Cuma, Ekim 28, 2011

VAN’DAN ÇEŞME’YE DEPREM

Canım yurdumun nüfusunun mevcut durumda neredeyse %95 inin deprem riskiyle birlikte yaşadığı gerçeğini öğrenmeyen kaldı mı acaba hala?

17 Ağustos depremi sonrası; Canım Yurdumu yıllarca tek başına, adeta babasının çiftliği gibi yönetmiş ve takipçileri tarafından “Muhteşem” lakabı ile ödüllendirilmiş, muarızları tarafından da “Morrison” lakabı ile hakir görülmüş beyefendinin en önemli sözü “Binaenaleyh Türkiye'nin altı çürüktür, Türkiye'nin altı çürüktür diye bırakıp gidecek değiliz, bununla yaşamasını öğreneceğiz” olmuştur. Bilindiği üzere mezkûr zat bir inşaat mühendisidir ve deprem konusunu uzmanlık düzeyinde olmasa bile asgari düzeyde biliyor olmalıdır, peki kendisi bu önerme uyarınca çalışmış mıdır? Pek zannetmiyoruz, zannetmiyoruz çünkü Erzurum depreminde bizatihi kendisinin müteahhitliğini yaptığı kamu kurum binasının çökmesi üzerine “O bina 35 yıl ayakta durdu diye kimse takdir etmiyor da, niye yıkıldı diye herkes eleştiriyor?” diyerek mühendislikle ve betonla adeta dalga geçmiştir. Meslekten birisi olarak; şüphesiz depreme karşı alınan önlemlerin tamamı olmasa bile, bir kısmının hala bir takım kabullere dayalı olarak alınmasının risk olduğunu bilmekle birlikte, riskin minimize edilerek depremden ölümlerin önüne geçilmesinin yollarının çok sarih olduğu da açıktır. Örneğin; 11 Mart 2011’de Japonya’da 9.0 büyüklüğündeki depremde, alınan önlemlerin ve yapım kurallarının layıkı ve harfiyen uygulanması halinde binaların insan öldürmediği bir kez daha görüldü, yaşanan tüm can kayıplarına yol açan ise sadece “tsunami” olmuş ve boyutunun öngörülememesi de binlerce kişinin kaybolması, yaralanması, hayatını kaybetmesi ile nihayetlenmiştir ama deprem ve binaların yaratabileceği can kaybının önüne geçilebileceğinin ispatlandığı bir deprem olmuştur.

Alanların imara açılmasıyla başlayan, güvenli konut imalatı ile biten süreci iyi tayin ve kontrol eden siyasi otorite ile olur tüm bunlar, yoksa patates yetişen yerde şimdi araba yetişecek diyerek, ovaları imara açan ve bununla da gururlanan siyasilerimizin uygulayabileceği önlemler değildir.

Bu ortamda binaların çökmesi için ne kadar mesleki disiplinin ortak çalışması gerekmektedir bir bilinse, Necip Milletimizin necip evlatlarının başarısı ortaya çıkacaktır, bu süreç inanılmaz bir süreçtir. Öncelikle siyasi rantın ekonomik ranta dönüşmesi için anlamsız ve gereksiz imara açılmış bölgeler yaratan yerel “Siyasiler” ve bunlara gereksiz yere uyan “Şehir Plancıları” ve bunları onaylayan ulusal düzeydeki “Siyasiler”, zemin etüdü konusunda çalışanlar ve rapor tanzim eden “Jeoloji Mühendisleri”, projelerin hazırlanmasını üstlenen “Mimar-İnşaat Mühendisleri”, Proje Kontrolü ve onayı gerçekleştiren “Odalar”, Proje denetimi yapan “Yapı denetimciler”, Belediyelerin “kontrol ve denetim birimleri” hepsi bir şekilde görev savsaklaması yaparlar, riskin oluştuğu zamanlarda da üstüne ve ilaveten de “Yargı” yanıltması ya da yanılması yaşanır ve sonra da al sana felaket, tam bir timsah gözyaşı dökme ritüeli. Şimdi böyle yazdık ya; herkes kendi açısından kendini durumdan azade tutarak, bir önceki ya da bir sonraki sürecin sorumlu tutulması gerektiğini, teknik, hukuksal ve siyasi açıdan anlatır durur ve mutlaka kendileri açısından haklı noktaların da olduğu muhakkaktır ama sonuçta telafisi imkânsız olan can kayıpları yaşanmaktadır. Kimin ne kadar haklı olduğu ya da haksız olduğu sonucu değiştirmediği gibi, kimsenin de derdine çare olmamaktadır.

Canım Yudumu büyük acı ve derin elemlere garkeden Van depremi sonrası, siyasi nedenlerle ancak Ulusal Kanal, Kanal B, ART-Avrasya gibi muhalif duruşu olan, ama seyircisinin fazlaca olmadığını düşündüğüm TV kanallarına konuşmacı olarak çağrılabilen Jeoloji mühendisi Prof. Dr. İlyas Yılmazer’i bir kez daha hatırladım, 5 ya da 6 yıl öncesiydi galiba, Van Üniversitesinde çalıştığı dönemde, imara açılan bölgelere yaptığı itirazlar sonrası günümüzün muktediri ünlü bir siyasinin ve toprak ağası ailesinin ne tür baskılarına direndiğini ama yinede hukuk mücadelesini kazandığını büyük bir hayranlıkla dinlemiştim kendi ağzından. Kaynak yayınlarından uzun yıllar önce çıkan “Deprem Sorununa Kalıcı Çözüm” isimli kitabının tanıtım yazısı şöyle: “İlyas Yılmazer bu kitabında; “Depremle yaşamayı öğrenelim”, “Deprem değil bina öldürür”, “Yapını sağlam yap da, nereye yaparsan yap”, “Depremin zamanı bilinmez, ancak tedbir alınır”, “Türkiye'nin yüzde 95'i deprem tehlikesi altındadır” şeklindeki önermelerin bilimsel temeli olmadığını öne sürmektedir. Bu önermelerin aynı zamanda anayasal suça teşvik olduğunu belirten yazar, şu tespitleri yapmaktadır: “Türkiye deprem afet bölgesi değildir! Türkiye'nin yalnız yüzde 5'i deprem ve sel tehlikesi altındadır. Bu bölgeler ovalardır. Yıkımın yüzde 99.9'u ovalarda olmaktadır. Ovaları yapılaşmaya açmak anayasal suçtur (TC Anayasası, madde 43, 45) Ovalar ulusal servettir, yalnızca tarım amaçlı kullanılabilir. Bu nedenle Anadolu'daki depremler doğal afet değil yapay afettir.”

Tüm bu gerçekler ışığında, Van’dan gelelim, tarihte büyük depremler yaşamış, hatta en büyüğü 15.10.1883 tarihinde 1.500 kişinin kaybı ile neticelenen ve devamında belli aralıklarla can kayıplarıyla depremden zarar gören Çeşme’ye; Çeşme için hazırlanan yeni imar planlarında dedikodu gazetelerinin yazdığına (!) göre, bazı tarım alanlarının 5 kata kadar ruhsatlandırılacağı beyan edilmektedir ama bu güne kadar yetkileri dâhilindeki uygulamaları ışığında; Çeşme Belediyesi’nin başta Başkan Faik Tütüncüoğlu olmak üzere, İmar Komisyonu üyeleri ve İmar ve Şehircilik Müdürlüğü yetkililerinin buna dün olduğu gibi bugün de sıcak bakmayacağına ve konu ile ilgili tüm baskılara göğüs gerileceği ve Çeşme’de çok katlı ayıplı yapı olma ayrıcalığının mevcut birkaçı dışında artık başka binalara tanınmayacağına inancımın tam olduğunu bir kez daha yazıyorum. Umarım haklı çıkarım. Çünkü depreme karşı mücadele “imar alanlarının ve şartlarının belirlenmesi” ile başlamaktadır.

Diğer taraftan; Van depreminin bir milat oluşturduğunu belirten Başbakan Tayyip Erdoğan "Artık şehirlerimizde kaçak ve güvensiz yapı, gecekondu, gerekirse yetkiyi tamamen Bakanlığımıza alacağız ve bu tür binalarını değiştirmeyen, yıkmayanlara sormadan kamulaştırmasını yapacak ve binaları yıkacağız. Bedeli ne olursa olsun, oy verirmiş vermezmiş biz bunları dinlemeyeceğiz artık. Çünkü bu tabloları defaatle yaşamaktansa iktidarı kaybetmek çok daha hayırlıdır." Evet, Sn. Başbakan bizde bu görüşlerinizde sizi destekliyoruz ancak sözün yerine gelip gelmeyeceği konusunun da ısrarlı takipçisi olacağız. Deprem üzerine Türkiye’nin siyasi önderlerinin “çene suyuna pilav” kabilinden lafının bol, önleminin az olduğunu yaşam pratiğimizden ötürü bilmekteyiz, çünkü.

17 Ağustos depreminden sonra bir önceki Hükümet tarafından çıkarılıp ancak uygulanmayan yasaya istinaden; döneminizde de deprem vergisi adı altında değişik mal ve hizmetler üzerindeki ÖTV ve özel iletişim gibi vergiler sürekli hale gelmiş olmasına karşın; yasanın amacına ve gereğine uygun herhangi bir uygulama bulunmadığını Maliye Bakanının açıklamalarından anlıyoruz. Bu ne yaman çelişki… Sadece iyi niyetle yasa çıkarmak yetmiyor “Türk gibi başla İngiliz gibi bitir” sözü uyarınca, çıkarılan yasaların doğru ve ödünsüz takibi ve uygulanması için iradi müdahaleyi göstermelisiniz.

Gün; sonucu kaderci bir yaklaşımla açıklama yerine kaderimizi tayin edecek önlemlerin alınması günüdür.

Pazar, Ekim 23, 2011

ÇOCUKLUĞUMUN YAZLARININ GEÇTİĞİ EV

Mübadele sonucunda doğduğu toprakları zorunlu terk eden atalarımın ilk geldikleri yer olan Çiftlik Köy (şimdi Çiftlik Mahallesi) Osmanlı döneminde Yeni Nahiye, Çiftlik-i Kebir adlarıyla anılmaktaymış ve yine büyüklerimin ifadesi ile o kadar güzel bir yermiş ki; Ege’nin Paris’i olarak anılmaktaymış. Yerleştirme sırasında hangi kriterlerin uygulandığı tam olarak bilinmemekle birlikte şüphesiz sübjektif ve muhtemelen de yüksek iltimas ya da madeni hazzın yarattığı hassas ortamda tamamlanmıştır tüm bu işlemler. Her ne ve nasıl yapıldıysa yapıldı, bu tahsiste Dedemlere yine söylendiğine göre köyün başpapazının ya da dini yöneticisinin evi tahsis edilmiş ki o ev benim de çocukluğumun yaz aylarının geçtiği evdir. Dış görüntüsü muhteşem olmakla birlikte iç dizaynı da bir başka muhteşemdi.

Geçmiş dönemde yağmurların şiddetini ve boyutunu göstermesi açısından çok önemli görünen bir derenin kenarında inşa edilmiş evin ön cephesi bu dereye bakmaktaydı. Bakmaktaydı diyorum ne yazık ki artık bu ev yok… Bu evin kıymetini asla bilemeyecek kişiler sahiplenince ve buna kimse de itiraz etmeyince burada anlatmak istemediğim nedenlerden ötürü ev yıkıldı ve yerine bir ucube yapıldı. Derenin yaz aylarında da devam eden bir akarı vardı (su bulunma hali) ve akasya, dut ve iğde ağaçlarının süslediği bu dere denizle birleştiği yerde yaklaşık 70-80 mt lik bölümünde deniz balıklarının bol miktarda yaşadığı bir alandı. Bugün bile büyük hayal kırıklığı ile hatırladığım çok büyük bir yanlış yapılırdı, burada yetişen balıkların yakalanması için, ne yazık ki DDT adlı bir zirai ilaç atılır ve balıklar öldürülerek yakalanırdı ama kimler yapardı ne yazık ki çok uzun zaman geçmiş olması nedeni ile hatırlayamamaktayım. Ama yinede dere içinde yetişen güzelim ağaçlar ve yaşayan ördekler aklımda kalan en önemli güzelliklerdi…

Derenin evin önüne gelen kısmında dereye inilmek için hatırladığım kadarı ile 8 basamaklı bir merdiven vardı ve bu merdiven hangi gerekçe ile inşa edilmiş olduğunu bugün bile anlamlandıramamaktayım. Yakında köprü olmaması gerekçesi ile karşıya geçmek üzere derenin içine inilmek suretiyle yapılmış olduğu düşünülse bile karşı tarafta karşılığı olmaması nedeniyle pek anlamlı bir açıklama gibi durmamaktadır bu düşünce. Belki de bu merdivenler zaman zaman su almak için kullanılmak için yapılmıştır diyeceğim ama evin farklı yerlerinde olmak üzere 3 adet kuyu bulunmakta idi. Evet şimdi de bakıyorum ama bu merdivenin yapılış amacını maalesef anlayamıyorum.

Bu tılsımlı tabii ki sadece benim için olabilir ama gerçekten güzel bir evdi ve muhteşem bir giriş kapısı vardı, uzun yıllardır kullanıldığı çok açık belli olmasına rağmen yaşını göstermeyen hatta çok genç bir görünümü vardı. Kapının 2 kanadı vardı ve kasası ise mermerden imal edilmiş kapı sövelerine delinmiş delikler vasıtası ile tutturulmuş ve kurşun ile de etrafı doldurularak sıkıştırılmış idi. Kapının 2 kanadının da üzerlerinde birer ayrı kanat vardı ki ahşap işçiliği bu gün bile çok net hatırladığım güzellikte idi. Bu kanatlar; açılınca da dışında dışarıdan da görüntüsüne ayrı bir güzellik kattığı tartışılmaz bir demir kafes ile güvenliği artırılmış ve belki de zaman zaman güvenlik altında havalandırma maksadı ile de kullanılmış olabilir. Kapının bir kanadının arkasında destek amaçlı bir demir çubuk bulunur bu çubuk duvardaki bir halkaya takılırdı, bu demir genellikle de takılı bulunurdu zaten, içeriye taşınması gereken büyük bir şey olduğunda ya da dışarıya çıkarılmak istenen bir şey, işte o zaman bu demir çıkarılır ve o kanat ta açılırdı. Normal giriş çıkışlar için ise kapının bir kanadı kullanılır ve bu zaten yeterli idi.

Ana giriş kapısından girer girmez, büyüklerimin dediği biçimiyle “taşlık” denen bir giriş vardı ve muhtemelen taşlık adı da zeminin siyah ve beyaz kotarina adı verilen çakıl taşlarıyla kaplı olmasından kaynaklanıyordu. Siyah zemin üzerine beyaz kotarinalarla bezenmiş bir ağaç ya da dal figürü bulunmaktaydı ki tam bir sanat eseriydi. Taşlık sağ tarafındaki büyük bir kapı ile yine büyüklerimin ifadesi ile “mağaza” denen benim hatırladığım dönemde tavuk ve hindilerden oluşan küçükbaş hayvanların beslenildiği bir bölüme açılmaktaydı, ancak isminden anlaşıldığı üzere daha önceleri çok muhtemel ki tütün başta olmak üzere ticari olarak yetiştirilen ürünlerin konulduğu bir yerdi ve inanılmaz büyük bir mekândı. Tam karşıda bulunan çok büyük bir alaturka “helâ” bulunmaktaydı ve hemen buranın yanından bir koridor ile geçilen erzak deposuna ulaşılırdı, burada zeytin, zeytinyağı, buğday, nohut, mercimek ve mısır benzeri kışlık depolanmış erzaklar bulunurdu ki burası karanlık bir mekândı ancak fenerle girilip malzeme alınıp ya da konulurdu. Burası biz çocukların fazlaca bilmediği bir yerdi, belki de fener kullanma şansını fazlaca bulamadığımız için buraları fazlaca bilmezdik, bilemiyorum şimdi. Ancak bir gün nasıl oldu da oraya girdik ve karıştırmaya başladık şimdi hatırlayamıyorum ama dün gibi hatırladığım kocaman bir deste para bulduk, nasıl sevinmiştik anlatamam sanki milli piyango çıkmışçasına, ancak sonradan anladık ki paralar çok eski Yunan paraları ve hiçbir geçerliliği yok, öyküsünü ise anneannem rahmetli Hacer Karagöz’den dinlemiştik, II. Dünya savaşı sırasında Yunanistan; Faşist Almanya saldırısı ve işgaline uğruyor, işgal sonucu yaşanan katliamdan korkan Yunanlıların teknelerle canım yurduma sığınmaları sırasında yiyecek ve barınma karşılığı istenmemesine rağmen verilmiş paralar olduğunu öğrenmiş ve içimiz mübadil çocukları olarak inanılmaz burkulmuştu. Sonuç olarak o tarihlerde de yani alındıkları tarihlerde de geçerliliklerinin olmadığı bilinmesine rağmen alınmış ve saklanmış paralardı tüm bunlar. Sonradan Çeşme’nin başka yerlilerinden ise bu paralarla sobaların tutuşturulduklarını duymuştum.

Üst kata çıkan ahşap bir merdiven vardı ve bu merdivenin muhteşem bir “trabzan”ı (korkuluk) vardı ki başlıbaşına bir ahşap işçiliği zirvesiydi bana göre ve biz çocuklar açısından yeterince de geniş olması nedeniyle üst kattan aşağıya üstüne oturarak kaymak için bir biçilmiş kaftandı. Basamak sayısını şimdi hatırlamıyorum ama merdivenin yarısına kadar doğru çıkılır sonra da tam sağa dönülerek evin üst katındaki “hanay” adı verilen sağlı sollu odaların bulunduğu uzunca bir koridora çıkılırdı. Trabzanın başındaki başlık ise yekpare bir ağaç işlemesi idi ki ne kadar muhteşem bir çalışma olduğunu bugün bile anımsamaktayım.

Merdivenin 5 ya da 6 basamağından sonra solda yarım kapı boyutunda bir kapı vardı buradan, bahçeye ve büyükbaş hayvanlarının damlarına gidilirdi. Mezkûr kapıdan girince 5 mt ye 5 mt boyutlarında bir oda vardı ki burada büyük bir ocak, bir kuyu ve taş duvarda fenerlerin konulması için birkaç küçük girinti ile küçük malzemelerin konulması için de birkaç büyük girinti bulunurdu. Büyük ocağın sağında ve solunda mermerden kesme ve yekpare bloktan oluşan 2 adet dikme taş bulunur bunların tam üstünde yatay çalışan yine aynı malzemeden ve evsafta bir başka kesme mermer bulunurdu. Kuyu yaklaşık 4 ya da 5 mt derinliğinde olup suyu yaz kış hiç bitmezdi, bu kuyudan alınan su; tam karşıda hayvan damına açılan kapıdan girilerek hayvanlara verilirdi. Bu mekândaki hayvan damına açılan kapının dışında 2. bir kapı daha vardı ki buradan da bahçeye çıkılırdı, çıkılır çıkılmazda yaz aylarında oldukça büyük bir asmanın altında bulurdunuz kendinizi, mezkûr asmanın üzümü bugün bile aradığım üzüm olmuştur hep.  Yaz aylarında bu asmanın altında yeterli genişlik ve ferahlıkta olması nedeniyle de tütün dizme işlemleri yapılırdı, yaprakları günlük toplanmış (kırılmış) olan tütünler buraya içinde taşındıkları köfünlerden (büyük küfe) dökülerek etrafına yeterince insanın oturması haliyle yaklaşık 1 er mt lik iğnelere (metal şislere) dizilirlerdi, diğer işlere oranla oturularak yapılması nedeniyle nispeten kolay bu işin yapılması sırasında bazen de gelen misafirlerin ağırlanması faslıyla günlerin özellikle orta kısımları eğlenceli geçip giderdi.

Büyükbaş hayvan damı; genişliği yaklaşık 4 mt ama uzunluğu yaklaşık 12 ya da 13 mt olan bir mekândı ve burada hayvanların yemlerini yemeleri için taştan örülmüş bir sedirin üstünde boylu boyunca uzanmış yem yalakları vardı. Bu damın yol kenarında yola açılan büyük bir kapısı vardı ki hayvanların dama giriş ve çıkışları buradan yapılırdı ve hemen onun yanında da küçük bir kapıdan da hayvan yemlerinin özellikle de samanların depolandığı, yola açılan ayrı bir malzeme ikmal penceresi olan bir depo bulunurdu. Harman yerinden atların sırtında ve haral denilen büyük çuvallarla getirdiğimiz samanlar bu deponun bahsekonu penceresinden içeriye boşaltılır ve bilahare de samanlığın içine girilerek fazlaca yer kaplamaması için çiğnenmesi suretiyle sıkıştırılırdı ve kış ayları bu deponun hayvan damına açılan kapısından saman alınarak hayvanlara verilirdi.

Asmanın altından bahçeye erişilir ve yaklaşık 1.000 m2 lik bu bahçede; incir, badem, nar ağacı bulunur ve dizilen tütünlerin kurutulduğu kırmandala adı verilen üzerine tütünlerin iğnelerden aktarıldığı ipin bağlandığı askılar yerleştirilirdi, ayrıca burada bulunan fırının yanında da yine bir kuyu bulunmaktaydı ki muhtemelen fırın hizmetlerinde kullanılmaktaydı suyu. Fırın deyip geçilmesin hatta hiçte hafife alınmasın bugün bile neden o kadar büyük bir fırın olduğu konusunda kafa yormaktayım açıkçası; yaklaşık 5 mt 4 mt lik bir kapalı mekânda bir fırın sanki tüm köye ekmek pişirilmek üzere dizayn edilmişti. Burada bizim ailenin belki de sülalenin pekmezleri hazırlanır, erişteleri hazırlanırdı, hatırladığım kadarıyla.

Evin üst katındaki hanaya erişildiğinde ilk solda içinde gusülhanesi ile mutfak hizmeti verilebilecek detayların bulunduğu bir mekân ki çocukluğumuzda mutfak olarak kullanılmaktaydı, hemen karşısında ise güzel işlenmiş metal guselerden oluşturulmuş sistemin üstüne ahşaptan imal edilmiş muhteşem bir balkonu olan bizlerin camlı oda dediğimiz bir alan vardı muhtemelen de burasıda misafir yemek odası gibi kullanılmaktaydı. Balkon kapısını artık anlatmanın gereği olmamalı diye düşünüyorum çünkü artık tekrara düşmekteyim, burada sabit bir camlı dolap grubu vardı ki inanılmaz bir şeydi. Koridoru devam ediyoruz tam karşıda yine içinde ocak bulunan bir oda, oraya varmadan sol tarafta yine bir yatak odası ve tam karşısında bizimde salon diye kullandığımız ve ailemizin biz çocukları evde yalnız bıraktığında 3 er li takımlar halinde futbol oynadığımız büyüklükte bir mekân ve buradan bir kapı ile ulaşılan ayrı bir oda. Buradaki ahşaptan yapılan panjurlar ne kadar anlatsam eksik kalacağını düşündüğüm güzellikteydi.

Evin kendisine yönelik sövelerden tutun, burada panjur kasa sabitlemelerine kadar eksik bıraktığım bir dolu şey oldu biliyorum, hem bu eksiklere hem de yaşantımıza yönelik bazı hatırladığım ve en azından çocukluğumuz için sıra dışı bulduğum anıları yazmaya devam etmek istiyorum.

Pazartesi, Ekim 17, 2011

BAHÇELİEVLER KATLİAMI

2011 Temmuz seçimleri öncesi; 12 Eylül Faşist cuntacıları tarafından idam infazı gerçekleştirilen Erdal Eren ve yine idam infazı gerçekleştirilen Mustafa Pehlivanoğlu’nun gerek yaşam öykülerini anlatırken gerekse de ailelerine yazdıkları mektupları okurken gözyaşlarına engel olamayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan; eğer geçmişin aydınlatılmasına yönelik iddiaları ile hepimizin katıldığı acıları yansıtan ruh hali gerçek ise, kendisine hemen bir çağrımız olacaktır, bu acıları dindirmek adına. Yakın tarihimizin yüz karası olan ve tarihe “7 TİP’linin katli” olarak geçen olayın; tetiği çekenlerinin kim olduğu bilinmekle birlikte, olayın 12 Eylül Faşist darbesine zemin hazırlamakta nasıl bir km taşı olduğu konusunda aydınlanma sağlayacak perde arkası güçlerin açığa çıkartılması için, ister mecliste ister mahkemeler nezdinde gerekli çalışmaların yapılması için girişiminde bulunması, karanlığın aydınlığa erişmesinde ayrı bir km taşı olacaktır kanısındayız.
Katlin asli faillerinden olan kişinin gerçek anlamda cezalandırılamaması, devamlı yakalanmasına rağmen yanlışlıkla serbest bırakılması, o dönemin mezkûr parti yöneticilerinin nerde ise tamamının ismi geçmesine rağmen hiçbiri hakkında işlem yapılamamış olması, bir adli kusurlar silsilesi mi idi ki acaba da hiçbir işlem ilerletilemedi. Acaba birileri ne olursa olsun, mahkeme kararlarıyla tescilli katil bile olsalar işlerini bir şekilde yürütebiliyorlar acaba bunlar içimizdeki Amerikalılar mı? Acaba “memleket için kurşun atan”lardan olunca bu katiller, tarihin kara lekeleri beyaza mı boyanmış oluyor? Örneğin Susurluk davasının sonuçlandırılmamış olması da bu soruların cevapları içinde midir?
Peki, ne olmuştu da neden gerçekleştirildi bu eylem?
Acaba; Ülkemizi hızlı bir biçimde “Our boys”ların faşist darbesine getirmek için, hazırlanan binbir tezgâhtan birisimidir bu eylemde? Belki de “şartların olgunlaşmasını” bekleyen muhteşem beşlinin bilgisi dâhilinde olan eylemlerden birisidir kim bilir?
Tarih, 9 Ekim 1978, yani 33 yıl önce, yer Ankara Bahçelievler, 15. sokak 56 numaralı apartmanın 2 numaralı dairesi, 7 masum insan, 7 Türkiye İşçi Partili masum insan vahşice, telle boğularak ve kurşunlanarak katledildiler. Evi basıp katliamı gerçekleştiren ekip tarafından, evde silah olmaması üzerine “siz nasıl devrimcisiniz lan evinizde bir silah bile yok" denmiş olması bile masumiyetin ve fikir mücadelesinin ne kadar ön planda olduğunun göstergesi olduğunu söylemeye gerek olmasa…
İşte o gün katledilen 7 TİP üyesi;
ODTÜ Elektrik Bölümü öğrencisi Serdar Alten,
Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi öğrencisi Hürcan Gürses,
AİTİA Gazetecilik öğrencisi Efraim Ezgin,
HÜ İstatislik Bölümü öğrencisi Latif Can,
HÜ İstatislik Bölümü öğrencisi Osman Nuri Uzunlar,
TİP Üyesi Faruk Erzan
TİP Üyesi Salih Gevence
"kapı açılır açılmaz içeri girdik. Hepsini yere yatırdık. Ne yapacağımız konusunda talimat almak için Abdullah’a birini gönderdik. Abdullah eter ve pamuk vermiş, “hepsini tek tek bayıltıp öldürelim” demiş. Dışarı çıkıp arabada bekleyen Abdullah’la konuştum. Evde öldürmek zor olacak. “İkişer ikişer götürüp öldürelim” dedim. “Olur” dedi. İki kişiyi büyük reis'in arabasına bindirip Eskişehir yoluna götürdük. Müsait bir yer bulup ikisini de yere yatırıp kafalarına ateş ettik. Geri döndük. Böyle zor olacağını anlayınca Abdullah, “tek tek boğalım bunları” dedi. Bir tanesini askı teliyle zorla boğdum. Diğer dördünü de bu şekilde öldürmek zor olacaktı. Arkadaşları gönderdim. Sonra da sedirin üzerinde bulunan dört kişiye yakın mesafeden ateş ederek mermilerin hepsini boşalttım. Silahı da götürüp Abdullah'a verdim"
Eylemin başkahramanının; 17 Kasım 1980 günü Ankara Sıkıyönetim Savcılığı’na verdiği ifadesinden, gazetelerde ve kitaplarda yer aldığı şekliyle olayın gerçekleştirildiği beyan edilmektedir.
Olayın nasıl vahşet olduğunu anlatmaya kelimeler yetmez, Amerikan Emperyalizminin yarattığı paramiliter güçler tarafından örneklerinin sıkça tekrarlandığı Güney Amerika ülkelerindeki vahşet operasyonlarının benzerleri olduğu ise herkesin malumudur ama arkanızda NATO’nun gizli ordusu “Stay Behind” olunca, kolaylıkla silahları bulabiliyorsunuz, lojistik destek alıyorsunuz, güpegündüz kahveleri silahla tarayabiliyorsunuz, elinizi kolunuzu sallayarak olay yerinden uzaklaşabiliyorsunuz, uzaklaşamadınız diyelim, yakalandınız ama olayla irtibatınız kurulamıyor, kurulsa bile suçunuz ispatlanamıyor, suçunuz ispatlansa ceza almıyorsunuz, ceza alsanız bile cezaevinde yatıramıyorlar, ya yanlışlıkla tahliye ediyorlar ya da uygun bir şekilde kaçırılıyorsunuz vs. vs. 
Tüm bunların üzerine bir dolu önemli zevat tarafından da “kurşun atan şereflidir” ezberine uygun olarak üstün vatan sevginiz takdir edilirse, kimse size katil diyemezse, her gittiğiniz yerde “Türkiye sizinle gurur duyuyor” sloganları ile karşılanırsanız, arkanıza ABD ve NATO gizli ordusu “Stay Behind” ı da alırsanız, şaaşalı bir hayat beklentisi içindeyseniz ve necip milletimizin maceraperest ruhuna da sahipseniz ve ilaveten aklınızı da kullanmıyorsanız, eee sizden daha uygun aday olamaz, bu katliamlar için, ayrıca bu coğrafyada bu kabil insanlar için mümbit toprakla dolu, daha ne olsun…

Gerçekleştirilen bu vahşet dolu eylemde yer alanların isimlerini yazmadık, bu konuda detaylı bilgi edinmek isteyenlere, şiddetle tavsiye edebileceğim Saygı Öztürk’ün, “5-6-2 tamam reis” adlı kitabında bu katliam tüm detayları ile anlatılmakta olup, benzer yaşanan olayların canım yurdumu 12 Eylül Faşist Darbesine nasıl getirmiştir, bugün soğukkanlılıkla değerlendirebileceğimiz ibret alınacak öyküler.

Pazar, Ekim 09, 2011

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 3

“Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz”

Zulüm İmparatorluğu ABD tarafından; “Yeşil kuşak” projesi kapsamında yerelde lojistik desteği sağlayabilecek en ehven ekipbaşı olarak Muhteşem beyefendinin tayin edilmesini müteakip, yazılan senaryonun gereği olarak önce yaratılan görece özgürlük ortamında, yükselen halk muhalefetine ve devrimci uyanışa karşı hemen dönemin içişleri bakanı ve Muhteşem Süleyman’ın muhteşem ataması olan zat, asker kanadın da “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir” demesini müteakip işaret parmağını oynatması üzerine meşhur “İti ite kırdırma” politikası yürürlüğe sokulmuştur. Peki; neydi bu yeni oyun kısaca hatırlayalım, yükselen halk muhalefetinin ve devrimci uyanışın karşısına devletin örtülü ama sıkı desteğinin verilerek oluşturulacak sivil ve gizli gladio ekibinin, ülkede iç savaş koşullarını derinleştirerek insanların birbirlerini boğazlamalarının önünü açmak ve nihayetinde de bunlar bahane edilerek duruma uygun yasal düzenlemeler yapılarak ta; yerelde sermaye temerküzü ile yerli kapitalistleri yaratmak ve geliştirmek, enternasyonal düzeyde de yaratılan artı değerin tayin makamlarına aktarılmasının düzenli ve faydalı olmasının yolunun açılmasıdır. İşte bu amaçla da 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri yapılarak, ehven koşulların yaratılmasına yönelik ve yapılan düzenlemelere karşı bir direnişin engellenmesini öngören açık faşizm uygulamaları başlatılmıştır. Peki; neler yapıldı bu ortamın hazırlanması için, ne tür çalışmalar gerçekleştirildi derseniz de; yüzbinlerce örnek vermek mümkündür şüphesiz.

Kızıldere katliamı, Nurhak katliamı, Göztepe katliamı, 1 Mayıs katliamı, Bahçelievler katliamı, Beyazıt katliamı, Piyangotepe katliamı, Yükseliş katliamı, Tarsus katliamı, Çorum katliamı, Yozgat katliamı, Kahramanmaraş katliamı, Malatya katliamı başta olmak üzere yüzlerce katliam yapılmış ama hiçbirinin gerçek failleri ortaya çıkarılamamış ve asli failleri yakalananlarda bir şekilde örtbas edilmişlerdir.

Eeeee, doğru tabii 6-7 Eylül olayları itina ile düzenletilir faşist tosuncuklara, konuyu saptırmak için arkasından hemen solcu tutuklamasına girişilir, özel mahkemeler kurulur, suç solculara atılır gibi şeytana pabucu ters giydirme sanatında usta-kalfa öncülleriniz-öğretmenleriniz olursa, size de bu kelamı etme hakkı doğar tabii ki. Peki; pek muhterem muhteşem beyefendi, olaylara neden olan Selanik’teki Atatürk’ün evine bomba atılması olayının faili ve o dönem Selanik Üniversitesi Siyasal Bilgileri öğrencisi ki bu olayların baş maşası (sorumlusu) olduğu iddiası ile yargılanan ve ceza alan Oktay Engin, kimin zamanında Nevşehir Valiliğine getirilmiştir. (Oktay Engin, 22 Şubat 1992 - 18 Eylül 1993 tarihleri arasında Nevşehir Valiliği yapmıştır) Sanki “mart ayında doğmuş gibi bir havanız var”.

“Watch your step” diye uyarma ihtiyacı duyduğunuz ardıllarınız da tabii ki “Kurşun atan da kurşun yiyende şereflidir” diyerek zatı âlilerinizden ne kadar ilim, irfan ve feyiz aldığını gösterecek ve konunun aslında pek sizin bu sözü ettiğiniz dönemi ve basit bir olayı kapsamadığını gösterecektir. Çünkü bu laf bir “stay behind” ordu taktiğidir ve 2. dünya savaşı adıyla tarihe geçen 2. paylaşım savaşının ardından yazılan ve sahneye konan “yeşil kuşak” projesinin varlığına ve sürekliliğine endekslidir. Ne ve neden demişti bu kelamları ardıllarınız; hani sizin onlar bizim sağcılar değiller dediğiniz, bizim de onlar içimizdeki Amerikalılardır diyerek iddianızın bir bölümünü kabul ettiğimiz ve susurluk olayında kabak gibi ortaya çıkan bu sağcıların uluslararası eklemlenmiş boyutunun ortaya çıkması üzerine, tarihsel misyonu gereği sahiplenmenin kaçınılmaz delikanlılığını göstermiştir. Hani bu ardıllarınız inanılmaz servetlerini ev kiralarını bile ödeyebilmekten aciz büyüklerinin bodrumlarında çıkılar içinde bulduklarını söylediklerinde de, örtülü ödenekleri iç ettiklerinde de, aynı bu mezkûr büyük kelamı ederken olduğu üzere çok inandırıcı idiler. (!!!!). Ama sizin rahleyi tedris ettiğiniz mahfillerden yine sizi tedris ettiren ustalara benzer ustalar tarafından tedris edildiğini de bu maharetli izahından anlamaktayız açıkçası, ardıllarınızı da…

Merak etmeyin; “Evet” dedirtmenin mümkün olmadığını en nihayetinde anlamıştır insanlar, gerçekten siz doğruları söylemekten aciz insanlardansınız, acizliğiniz bilmediğinizden değildir elbet, bilakis kast taşıyarak ifade ettiğinizden olsa olsa işinize gelmemiştir. Diğer taraftan da, Süleyman Demirel’in demek istediği zinhar sağcıların/milliyetçilerin adam öldürmediği değildir, tam tersine sağcıların/milliyetçilerin adam öldürdüğünü zımnen itiraf etmekte, ama kendisini siyaset sahnesinde tutan sivil zinde güçlerin sağcılar olması nedeniyle bunu asla telaffuz etmeyeceğini ifade ederek durumu kurtarmakta ve bilahare de durumu tam anlaşılır hale getirmek içinde mezkûr ifadeye “onlar devleti koruyor” bölümünü ilave ederek, tanımı tamamlamıştır. Belki de tersinden anlama üstadı olan necip milletimize “rahatlıkla solcuların adam öldürdüğünü sürekli söyletebilirsiniz” yaklaşımını tebarüz ettirme adına sarf ettiniz bu lafları. Belki de bunlar sizin bildiğiniz sağcılar değildi bunların alayı; “stay behind” adlı ve Kenan Evren’inde bir dönem komutanlığını yaptığı iddia edilen NATO nun gizli ordularının elemanlarıdır demek istediniz de biz anlayamadık, işte her neyse, ama her şey tabak gibi ya da kabak gibi ortada. Ve tabii ki bu orduda yerel boyutta görev alanların da sağcılardan seçilmesi bilginiz dışındadır ve tesadüftür ya da yine zatı şahanelerinize ait olan bir başka kelam devreye girecektir cevap olarak “meczup”.

Bal gibi bunlar sağcılardır ve siz bunları da bal gibi biliyordunuz ve siz bunların uluslararası hemhal durumlarını da çok iyi biliyorsunuz ama siz kulağınıza sufle edilen konularda gerçekten çok başarılısınız ve bu başarınızı Göbbeels ilkelerine borçlusunuz tabii ki doğruyu söylemeyeceksiniz, ne demiş üstad; “Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur”.