Pazar, Haziran 24, 2018

ÂDEM-İ LİYAKAT


Hemen tüm sözlüklerin ittifak ile tanımladığı üzere; “liyakat” Arapça kökenli bir sözcük olup, ehliyet, layık olma, fazilet, kıymetlilik, layıklık, uygunluk vb. gibi manalarda kullanılmaktadır. Yeterlik ve ehliyet manasında görev alınan devlet katında vücut bulan bu tılsımlı kelam, aynı zamanda bir temsili kabiliyet ve mahareti de içermekte olup yaşamın her alanı için de geçerlidir, vesselam. Ayrıca, liyakat öyle bir diploma edinebilme ile kazanılır bir özellik değildir, nokta ı liyakat, ahlak, etik, namus, bilgi, görgü, eğitim (öğretim değil), ihtisas, sabır, metanet, hoşgörü, azim, istek, arzu gibi sıfatların aynı zamanda ve miktarda imbiklenmesinin ifadesi olup, herhangi bir organizasyonda dereceye sahip olunmanın görece sahipliğine uygun tahsis ve takdir edilir. Bakmayın siz, postal ile kep arasına sıkıştırılarak yaratılan az gelişmiş toplumlarda, liyakatin dalkavukluk manasında kullanılmasına, bunun konumuz ve günümüz gerçekliği ile hiçbir alakası yoktur, olamaz da… Liyakat, yukarıda sıraladığım sıfatların harmanlanması olmasa idi, Mekke’ye giden her adam hacı, Tekke’ye taş taşıyan her eşek derviş olurdu maazallah… Demek ki durum sadece zarf olmayıp, mazruf ta önemli imiş… Şimdi tüm bu sıralananların şüphesiz ki, Kamudaki karşılığı bizi ilgilendiriyor, yoksa adam kendi şirketinin başına kimi getirecek tarifi yapmak, bize düşmediği gibi bizim haddimize de değildir, hani orada da olsa gayet güzel olur ama… Hani çok büyük patronlar çocuklarını şirketlerine çalışmak üzere aldıklarında, en alt basamaklardan göreve başlatırlarmış, mavalı da güzel oluyordu ama olsun… Şimdi kamuda mübarekler, tıpkı “fenni sünnetçi Sabit” misali sabah sünnet, akşam deniz, sonra tılsımlı kelamlar, liyakat, sadakat ve ehliyet, vay ki vay, ben ölem…

Size yaşanmış bir hikâye anlatarak meram ve muradımı tam manası ile anlatmak isterim. Burada yaşananların nerede, kimlerle ve nasıl yaşandığını merak edeceklere özelden izah edeceğim, herhangi bir hukuksal sonuca muhatap olmamak adına, inşallah…

Yaklaşık 10 yıl önce, babası vefat eden çok iyi tanıdığım biri, herkesin başına geldiği üzere, veraset ve intikal ile ilgili Hâkimlikten “veraset ilamı”nı alır ve gerekli intikallerin gerçekleştirilmesi için ilgili “Tapu Dairesine” müracaat eder. Kendisine ilgili harçlar için cep telefonuna SMS ile bilgi verileceği, harçların ödenmesini müteakip ise gerekli işlemlerin gerçekleştirileceği bilgisi verilir. Üzerinden makul bir süre geçmesine rağmen herhangi bir bilgilendirme olmaması üzerine ilgili Tapu Dairesine gider, işlemin hala bitirilmemesinin nedenini sorar, işlemin yapılamayacağını, kayıtlarda bir sorun olduğunu ilgili memurdan öğrenir. İlgili ve bir hayli de genç memurun anlattığı üzere, mezkûr gayrimenkulün iktisap tarihindeki kayıtlarda vefat eden babanın soyadının görülmüyor olması nedeni ile işlemlerin yapılamayacağını öğrenir. Murisin yahu o tarih 1932 olup soyadı kaydının da olmamasının son derece anlaşılır bir şey olduğunu, Canım Yurdumda “Soyadı Kanununu” 1934 yılında kabul edildiğini, ilaveten 1976’dan sonra kadastro işlemleri için babasının, gerek Kadastro, gerekse de Tapu Dairesi nezdinde muhatap tutularak yazışmalar hatta mahkemeleşmelerin yapıldığını hem de soyadını kullanarak, konunun ise taaaa 2000 yıllarda nihayetlendiğini anlatır ama genç memur anlamaz hatta anlamamakta da ısrarcıdır. İlgili dairenin kararını son kez beyan eder genç memur; “mahkemeye git, karar getir, intikal gerçekleşsin”. Genç bir memurun basit bile olsa böyle bir kanundan haberinin olmamasını normal kabul eden arkadaşım, konuyu tekrar tekrar savunur, artık genç memur çaresiz ve bıkkın olarak konuyu ve çözümü Müdürde aramak gerektiği söyler ve birlikte Müdüre gidilir, aynı cevap ve aynı savunmalar defalarca ve giderek yükselen ses temposu ile tekrarlanır. Tam o sırada Müdür ile samimiyetleri hemen ve kolayca anlaşılan genç bir kadın girer içeri, Müdür, ne konuşulduğunu önceden bir bilgilendirme yapılıp bir mizansen oluşturulmamış ise bilinmesi mümkün olmayan konu için, kendisinin ancak o an avukat olduğu öğrenilen kadına sorulmasının mümkün olduğunu söyler, hemen kadın Avukat, durumdan vazifeyi çıkararak, “evet Müdür bey sizin iyiliğiniz için çalışıyor” gibi hukuka, bilgiye ve saygıya hiç uygun olmayan bir cevap verir. Artık emekli bir inşaat mühendisi olan çok iyi tanıdığım da, kadına döner; “bravo, ben 40 yıllık inşaat mühendisiyim, müdür beyin benim iyiliğime çalıştığını anlayamadım, siz daha dünün avukatı bir bakışta şıp diye anladınız. Bari bir de konuyu dinleseydiniz” der ve kadın avukat hiç uzatmadan çıkar gider. Artık, Müdür yalnız kalmış, soyadı kanununun tarihi ile ilgili bilgi sahibi olması gerekir iken bilmeyen, bilmediği için vatandaşı yanlış yönlendiren, vatandaşın ise bilgi sahibi olması ve bilgisine uygun olarak direnmesi karşısında, muhtemelen mahcubiyet hisseden (bu da önemli artık mahcubiyet hissedeni de bulmak kolay olmayabilir) bir tavır ile ama ilk söylediğinde de direnen bir görüntü vermek adına, idare-i maslahat faslından sayılmak üzere “muhtar”dan babanın soyadını gösterir bir kayıt getirilmesi ile sulha bağlanan bir işlem gerçekleştirir.

Liyakat değil de, itaat değerlendirme kriteri haline gelirse, varılacak yer asla bize ezberletilen şiar’daki “muasır medeniyet” olmayacaktır. Biline. Sonra yok ben duymamış idim, bilmiyor idim, gibi abuk subuk cevaplar verilmeye… Aslolan ise her daim; ehliyet, liyakat ve sebat olmak durumundadır… Gerçi bir başka manada; adem-i iktidar adem-i liyakat ile başlar diye bir atasözü bile olsa ne fayda olmasa ne fayda… Çavdar bahane…

Pazar, Haziran 17, 2018

“GEL BAKALIM BURAYA”


Malumunuz, tarihçiyim diye gerdan kıran bir muhterem var. İnanılmaz bir şey ama adam gerçekten kendini tarihçi zannediyor, onun bu zannı vasıtasıyla da insanların yanlış bilgilendirilmesinden ikbal medet edenler de kendisine bu minvalde muamele ediyorlar. Çok tesadüfi biçimde kendisine miras, bağış ve hibe yolu ile intikal etmiş, aslında orijinal ve el yazması olmalarından gayri de, okunmadığı ve diğer yazıtlarla kıyaslanmadığı sürece, bir faidesiz hazine olmaktan öteye gitmeyen ciddi bir arşivin sahibi olduğu bilinmektedir, bu muhteremin… Ancak, bu hazine, okunduğu, anlaşıldığı ve diğer benzerleri ile kıyaslandığı ve bu anlamda mealen değerlendirildiği sürece gerçek bir hazinedir. Yoksa Allah muhafaza, ansiklopedilerine göre “kitaplık” siparişi veren benzerlerinden ayırt edilmesi zor olur insanın, aman dikkat. Kendisinin bu sahte bilgiçliğinden istifade etmeyi matah bir şey zanneden medyanın köşe tutmuşları da, bunu bir adam belleyip, program tahsisi yolu ile toplumun zehirlenmesine yol açarlar, hani plan ve hedef te budur ama… Bir sakal ve bir gözlükten oluşan, bu çok bildiğini zanneden aslında bildiği yanıldığına yetmeyen ya da bildiği yanıltmaya yetmeyen, bu kerameti kendinden menkul zat, eleştiriye ya da övgüye tabi tutmak istediği her güncel olayın, devr-i Osmanide bir karşılığını ya da benzerini bulan ya da buldum numarası ile sunan ve de buradan hareketle davranış bekleyen ya da öneren muhterem, zaman zaman da merhabalaşmalarına binaen kendisini kıramayan ünlü bir tarihçimizi de konuk eder programına, programın ve sunduğu sığ bilgilerin bu sayede derinleşmesini hesap eder. Canım benim, bu haliyle de bir cicidir ki sormayın gitsin… Ancak bu hep böyle değildir, sahibinin sıkı takipçisidir, kendisi gibi düşünmeyip te, kendisini eleştiren insanlara da bir o kadar acımasız olabilmektedir, cevap verebilme hakkına sahip olmayan bu eleştiri sahiplerine kendisine tahsis edilen programdan hakaretler yağdırmaktan da geri durmamaktadır. Osmanlı diye diye, devri Osmaniye’nin de en fazla taktığı ya da öne çıkardığı tarafı da, padişahların harem hayatları, yeniçeriler arasındaki tensel münasebetler, hamamlarda tellak ve müşteri muhabbet ve münasebetleri gibi, “cemiyet haberleri” faslından kabul edilebilecek, tarihsel röntgencilikten öte olmayan, tam da bu nedenle bilakis Osmanlı hayranlarının kendisine eleştirel bakması gerekirken, hayranlıkla bakıyor olmalarını da canım Yurdumun bu kabil adam yetiştirmekteki mahareti ve mümbit oluşuna bağlamak gerekmektedir herhalde… Bakıyorum da kendisine yönelen bazı eleştirilerde; “yandaşlığı ilmini hiç etmiştir” gibi eleştiriler bulunmaktadır, ne yazık ki ben böyle düşünenlerden değilim, bana göre, yandaşlığı olmasa bildiğini zannettiği şeyler on pare etmez bir yana kendisini dinleyecek bir kişi bile bulamaz… Kimse kusura kalmasın, kendisine kütüphane miras kaldı diye insan âlim sayılacaksa, kütüphaneye kitap taşıma işinde kullanılan eşekler tasnif dışı tutulmamalıdır bu bapta.

Bu mezkûr zat; geçenler de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun partisinin cumhurbaşkanı adayını açıklaması sırasında kullandığı; “Muharrem İnce, gel bakalım buraya” diye seslenip kürsüye çağırışını bir yazı konusu yaparak, bir hayli de küçümseyerek, hatta dudak bükerek olmadı hiçte alakası olmayan örnekler vererek, rezil rüsva bir şey yapılmış edası ile takdim etmiştir. Genel Başkanın üslubu ile ilgili herkes bir şeyler diyebilir şüphesiz, bu konuyu ben şahsen sorun etmem, ama canım yurdumun göz önünde bulunanları arasında üslup problemi yaşayanların başında gelebilecek birinin bunu bu anlamda eleştiri konusu yaparak, köpürtmesi en azından hafiflik sayılmalıdır, esasen de bu muhtereme de çok yakışıyor bu bozuk ve dengesiz üslup…

Şimdi, Genel Başkan’ın üslubu konusunda şahsen benim de çok garipsediğim ama geneldeki davranış ve tutumları incelendiğinde, hayat uyumluluğu gayet net anlaşılan bir yaşanmışlığım var. Genel Başkan’ın Çeşme ziyaretinde Çarşı içinde bir arkadaşımla ile bir yerde oturmuş, ben çay içiyorum, arkadaşım da döner dürüm yemekte idi. Tam o sırada Genel Başkan bizim masaya geldi, “merhaba, ohhh malı götürüyorsunuz” gibi bir kelam etti. Aslında kendisine verilecek cevap, “politikacılardan bize mal kalmıyor ama” gibi olmalı idi ama bir akli fren ile “bunlar değerli mal ise buyurun beraber götürelim o zaman” dedim. Sonra merakla baktım, Genel Başkan’ın bu tür ilişkilerdeki üslubuna, yaklaşımı sorun olmaktan ziyade, tamamen halkımıza uygun ve abartılı samimiyet yansıtan bir biçimde olduğunu müşahede ettim. Tabii ki buradan her türlü imkân değerlendirilerek, “bir babanın oğluna kızışı”, “bir babanın oğlunu azarlayışı” gibi abuk subuk sonuçlar çıkarabilir bu muhterem gibiler, çünkü bunların lügatı ancak fırça, kızma, bağırma ve azarlama ile sınırlı, sevgi, samimiyet, sevinç ve heyecan yok… Mesela, babaların ayaklarının altının öpülüşü konusunda, zat-ı alilerinizin hijyeni öne alan bir yazı yazmasını boşuna bekledi insanlar… Mesela, al ananı da kaybol yaklaşımına yönelik bir kelam etmeni boşuna bekledi insanlar… Daha çok sıralayabilirim bu ve buna benzer harika üsluba yönelik örnekleri ama bunların hiçbiri önemli değil senin için ama konu diğeri ise üslup kaka… Sevsinler senin yazarlığını, sevsinler senin tarihçiliğini, sevsinler senin âlimliğini… Bak ben sana o tavrın ne olduğunu bir kez daha yazayım… Birisinin çok beklediği bir şeyi, ahada bak şimdi oldu, haydi şimdi de sen kendini göster faslından yüksek heyecan perdesinden bir haykırıştır. Bil istedim… Bilir misin bilmem…

 

Pazar, Haziran 10, 2018

CHATHAM HOUSE


İngiltere’de 1855 yılında kurulmuş, bünyesinde ezelden beri “Kürt Araştırma Enstitüsü” ve “Arap ve İslam Araştırmaları Enstitüsü” gibi bölümleri barındıran ve Ortadoğulu uluslar ve aşiretleri hedef tutan EXETER Üniversitesi, 20. Yüzyılın başından itibaren de bünyesine CHATHAM HOUSE gibi, şimdilerde bazı önemi kendinden menkul muhteremlerin çok şikâyet ettiği Ortadoğu’yu adeta paramparça dünyam benim mantığı ile bölen “Sykes–Picot haritalarını” çizen ve Sevr antlaşmasını hazırlayan, kuruluşu katarak etki ve yetki alanının arttırmıştır. Çok iyi bilindiği üzere Exeter Üniversitesi ilgili bölümlerinden mezun edilmiş ve yurt dışı görevlerde istihdam edilmek üzere hazırlanmış sayısız ajan vardır ve önemli bir kısmı açığa çıkmış ya da anılarını yayınlamıştır. Ayrıca daha detaylı izah edilmesi gerektiğini, iyi bilenlerin yapabileceği “Green Peace” adlı çevreci kuruluş ta bu üniversitenin yan kuruluşudur. Örneğin “İslam Kalkınma Bankası”nın önemli ve üst düzey yöneticilerinin nerede ise tamamı Exeter’den lisans ya da lisansüstü eğitim almışlardır, kolayca anlaşılacağı üzere de burada mezkûr eğitimlerin alınması için tercih edilecek öğrencileri de dini kuruluşlar belirler. Ajan ve provokatörler konusunda o kadar içli dışlıdırlar ki, dünya işkence tarihine bile “Exeter dükünün kızı” adlı bir işkence aleti kazandırılmıştır. Chatham House rabıtasını kolay ve anlaşılır tarifleyebilmek adına Exeter den bahsettiğimiz yeterlidir, bence ve asıl konuya dönelim.

“Yuvarlak Masa Toplantıcıları” adı ile 1920’lerde başlayıp ve genellikle İsrail Devletinin kuruluşu başta olmak üzere, Birleşik Krallığın çıkarlarına binaen ilgi alanına giren benzer her konuda uluslararası boyutta maydanoz olma çabaları bilahare “Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü” adına dönüştürülerek daha resmi ve daha cazip hale getirilmiştir. Aslında biz aldananlara uluslararası sivil bir düşünce kuruluşu gibi sunulan ve kabul ettirilen ve de hatta bu kabulden sonra asla ve kat’a aldatılmışım denilemez duruma getirilen halimiz ile, dünyada oluşacak ve oluşan her türlü krize sözde siviller vasıtası ile çözüm aranıyormuş görüntüsü verilen bu sözde hür platform, emperyalistlerce kurulan sayısız benzer kuruluşlardan biri olup, tek derdi kurucularının ve mümessillerinin çıkarlarıdır.

Bu kuruluş umdelerine sıkı sıkıya bağlı insanlar için, uluslararası arenaya sunulmak ve tanıtılmak üzere zaman zaman ödüllerde vermektedir. “Büyük Şövalye Nişanı” adı ile maruf bu ödül, çok önemli görülen zat-ı şahanelerine takdim edilmekte olup ve ne yazık ki bu tür kuruluşlardan alınan ödüller “yürü ya kulum” anlamında olmaktan öteye de gidememektedir ilgili şahıslar için ve sadece nişanı verenlerin yelkenine biraz daha rüzgâr olarak geri dönmektedir, plan bu. Bu unvan canım yurdumun topraklarında ilk defa Osmanlı Sultanı Abdülaziz’e bizzat dönemin İngiltere Kraliçesi tarafından takdim edilmiştir. Merak edenler olursa ise kısa bir araştırma ile daha kimlerin bu imkândan faydalandığını kolayca öğrenebilirler. Mesela bilindiği üzere 2008 yılında dönemin Cumhurbaşkanına da verilmiştir, diyelim ve bitirelim bu faslı.

“Council on Foreign relations” CFR adı ile maruf ABD merkezli kuruluş, küresel güçlerin dünyaya çeki-düzen verme, detayda buna muvafık nizam tesisi, tekelci sermayenin dünya egemenliğini, her yolu, buna askeri çözümlerde dâhil olmak üzere, deneyerek sürdürülmesi,  sermaye dolaşımına engel sınırların kaldırılmasının temin ve tesisi, dünyayı yöneten güçlerin değişmemesi adına misyon yürütürken yolu sürekli olarak, Chatham House kuruluşu “Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü” ile kesişmektedir, basını yakından takip edenler tarafından bilinmektedir. Ulus Devletlerin misyonu tamamlanmıştır, özgürlükçü demokrasi zamanıdır gibi şatafatlı kelamlar ile kim ki yola çıkmış ise aydınlar tarafından şüpheli karşılanması da bu yüzdendir zaten.

 

Bir anlamda “dünya derin devlet”i sayılan CFR’nin yoldaşı “Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü” kendisine yakın kuruluşlar tarafından sürekli çok önemli bir kuruluş sunumu ile ulusların gözünde masum ve cici gösterilmeye sürekli gayret gösterilen bir kuruluştur. Örneğin; ABD merkezli University of Pennsylania’nın bir değerlendirmesine göre, “Brookings institute”den sonra Dünyanın en etkili 2. think-tank'i kuruluşudur, vay ki vay. Ayrıca yakın takipçilerinin de iyi bildiği üzere mezkûr kuruluşun canım Yurdumdaki kurumsal ortağı Koç Holding’tir. Önceki kurumsal ortağı da Sabancı Holding olup, grubun bankası Akbank ise sponsoru idi. Koç Holding, Chatham House “Türkiye projesi” ana sponsorlarından olup, mezkûr proje de konusu da “One Belt, One Road” (Bir Kemer, Bir Yol) adı ile maruf olup, “Yeni İpek Yolu” tesisinde Türkiye’nin konumu ve Türkiye-Avrupa ilişkilerini içermekte olup Koç Holding Yönetim Kurulu Başkan Vekili Ali Koç da Chatham House’un Mütevelli Heyeti’ne dâhil edilmiştir. Yukarıda konu edilen tüm detaylar basında çeşitli zamanlarda çıkan yazılardan akılda kalanlar çerçevesinde düzenlenmiştir.

Cumartesi, Haziran 02, 2018

ÇEŞME LİMAN DOLGUSU – 1


Çeşme Liman’ının hoyratça doldurulduğu malumudur tüm herkesin, hem de muhalif ve muarızlarına nispet yaparcasına hatta tam da onların canını yakıyormuşçasına yapılan bir muameledir kanaatime göre… Peki, bu sadece benim kanaatim midir? Tabii ki hayır. Gazetemiz arşivinde, 23. Haziran 1988 tarihli Başbakanlık makamına yazılmış ve dağıtımı Cumhurbaşkanlığı, Devlet Bakanlığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma ve Yükseltme Kurulu Başkanlığı’na yapılmış ve Y. Mimar Mesut Kaynak, Y. Mimar Erol Güçiz, Armatör Vehbi Ertürk, Y. Mimar Cemil Çınar, Tüccar Çoşkun Vural, Kaptan Yaşar Çoşkun tarafından kaleme alınmış ve Çeşme Liman’ının tarihi, arkeolojik ve kültürel önemine vurgu yapılmış bir dilekçe ve ekleri haritalar ve fotoğraflar bulunmaktadır. Mezkûr dilekçede konunun bu anlamdaki önemine vurgu yapılan şu cümle çok çarpıcıdır; “Bilindiği gibi 1770 tarihli Osmanlı – Rus savaşı Çeşme’de cereyan etmiş ve Osmanlı savaş gemi batıklarının bir kısmı bu körfezde yatmaktadır. Bizlerin tespit edebildiği, iskele dolgu sahasının altında kalan, ilişikteki harita ve fotoğraflarda batıkların yeri ile resmi görülen, T.C. Deniz Kuvvetlerinin malı olan Osmanlı Savaş Gemileri enkazı yok olacaktır. Haritada (A) ile işaretleneni 10 metre genişlik ile 24 metre uzunluğunda, (B) ile işaretlenen 7 metre genişlik ve 18 metre uzunluğunda ahşap kadırgalar gülleri ile birlikte o tarihi canlandırmaktadır. Turizm ve arkeoloji açısından da ne derece önemli oldukları açık bir gerçektir.” Mezkûr dilekçede, limanın nasıl sirkülasyonu azalarak köreleceği, yaklaşık 58.000 m2 dolgu alanı için yeniden taş ocaklarının açılacağı, turizm iskelesi diye sunulup RO-RO taşımacılığı iskelesi olmanın öne çıkacağı gibi sayısız sakıncalar sıralanarak bitirildiği müşahede edilmiştir. Bugün öngörüleri gerçekleşmiş, ortaya çıkan olumsuz görüntünün kapatılabilmesi adına Marina hamlesi yapılmış Çeşme limanı için kaygı duyan ve bu kaygılarını çekinmeden ilgili makamlara sonuç alınamayacağını bile bile ama çıkmamış candan umut kesilmez sözü uyarınca ileten adı geçen büyüklerimize sonsuz teşekkür ediyoruz. Diğer taraftan tüm Çeşme’de dağıtımı yapılmış, 01.06. 1988 tarihli bir de “Çeşme’de Yapılması planlanana RO-RO İskelesi ve getireceği sorunlar” başlıklı bildiri bulunmaktadır. Mezkûr bildiride “Feribot, Şilep ve benzeri Uluslararası gemilerin yağ, mazot gibi bıraktıkları atıklar, TIR trafiğinin artması sonucu oluşacak trafik ve hava kirliliği” başta olmak üzere diğer sorun ve sonuçlar ele alınmış, ancak tüm bu tespitlere rağmen sonuç değişmemiştir. Kerim devlet, menkuliyeti kendinden kerametini yeniden göstermiştir, vatandaş ne diyor, ne talep ediyor, ne bekliyor yok hükmündedir, keen nem yekûndür hülasa. Ne hazindir ki; tarihimize sahip çıkıyoruz diye diye, tarihi, doğayı yok etmek bir marifet sayılıp, bir de iltifata tabi olunmak isteniyor, vay ki vay, canım yurdumun halleri… İşte ilgili ve yetkililerin bilgisiz, bilgililerin de ilgisiz, etkisiz ve yetkisiz olduğu yerin harmanı da böyle oluyor. Ne yazık ki siyasi hayatımız bu kabil mart ayı politikasını bir türlü aşamıyor ve korkarım ki, aşamayacak ta…

Peki; Çeşme limanı sadece Osmanlı – Rus Deniz Savaşı kalıntıları açısından mı önemlidir, şüphesiz hayır, bakın ünlü seyyah ve yazar Evliya Çelebi meşhur eseri “Seyahatname”sinde ne diyor; “Bir defa kaleye saldırmak isteyen küffarın kapudane gemisi kaleden atılan bir topla suyun dibine batmıştır. Bundan sonra küffar gemileri bir daha çeşmeden sulanmaya tövbe etti. Mağlup ve perişan dönüp gitti. Sonra sömbeki dalgıçları batan düşman gemisinden birçok para, cephane, iki yatırtma tunç top ve daha başka toplar çıkardırlar. Bütün toplarla çeşme kalesini zenginleştirdiler. Allah evvelce düşmanın kaleden aldıklarının on mislini ihsan etmiş oldu. Çeşme Kalesinin çok güzel limanı vardır. Bütün büyük Barca ve Karavala kalyonlar burada yatarlar. Zira bu liman gayet iyi demir tutar. Çok güzel yatak limandır. Fakat batı ve karayel ve yıldız rüzgârlarından sakınmak gerektir. Böyle havalarda demir atarken dikkat etmek lazımdır. Zira limanın ağzı bu üç rüzgâra karşı açıktır. Bu rüzgârlar burasını çok şiddetli tutar ama hamis rüzgârından çok emindir. Bir Mürsel paresi (gemi) ip ile bir kalyon yatsa korkulmaz.”  Bu anlatımdan kolayca anlaşılacağı üzere, arkeoloji açısından son derece mümbit bir alan olan Çeşme Limanı yeterince değerlendirilememiştir ya da değerlendirilmek istenmemiştir. En azından anlıyoruz ki; Seyahatname 17. Yüzyılı konu aldığına göre, Çeşme Limanı Osmanlı – Rus deniz savaşı öncesi de çeşitli savaşlara sahne olmuştur.

Sonuçta, gelip dayandığımız nokta hep aynı, “dostluklar ya da düşmanlıklar üstünden politika yapmak”, ne yazık ki böyle bir gelenek oluştu ve gidiyor. Herhangi bir şeyi “diye diye” tam tersini yapmak, vukuat-ı adiyedendir gayri, benzer siyasi kavrayış ve donanımlara sahip muktedirler açısından. Osmanlı’dan bu yana nizamnameler, kanunlar çıkarıp sadece lehlerine kullanma söz konusu ise meri, yoksa gel beri tarzından yaklaşımlar göstermekten ileri gitmemişlerdir. Örneğin; ilki 1869, ikincisi 1874 ve üçüncüsü 1884 yılında, görüleceği üzere birbirine çok yakın tarihlerde “asar-ı atika nizamnamesi” neşredilir, ama Bergama Zeus Tapınağının 1878 Almanlar tarafından kaçırılıp Berlin’e kurulmasına engel teşkil etmez, gerçi kaçırılma deyip te gerçek bir hırsızlık vakası dillendiriyor olmayalım, tevatür o ki, hani bazılarının deyimi ile “sultanlar sultanı” Sultan II. Abdülhamid’in talimatı ile “biz de bunlardan çok var” saikı ile Almanlara hediye edilmiştir. Peki, bu hediye ile sınırlı kalınmış mıdır? Zinhar, Milet Güney Agora Kuzey Kapısı, Bergama Athena Tapınağı Propylonu, Ksanthos Nereidler Anıtı başta olmak üzere daha neler, neler… Neyse konuyu çok dallandırıp budaklandırmadan asıl konumuza dönelim ama o günden bu güne miras ve tereke siyasi akrabalığa dikkat çekmeden olamazdı… Padişahlar tabii ki yeryüzünün önemli muktedirleri olarak bunların yok olmasına fetva eylerken, bu kabil büyük yok oluş kararlarına sahip olamayacak bugünkü mizahi ve küçük mirasçıları ne yapacaklardı, tabii ki “dostlukları-düşmanlıkları” üstünden politika yürütmeye devam edecekler ve dolaylı da olsa tarihin tahrip ve yok olmasına sebep, senarist olmaya devam edeceklerdi, netekim öyle olmaya da devam ettiler…