımı olmaksızın soykırım tanımı kullanılamaz. Tehcir, soykırım değildir ve bu  nedenlerle ulusal parlamentoların aldıkları soykırımı tanıma kararları yanlıştır” diyerek açıklamaya sahip çıkıyor... Meşrebe ve damara uygun ya... Hani insanın sormadan duramadığı, hangi mahkemenin, hangi kararı, hangi döneme ve hangi yöne göre alınan karar, ne amaçla kullanılma hedefi olan karar... Karar da karar... Kararın bata diyesi geliyor, velev ki o tanım, velev ki bu karar, ula insanlar yok oldu, insanlar... Velev ki tehcir, velev ki tatile gönderme, velev ki soykırım, ne değişir, insanlar öldü, insanlar yok oldu... Ama beylerin umrunda mı? İnsanlar yok olmuş, insanlık irtifa yitirmiş... Varsa yoksa, toprak istenir, tazminat istenir... Yani toprak istenmesin, tazminat istenmesin, varsın yüzbinlerce insan ölsün... Sevsinler sizi, emi...

Ancak; bu ara detaylardan azade, tanık olduğum protesto gösterisinin “asıl oğlanları” din adamları idi, tıpkı dünyanın her yanında, her dininde, her milliyetçi ve egemen şakşakcısı ve savunucusu gösteride olduğu üzere... Malum olduğu üzere, eşitsizlik ve yoksulluğun yok edilmesi iddiası ile tezahürünün hilafına, muktedirlerin ve egemenlerin düzenine itiraz ve isyan eden, hatta bu itiraz ve isyanın zorla bastırılmasına baş kaldıran ve yaratılan değerlerden daha fazla pay talep edenlere karşı bir nevi terbiye tadadı gibidir, din ve din adamlığı... Eeee tarifi de böyle yaparsanız, adamların rolü de gayet açık ve anlaşılır olur... Tabii ki, mabed-i muazzama ve maâşât-ı muazzama tahsisat-ı hükümet olunca, durumun farklı olması beklenemez... Ne demişler, “parayı veren düdüğü çalar”... Ayaktakımlarının, enalttakilerin, açların, işsizlerin, yoksulların, emeğinden başka satacak şeyi olmayanların, yanında olma tercihi konulursa, mezkur durum hayal olur... O nedenle akıllı olmak gerek tabii... Bakın bakalım, etrafınızdaki ülkelerin ya da kendi ülkemizin mezkur zevatının durumuna, durumları gereği nerede olmaları gerekir ya da oldukları yere nasıl gelmişlerdir, sorusunu kendi kendinize sorun ve cevabını 100 kere aklınıza veya defterinize yazarak, konuyu çalışın...

Hatırlayın bakalım; dünyanın en önemli dini lideri Papa Hazretlerine Filipinler seyahati sırasında 12 yaşındaki kız çocuğunun “Tanrı neden bizim seks işçisi olarak çalışmamıza izin veriyor” sorusunu... Var mı cevabı...

Hatırlayın bakalım; bir sürü andevül din alimi diye ortalıkta endam deviren zevatın; “Kızlar 9 yaşında evlenebilir”, “iz bırakmadan kadınları dövün”, “kadın recm edilir”, “faiz haramdır deyip en büyük faizci düzenin parçası olunmasına”, “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” vs. vs. gibi daha şimdi saymaya gerek olmayan,  bir sürü subuk kelamları karşısında, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı bütçelerinin toplamlarından fazla bütçe harcayan ve kendilerini fetva makamı diye kakalamaya çalışanların ne dediğini... Hiç... Kocaman bir hiç... Maksat müesses nizam devam ede, beylerimiz nemalana... Onların umruna mı işsizlik, onların umruna mı yoksulluk ve yolsuzluk, onların umruna mı hastalık, onların umruna mı doğa katliamı, onların umruna mı Irak, onların umruna mı Suriye... Vallahi yeter şiştim...

Pazartesi, Kasım 09, 2015

CHIOS, BARIŞ ve HUZUR

ÇESO (Çeşme Esnaf ve Sanatkarlar Odası) Başkanı Osman Köfüncü; Çeşme ve Sakız Adası ilişkilerinin geliştirilmesi adına yapılan ziyaretin konuşmalar ve temenniler bölümünde, 2012’de bu işin temellerinin atıldığını beyan ettikten sonra “keşke 20 yıl önce yapabilseydik, kesin NOBEL Barış ödülüne aday olurduk” gibi fantastik bir yaklaşım gösterdi, bunun bir istek, bir niyet, bir kararlılık olduğunu anlıyorum, ama 20 yıl öncenin konjonktürü göz ardı edilerek, niyetlenilecek bir durum değildir bu... Ama yine de kulağa hoş gelen kelamlar bunlar... Ancak bu kadar hoşluk yanında bir de ciddi bir resmi tarih tespiti sözkonusu ki, asıl tenakuz orada başlıyor... Hani, her 16 Eylül Çeşme’nin Kurtuluş törenlerinde, temsiliyete haiz her zevat der ya; “düşmanı denize döktük”... İşte bu dil düzelmeden ya da düzeltilmeden, diğer taleplerin altı nasıl dolar, Allah bilir... “Düşmanı denize döktük” diye övünenlerin ve de onların torunları bugün artık, turistik, ekonomik, kültürel, sportif ilişkiler oluşturarak yeni ve barışa hizmet eden bir arayış ve gelişme istemektedirler. Ve bunun “Ege’nin” 2 yakası için bir gereklilik, hatta kaçınılmazlık olduğu ortadadır. Artık, ya “düşmanı denize döktük” teranesi terkedilmeli ya da bu sevda terkedilmeli gibi durmaktadır... Bir taraftan işbirliği ve üstüne barış arayışında ve beklentisinde olacaksın ve diğer taraftan da beklenti içinde olduklarını yılda birkaç kez de olsa düşman nitelemesi ile yaftalayacaksın, kargalar da güler...

Genelde “barış”, devrimcilerin, solcuların ve sosyalistlerin işi ve uğraşı olup, ısrarla talep ve takip etmeleri neticesinde bir eylem planına bağlanır, ama, Çeşme ve Sakız adası arasındaki bu dostluk en azından Çeşme ayağı (çünkü Sakız ayağındaki önemli kişinin sosyalist olduğunu biliyoruz) genellikle sağcılardan oluşmuştur, Eski Belediye Başkanı Nuri Ertan, Eski Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu, Eski ÇESO Başkanı Mustafa Cenger, şu andaki ÇESO Başkanı Osman Köfüncü vs vs... Bu da not edilmesi gereken bir durumdur, en azından benim açımdan böyledir. Bu köprülerin barış ve sonucunda yaratılacak sosyal ve siyasal iklimin, kültürel, tarihsel ve turistik ve sportif faaliyetlere yol vereceği açık olmakla birlikte, velev ki barıştan gayrısı olamadı, bu iş salt barış için bile yapılır, ben bu sonucu bile çok önemsiyorum... Diyelim ki bu girişimlerin altında, şeytanın avukatlığına soyunarak söylüyorum, salt ticari kaygılar, turist rekabeti ve fazlalığı yaratma çabası vardır, öyle olsa bile, umarım ve dilerim ki, barıştan yana girişim ve kararı üstünden, bu anlamda tribünlere oynanan bir şey değildir tüm bu olanlar... Adamlar gayet güzel karşılık birbirlerine saygı ve sevgi baslediklerini beyan ediyorlar, ama söylenenler gerçekten harika şeyler, efendim gerçek öyle değildir diyenler olabilir, eee valla ben bilemem, ben niyet okuyacak durumda değilim, ne diyorlarsa o... Ha dediklerinin hilafına da bir davranış görürsek, onu da yazmak bize vazifedir hemde sık eleyip, derin ve sert eleştirerek... Umarım tribünlere oynanmıyordur. Bizim barışa ihtiyacımız var, ama hem içeride hem de dışarıda, hem de behemehal, hatta bir hayli fazla ihtiyaç var, barış ve huzur bekliyoruz.... Yurtta barış, Dünyada barış... Milliyetçiler, buradan bakıp karşı adına iç geçirir, karşıdan bakıp bura adına iç geçirirler, kim ne derse desin, ne yazık ki bu böyledir... Hangi milliyetçiler mi, ne fark eder ki, ha Yunan milliyetçisi, ha Türk milliyetçisi, ha Kürt milliyetçisi...

Ortadoğu’da yaşanan kirli savaşın, kişisel olarak değil ama ülke yönetimi olarak müsebbibi sayılma suçlamasının etkisiyle, Çeşme’de yaşanan “Suriyeliler krizi”nin nasıl bir dram olduğunu, dakika dakika izleyen, gönlü bulanan, yüreği daralan ve sürekli gözleri yaşaran birisi olarak, maalesef Sakız Adasında da, bin beter vaziyetlere tanıklık etmenin ilave üzüntüsü de, birlikte olduğumuz insanların hem zihinlerini, hem de gündemleri işgal etmiştir. Savaşı bilmeyenlerin, savaşa gitmeyenlerin, savaştan umar şeyleri olanların, yarattıkları savaşta, ne ocaklar sönüyor, ne hayatlar son buluyor, aman allahım bu nasıl bir ızdıraptır dedirten manzaralar... Sahilde, patlamış botlar, atılmış can yelekleri, her yerde görülüyor, tüm sakız adasının Çeşme tarafına bakan sahilinde... Diğer taraftan, kale etrafında, rıhtımda, sokak aralarında, parklarda, her yerde “göçmenler”... Ufacık bezlerden yarattıkları küçücük kapalı alanlarda çocuklarını uyutmaya çalışırken, kendileri açıkta, ayazda... Şanslı olanlar UNHCR nin “Göçmen idaresi” çadırları altındaki daha kabul edilir, ızdıraplı yaşamları... Kimse bu göçmenlere, taksilere binemezsin, dolmuşlara binemezsin, otobüslere binemezsin demiyor, yine de... Savaşı bilmeyen, ama savaşı isteyen ve yaratan ve savaşlardan umarı ve muradı olan beylerin vicdanlarının sorgulandığı yerdir, barış ve huzur dolu olan yerler, bu anlamda barışın kıymetini bilmek gerektiği asla ve kat’a unutulmadan, öyle gaza gelip, herşey vatan için gazıyla, yola çıkılırsa sonumuz, mazallah... Peki savaş umarcısı ve yaratıcısı beylerin, bu sonuçları bilmediklerini söylemek mümkün mü? Hayır, şüphesiz hayır...

Evet, tam da bu yüzden, barışı kim istiyorsa, kim barış için çaba gösteriyorsa, bu uğurda kim samimi girişimlerde bulunuyorsa, bizden destekten başka bir şey beklemesin, destek, hem de tam destek... Bu anlamda Osman Köfüncü ve ekibine bir kez daha teşekkür ediyor ve başarılar diliyoruz.

Ne olursa olsun barış, ne olursa olsun huzur... Her türlü gönülsüz göç dalgası yaratan girişimlere hayır...

Adalılar da bizim insanlarımız gibidir ve bu yüzden karşılıklı gidişler, gelişler, çalışmalar, ikamet etmeler “kuralsız olmalıdır” diye düşünüyorum, hem de herkese ve her kesime... Efendim, şöyle olurmuş, böyle olurmuş, olsun, nasıl olsa bir vade içinde bir düzene kavuşur, ve  belki de dünyada sınırsızlığın bir ilk adımı olur bu. “yaşasın sınırsızlık”, yaşasın sınırsızlık diyen ve diyebilenlerin yüzü suyu hürmetine gelişecektir..

Bana da gazeteci denmez ama, ÇESO’nun bu seyahatini izledim, ne mi yazacaktım, seyahat izlenimleri mi, olmadı, ama ne yapalım bana da böyle bir görev düştü.

 

Salı, Kasım 03, 2015

SEÇİMLER ARDINDAN

1 Kasım 2015 Milletvekili seçimleri sonrasında, bazı kesimlerce çok sıkıntılı ve sarsıcı kabul edilen sonuçların doğduğu kabul edilse bile, bizler açısından hiç te sürpriz bir durum olmadığı çok nettir. Geç saatlerde seçim sonuçlarının resmi olmayan kesin sonuçları ortaya çıkınca, dostum, çok iyi bir siyaset analisti Sn. T. Uslu’dan detaylı bir değerlendirme aldım... Değerlendirmeden de görüleceği üzere geniş kitlelerin tercihlerinin yoğunlaştığı merkez siyasette ciddi değişikliğin olmadığı, kenarlarda ise merkeze doğru geçişlerin olduğu, ki bunların makul karşılanması gerektiği açıktır. Ayrıca, Canım Yurdumda, necip milletimiz açısından dünya yansa, kılı kıpırdamama durumu çok şükür ki devam ediyor.

“1 Kasım seçimlerini 2011 seçimleri ile kıyaslamamız daha doğru olacaktır. 7 Haziran seçimleri, cinayetler ve tehditler karşısında 5 ayda bu denli savrulabilen kaypak bir seçmen kitlesinin varlığı bakımından doğru bir kıyaslama ölçüsü oluşturmuyor.
“2011 seçimlerinde AKP % 49,95 oyla 326 milletvekili kazanmıştı. Şimdi, % 49,41 oyla 316 milletvekili kazanmış...
2011 seçimlerinde CHP % 25,94 oyla 135 milletvekili kazanmıştı. Şimdi % 25,38 oyla yine 134 milletvekili kazanmış...
2011 seçimlerinde MHP % 12,98 oyla 53 milletvekili kazanmıştı. Şimdi %11,93 oyla 41 milletvekili kazanmış...
2011 seçimlerine bağımsız olarak katılan BDP adayları 36 milletvekilliği kazanmışlardı. Şimdi % 10,70 oyla 59 milletvekili kazandılar...
Bu sonuçlara göre AKP ve CHP oy olarak neredeyse tam yerinde saymışlar. CHP milletvekili sayısını 1 azaltmış, AKP ise 10 milletvekili kaybetmiş...
Yine bu sonuçlara göre MHP % 1 oy kaybına karılık 12 milletvekili yitirmiş.
Ve HDP, hem oy oranını oldukça önemli bir oranda artırmış ve hem de milletvekili sayısını 36'dan 59'a çıkarmış...
Bu sonuçlara göre iki seçim arasında sadece HDP başarılı bir sınav vermiş görünüyor. Bırakınız eğlentileri, zafer naralarını, balkon konuşmalarını... Tablo meydanda... Eşeği kaybedip bulduktan sonraki nafile sevinçleri önemsemeyin. Ülkeyi öyle zorlu günler bekliyor ki, bu AKP tek başına iktidarda olsun ve görelim...”

Buradaki; 7 Haziran seçimlerinin değerlendirme dışı tutulmuş olmasını okuyucularımız, garipseyebilirler ama 7 Haziran seçimleri zaten yok sayılmıştır, değerlendirme dışı tutulmuş ve red edilmiştir, yok sayıldığından da tekrar seçim adı ile maruftur ve tam da bu yüzden bizde değerlendirmenin 2011 ve 2015 seçim sonuçları arasında kıyaslanarak daha doğru olacağına karar verdik. Yani, aradaki aşamada, “serbest bırakırsan ya davulcuya, ya zurnacıya varır” sözü mucibince yaşanan savrulma sanal bir durumdu... Ve şimdi yeniden; necip milletimiz asli tercihine rücu ederek, durumu özür dileme kabilinden dengelemiştir.

Neymiş “istikrar” kazanmış, sevsinler sizi... Nasıl bir istikrar ise bu, fıtrat, TOMA, biber gazı, sniper, sokağa çıkma yasağı, makarna, kömür, döviz hareketleri, ABD, Rusya, AB, Ortadoğu vs. vs... AKP, şehit cenazeleri göstererek, neler olacağını tebarüz ettirirerek avantaj elde ettiği seçim sonrası, CHP “Sorumluluğumuz arttı”, MHP, “Partimizin tüm organları görev başında”, HDP, “Kızılca kıyametin içinde barajı geçtik, başarıdır” diyerek, durumu stretejik derinlikte tespit edip değerlendirmiştir. Hepinize Allah selamet versin... Yine gak guk... Meseleler bir başka bahara ötelenmiştir... Diğer taraftan, en hızlı AKP’li anket kuruluşları bile böyle bir sonuç tespit ve tayini yapamamışken, hatta AKP bile durumu sürpriz olarak görmüşken, insanların “oy çalınacaktır” iddialarını ne oranda ciddiye almış oldukları da ayrı bir değerlendirme konusudur. Eğer ciddiye alınıp ta gereği yerine getirilmemiş ise ve ilaveten halkın acil, yakıcı ve kahredici sorunlarına kalıcı ve ahlaklı çözümler bulunamadığı ortada iken, tercihini hâlâ böyle kullanmış halkın cahil olduğu iddiasının ardına sığınarak durum izah ediliyor ise, olsa olsa en hafifinden cahilliktir. Evet halk cahil, çözüm diye bulabildiği tek şey uhrevi duruma ve dünyevi 3 maddelik ve sıradan maddiyata sarılmak ise, burada kabahat, elbette kendisinde olduğu kadar çözüm bulma ve önerme makamında bulunanlardadır da... Ayrıca da bu halk seçimler öncesi çok güvenilecek kadar eğitimli ve öğretimli idi de, bir gece de mi cahil oldu, dün söylenmeyenlerin bugün söyleniyor olması en hafifinden ikiyüzlülüktür...

Birde “emanet oy” meselesi vardı, ilgili herkes, körün fil tarifi misalince, “asıl emanet oylar diğer partilerde” ya da “emanet oyların olduğunun bilincindeyiz” ikilemi içinde güme gitti ama hayat böyle işte konuşanı susturursanız, hayat size bunu fatura eder misali, emanet oy konusu kısa sürede doğruluğu ispatlanmış bir konu olarak önümüze dikildi... Üstelik de HDP’nin emanet oyları batıdan ziyade, ağırlıklı oy depolarının bulunduğu illerde, AKP’den alındığı ve günü gelince aslına rücu ettiği ağırlıklı olarak görüldü. CHP’nin HDP’ye emanet oy vermemiş olduğu da ispatlandı, hani 7 Haziran seçimlerinde “bir kısım” CHP’liler bizim önemli miktarda oyumuz, HDP barajı aşsın diye HDP’ye gitmiştir gibi “gak guk” kabilinden geyik yapmışlardı ya, onun da aslı ve astarı olmadığı açığa çıkmıştır.

Diğer taraftan, iddia edildiği üzere, salt korkunun yarattığı oy geçişidir bunlar diye de izah edilmesin, vallahi “bir Türk dünyaya bedeldir” ya da “bir Kürt dünyaya bedeldir” iddiası da güme gider... Çok parametreli bir tercihler manzumesidir tüm bu olanlar. Sonuç itibari ile; bu sonuçlar necip milletimizin özgür iradesi ile tezahür etmiş ise, adama derler “yahu verseydiniz bu oyları 7 Haziranda, bu kadar ölüm olayı ile karşılaşılmasaydı” ... Gerçi söyleneni, kimin söylediğine bağlı olarak halkımız iyi dinler, bu seçim bunu da kanıtlamıştır, gerçi 400 istendi ama ne yapsınlar cepte bu kadar vardı... Ne mesaj mı verdi, güldürmeyin...