Cumartesi, Kasım 28, 2020

TÜRKMENİSTAN'A BENZEMEK- 11 SİGARA YASAKLARI

 

Çalıştığım şirketin Türkmenistan Şubesinin tescili için gerekli müracaatları yaptık ve inşaat faaliyetleri için imkân ve ihtimaller üzerine kolları sıvadık, yoğun bir koşuşturmaca… Bu arada kayıtın tescili için bir kez daha kontrole geliyor, yerel yetkililer… Pasaportumu alıp incelemekle başladı, görevini yapmaya… Muhterem bir bana bir pasaporta bakıyor, tam bir emme-basma tulumba misali, yüzüme bakarken de hafiften gözlerini kısarak adeta bir sorun olduğunu tebarüz ettirircesine… Kısa süre sonra anladık neden böyle davranıyor olduğunu, pasaporttaki fotoğrafım sakallı idi ve ben sakalları burada topsakal bırakmanın yasak olduğunu duyduğum için tedbiren kesmiştim, dert buydu… Ülkelerinde sakal bırakmanın yasak olduğu ya da hoş karşılanmadığı gibi bir şeylerin söylendiği için bende kestim gibisinden diyerek konuyu kapatmak istediysem de başaramadım, yaklaşık 1 saatlik tirat sonunda, kılık kıyafet konusunun konuşulmasının söz konusu olamayacağı kadar özgür ve demokratik bir ülkede yaşıyormuşuz meğerse, inandım, gerçi 2 saat devam etseydi tam inanacaktım, ya… Evet, özgür ve demokratik bir ülkede ilk abuklukla karşılaşmış idim.

Bir sabah ofise geldiğim anda çalışan arkadaşın misafirler için bulunan küllükleri topladığını görünce, önce temizlik için olabileceğini zannettim ama yine de merak ettim ve sordum, nedenini… Sigarayı bırakmış idim ve çok büyük bir keyif alıyordum sebzelerden ve meyvelerden, artık inanılmaz bir durum idi. Demek ki sigaradaki başta nikotin ve katran olmak üzere ağızda tabaka oluşturan her türlü madde dilin tat alma yeteneğini yok ediyordu anlaşılan. Ancak anladım ki yeni bir “Başkanlık Kararnamesi” yayınlanmış ve artık kapalı alanlarda sigara içilmesi yasaklanmıştır. Esasen sigarayı bırakmış biri olarak böylesi bir karara çok sevinmiştim, oysa o güne kadar sokakta ya da açık alanlarda sigara içilmesi yasak olup iç mekanlarda serbest idi, şimdi ise tam tersi… Bu kararla, sokakta serbest ama kapalı mekânda yasak oldu. Gerçi şimdilerde duyduğum kadarı ile sigara içilmesi külliyen yasaklanmış hatta sigara ithalatı da durdurulmuş, ne kadar doğru bilmiyorum. Sokakta yasak, sonra kapalı alanda yasak, sonra içilmesi yasak, sonra satılması yasak, sonra ithalatı yasak… İşte böyle bir aşk hikayesi, sokakta yasak iken toplumun önemli bölümü, evet sokakta içilmemeli, kapalı alanda yasaklanırken toplumun önemli bir bölümü, evet doğru karar, içilmesi yasaklanırken de toplumun önemli bir bölümü, evet kardeşim sigara sağlığa zararlı içilmemeli, satılması ve ithalatı yasaklanırken de toplumun önemli bir bölümü, evet kardeşim madem ki yasak ne diye satılacak, satılmamalı gibi abuk subuk gerekçeler ile hatta bir adım önce kabul ettiği aptal tez üstüne daha da aptal tezlerle savunmaya geçerler. Sonra da yasaklayana kızarlar, kimse de, Firavun’un sözünü hatırlamaz… Hani; “Firavun’a sormuşlar, nasıl firavun oldun diye de, o da cevaben, kimse itiraz etmedi, demiş ya…” tüm hikaye bu… Gerçi bizim topraklarda da harika bir darb-ı mesel vardır bu konuda; “sarı öküzü kaptırmamak” başlıklı…

Kimse sormaz kendisine, yahu bu Türkmenbaşı bizim sağlığımızı düşünüyor gibi yaparak sigarayı yasaklar da, neden sağlıksız gıdaların satışı ve kullanımı konusunda kılı kıpırdamaz, tarım ilaçlarının kontrolü konusunda kılı kıpırdamaz, Çin yapımı sırf ucuz olduğu için ithalatı sınırsız artış gösteren zehirli boyalarla üretilmiş çocuk oyuncakları, mutfak gereçleri konusuna hiç değinmez. Mesela egzost gazlarının sokakta yürürken bile insanı nasıl rahatsız ettiğini hemen herkes bilir de, her şeye para bulan Türkmenbaşı’nın “petrol arıtma derinliğini %86’dan %92’ye çıkaracak” yatırımı yapmaya pek yanaşmadığını bilmez nedense… Diğer taraftan da daha anlamlı duran bölüm ise, müptelaların sigara içme işini bu tür önlemlerle sonlandıracaklarına dair hiçbir sonuç alınmamış olması bir kenara emare bile bulunamamasıdır. Akla hemen yeni bir sektör yaratma niyet ve çabaları geliyor. Ülkenin; yegâne iş alanı inşaat sektörüne bağlı ekonomik faaliyetinin ve mezkûr faaliyetten nemalanmanın, ki o da sadece Türkiye’den giden firmalara dayalıdır, hemen yanına kâr marjı ve paylaşılma marjının bir hayli yüksek olduğu söylenen kaçakçılık mı eklenecektir. Göreceğiz eğer görebilirsek… Şimdi kalksak, tercih ve hürriyet desek, bir sürü muarızımız çıkar inanıyorum, çünkü zordur “Allahın tanıdığı yalan söyleme hürriyetinin gaspıdır” diye düşünenlere bunu belletmek. Örnek verirsiniz, ya kardeşim İran’da ve Suudi Arabistan’da içki yasak ve ihlali neticesinde ağır cezalar var, çare olmuyor. Ne kaçakçılık bitiyor ne kaçak imalat bitiyor. Tabii ki adamda azıcık tefekkür edecek organ çalışmayınca ve de asıl önemlisi niyet ve takat olmayınca söylenecek kelamın da pek bir manası olmuyor, vesselam. Çünkü Türkmenbaşı, kendisine biat edenlere böyle söylemiş ve kimse bunun dışına çıkmıyor, yahu mademki söz konusu sağlık neden diğerlerine ses çıkarmaz, yaşananlar karşısında kılı kıpırdamaz… Evet, gözler kör, kulaklar sağır, diller lal, beyinler dumur olunca, bu sonucun sürpriz olmayacağı da aşikâr…  

Türkmenistan’ı bilenler bilir, hayatın nerdeyse durdurulduğu gece saat 22’den sonra bazı araçlar satışa geçer, yerli, yabancı içki, sigara ve bazı yiyecek ürünlerinin rahatlıkla bulunabildiği yerlerdir. Mesela yine bilenler bilir, Türkmenistan’da restoranlar saat 22’de kapanır, ama görüntü odur, kimi pencerelere perde çeker, kimi arka bahçede ayrı bir bölüm açar ama aslolan faaliyetin devamıdır ve devam da edecektir. Siz yasalarla, baskılarla bir şeyi yasaklarsınız da yok edemezsiniz. Suudi Arabistan’da ve İran’da paranız varsa istediğiniz tür ve miktarda içki bulunur yeter ki yolunu bilin ya da bulun… Aaaa bulmanın riskli olduğunu söyleyenlere de pek kulak vermeyin siz, risk sadece garibanadır, gariban değilseniz risk de yoktur…

 

Cumartesi, Kasım 21, 2020

UĞUR TAYLAN – KOMŞUMUZ, BİR GÜZEL DEVRİMCİ

 

Yaklaşık 10 yıldır, başta ABD olmak üzere uluslararası güçlere iyice teslim edilmiş bir ülke, teslimiyetin içeride önemli ekonomik ve siyasi sonuçları ve yaşanan güncel günlük olaylar neticesinde dış politikaya dikkat kesilmesi istenen etkisiz iç politik unsurların kündeye getirilmesi çabalarının yarattığı atmosfer… Meclisin görevini ıskata varan hamleler, tahkikat komisyonları, ekonominin canına okuyan enflasyon, örtülü ödenek hoyratlıkları, milletin fakirleşmesi, yaratılan kutuplaşma ortamında kardeş kavgasına sürüklenen millet vs vs… Başta tüm bu suçlamalarla birlikte ve aslolan ABD’ye ihanet sayılabilecek, SSCB ziyareti girişimine istinaden bir askeri darbe ile tanışıverdi canım Yurdum. Sözde özgürlük ve adalet ortamı isteyenler iktidar sahibidirler artık… Ama iyi saattekiler hemen devreye girer, tasfiyeler, dışlamalar, ara darbeler gibi kaotik bir ortam neticesinde, hop zapturapt politikaları yeniden gündemde… Bağımsızlıkmış, özgürlükler imiş,  demokrasi imiş, planlama imiş, kalkınma imiş, külliyen hikaye… Bir önceki dönemde “itaat et, rahat et” kabilinden anahtarların teslim edildiği yeni küresel güç ABD, öyle etkilidir ki, adeta bizimkilerin nefesini dinliyormuş, gerçi haberi olanın diğer söylemlerinden anlıyoruz ki sistem danışıklı dövüş tarzında çalışıyor. Ne diyor dönemin Genelkurmayı, orduya dağıttıkları bir broşür ile; “ABD’yi sevmeyenler komünisttir.” Amerikan aleyhtarlığı arttığında işbirlikçiler ve erketeler behemehâl devreye sokularak basın-yayın faaliyeti ile ABD’yi yeniden sevdirme faaliyetlerine hız verilmesi de cabası…

Ayrıca, gençliğin idol olarak aldığı kişi, Mustafa Kemal Atatürk’ün “gençliğe hitabesini” de sürekli dinliyor ve tekrarlıyor. “Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler...” Demiyor mu Cumhuriyetin kurucusu, “istiklal” yani bağımsızlık yegâne önemli durumdur. Eeee o zaman ne oluyor bu üsler, ne oluyor bu askeri, tarım ve endüstri alanındaki anahtar teslimi…

Diğer taraftan ise; Vietnam, Küba ve Filistin başta olmak üzere “bağımsızlık savaşı” veren dünya ve bağımsızlık uğruna al kanlara boyanan dünya… Ulusal kurtuluş savaşının muhteşem sonuçlarının, “keşke Yunanistan kazansaydı” diyenler tarafından bile en azından sessiz kalınarak, istemeyerek de olsa olumlandığı, bağımsızlığın çok önemli olduğu vurgusunun herkes tarafından yapılmakla birlikte, ABD bağımlılığı, çaktırmadan ve subliminal mesaj olarak kafalara çakılmaktadır. Bu uğurda “nurlu ufuklar” vaat edenlerin ABD ile emhal olmaları da gözden kaçmamaktadır. Bu ortamda yurdunu çok seven bu “Bağımsız Türkiye” önermeleriyle yetişmiş yeni nesil “bağımsızlık benim karakterimdir” şiarını düstur edinmişlerdir.

İşte bu ahval ve şeraitte; toplumun en dinamik kesimi gençlik, Mustafa Kemal Atatürk’ün verdiği rolü tereddütsüz almaktadır. Neyse uzatmadan konuyu komşumuz, güzel devrimci Uğur Taylan’a getirelim. Geleceğini bu umde uğruna feda edercesine gözünü kırpmadan davanın içinde yerini alır. İşte bu güzel nesil “Başkaları için ölmek, ne büyük bahtiyarlıktır.” diye düşünmekten geri durmamıştır. Tıpkı; yazar İnönü Alpat’ın “Günlüğe düşen notlar”ı kitaplaştırırken yazdığı bir hikâyeyi ele alması, benzer durumların müthiş bir tasviriymişçesine. Malum hikâye; milyonlarca karınca bir uçurumun kenarına gelir, karşıya geçmeleri gerekmektedir. Tek yol vardır önlerinde, yüz binlercesi canı pahasına uçurumu dolduracak, arkadan gelenler ölen karıncaların üstüne basarak karşıya güvenle geçecektir. Önden gelenler öleceklerini bilerek atarlar adımlarını uçuruma. Uçurum karınca ölüleri ile dolar ama arkadan gelenler rahatça geçer. İşte işgale karşı çıkan bu yiğit insanlar; tıpkı uçurumu arkadan gelen karıncalar geçsin diye dolduran öncüler gibidir, dünyada önceden ve sonradan olan binlerce benzerleri gibi tereddütsüz bir şekilde bu ahlaksız ve haksız duruma karşı durmuşlardır. Asker deyince insan aklına gelen "asık suratlı, karşısındaki insana dik bakan, sert mizaçlı" insan demek diye düşünenler için tam tersi bir görüntüdür Uğur Taylan, büyük bir tevazu, insanı hayran bırakacak bir alçak gönüllülük ve sadelik timsali birisidir, o... Fedakarlığı bile tüm bu sıfatları hak etmesinin teyidi ve tescilidir adeta.

Tekrar yaratılması planlanan teslimiyete karşı durmak için toplumun her kesiminde olduğu gibi T.C. Silahlı Kuvvetlerinde de başta da Hava Kuvvetlerindeki genç subaylar olmak üzere devrimci askerler bir araya gelirler. Hemşehrimiz ve Mahallemizin büyüğü Hava Yer Üsteğmen Uğur Taylan’da bu biraya gelişin asli unsurudur artık. Sonradan yargılanmaları döneminde, düzenlenen iddianameye göre “THKP-C’de üyesi olmuş ve Hava Kuvvetleri içerisinde teşkilatlanarak ülkenin makus kaderi gibi dayatılan yokluk, yoksulluk ve ABD vilayeti olmaya itirazları nedeni ile ceza almışlardır. Liderliğini Hava Pilot Yüzbaşı Orhan Savaşçı’nın yaptığı bu grubun nerdeyse tamamı tutuklanır, şiddetli işkencelerden geçirilir. Evet; THKP-C’nin bünyesinde bulunma iddiası ile 300’den fazla subay ve astsubay yargılanır. Kimi ceza alır kimi beraat eder lakin hemen hepsi küçük rütbeli subay veya askeri okul öğrencisidir, diğer darbeci generallerin etki alanları dışındadırlar. Davadan sonra orduda kalmayı başaran az sayıda subay ise çok fazla yükselemez ve en fazla gelebileceği rütbe Albaylıktır. Uğur Taylan ile ilgili bilinmeyen çok şey kaldı, bilinmeyenlerin de büyük kısmını geçen zamanın güçlü akıntısı silmiş süpürmüş, en azından bana böyle görünmüştür. 

Gözaltılar, işkenceler, ölenler, öldürülenler ve katledilenler o kadar çoktur ki etrafında artık saldırının büyüklüğü ve topyekünlüğü karşısında yıkılmamak, kahrolmamak imkansızdır. Bu kabil hissiyata kapılmanın sonuçlarından biri de geri çekilmek, içe kapanmak, içerideki dalgalanmalara mâni olamamak gibi sonuçlar doğurduğunu, hassaten tespit etmektedir bilim insanları. İçeride kopan fırtınalar bir kenara ruh hali korunaksız, korumasız ve yalnızlığın derinliğine itildiği inancı yerleşir insana…

Bu yazı; bir dönemi anlatmak ve yargılamaktan ziyade mezkûr dönemi layığı ile analiz edip, niyet ve tavır ve de irade beyanında bulunmuş ve bu uğurda ağır ve telafi edilemez bedeller ödemiş bir abimizin hayatının görünen bölümünün bir kısmını anlatmayı hedeflemiş olup yine mecburen fon kabilinden de olsa döneme ilişecektir kaçınılmaz olarak. Geçmişin ağır analizlerine girmeden, o dehlizlerde patinaj yapmadan, tercih yapan ve tercihine uygun davranan bir yiğit abimizin hayatı olacaktır, gerisi ise bir tarafı ile uzmanlık alanıma girmemesi diğer tarafı ile de mezkûr dönem zaten önemli ve ağır abiler tarafından yeterince değerlendirilmiştir. Bu yiğit insanın yaşanan ağır hayat koşulları ve ödenen büyük bedeller karşısında yaptığı en önemli hamle, temkinli yaşamı tercih etmek olmuştur. Bu temkinli olma tercihi zaman içinde yer yer küskünlükler oluşumuna neden olmuştur ama yaşananlara bakılınca da karşılığının da bu kadar olması hafif sayılmalıdır.

Ben; psikologlukları bile yanaşmacılıktan öteye gidememiş, karnı arta kalanlarla ziyadesiyle doyurulmuş okyanus ötesi beslemelerin, bilim adamı postuyla, dönemin yaşananlarını ve yaşayanlarını nefes almaksızın kötü gösterme çabalarına rağmen yurdumuzun en seçkin, en duyarlı, en hassas, en çelebi, en bilgili, en namuslu ve en yiğit bu neslinin önünde hayranlıkla ve saygıyla eğilmekteyim. Zamanın; bu kendisini feda edenlerin kaybına alışmamıza neden olduğu çok sarih lakin asla ve kat’a unutulmayacaklardır.

Pazar, Kasım 15, 2020

GEÇMİŞTEN GELECEĞE

 Söyleşinin hararetli bir anında kapı çalındı.

Yzb. Aziz bağırdı: -Kapıdaki kişiye seslenme yetkisi en kıdemli subayındı. Ayrıca Tabur Nöbetçi Amiri idi-

-Girrrr!

Kapı açıldı, içeri giren nöbetçi çavuş esas duruşa geçip, selam verdi.

Yzb. Aziz, arkadaşlarıyla söyleşinin bölünmesinden biraz sinirlenmiş olduğu için sertçe sordu:

-Ne var?

- Komutanım, polisler bir sivil getirdiler, bize teslim etmek istiyorlar. Bir de yazı getirdiler, buyrun.

Çakırkeyf Yüzbaşı, çavuşun uzattığı sarı zarfı biraz içkinin etkisiyle, biraz da meraktan doğan bir telaşla koparır gibi çekip aldı, parmağını yandan sokup zarfı açtı. Zarfın içinden çıkan çift kırmızı aylı ve kırmızı “zata mahsus” damgalı kâğıdı bir solukta okudu. Yüzbaşı, okuduğu yazı ile ayılır gibi olmuştu. Yazıyı bir kez daha okuduktan sonra arkadaşlarına döndü ve konuyu çok önemsediğini belirten bir ses tonu ile durumu açıkladı.

-        Yazı MAH’tan geliyor arkadaşlar! “Zata mahsus”; ama sizden gizleyecek değilim ya, size de okuyayım da ülkemizde ne şerefsiz adamlar varmış görün!..

Yazı şöyleydi:

“… yazı ile gönderilen kişi, (…) Üniversitesi hocalarından (…) Stalin’e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir… Kendisi, Bulgaristan sınırından, ‘usulü dairesince ve kimseye gösterilmeden’ sınır dışı edilecektir…”

Yzb. Aziz bu son cümleyi, üzerine basarak ve ağır ağır okurken, bir yandan da levazım subayına anlamlı bir şekilde göz kırpıyordu.

Ben, hem okunan yazıyı tam olarak anlayamamanın, hem de bir Türk vatandaşının, hele de bir bilim adamının Rusya vatandaşı olmak istemesinin yarattığı şaşkınlığın neden olduğu soru dolu gözlerle, bir süre yüzbaşıya baktım. Sonra düşüncemi açıkladım:

-Nasıl iştir bu? Bir Türk vatandaşı, bir üniversite hocası, ülkesini bırakıp düşmanı olan, şimdi de Türkiye’den toprak isteyen Sovyet Rusya gibi bir ülkenin vatandaşı olmayı nasıl ister?

Yüzbaşı, bana yanıt vermedi; herhalde o yıllardaki (1940’lı) her Türk subayı gibi o da böyle düşünüyordu.

Yüzbaşı çavuşa seslendi.

-Getir şu namussuz herifi de boyunu görelim!

Dışarı çıkan çavuş, biraz sonra adı geçen kişiyle beraber döndü.

Süklüm püklüm içeri giren kişinin elleri önden kelepçeliydi ve bir elinde içine birtakım kağıtlar doldurulmuş olan bir kâğıt sepeti tutuyordu. Ben buna bir anlam veremedim. Neden bir torba ya da küçük bir çantası yoktu? Belki de Stalin’e yazdığı dilekçe MAH’ın eline geçmez, hiçbir kişisel eşya almasına fırsat vermeden adamı yaka paça buraya göndermişlerdi. Belki de o, Rusya’da kendisinin her türlü gereksinmesinin karşılanacağını düşünerek hiçbir şey almak gereğini duymamıştı.

Adamın rengi sapsarıydı. Sınır dışı edilecek bir kişinin yüzü herhalde pembe beyaz olacak değildi ya! … Uzun boylu, kravatlı, takım elbiseli ve gözlüklü aydın bir kişi görünümündeki adam, tüm korkmuş durumuna karşın, soğukkanlılığını korumaya çalışır gibiydi. Gerçekte bu sonuca pek de şaşırmaması gerekirdi. Çünkü 1940’ların Türkiye’sinde, böyle bir girişimin sonucunun da böyle olacağını düşünmeliydi. Hem de Stalin daha birkaç yıl önce Türkiye’nin Doğusundan toprak isterken ve Boğazlar’ da hak iddiasında bulunurken, Türk istihbaratının ne denli duyarlı olabileceğini bilmesi gerekirdi. Böyle bir girişimin vatan hainliği olarak nitelendirileceğini hiç mi düşünmemişti? Aydın bir adamdı ve kuşkusuz bunları da biliyordu… Eh işte şimdi sınır dışı edilecek arzusuna kavuşabilecekti. Komünist Bulgaristan, her halde onu Rusya’ya gönderirdi. Gitsindi, hiç değilse Türkiye’den bir hain eksilmiş olurdu. Rusya’ya gidince de hanyayı konyayı görürdü.

Levazım üsteğmeni Fevzi ise, hafifçe sırıtıyordu. Bu çok tuhaf bir gülümsemeydi dudakları hafife açık, gergin ve dişlerinin uçları görünüyordu, sanki birini ısırmak istiyor gibiydi. Bu sırıtkan ağzı; kısılan, öç ve kin dolu gözleriyle birleşince, Fevzi’nin yüzü korkutucu bir şekil almıştı; sanki üstüne atlayıp, avını parçalamaya hazırlanan vahşi bir hayvan gibi bakıyordu adama…

Yüzbaşı, çavuşa döndü:

-Peki oğlum! dedi. Teslim alın ve nezarete atın. Dikkatli olun. Biz onu yarın sabah Bulgaristan’a postalarız, o da sevgili Rusya’sına kavuşur, hah hah hah!

Adam, dışarı çıkınca, Üsteğmen Fevzi, bana döndü ve sağ yumruğunu sol avucundan çıkarıp sallayarak:

-Nah! Rusya’ya gideceksin! Namussuz komünist piçi! Dedi.

Benim bu hareketten pek bir şey anlamadığımı görünce açıklamak gereğini duydu

-Biz, dedi. Bu namussuz gibi üç kişiyi postaladık sınır dışına; ama canlı olarak değil tabii. MAH’ın yazısındaki “kimseye gösterilmeden sınır dışı edilsin” sözlerinin anlamı, “adamı yok edin” demek oluyor. Anladın mı şimdi ha!?

 

Ertesi gün, …… öğlen yemeği için gazioya gittiğimde, orada Üstğm. Fevzi ile karşılaştım, iştahla yemeğini yiyordu. Benim, kendi masasına oturmamı işaret etti; ben de oturdum ve yemeğimi istedim.

-Domuzu sınır dışına postaladık, dedi.

-Eh, adam da isteğine kavuşmuştur artık.

Fevzi benim bu saflığıma kahkahalarla güldü:

-Yahu, sen de amma safsın be Nevzat! Dün gece anlattıklarımı hiç mi anlamadın yani?

...

Sabahleyin de tutanağı yazıp tabur komutanına verdik. “… hiç kimseye gösterilmeden sınır dışı edilmiştir.” Altına da üçümüzün imzası bulunuyordu.

 


Yukarıdaki satırlar; adeta
“elyazısı ile itiraflarını yazmış” 12 Eylül’ün kudretli generali Nevzat Bölügiray’ın “Geçmişten geleceğe” adlı kitabının hemen başında mesleğe başladığı ilk yıllarda ve de anlatımlara bakılırsa da muhtemelen Sabahattin Ali’nin katledildiği bir olayı anlatıyor. Çok vahim bir durum. Kitap yayınlanalı 11 yıl geçti. Çok merak ediyorum; acaba, herhangi bir kimse bu Yüzbaşı Aziz kim, Üsteğmen Fevzi kim diye sordu mu?  Bunlar Türkiye Cumhuriyeti ordusunda daha başka ne görevler üstlendi, görevleri sırasında ne tür vukuat raporları tutuldu, vs vs… Peki; anlatımlarda (…) şeklinde beyan edilen üniversite hangisi, (…) şeklinde yazılıp geçilen kişi kimdir diye kimse merak etmedi mi acaba? En ince detayı hatırlayan muhterem bu tarz ile gizleme mi yapıyor? Yoksa o da mı hatırlayamadı? Kimse bu anlatılan vahim olayı önemsemediğine göre acaba bu kudretli general hayal mahsulü olaylar mı anlattı? Yoksa bunlar vukuat-ı adiyeden mi kabul edilerek geçildi? Peki tüm bu anlatılanlar hayal mahsulü ise neden Türkiye Cumhuriyeti ordusunu bu kabil vahim olaylarla zan altında bırakıyor diye çemkirilmedi? Yoksa kendisinin kendi tanımını yaparken “saf” diye nitelemesini doğru mu buldu değerlendirme yapacaklar? Eğer öyleyse bu kadar saf bir subayın bu kadar kademe ilerlemesi makul bir durum mudur acaba? Sorular, sorular, sorular… Ya da merak etme üstüne meşhur “darbı mesel” mi devrede acaba?

Cumartesi, Kasım 07, 2020

GİRİTLİ OVASI ve DERESİ HARMANLAR YANI-1

 

Giritli Deresi yatağı; Giritli Ovası yönüne gidilince yaklaşık 10 ya da 15’mt lik bir bant içinde kıvrılarak ama değişkenlik göstererek akardı, Derenin içinden derenin suyunun akış miktar ve hızına bağlı olarak sürekli değişen bir patika yol da bulunur idi ki bu yol da Ova ile Köyümüz arasındaki yegâne bağlantı idi. Derenin denize bağlandığı yerde bugün “Yat Kaptanlığı Okulu” olarak kullanılan ve ne yazık ki layıkı ile restorasyonu yapılamamış bina bidayette “Gümrük İdarehanesi” olarak bilahare de Köyün İlkokulu olarak kullanılmış idi ta ki Derenin karşı tarafındaki Okul binasının yapımına kadar. Çiftlik Köy Gümrük işlemleri açısından çok önemli bir noktadır, Osmanlı dönemi Aydın Vilayeti Salnamelerinde yer alan ihracaatı yapılan ürünlerin cins ve miktarına bakılınca bu önem daha iyi anlaşılmaktadır. Mezkûr binanın şimdilerde artık balıkçı ve yat barınağı yapımına kurban edilmiş “Eski İskele” tarafına ve şimdiki “Ramazan Şenkul’un Kahvehanesine” doğru bulunan hizmet ve antrepo binalarının yıkıntılarını hatırlayınca bu önem gözümüzde bir miktar daha artmaktadır. Umarım bir gün okudukça, araştırdıkça mezkûr binalar manzumesinin planına, krokisine ya da tarifine ya da kullanımı üzerine bilgi ya da belgelere denk geliriz. Açıkçası çocukluğumuzun geçtiği, zaman zaman içerilerinde oynadığımız bu binaların işlevleri üzerine detaylı bilgi edinmek beni çok mutlu ve bahtiyar edecektir.

 

Biz, Dere’nin şimdilerde ıslah edilmesi üzerine Pazar yeri olarak düzenlenip hizmet veren bölümüne devam edelim. Şimdiki Minibüs yolu üzerindeki köprüden; ki o dönemde yok idi, yüzümüzü ovaya doğru çevirerek baktığımızda sağ tarafta “Balcı Hilmi”nin nispeten büyük bahçesi ve arı kovanları bulunan arsası bulunurdu. Hilmi Amca’mızın oğlu Halil benim çocukluk arkadaşım ve akranımdır. Hala zaman zaman görüşür muhabbet ederiz. Ancak çocukluğumuzda bir kuşak büyüklerimizin bizi her daim kızdırıp birbirimize düşürmek için yaptıkları provokasyonlar hala aklımdadır. Lakin bal toplama dönemi bir başka ritüel idi gerçi bizim için ritüel idi ama Hilmi Amca için öyle mi idi, hatırlamıyorum… Yoksa meşakkatli bu işin, her kovanın duman üfleme ile arısı boşaltılacak, kaçmayan arılara rağmen bal toplanacak, vs gibi zor ve ağır tarafları onlar için birer maişet mevzuu mu idi, bilinmez, öyle tahmin ediyorum ki kendileri bile hatırlamıyordur o duyguları şimdilerde… Yaz ortasında dereyi kullanarak tarlalarına gidenlerin, dereyi geçişleri esnasında derede yer yer öbeklenmiş suyun başında susuzluğunu gidermeye gelen arılar tarafından ve de ilaveten mezkur bal arılarını “besin zincirlerinin” en önemli hedefi bilen ve kılan “eşek arılarının” kadrine uğramaları çok sık karşılaşılan bir durum idi. Lakin her şeye rağmen, etrafta bulunan ama özellikle de Hilmi Amca’nın tam karşısında derenin öte tarafında kalan ve de sanki kiremitinden, tahtasından ya da kısmen taşından yararlanmak adına yarı yıkık binaların olduğu metruk alandaki bahçelerde yetişen papatya, kır lalesi başta olmak envai çeşit doğal çiçekten mamul balların tadına doyum olmazdı. Öyle şimdiki ballar ile kıyası kabil mamuller değillerdi. Artık tüm bu yaşananlar güzel birer anıdan ibarettir, ne yazık ki. Balcı Hilmi’nin evinden önce olabildiğince küçük, içinde Çoşkun adında bir köylümüzün yaşadığı bir evin varlığını hatırlıyorum lakin hayatı, çalışma alanları ile faaliyetleri hiçbir zaman ilgi alanıma girmediğinden detay hatırlamıyorum.

 

Balcı Hilmi’nin karşısında, Londi İbrahim’in evinden sonra, derenin diğer tarafındaki metruk alan deyince, enteresan duygulara kapılıyorum. Geniş bir alan 10’dan fazla oldukça büyük bahçeli ev ve sahipsizlik. Derenin karşı tarafında, şimdilerde yerinde yeller esen, bilindiği ve söylendiği kadarı ile yakın adaların ve bölgenin en büyük ve en önemli kilisesinin adeta mücavir alanındaki müştemilatı durumunda metruk bir alan… Enteresan… Binaların sadece taş duvarlarının hatta temellerinin dışında bakiyesi olmayan bir durum… İzaha muhtaç bir alan… Şimdilerde yapılan kadastro çalışmalarına istinaden yeni sahiplenmelere ya da eskilerine binaen tevzii…

 

Şu anda geniş ismini hatırlayamadığım ve hayatta olmayan derenin ovaya çıktığı son noktada “Kara Hasan” diye bildiğimiz bir büyüğümüzün evi bulunurdu, kilolu ve tıknaz mezkûr büyüğümüzün dere kenarındaki kuru taş duvarı üzerindeki bir hayli fazla olan teneke saksılardaki renk renk çiçekleri özellikle de karanfilleri unutulmaz olmuştur benim için her daim. Şimdilerde, içinde otel, restoran ve 2 de günübirlik tesisten türetilmiş malikane bulunan, Çeşme istikametinden gelip Köy içine dönen yolun hemen sağında geniş bir arazisi vardı bu büyüklerimizin köyümüzün en yaşlı zeytin ağaçlarının orada bulunduğu gibi bir şeyler hatırlıyorum, yarım yamalak… Oğlu Süleyman ki yakınlarda kaybettik kendisini köyümüzün mezarlığında bila bedel temizlik ve düzenleme işlerini de yürütmüştür ömrünün bir bölümünde… Gerçekten kendisini salt bu nedenle bile hayırla yad ediyorum. Diğer oğlu “Ali” ile bir kez artık ilerlemiş yaşlarımızda karşılaştık, artık tarlalar yeni sahiplerine devredilmiş, yaratılan yeni imkanlarla yeni hayatlar kurulmuş ama ne yazık ki büyük şehirde. Adeta bir turizm işgali neticesinde tam anlamı ile değişmiş ve dönüşmüş hayatların hikayesi saklı bulunuyor bu kıssa da…

 

Derenin denize taraf şimdiki 65 sokak tarafında daha önce uzun uzun yazdığım ve yazlarımın geçtiği Anneannem Hacer Karagöz’ün evinin tam karşısında, derenin öte yanında Ayran Dayı (Mustafa Amca) ve oğlu Hasan Abi (Küçük Hasan) bir hayli geniş bir evde yaşarlar idi. Hasan Abi evinin altında, zemin kattaki bir odayı dükkâna çevirmiş, bakkallık yapardı bir yandan da, öyle şimdilerdeki gibi sabahın köründen akşamın geç saatlerine kadar açık olan dükkanlardan değil. Tarla ve çiftçilikten arta kalan zamanlarda yürütülen bir faaliyet idi. Çocuklarının önemli bir kısmı çocukluk arkadaşım olan, şimdilerde artık ne yazık ki hayatta olmayan Tunay ve Selim’i özlem ve saygı ile analım, yeri gelmiş iken. Beni bir hayli fazla sevdiğini hatırladığım ve ömrünün son anlarında “Nefise’nin oğlu Ruhi” diye hatırlayan Hasan Abi’nin dükkanından aldığımız nohut tozu ile gazoz ve lokum ile bisküvi ikilileri müthiş etkilerdi bizleri o dönemde. Denilebilir ki çocuklar için, belki de büyükler için de, mezkur dönemin en önemli tandemleri bunlardı…

 

Hay Allah dere derken etrafındaki birkaç ev ve mukimini kaleme dökünce yine bana ayrılan yerin sonuna geldim. Dereye devam edeceğim…

 

Pazar, Kasım 01, 2020

KEMERHİSAR- TYANA


Feylesof Apollonius’un yaşadığı bu güzel kente yolumuzu özellikle düşürüyoruz, Roma Havuzu ve Su Kemerleri ile maruf tarihi “Tyana Şehrini” görmek için. Mezkûr Feylesof’a ilişkin bilgi edinmek için kaynaklara baktığımda da ise; özetle, Tyana’da doğup tahsil hayatı ve kariyeri için dönemin en meşhur kentlerinden Tarsus’a geçip orada da önemli temsilcilerinden kabul edildiği “Yeni Pisagorculuk” üzerine eğitim ve çalışmalarına devam etmiş olduğu bilgilerini edinmiştim.

Yine mezkûr kaynaklara göre, toprakları altında Klikya Bölgesinin en önemli antik kentinin yattığı anlaşılan bir alandır buraları. Kentin en önemli ve muhteşem yapısı sizi karşılıyor, “Su Kemerleri” ve zaten yerleşim yerinin adı da buradan geliyor. Su Yapıları Mühendisliğinin Anadoluda önemli örnek yapıları vardır, işte “Kemerhisar” Su Kemerleri de bu kapsamdan olup yaklaşık 4 km uzaktaki önemli bir su kaynağı sayılabilecek “Roma Havuzundan” su isale işi için gerçekleştirilmiştir. Kaynaktan itibaren, itibari sıfır kotundan artarak devam eden ve yaklaşık 6 mt yüksekliğe ve kemer açıklığı ortalama 3,5 mt’ye varan yaklaşık 1,5 mt uzunluk 1,5 mt genişlik ve 1 mt yükseklik boyutlu blok taşlardan oluşan ve üzerindeki su kanalı taşların 40 cm’ye 40 cm oyulması ile oluşturulmuş. Kemerlerin inşaatında kullanılan blok taşların yerel ve kireçtaşı olduğunu kaynaklardan öğrenip krem renkli olduğunu da gözlemleyebiliyorsunuz. Kaynaklardan anladığımız kadarı ile İskoçyalı Arkeolog ve tarihçi William Mitchell Ramsay, 1882 yılında Tyana’yı ziyaret eder ve tuttuğu notlarda ve anılarında kemerlerin tamamının eksiksiz olduğunu ifade eder, doğru yanlış bilemem ama görünen o ki mezkûr antik kent şanlı Osmanlı döneminde ciddi kayıplara uğramış… Gerçi hem geç Osmanlı dönem yerleşkelerindeki evlerde hem de Cumhuriyet döneminde inşa edilen evlerde ya da bu evlerin bahçe duvarlarında ya da bahçe kapılarında kemerlerden alınan taşların kullanıldığı görülmektedir, hem de halen ve  adeta birer tevsik belgesi niteliğinde. Burada vatandaşın bilinçsizliği ya da vurdumduymazlığı kadar mülki erkanın örnek alınmasının da etkili olduğunu göz ardı edemeyiz. Hatırlayın İzmir Sancak Kale yapımında ilkçağdan kalma tiyatro binasının kesme taş bloklarının sökülüp alınması hikayesini… Konu ile ilgili tafsilat için http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2017/09/sancak-kale.html linkindeki yazıma bakılabilir.

           

Şimdilerde nüfusu 5.000 civarında olan ve anlaşıldığı kadarı ile de tarih içerisinde sürekli ve ama gönüllü, ama gönülsüz göç veren Kemerhisar adını alarak evrilen tarihi kent “Tyana” ise Roma İmparatorluğu döneminde 30.000 nüfusa sahip, enteresan… Gerçi, Kapadokya’dan Önasya’ya giden en önemli geçittir, işte bu gözle bakınca, Niğde, Kayseri, Ankara ve Çukurova ve Mezopotamya aralığında da kalınca daha bir başka anlam yükleniyor bu kente ve sürekli yerleşim tercihinin nedeni kolay anlaşılıyor… Anadolu başta olmak üzere İtalya, Yunanistan İle Roma İmparatorluğunun hükümranlık alanlarına bakıldığında görülecektir, su ve su iletim konusundaki yönetim hassasiyetleri. Her nereye uğramışlar ise her nerede yerleşmişler ise orada mutlaka su kemerleri görmek, orada mutlaka su iletim amaçlı tünelleri, hamamları, havuzları ve termal tesisleri ya da kalıntıları görmek mümkün. Nasıl ki Büyük İskender nereye gitmiş “yol yapmış” ise, Romalılar da su yapılarını gerçekleştirmiş ya da geliştirmiş görünmektedir. İnsan Sisam (samos) Adasındaki “Eupalinos Tüneli ve Eupalinian Su Kemeri”ni görünce “ehem mühimme müreccahtır” sözünün derin ve tılsımlı manasını yeniden keşfediyor. Özel olarak ta Roma İmparatoru Hadrianus nerede bir su yapısı varsa karşımıza çıkıyor, tıpkı İstanbul, tıpkı Hatay, tıpkı İzmir, tıpkı Sisam Adasında olduğu üzere, tabii ki burada da karar verici…


Neyse, biz Tyana ile devam edelim. Roma İmparatorluğu döneminde bir aralar var olan “Kapadokya Krallığının” başkenti de olduğunu öğrendiğimiz Tyana mezkûr dönemde ihtişamının doruk noktasını sarayları, tapınakları, su kemerleri, hamamları ile yaratılan yüksek refah ortamı döneminde yaşamış. Konuya ilgi gösterenler haricinde pek yaygın olarak bilinmeyen ancak gidilince nasıl muhteşem bir kemerler manzumesi ve müthiş planlanmış su kaynağı ile karşı karşıya olduğunuzu anlayacağınız bir yerdir. Tarihi kentin gün ışığına çıkarılması çalışması ne yazık ki tamamlanamamış, devam etmektedir ve bir hayli de uzun süreceği anlaşılmaktadır ilave olarak. Canım Yurdumun “neresini kazsanız tarih fışkırıyor” sözünün bir kez daha gerçekleştiğini görüyoruz ve hüzünleniyoruz çünkü kazılmayı bekleyen çok yer var gibi. Gerçi bu çalışmaların hızı böyle mi olur yoksa daha hızlanabilir mi tam bilemiyorum, konunun uzmanlığı gereği birkaç koldan çalışmaların yapılması mümkün mü, gerçekten bilmiyorum. Çalışmaların yavaşlığı merkezi idarenin tercihi mi, konunun öneminin kavranmaması mı, tercihler dışında kalan uygarlıkların göz ardı edilmesi mi, bütçesel sıkıntılar mı, bilemem gayri ama muhteşem bu kentin bir an önce gün ışığına kavuşturulması gerektiğini düşünüyorum. Mesela dünyanın bir sürü yerinde yatırımlara ya da ihya çalışmalarına finansör olan Diyanetin bu kabil herhangi bir çalışmaya kuruş aktarmadığını da ibretle izlemekteyiz. Ayrıca konunun çözümünün de hiç de kolay olmadığı aşikardır, mülkiyet hukuku, kamulaştırmalar, kamulaştırılan yerlerdeki diğer yapıların korunması ya da ortadan kaldırılması, çalışmanın nazikliğine binaen uzman etüt ve çalışmaları, bütçeler, siyasi kararlar, vs vs… Ancak şurası muhakkak ki, Hititler ile başlayan Romalılar ile yükselen devamında Osmanlılar ile de hareketli bir dönem geçirip günümüzde de devam eden bu kent gezi severleri beklemektedir ve hiç pişman olmayacakları da kesindir.

Kentin içinde toprak üstünde kalmış Su Kemerleri boyunca yürüyünce nasıl bir çalışma planlanmış ve gerçekleştirilmiş açıkçası ve gerçekten ağzı açık kalıyorsunuz. Hemen su kaynağının bulunduğu alanı görme arzusu oluşuyor ve yola koyuluyorsunuz. Şüphesiz ki, adı “Roma Havuzu” olunca sanki su sporları ya da banyo faaliyetleri yapılıyormuş algısı oluşuveriyor. Lakin havuzun oraya gidince dönemine göre hayal edip gerçekleştirmenin boyutu karşısında şaşırıyorsunuz. Yapım tekniği itibariyle, havuzun doğal kayanın kazılarak, tüm kenarlarının kesme taş ve mermer blok taşlar ile örülmesi ile inşa edildiğini öğrendiğimiz havuz aslında rezervuar demek daha doğrudur ve tabandan kaynayan suyun biriktirilmesi maksadı ile planlanmış olup 23 mt genişlik 66 mt uzunluk ve 2,5 mt derinliktedir.