Pazar, Ekim 25, 2020

VARDA KÖPRÜSÜ

 

Geçen hafta, Osmanlı’nın “Düyûn-ı Umûmiyye”ye teslimi ile Deustche Bank’ın kredisine istinaden emperyal güçler arasındaki “ipek yolu” kavgasının Osmanlı’yı Alman’ın arka bahçesine çevirecek bir teslimiyet ile daha sonuçlanmış olan Bağdat Demiryolu yatırımından bahisle, sonucun öyle böyle denilemeyecek prangalar oluşturduğunu yazarak ilerlemiş idim. Yani öyle bir sonuç ki, yerli ve milli ordunun komuta kademesi dahi mezkûr kuvvetlerin eline geçmiştir. Artık Bağdat Demiryolu hamlesi ile başta Demiryolunun her bir yanında yirmi kilometre genişliğindeki bir alanda madenlerin izinsiz, ruhsatsız ve bedelsiz işletilmesinin devri olmak üzere daha birçok konuda sınırsız ve sorumsuz bir ortak zuhur etmiştir, memalik i Osmaniye’ye. Emperyalizm doğası gereği 1 taş ile 1 kuş vurmaya rıza göstermez, birden fazla kuş vurmak ister, demiryolunun inşası ile bir an önce petrole, başta Hindistan Ticaret Yolu olmak üzere tüm uzak doğu merkezlerine ulaşılacak diğer taraftan da etrafta ne var ne yok bedelsiz, zahmetsiz sahiplenilecek… Ama emperyalizm de monoblok değil ki, rekabet var, hem de nasıl… Gözü kan bürüyünce tüm dünya kana bulanıyor… Neyse…  

Bağdat Demiryolu kapsamındaki; yöre halkı tarafından “Alman Köprüsü” ya da “Koca Köprü” diye bilinen tarihi köprü, TCDD kayıtlarına “Varda Köprüsü” diye geçirilmiş iken Alman kayıtlarında ise “Giaurdere Viadukt” yani “Gavurdere Köprüsü” olarak yer almakta imiş, A. Nadir İşibağ’ın “Belemedik tarihi” kitabından aktarılanlara göre… Köprünün yerini bilenler ve geçen yüzyılın başındaki imkân ve teknik seviyeleri bilenler açısından muhteşem bir köprü olduğu tartışmasızdır. Köprü 3 ana açıklık, 4 ana olmak üzere toplam 11 ayak üzerine, ana taşıyıcı çelik kolonlar ve dışı taş örülerek kaplanmış 172 mt. uzunluk orta ayak yüksekliği 93 mt. olarak, en genişi 12 mt olan kemerli tarzda inşa edilmiştir. 4 adet ana ayak içerisinde bakım merdivenleri olduğu tanıtım yazılarında belirtilmektedir. Köprünün 1907 yılında başlayıp 1912 yılında bittiği belirtilmekte ve yapımı 5 yıl süren ve toplamda yaklaşık 5.000 ya da 6.000 kişinin çalıştığı bilinmekte olup inşaat sırasında 21’i işçi, 1’i mühendis olmak üzere 22 kişinin öldüğü bilinmektedir. Böylesine müthiş bir inşaat eseri karşısında, işin süresi ve toplam çalışan insan sayısı ile işin zorluk derecesi göz önüne alındığında yaşanan kayıpların, önemsenerek alındığı belirtilen iş güvenlik tedbirleri neticesinde bir hayli az olduğu aşikardır. 1986 ya da 1987 yılında “iş güvenliği” konusunda aldığım eğitim seminerlerinde öğrendiğim ve aklımda kalan istatistik verilerine göre kıyaslandığında ciddi manada tedbirlerin alındığı izlenimini vermektedir. Canım Yurduma henüz yeni yeni girmiş olan “iş güvenliği” bilgi ve uygulamalarının geçen yüzyılın başında “gavurlar” tarafından alınmaya başlanmış olmasının da burukluğunu bugün bile yaşamaktayım, varın siz düşünün konunun ne kadar gerisindeyiz gayri. 


Diğer taraftan, Köprü’nün 2 tünel arasında kalması ile arazi şartlarından ötürü yaklaşık 1.200 mt. yarıçaplı bir yatay kurp (dönüş) üzerine oturmuş, yol deverinin (enine eğim) de yaklaşık 90 km hıza uygun 47 mm. olmuş olması ve bu nedenle köprü ayaklarının buna uygun bir aks üzerine denk gelmesi de konu üzerinde ne kadar çalışılmış olduğunun bir başka göstergesidir. Ne kadar çalışılmış diyorum çünkü Osmangazi Köprüsü için yanlış malzeme seçiminden ötürü olduğu söylenen Japon Mühendis intiharı hala akıllarımızdadır. 

Adana’nın Fransızlar tarafından işgali sonrasında genişleyen işgal Pozantı’yı da hedef alınca, Fransız ikmal yollarının kesilmesi niyeti ile Milis kuvvetlerince dinamitlenerek uçurulması düşünülmüş ise de yine Baş Mühendisin yardımcısı bir Fransız olan başka bir mühendisin mademki ikmalin kesilmesi amaç, “Varda” yerine “Yaramış Köprüsü” alternatifi önerisi yapılır ve aynı amaca matuf dinamitlenerek havaya uçurulur. Tarihi bilgiler böyle demektedir.

Demiryolu ve Varda Köprüsünün inşaatının yapımı için bir de servis yolu var ki, gerçekten müthiş ve görülmesi tek başına bile elzem, topoğrafyanın sunduğu manzara ve servis yolunda bile tünellerin düşünülmüş olması nasıl bir planla karşı karşıya olduğumuzun bir başka versiyonu adeta. Mezkûr servis yolunun, demir, çimento benzeri ithal inşaat malzemelerinin Mersin Limanından taşınarak inşaat mahalline getirilmesi için kullanılan deve kervanlarının ikmal hattı olarak kullanıldığı bilinmekte olup dahili nakliyeler için ise “vara-gele” denen bir nevi asansör ya da teleferik benzeri düzenekler kullanılmıştır. Kemer iskele ve kalıpları için ayaklar üstünde oluşturulan mesnetlerin bugün de görülmesi mümkündür. “Vara-gele” sistemi demiş iken hemen mezkûr köprünün adının “Varda”ya çıkması üzerine bir tevatür aktarayım. Tevatür o ki; bu kabil yükseklikte malzeme ikmali için çalışan bu asansör sistemi gözle tam olarak izlenemiyor, malzeme ikmalinin ulaşıp ulaşmadığı ise, en eski iletişim yöntemi olan bağırma-duyurma usulü ile gerçekleşiyor ya, “vardı mı” sorusuna “var daha, var daha” cevabı üzerine “Varda”ya evriliyor, işte öyle… İnanırsınız, inanmazsınız, size kalmış, bize düşen nakli kelam.

Köprü, ilaveten “James Bond” filminin son serisi olan “Skyfall”ın bazı aksiyon sahnelerinin çekiminde film platosu olarak da kullanılmıştır. Bu kabil film severlerin, bu filmin, ama duyurularından ama izlenmesinden sonra buraya akın edip bir trend oluşturdukları da vakadır. Özellikle başrol oyuncusu Daniel Craig’in trenden düşme sahnesinden sonra başta film severler olmak üzere, doğa ve fotoğraf meraklıları ile tarih severlerin bir akını olduğu söylenmektedir. Diğer taraftan artan ünü sayesinde başta “Gelin-Damat” fotoğrafımız olsun diye düşünen bazı düşkünleri de oluşmuştur, Varda Köprüsü’nün.  


Elin “gavuru” keşfetmiş gelmiş burada film platosu kurarak film çevirmiş, biz ise hala bilmeyiz, bilsek de gitmeyiz, gitsek de önemsemeyiz… Lütfen bilenler, bilmeyenlere iyi duyursun ki bu köprü ziyaret edile… Bu köprü, görülmeye değer, hatta ölmeden önce mutlaka görülmesi gerek yerlerden biri olarak kaydedilebilecek olup, gavurda olsa idi “neler yaparlardı neler” demeden gezilmeyecek bir yer olduğunu söylemeliyim. Şimdilerde Karaisalı Belediyesi görüntü ve görünüm açısından çok iyi ama servis açısından eksikleri olan bir de seyir kafesi gerçekleştirmiş, oturuyorsunuz sıcacık çayınızı içerken, köprüye bakarak, tarihi, ekonomi-politiği, sosyolojisi üstüne düşünürken kâh hüzünlenip kâh böbürleniyorsunuz lakin nasıl da emperyal oyunlar dönmüş de canım Osmanlı farkına varamamış diye üzülüyorsunuz, gerçi farkına varacak bir padişah ve yönetimde yok ama. Evet, seyir kafe'si yapılmış ama buna yeterli demek mümkün mü, şüphesiz değil ama bunun bir başlangıç olduğu kabul edilirse daha ciddi ve kapsamlı yatırımlar yapılacaktır. Evet, bu köprü ve civardaki tarihi yerler görülmeye davet ediyor herkesi…

Pazar, Ekim 18, 2020

BELEMEDİK ŞANTİYE YERLEŞKESİ

Osmanlı’nın artık eski yöntemlerle yönetmekte hayli zaafa uğradığı dönem; devr-i iktidar Abdülhamit Han olup, dönemin Nafia Nazırı sayılan Hasan Fehmi Paşa Sadrazam delaleti ile padişahlık makamına, demiryolu inşası için ecnebi sermayeye ihtiyaç olduğu ve bu sebeple de ecnebi şirketlere imtiyaz vermenin bir sakıncasının olmadığını, bilakis kendilerince alınacak sıkı tedbirler ile imtiyaz vermenin memalik-i Osmaniye’ye muhteşem katkıları olacağını bildiren çok detaylı bir lahiya irsal eder. Lahiya da teknik detaylar başta olmak üzere 2 ayrı güzergâh teklifi de bulunur, maliyet ve askeri ihtiyaçları açısından da Pozantı-Adana üzerinden olanın tercih edilmesi teklif edilir. Ancak Osmanlı sevicilerinin tüm söylemlerinin aksine deyim yerine ise “beyt ül mal” meteliğe kurşun atmaktadır. Tüm sıkıntılar “Düyûn-ı Umûmiyye”ye teslim olunca aşılıyor kendilerince, hani verilen tavizler, imtiyazlar ve neticesi iflas bile olsa, ne gam, ne keder… Maksat devri iktidarlarında gemi yürüsün yeter… Neyse… Ecnebi mali çevrelerinin garanti arayışları neticelenince de emperyal yatırımların önü açılır sözde başta demiryolları olmak üzere yatırımlar hızlanır ama emperyaller arası da rekabet çok artar aynı zamanda, kısa zaman sonra savaş marifeti ile paylaşıma varacak bir rekabet hem de…    

Biz tekrar konumuza dönelim; nihayetinde binlerce Alman ve Türk’ün ve de onbinlerce esirin çalıştırılacağı “İstanbul-Bağdat-Hicaz Demiryolu’nun” inşaatı için, Sultan II. Abdülhamid Han ile Almanya Kralı Kaizer Willheim II arasında 1888 yılında bir anlaşma imzalanır ve bu anlaşma demiryolu işletme imtiyazı başta olmak üzere, demiryolunun geçeceği, memalik-i Osmaniye’ye ait olan toprakların mülkiyetinin bedelsiz devredilmesini, binaların yapılmasına izin verilmesini, araziye kira ödenmeyecek olmasını, kum, çakıl ve taş ocaklarının bedelsiz işletilmesini, inşaatlar için gerekli kerestelerin ormanlardan bedelsiz kesilerek teminini, demiryolunun her bir yanındaki yirmi kilometre genişliği olan şeritlerdeki madenlerin izinsiz, ruhsatsız ve bedelsiz işletilmesinin devrini kapsıyordu. Nasıl imtiyaz ama… İngilizlerle muhabbet, Almanlarla balayı… Söylenecek çok laf var lakin zayi etmenin manası yok… Çok şükür artık ecnebi kumpanyaları yok böyle imtiyaz verilen, ve yine çok şükür ki hem yerlilerini, hem de millilerini yarattık, kocaman bir yoktan…

Demiryolu inşaatını yapmak üzere Philipp Holzmann adlı bir şirket tercih edilir ve projeyi yürütmek ve yönetmek ile ilgili Nicholas Mavrogordato başmühendis tayin edilir.  Şantiye Şefi mühendis Nicholas Mavrogordato, İstanbul Tarabya doğumlu, Osmanlı tebaası, ayrıca Alman vatandaşı yüksek inşaat ve demiryolu mühendisi olup, işin başından sonuna kadar, hiç ara vermeden, önce Almanlar adına, bilahare Osmanlı adına, işgal yıllarında Fransızlar adına nihayetinde de Yeni Türkiye Cumhuriyeti adına görev üstlenmiştir. 1903 yılından itibaren şantiyeleri Ulukışla, Tosunali-Pozantı-Belemedik ve Hacıkırı’nda kurmaya başlamış. Proje kapsamında Konya ile Kelebek arasında inşa edilmesi gereken 37 adet tünel bulunmaktaydı. Bu etabın en zorlu bölümü ise Belemedik ile Hacıkırı arasındaki 12 adet tünel, ki toplam uzunluğu yaklaşık 12 km’dir, 7 adet köprü ki en önemlisi Varda Köprüsü inşaatıdır. Bu zorlu parkurda personelin uzun süre bölgede konaklaması ve çalışması için bir lojistik üs gerekliliği o güne kadar olmayan Belemedik’in kurulmasına yol açar. Bu kapsamda Belemedik'e ilk yapılar 1905 yılında inşa edilmeye başlanır ve uzun sürecek bir proje ile karşı karşıya oldukları bilinci ile organizasyon yapılır. Ama bu nasıl bir yerleşke haline gelir, inanılmaz, Fırın, Kantin, Sinema, Kilise, Cami, Yemekhaneler, Atölyeler, ufak çaplı imalathaneler, Hastane, Postahane, Sosyal Evler, Yönetici Evleri-Villalar, Okullar, Lojmanlar, Su depoları, Elektrik üretimi ve şebekesi ile başlarda 5.000 kişilik bir nüfusun ihtiyaçlarına göre geliştirilir. Zaman içerisinde projenin bitmeyeceği kaygısı ile nüfus arttırılır daha sonra da savaşın da patlaması ile kısmen da olsa yavaşlayan proje ilerlemesi bu sefer de savaş esirlerinin buraya yollanmasıyla da hızlandırılmaya çalışılır. Artık bu kısır döngü bir ara 100.000 üstünde yöneteni ve çalışanı olan bir nüfusa çıkar. Hatta o kadar ki ihtiyaca binaen hafta sonuna girilirken dağıtılan paraların hafta sonu geriye alınması maksadına matuf Almanya’dan ithal sermayeler ile mezkûr mevkide malum faaliyetlere de zemin hazırlanır.

1. Dünya Savaşı devam ediyor olmasından ötürü yavaşlayan çalışmalar yüzünden Belemedik-Hacıkırı arasındaki 12 adet tünel inşaatı henüz bitirilememiş ve tünel inşaatlarının yavaş ilerlediğini yerinde gözlemlemek için Hacıkırı’na gelen Harbiye Nazırı Enver Paşa, yetişmiş eleman eksiği, yetersiz bütçe tespiti üzerine Düyun-u Umumiye’den 8 milyon Mark ve Almanya’dan 450 kişilik özel demiryolu teknik elemanını kapsayan bir askeri birliğin intikalini sağlanmış. İnşaat faaliyetleri hızlanmış lakin savaş Osmanlı’nın öğünmesinin hilafına hiç de hayırlı gelişmiyordu. Mondros Ateşkesi ile Almanya’nın ve Osmanlı’nın yenilgiyi kabul edip silah bırakması üzerine, ülke İngiltere, Fransa ve İtalya güçlerince işgale uğradı.      Pozantı-Belemedik-Hacıkırı Bölgesi Fransızlar tarafından işgal edilir ama inşaat faaliyetleri devam eder ama Şantiye Şefinin yardımcısı bir Fransız vatandaşıdır artık. İnşaatın tamamlanması ve işletmeye açılmasına yönelik detaylı bilgilerin tamamı internet ortamında kolay ulaşılabilir durumdadır, fazlası için bakılabilir.

Tanıtım tabelasındaki fotoğraflara bakıyoruz, yukarıda bahsettiğim ölçüde yepyeni kocaman bir şehir, peki alana doğru ilerleyince geriye kalan 3-5 yıkık dökük binadan başka bir şey değil. Oysa buralar ihya edilebilse, tarih ve doğa ile iç içe, hem öğren hem dinlen hem idman hem de temiz hava hem de bol gıda, ama nerde… Diğer taraftan Belemedik Tren İstasyonunun benim açımdan çok değerli ve anlamlı anılar içerdiği için ayrı bir önemdedir.

Esasen de, Canım Yurdumun öncelikleri çok farklı ve çok çeşitli, hangi birine yetişecek, iş çok, güç az… Olan gücüde planlı ve etkili kullanma becerisine sahip değiliz ne yazık ki, sonrası da Allah selamet versin.

Şimdilerde bakıyorum bir kıpırdanma var, doğa turları için oluşan “Tabiat Parkı”, kamping ve piknik imkanları ile… Adana Büyükşehir Belediyesi desteği ile Pozantı Belediyesi çalışmaları ancak bu kadar ile sınırlı anlaşılan, ama yine de eski ile kıyaslanınca muhteşem… Ama yeterli mi, zinhar… Oysa; Gülek Kalesi, İbrahim Paşa Tabyaları, Şekerpınarı su kaynağı ve Akköprü, Belemedik Alman Şantiyesi, Esir Kampı, Türk Şehitliği, Alman Mezarlığı, Varda Köprüsü, İskender Anıtı, Anahşa Kalesi, Anıt Ağaçları, Çakıt Çayı ve Vadisi başta olmak üzere yaylaları ile hem tarih, hem coğrafya, hem kültür, hem edebiyat, hem dinlence koridoru oluşturan bir kenttir Pozantı ve mutlaka zaman ayırılarak gezilmeli…

Evet; Pozantı Belediye Başkanı Mustafa Çay’ın bir söyleşisinde rastladığım bir tarifi ile bitirelim yazımızı; “Belemedik, Belemedik, Kıymetini bilemedik”

Cumartesi, Ekim 10, 2020

ŞEKERPINARI, PINAR, AKKÖPRÜ, SU VERENLER, SU ALANLAR

Hani fotoğraflarından hayranlıkla izlediğimiz “Mostar Köprüsü” vardır ya işte bi inceden o havayı yakaladığınız yerdir, “Pozantı Akköprü” ama maalesef yine uygun olmayan bir restorasyon örneği daha… Dilde tüy bitiyor ama ne gam, ne keder… Ehliyet, ehliyet, liyakat, liyakat… Oysa gençliğimizden beri bildiğimiz bir köprü burası her değişikliği fark ediyoruz hele de kaş yapıyorum derken göz çıkarıyorsanız. Bu güzel Roma Kemerli Taş köprü örneği çeşitli zamanlarda, başta su taşkınları olmak üzere doğal afetler neticesinde hasarlar görmüş olup son olarak da 1991’deki su taşkınlarında tamamen yıkılmıştır. Daha önce denenen kötü restorasyonlar da tamamen ortadan kalkmış olup yeniden yapımda daha önceki kötü girişimler akılda tutularak tecrübelerinden yararlanılır beklentisi ile çok iyi bir iş çıkarılması gerekir doğal olarak. Ama olmaz yine, örneğin kemer için seçilen taş malzeme gerekli test ve deneylerden geçmeden kullanıma alınır ve hali sırıtır şimdilerde, haydi biz yapsak ne ise, ama uzmanının yapması gereken bir iş… Neyse köprünün yeniden yapımı ve taşıt trafiğine kapatılması ve tescil edilmesi de bir başarıdır deyip ilerleyelim.

Akköprü ki zaman zaman Şekerpınarı Köprüsü diye de bilinir; taş kagir ve tek gözlü kemerli bir köprü olup anlaşıldığı kadarı ile yapım tarihi konusunda bir kesinlik yoktur. Köprü üzerine Kaymakamlık Portalından alınan bilgiler “Akköprü bir orta çağ köprüsüdür. Orta çağ tabiri belli bir tarih değildir. Romalılardan Fatih Sultan Mehmet’e kadar çok geniş bir zamanı kapsar. Roma- Bizans kadar, İslam ve Selçuklular devride bu zaman içine girer ancak IX yüzyılda halife Mem’unun Bizansa karşı seferinde köprünün mevcut olduğu kaynaklarda belirtildiğinden köprü bu tarihten önce (833) yapılmış olmalıdır. XIV. Yüzyılda Karaman oğullarının bir gümrük noktası olarak kullanılan Akköprü, XIV. Yüzyılda Gülek Beline hâkim Koca Mehmet Paşa zamanında da onarılmış olduğu tahmin edilmektedir. XIX. Yüzyılda ise Mısırlı İbrahim Paşa tarafından onarıldığı tarihsel kaynaklarından anlaşılmaktadır. Köprü kagir ve tek gözlüdür. Boyu 83 metre, genişliği 5,70 metre ve kemer açıklığı 10,35 metredir. Her iki kıyıdan orta kemere doğru yükselen meyilli bir şekli vardır. T.C. mülki idare sınırlarına göre Adana Niğde il sınırında bulunmaktadır. Akköprü, Çiftehan - Pozantı demiryolu arasında ve demiryolunun hemen doğusunda bulunmaktadır. Köprü civarı oldukça sarp dağlarla kaplıdır. Köprünün hemen kuzeyinde şeker pınarı kaynağı ve şeker pınarı turistik lokantası karayolundan dinlenme yeridir. Köprü sarımtırak renkli kesme taşlarla yapılmıştır. Köprü geçirdiği onarımlar sayesinde günümüze kadar gelebilmiştir.” şeklindedir. Kişisel kanaatim buranın görülmesi gereken yerler listesinde bir şekilde bulunmasıdır. 

Mezkûr Köprüye yakın, 1900’lerin başından itibaren yapımı gerçekleştirilen Bağdat Demiryolu kapsamında bir Köprü daha bulunmaktadır, şu andaki karayolundan suyun kaynağına doğru ilerlerken altından geçtiğiniz bir köprüdür. Evet bu köprüde yaklaşık 125 yıllık bir köprüdür ve ayrıca görülmeye de değerdir. Belki tek başına cazip bir durum oluşturmamaktadır ama mezkûr demiryolunun Bölgedeki tamamı içerisindeki 12 tünel ve 7 köprü ile Torosları geçilebilir kılması ayrı değerlendirilmesine neden olmaktadır.

Bu köprünün, Ulukışla tarafında Çakıt Çayının önemli bir kaynağı olan “Şekerpınarı Su Kaynağı” bulunmaktadır ve Sabancı Grup tarafından önceleri “SUSA” markası ile grup kaynakları ile yaptıkları bir yatırıma ana malzeme olmuş bu su kaynağı bilahare de kapitalizmin gereklerine uygun güncellemeler ile sermaye sahip değişiklikleri ile tamamen Fransızların “DANONE” firmasına devredilmiştir. DANONE Fransız firmasıdır bilindiği üzere, Şekerpınarı ise Adana’nın Pozantı İlçesi sınırları içindedir, Sevr antlaşması gereği Adana ve civarı Fransa işgal bölgesidir, peki SUSA’nın DANONE’ye devri hangi tarihte gerçekleşir, 5 Ocak, peki Adana’nın Fransız işgalinden kurtuluşu ne zamandır, 5 Ocak… Vallahi Ticaret Sicilinden bilemiyoruz tam tamına böyle mi ama konuştuğum Pozantılıların iddiasına göre böyle olduğunu anlıyoruz ki doğruysa çok manidar bir tarih şüphesiz ki temsiliyet açısından… Vallahi ben böyle konuşanların yalancısıyım… Yok bu verilen bilgi doğru değilse de temsiliyet açısından da sevineceğiz… Yoksa tarih takvim yapraklarından biri ise söylenecek bir laf olamaz hatta olmamalıdır da. Ama temsiliyet ise… Allah selamet versin…

15.10.2018 tarihinde “Su faciası” başlıklı ve  http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2018/10/su-faciasi.html adresinde yayınlanan yazımda; “Çocukluğumuzda bir dönem gelecek kesinlikle bedava-parasız su temin edilemeyecektir deselerdi, güler geçerdik büyük ihtimalle… Çünkü su o zaman gerçekten “Allah’ın suyu” idi… Bu kapitalizm konuyu alıştıra alıştıra buralara kadar getirdi ya, bir bravo da onlara… Göz göre göre bizi buna da alıştırdılar ya… Şimdilerde ise trend olmuş ev tipi su arıtma cihazları imal edip satıyorlar, gel de bravo deme, beleş suyu misli fiyatına satıyorlar, yeter mi, nerde, salma usulü elde edilen paralarla yaptıkları şebekeler üstünden yeterince temiz olmayan suyu satıyorlar, sonra da bunu arıtın diye ürettikleri su arıtıcıları da satıyorlar… Biz de bunu yiyoruz… Alkışlarımla yıldızlı bravo…” diye yazmış idim. Halen aynı fikirdeyim ve de değişmeyecek.

İşte bu kapsamda “Allahın suyunu” bile bize dünyanın parasına satıyorlar, hem de sağlıksız su dağıtılıyor denilen şebekeleri de inşa ederlerken, çifte kavrulmuş halleri cüzdanlara dikilen gözlerin… Gıda tekellerinin, Coca-Cola, Nestle, Danone, Pepsi başta olmak üzere her birinin şişelenmiş suları olmaları tesadüf değildir ve sektörel ekonomik büyüklüklerde göz önünde bulundurulunca tablo daha da netleşiyor. Hele hele Dünya şişelenmiş su tüketimi liginde Türkiye’nin yerinin de 3.lük olduğu ve parasal karşılığı yaklaşık 4 milyar TL ve 10 milyar litre olduğu görülürse, her şey daha da net olacaktır. 

Sonuçta işte Pozantı; aldıkları ve verdikleri ile, al gözüm seyreyle… Ama illaki 5 Ocak…

Cumartesi, Ekim 03, 2020

İBRAHİM PAŞA TABYALARI

Sonbahar gezileri kapsamında yolumuzu Pozantı’ya düşürdük. Pek bilinmez olmasına rağmen benim açımdan çok önemli bir turizm merkezi olup esasen de ne yaşayanları ne de yöneticileri bu işin farkında olunmadığı görüntüsü vermektedirler. 1902 de Bağdat Demiryolu kapsamında Torosların bu geçidinin aşılması adına yapılan müthiş çalışmalar ve bu çalışmaların üssü “Belemedik Köyü” şantiyesi bile başlı başına her detayın hem de geçen yüzyılın başında bugünkülere bile ilham verecek şekilde tesis edilmiş olması görülmeye değerdir. Yemyeşil bir vadi, Çakıt Çayı ve her daim insana özgürlüğün, kaçısın, ele geçmezliğin ve de ele vermezliğin sembolü dağların değişik orman örtüsü ile kaplı halinin yarattığı yer yer sükûnet, yer yer ürperti ve zaman zaman düdük sesleri ile geçen trenin sizi yeniden merkeze bağlar hali muhteşem. İşte tam da burada 12 adet “Tünel” ve en ünlüsü ve yapım tekniği ile yükseklik ve geçtiği açıklık açısından en muhteşemi “Varda Köprüsü” olmak üzere toplam 7 adet köprünün bulunduğu demiryolu inşaatı için çalışacak personelin ihtiyacına binaen resmi olarak Hastahane, Postahane, Fırın, Yemekhane, Sinema gibi lojistik tesisleri bile düşünülmüş ve de hatta gayri resmi olarak faaliyet gösteren “genelev” bile oluşmuş devasa bir yerleşke imiş. Bu “şantiye” konusunu, planlama, organizasyon, yerleşke ve sair sosyal faaliyetler açısından ele alarak ayrı bir yazı konusu yapmayı planlamaktayım. 

Şimdi gelelim, yazı başlığındaki konuya. Bilindiği üzere; “İbrahim Paşa” Osmanlı Padişahlığının Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın mahdumudur. Ve yine iyi bilindiği üzere, Mısır Hidivliği batı ile özellikle de Fransa ile olan iyi münasebetleri neticesinde modern tarım ve askeri uygulamaların sıkı takipçileri olmuşlardır. Fransa ile iyi münasebetlerin nişanesi olarakta Mısır’daki Luxor Tapınağının girişindeki 2 obeliksten 1’ini (dikilitaş) bugün hala dikildiği yerde durur şekilde Paris’in en müstesna muhitinde sergilenmek üzere hediye etmişlerdir. Modern ama her hali ile Osmanlı işte, gözünü kırpmadan bir tapınağı, bir obeliksi hediye edebiliyor.

Mısır Hidivliği Osmanlı ile ilki 1831-1833 arasında olmak üzere 2 kez ciddi manada savaşa tutuşurlar ve 2. sindeki 1839 ile 1841 yılları arasında gerçekleşir ve Osmanlı’nın külliyen yenilgisi ile sonuçlanır. Mısır Hidivinin oğlu Kavalalı İbrahim Paşa Orduları ile Osmanlı’nın tüm Orta Doğu ile ilişkisini keser. Dönem itibari ile tekstil sektörünün pamuk teminini yaptığı uçsuz bucaksız Amerika’da iç savaş patlar ve pamuk temini inkitaya uğrar. Ve Çukurova’ya gün doğmuştur. İşte o dönemde Çukurova’da pamuk üretimi, yeni tohum yanında mevcudun ıslahı ve yeni metotlar ve teknikler ile başta Manchester ve Paris olmak üzere batının tekstil endüstrisinin ihtiyacının karşılandığı yeni alan olur. Yine aynı dönemde artan ihtiyacı karşılamak üzere üretim artışını temin için çeşitli yerlerden büyük ırgat aktarılmaları olmuştur. Adana’nın kavurucu sıcağına dayanacağı düşünülen ağırlıklı Suriye’den olmak üzere ciddi bir Arap nüfus getirilmiştir. Adeta Pamuk ve Adana’yı ayrılmaz ikili tanımına sokan gelişmeler bu dönemde yaşanıyor, Fransız gezgin Langlois’in aktardığına bakılınca da; artık 1853’lere gelince Adana vilayetinde 50 pamuk işleme evi, 10 keçe yapımevi, 22 basmahane, 40 masara yeri faaliyette bulunmaktadır.

Siz bakmayın öyle konunun tarihçi olmayan lakin kerameti malum yerlerden menkul ve muteber Osmanlı tarihçileri tarafından konunun “Mısır İsyanı” diye küçültülerek ya da önemsizleştirilerek takdim ediliyor olmasına, durum hiç izah edildiği gibi değildir ve sonuç düpedüz yenilgidir. Hatta o kadar yenilgidir ki; Filistin, Lübnan, Suriye, Hicaz, Girit Adası, Çukurova artık Osmanlı Hükümranlığından çıkmıştır, hatta İbrahim Paşa’nın ordugahını Kütahya’ya kurduğuna dair de bilgiler mevcuttur, yine malum zevat tarafından rivayet olunur ki, Uluslararası odaklar komplolarla oldu bittiler yaratmıştır. Lakin bu savaşlarda Osmanlı’nın bağlaşığı Britanya Krallığı, Avusturya İmparatorluğu ile Prusya Krallığıdır bu görmezlikten gelinir ve bu bağlaşıklık İngiltere’nin Ortadoğu’ya kalıcı olmak kaydıyla müdahalesinin başlangıcıdır.  Sonra ne mi olur, işte iddia edilenin tam aksine bu bağlaşıklık neticesinde Ortadoğu’ya yerleşen Birleşik Krallık (İngiltere) bilahare bilinen her türlü herzenin düzenleyicisi ve azmettiricisi olur ve sürgünleri bu günlere kadar uzanan ve malum sonuçları olan İngiltere-Tarikat ilişkilerinin tohumu atılır.

Neyse bu değerlendirmeleri erbap tarihçilerden okumaya devam edelim ve asıl konumuza dönelim. Evet artık başta Çukurova olmak üzere bölgede kalıcı olmaya hazırlanan Mısır Hidivliği; yapılan yatırımların ve kazanılan toprakların korunması adına Osmanlı’ya karşı güvenlik tedbirlerini olağanüstü arttırır ve bu baptan Çukurova’ya yegâne bağlantı yolu olan Gülek Boğazının korunması adına tahkimatı arttırır. Bazı yerlerde mezkûr tahkimatın “Doğudan” gelecek tehlike ve saldırılara karşı yapıldığı söylense de bizatihi kendisinin doğulu oluyor olması bile başlı başına bir tekzip konusu gibi durmaktadır. Yolumuz Pozantı’ya düşünce bir araştıralım bakalım nereleri gezmeli ve görmeliyiz diye, görülecek yerlerden biri olarak karşımıza “İbrahim Paşa Tabyaları” çıkar ve gerek fotoğraflardan ve gerekse de bilgilerden mutlaka gidilesi bir yer gibi durduğu anlaşılmaktadır. Tanıtımlardan ve de özellikle Gülek Kalesi ile güvenlik konseptine uyumlu, Kızıl Tabya (Büyük veya Fenerli Tabya), Armutlu Tabya ve Ak Tabya (beyaz ya da ak tabya) mutlaka görülesi bir hal alır. Tamamı ile kompleks bir koruma aksı oluşturduğu anlaşılan bu tahkimatın dönem itibari ile iyi ilişkiler oluşturulan “Fransa”nın teknik ve askeri destekleri ile tesis edildiğine dair emareler ile bilgiler de mevcuttur. Ancak bana göre asıl önemlisi, Osmanlı’nın atanmış kişileri olmasına rağmen bilahare toprakların önemli bir kısmında ilk kez ayrı bir yönetim oluşturması daha da önemlisi kendilerini kalıcı hissederek, bu hem zaman hem de güvenlik içinde çalışma açısından kolay kolay inşa edilemeyecek tahkimatların yapımına girişmeleridir.   

Bu kadar bilgilendikten sonra ziyaret için yola çıkıldı, sonuç bir hayal kırıklığı… Tabyalara ulaşmakta ciddi zorluk çekiliyor, Belediyenin maalesef atık toplama alanı olarak kullandığını gördük. Şüphesiz bu topraklarda bu kabil eserlere adım başı rastlandığından bunları gün ışığına çıkarmak, restore etmek, korumak ciddi ve her açıdan maliyetli bir iştir ama böyle mi olmalı… Anladığımız kadarı ile daha da ciddi bir problem var, Mersin ve Adana illeri sınırında yer alması itibari ile de sahiplenme adına bir başka problem yaşanıyor, vs vs… Sonuçta dün hayvan damları olarak kullanılmış bu tabyalara bugün de ulaşmak gerçek manada çok zor. Böyle mi olmalı, hay Allah, çok üzüldüm vallahi. Başka bir kolay yolu da var idiyse ve biz bulamamışsak da bu benim haneme benim ayıbım olarak geçsin ama aynı zamanda bu benim kadar yine de idarenin bir kusuru olarak ortada durmaktadır.

 


Salı, Eylül 29, 2020

ZEYTİN EGELİLER İÇİN ÇOK ÖNEMLİDİR

Zeytin; biz Egeliler için çok önemlidir, bizim için savaş değil barış temsilcisidir, bizim için imam hatip değil köy enstitüsüdür, bizim için tabu değil aklın ve bilgeliğin sembolüdür, bizim için buyurganlığın ve saltanatın  değil hoşgörü ve adaletin sembolüdür, bizim için yokluğun ve kıtlığın değil bolluğun, refahın ve bereketin sembolüdür, bizim için maraz değil sağlık işaretidir, bizim için yok oluşun değil yeniden doğuşun ve güncellenmenin ifadesidir, bizim için cehaletin karanlığı değil bilgeliğinin nurudur, bizim için bulanmanın değil arınmanın nefasetidir, bizim için bayağılık ve çirkinlik değil efdal ve fazilettir, bizim için melamet değil gönenmedir, hülasa hepsi olmasa bile birkaç değerlendirmenin hemen hemen herkes için geçerli olduğunu düşündüğüm bir zirai üründür.

Tarihte en önemli değerlerin sembolü olarak görünen “zeytin ağacı” dinler açısından kutsaliyetini korumakla birlikte neredeyse tüm dini kitap ve yazılı kaynaklarda ve yaratılış ve de kuruluş menkıbelerinde sitayişle bahsedilen yegâne ağaçtır. Okuduğum kaynaklarda; ittifakla bahsedilen Latince “Olea prima omnium arborum est” gibi bir ibare bulunmakta ve “Zeytin bütün ağaçların ilkidir” anlamına gelmektedir. Böyle bir söz gerçekten var mıdır, yoksa “zeytinyağı tekellerinin” bir yanıltması mıdır gerçekten bilmiyorum ama kaynaklar zeytin yetiştiriciliğinin ilk insanlarla birlikte başladığını kaydetmiş görünmektedir ve kayda uygun da tarihsel ve kültürel manada her daim değerli ve derin anlamlara haiz kabul edilmiştir. Yine kaynaklara göre batı dillerinin tamamında değişik söyleniş biçimleri olmakla birlikte “oil” kelimesi, eski Yunancadan mülhem, zeytin ağacı anlamına gelen “eleia” kelimesindendir. Efsaneye göre ilk peygamber Âdem cennetten kovulduktan sonra hep Tanrı ile barışma yollarını aramıştır, lakin ölene kadar muvaffak olamaz ve ne yazık ki barışamadan ölür ve İsrail kuzeyindeki Tabor Dağı yakınındaki bir vadiye gömülür. Adem’in gömüldüğü yerde üç ağaç yeşerir, bunlardan biri zeytin, biri sedir ve diğeri de servidir. Bu yeşeren 3 ağacın tohumlarını ölmeden önce Âdem ağzında ıslatıp bekletmiştir, ıslatma ve bekletmenin yüzü suyu hürmetine de tohumlar Tanrı tarafından fide haline getirilmiştir. Tam da bu nedenle Tanrı ile Âdemoğlu arasında barış sağlandığına inanılmıştır. 

Zeytin ve zeytinyağı için tarihte, muktedirler sürekli şu ya da bu nedenle koruma ya da teşvik kararnameleri ve uygulamaları hazırlamışlardır. Ancak tarihte bilinen zeytini korumaya yönelik ilk korumanın, eski Yunanda bilge kişi Solon’un koyduğu kurallara göre zeytin ağacı kesenlere ağır cezalar uygulandı, bu kurallarda “Solon Kanunu” adı ile tarihteki yerini almış oldu.

İnsan oğlunun zeytin yağını; sağlık için, sırasıyla kas yumuşatmaya, cilt sağlığı ve korunmasına, sindirim sistemi hastalıklarına karşı, kalp sağlığının korumasına, antioksidan olmasına, safra kesesi sağlığına, kanser riskini azaltmaya yönelik kullanırken, hijyen malzemesi olarak başlarda yıkanamayanlara vücuda sürme tavsiye edilirken günümüzde kolonyasının üretimine kadar geniş bir kullanım alanı bulmaktadır. Ancak tarihte karanlıkların aydınlatılması anlamında ilk başlarda, kandil ve bilahare de lambalarda kullanılmasından meşalelerin hazırlanmasına kadar kullanıldığı aynıyla vakidir.  Tarihte olimpiyat kahramanları ve başarılı sporcuların “zeytin dalından yapılan taçlarla” ödüllendirildiği de bilinmektedir. 

Zeytin, Egeliler için önemlidir dedim ya, bunun en önemli nedenlerinden biri de, sadece Çeşme Yarımadasına yani Karaburun ve Urla’yı da içine alacak şekilde bu yöreye özgü hasat edilir edilmez tüketilebilen bir zeytin biçimi vardır; “hurma zeytin”. Bu yörede ve sadece bu yöreye has çevre ve iklim şartlarından mütevellit bazı zeytin ağaçları üzerinde bir tür mantarın enzimatik etkisi ile zeytin acılığını kaybeder ve yine yöreye has nispi nemin ve de yöreye has poyraz rüzgarlarının etkisi ile herhangi bir ilave işleme gerek kalmaksızın yenmeye hazır bir zeytindir hurma zeytin. Egelilerin dışındakilerin ilk başlarda çürük ya da çürümüş zeytin diye dudak büktükleri hurma zeytin şimdilerde sofralarda has yerini almıştır gayri. Yukarıda; zeytin bize köy enstitüsüdür derken geçmişte, köy enstitüsü mezunları ile hurma zeytinin metaforu üstünden, vicdanı ve aklı hür nesilleri konu alan keyifli bir yazı okumuş idim, tam da kastım odur.

Zeytin hasadı ise üretici ve ağaç arasında bir başka ritüeldir zira kimi ağaca son derece hoyrat davranır uzun sopalar ile zeytini çırpar, kimi de son derece sevecendir tek tek elle toplar, biri hoyratlığının nedenini ağacın kırılan filizlerinin bir saç traşı durumu oluşturması gibi anlatırken diğeri de ağacın da en az insan kadar sevgiye ihtiyacı vardır diyerek durumu izah eder.  Sonuçta hepsi ağaçlarını son derece sever ve korur, bazen öğretme isteği sevginin önüne geçtiği durumlardaki gibi nasıl ki çocuk “eşek sudan gelene kadar dövülürse” zeytin ağacı da son tanesi yere düşüne kadar çırpılır. Necip milletimizin sevgi tezahürü, ne diyeceksiniz işte. Arada 3 kuruş anlamsız ve kısa süreli çıkar ihtimalinin tezahürüne aldanıp saf değiştirenler olsa da zeytin ağacı sahipleri nerdeyse ittifakla ve topyekûn zeytin ağacı katliamlarına karşı durarak bu konudaki sevgi gösterilerini sahnelemişlerdir. Ancak bir takım gafil, müptezel, münkir ve münafıkların sahne alıp, zeytin ağacı özelinden hareketle tüm ağaçlara karşı taarruza geçtiklerine bakmayın, hani “zeytin ağacı Yahudi ağacıdır” vs gibi muhakemat derc ettiklerine bakarak yeise kapılmamak gerekir. Bunlar aslında gaflet, dalâlet ve hatta ihanet içinde, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleri ile tevhit etmiş olmadan yapılabilir işler olmaktan ıraktır. Biz; biz olarak başta zeytin ağacı olmak üzere tüm ağaçlara sahip çıkarken asla ve kat’a “doğanın bize atalarımızdan bir miras değil, çocuklarımıza aktaracağımız bir emanettir” şiarını unutmamalıyız. Evet, zeytin biz Egeliler için çok önemlidir, tıpkı Doğu Karadenizlinin fındığı gibi, çayı gibi… Karadenizlilerden de beklentimiz bizim fındığa ve çaya sahip çıktığımız kadar, onlarından da zeytine sahip çıkmaları, burası bizim ortak vatanımızdır demek kadar kolay olan sahiplenmeye de, evet…

Büyük usta Nazım Hikmet’in “yaşamaya dair” şiirinde insan zeytin ağacını yetmişinde bile dikmelidir der iken, duygularını anlamaya çalışıyoruz.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

                                      yaşamak yanı ağır bastığından.

Pazar, Eylül 20, 2020

GÖLGE ETME BAŞKA İHSAN İSTEMEM

 

Sinop’u geziyoruz, bir yanı ile okuduğum “Anabasis - Onbinlerin dönüşü” kitabının anlatımı, hani  babasının ölümü üzerine Ahameniş İmparatorluğu mirasçısı 2 kardeş,  II. Artakserkses ile Kuros’un taht kavgasının dramatik sonucu, 14 aylık büyük yürüyüşün yolunu düşürdüğü “SİNOPE” diğer yanda skolastik kinik felsefe okulunun önemli ismi Diogenes (Diyojen diye bilinir) kenti ve de Osmanlı’nın zindanları ile ünlü Kalesi… Bazılarının Helen diye burun kıvırdığı, bazılarının da bir hayli ileriye giderek kentteki heykelinin bile temsiliyeti açısından behemehâl kaldırılmasını seslendirdiği hatta protesto gösterilerine kadar vardırdığı, ama tarihte de asıl yerini almasına yol açan Büyük İskender’e bir talebi olup olmadığı sorusu üzerine söylediği “Gölge etme başka ihsan istemem” sözü ile bilinen Romen Diyojen bu haftanın yazısına yol gösterecektir. Evet, ne yazık ki bu gözler, bu kulaklar ve bu topraklar, halis muhlis Sinoplu Feylosof Romen Diyojen’in heykelinin “Yunan Medeniyetini” temsil ettiği iddiasıyla “Erbakan Vakfı” diye bir kuruluşun kaldırılma talebine de tanıklık etti. Bu kafayı anlamak mümkün değil şüphesiz, neymiş, “Yunan medeniyeti” hay Allah, “Yunan’a hayır, Arap’a evet” … Peki ne yapacaksınız, kentin adı da “Yunanı” çağrıştırıyor, kentin adını da mı değiştireceksiniz, el insaf vallahi. “Utanıp, kızarmak, faziletin rengidir” dediği bilinen bir adamın heykelinin beğenilmiyor olmasının nasıl bir kafa yapısına tekabül ettiğini gerçek manada anlamak hiç te kolay değil. Sana ne be adam, sen kabul et etme, Diyojen senden de önce senin babandan da önce bu topraklarda doğmuş ve yaşamış ve daha da önemlisi sen ölümünden sonra çok muhtemel ki sadece çocukların ya da torunların tarafından hatırlanacaksın ama mezkûr feylosof yaklaşık 2.500 yıldır, hatırlanıyor ve görünen de o ki dünya durdukça da hatırlanacaktır. Ya, ne yaparsan yap, “ya sev, ya terket” linç kültürü hiç değişmiyor, bu kendilerine hak görünüyor her daim. Oysa Canım Yurdum, başta Homeros, Pisagor, Galanos, Thales, Herakleitos, Starabon olmak üzere yüzlerce matematikçiye, tıp uzmanına, feylesofa beşiklik etmiş iken, Efes, Milet, Bergama gibi medeniyete alt yapı oluşturmuş kentlere de yurt olmuştur. Ama, okumazsan, bilmezsen, merak etmezsen, gezmezsen, olacağı bu tabii ki, maalesef bilmeyenleri, öğrenmeyenleri ve daha da önemlisi bilmek istemeyenleri baş tacı eder dururuz. Üç nokta … Feraset erbabı tayini ile zımnen hedef bellidir aslında da… Yeniden üç nokta…


Oysa durum bu kadar basit mi, zinhar. Hayat bunları elemine ediyor ama maşallah pıtrak gibi bitiyorlar, Allah verdikçe veriyor…

Rivayet ve tevatür o ki; Platon’un “çılgın Sokrates” diye öne çıkardığı Diyojen, “kinik felsefesinin” önemli bir kuramcısı ve uygulayıcısı olarak her daim, fazileti, erdemi, bilimi en üstün tutup serveti, özentiyi ise hor görülmesi gerekir nitelemesi ile ihtiyaçları en aza indirerek tabiatı korumayı yüceltmiştir. Taaa 2.500 yıl önce sanki bugünleri görerek ne korunmalı ne kutsanmalı ve ne çok önemsenmeli diye kıssalar ve hisseler oluşturmuş, ehil olalım diye, eee peki olduk mu, durum tüm vahameti ile ortada, ne desem kar olmuyor. Sonuç olarak hayatın sürekliliğinin yegâne temeli tabiatı korumanın en hakiki yolunun minimal yaşam tercihleri ile gerçekleşeceğini vurgulamıştır. Bu babta kendisine atfedilerek anlatılan meşhur kıssa ve hisse ise; bir gün çocuğun birinin avucunu kullanarak çeşmeden su içtiğini görünce, “işte bu çocuk bana fazladan eşyam olduğunu gösterdi” diye seslenerek sahip olduğu su çanağını kırar. Hisse ya resulalah hisse…

Rivayet odur ki; kuyumcu babasının cezalandırılması ve sürülmesi neticesinde sürgün yeri olan Atina’da, her mevsim, harmanisine sarılarak, çıplak ayakla dolaşır ve de bir ahşap fıçı içerisinde yaşayarak özenti hayatı önemsemediğini gösterirdi. Özel hayatında fakirlikten-fukaralıktan başka hiçbir şeyi yok, her daim kirli ve pis ve köpek derisini andıran üstlüğü ile dolaşır, bazı geceler heykel diplerinde ya da sokak köşelerinde uyuyan bu muhterem, sahibi olduğu köpek, elindeki feneri ve sopası ve de kırana kadar bir de su çanağı sahibi olmuştur. Lakin bu sefil fizik şartlara mukabil inanılmaz bir belagat ve hitabet gücü vardır ve bu coğrafyanın yetiştirdiği diğer laf söyleme üstatlarının öncülüdür adeta.  

Heykelinin kaldırılmasını talep etmek yerine kıssalarından hisse alınması gereken bu feylesofa biraz daha hürmet, biraz daha saygı, biraz daha önem vermenin dayanılmaz ihtiyacı içindeyiz bana göre. Aksi taktirde, hoşgörünün ve tahammülün direklerini döver dururuz, maazallah. Bilahare de aklı baliğ ardıllarımız, yetiştirdiğimiz nesillere bakarak; tıpkı Diyojen’in Atina sokaklarında gündüz günü fenerle dolaşması sırasında, ne aradığının sorulması üzerine, “insanlığı arıyorum” demesini hatırlamasından endişeleniyorum, maazallah.

Doğaya uyum ve uygunluk konusunda da sıkı bir gözlemci olduğunu anladığımız ilim, irfan, feyz, zekâ ve kişilik erbabı Diyojen tarihe de, hemen hemen herkesin bildiği, Büyük İskender diyaloğu ile geçmiştir. Hani, bir gün fıçısının önünde yine aç bilaç vaziyette otururken kendisine bir kese altın atan Büyük iskender’in ilave bir isteği olup olmadığını sorması üzerine de, altın dolu keseyi geriye iade ederken, “gölge etme başka ihsan istemem” diyerek te insanlığa ve onuruna zirve yaptırmıştır. Mezkûr kelamın üzerine kitaplar dolusu yazılabilir, esasen de mana derinliği ve muktedirlere karşı çıkışın gururu, centilmenliği ve de acımasızlığı ile sertliği de buna münasiptir açıkçası.

Felsefe tarihinin bu renkli kişiliğinden, her şeyin en azı ile yetinme ve hayatını idame ettirme, hayat beklentilerini minimum tutarak hayatı anlamlandırma üstadından bir anekdot ile son verelim bu yazımıza. Gayet hararetli bir nutuk attığı ve faydalı bir dolu fikri ve bilgiyi paylaştığı bir gün gelip geçenlerin kendisine rağbet etmemesi üzerine nutuk atmayı kesip aniden şarkı söylemeye başlayınca ahali durup dinlemeye başlar ve o da lafı gediğine oturtur; “aklınız fikriniz eğlencede, doğru düzgün laf dinleme zahmetine katlanamazsınız” … Hay Allah, aklıma İbrahim Tatlıses’li mitingler geldi birden…

 

Pazartesi, Eylül 14, 2020

SİNOP KALESİNDEN UÇTUM DENİZE

“Stalin'e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, “usulü dairesinde ve kimseye gösterilmeden” sınır dışı edilecektir.” şeklinde tanzim edilmiş bir mektup ile tesellüm ve bilahare de usulü dairesince “hayat dışı” edilmiş olduğunu 12 Eylül’ün güçlü generali Nevzat Bölügiray’ın “Geçmişten Geleceğe” adlı anılarını anlattığı kitabından anlıyoruz, Büyük Yazar, Şair Sabahattin Ali’nin. Türkçe’nin mükemmel kullanıcısı büyük ustanın; “Duvar” adlı öyküsünde “Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı.” şeklinde mükemmel bir girişle anlattığı tarihi Sinop Kalesi’ni ve Cezaevini geziyoruz, ibretle. Aslında burası şimdilerde cezaevi olarak bilinmekte ise de ciddi kaynaklarda ve halk dilinde ve de özellikle yazmayı enternasyonal düzeyde becerenlerin dilinde “zindan” olmanın ötesine geçememiştir. 1999 yılında kapatılıp, Müze olarak düzenlenmesini müteakip ziyarete açılan mezkûr zindan; Osmanlı İmparatorluğu’nun başkent dışında kalebent ve zindan olarak düzenlenmiş ilk mahpushanesi imiş. Yine tanıtım tabelasından anlıyoruz ki; Sinop Mutasarrıfı Veysel Paşa tarafından 1887 yılında İç Kalenin tanzimi ile dönüştürülmüş ilaveten de gerek görülen binalar eklenerek hizmete açılmıştır. Ancak ve diğer taraftan da biliyoruz ki, Sinop’u 1640 yılında Evliye Çelebi; “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar” diye yazarak zindan’ın geçmişini çok daha eskilere taşımaktadır. Kale ile ilgili tarihi bilgiler ve gözlemlerimi bir başka yazıda paylaşmayı planlamaktayım. Bu yazının konusunu, gezerken beni de içine çeken, duygusallığıma zirve yaptıran ve düzenlemenin özensizliği ile “def’i bela” kabilinden bir niyet icrası oluşu her halinden belli çalışma ve duvarları kaplayan yazılarla oluşturulan subliminal mesajları oluşturacaktır. Cezaevi öylesine düzenlenmiş ki, bana göre tam bir hayal kırıklığı, zannedersin ki, zindan değil de sadece ellerinden hürriyetleri alınmışların, kendi kendilerine dükkanlar açtıkları, işliklerde çalıştıkları akşamları da büyük koğuşlarda dinlendikleri ve çay içerek sohbet ettikleri bir yer. Ancak, asla benzeri olamayacak ama yapı olarak kötü kopyalarından birinde, 12 Eylül zorbalığının ve eşkıyalığının kadrine uğrayarak bulunmuş biri olarak şimdi adı “disiplin hücreleri” ve “zindan” olarak geçen yerlerde neler yaşandığını hayal edince hele prangaları da görünce yaratılan masumane ortamın gerçeklerden ne kadar uzak olduğu hemen anlaşılıyor. Tamam fizik şartları otel gibi gösterme çabası yok ama katıksızlığı, susuzluğu, tuvaletsizliği, üstüne de insan aklının alamayacağı kadar işkence ve eziyet nasıl yansıtılacak ve ruh katılacak ortama diye de düşünmekten kendini alamıyor insan. Etrafta dolaşan ziyaretçilere bakıyorum yüzlerinden duygularını anlamaya çalışıyorum ya ben anlamıyorum ya da onlar nerede bulunduklarının ayardına varamadan ama Sinop’a gelince dolaşılacak en önemli yer olan mekânı görme çaresizliği yaşıyorlar. Oysa cezaevi öyle mi; içine aldığı kişiyi “bir hiç” olduğunu hissettirene kadar devletin ve üstün başarılı görevlilerinin derin çalışmalar yürüttüğü yerlerdir. Öyle topluma yeniden kazandırma teraneleri tamamen uydurmadır, çünkü iddia ettikleri rehabilitasyon sürecini yöneten kılavuzlarına bakıyorsunuz, tutsakları “doğuştan suçlu”, “asla eğitilemezler” gören bir zihniyetin ahfadı, sonra eğitim, “deee get” derler adama. Bu çalışmalarla yetinilir mi peki, zinhar onlar mutlaka “üniversitelerden” yardım alırlar, psikologlar, psikiyatrlar, tıp doktorları ve felsefeciler bulurlar etraflarına, ahlaklarının ve akıllarının, ceplerinin doldurulması iştahına ve isteğine yenilmesi neticesinde, ruhunu satmış bu bilim adamı müsveddeleri işkencehanelerde verdikleri hizmetler yetmezmişçesine, tutsakları yıldıramayacaklarını, yok edemeyeceklerini anlayınca, tutsakların rızaları hilafına ya da habersiz olarak sistematik şekil ve yöntemlerle “kobay” olarak kullanma projelerini gerçekleştirmenin çok önemli bir parçası sayılabilecek hafıza derinliğine sızma amacıyla “zihin kontrolü ve yönlendirmesi” başlıklı bir kimyasal müdahaleler ve mücadeleler zincirine girişmişlerdir. En sonunda “bu çalışmalar fayda etmedi, bunları topluma karıştırmayın” fetvası…

Subliminal mesaj oluşturma niyetli duvar yazılarına gelelim, bana göre en anlamsızı hatta önemsizi “Kitapsız hayat kör, sağır ve dilsiz hayattır.” Sen adamı yazdı, okudu, söyledi diye zindana tık, kitabı, yazma ve okuma eylemini aşağıla, sonra da duvara kitap okumanın erdem olduğunu yaz. Okuyanı, yazanı, söyleyeni ve düşüneni zindana tık, okumayı sevmeyen, okumayı feraset oluşturmanın engeli gören cahili, eğitimden direk sorumlu tayin et. Hay Allah. Bu ne yaman çelişki. Tutsak’ın kafasına çakılmak üzere “Hatasız insan yoktur. İnsanlık hatasını kabul ve tamir etmekle ölçülür.” yaz duvara, “sen burada isen eğer hatasız olamazsın” fikrini sapla beynine sonra rehabilatasyon, valla kargalar o günden bugüne hala gülüyorlar.

Hele bir Sabahattin Ali koğuşu var ki tam komedi; içinde “aynalı vitrin ve konsol” bile var ama ciyak ciyak bağırıyor ki ben o güne değil bugüne aitim diye. İlaveten söylenecek bir şey kalmıyor. Ya böyle yapmayın diye biri de çıkmıyor herhalde. Bu zindanı bile şirin ve hoş gösterme çabası. Ne diyelim.  

Toplumun yüzaklarından sayılan başta Mustafa Suphi, Sabahattin Ali, Kerim Korcan, Zekeriya Sertel, Refik Halit Karay, Ahmet Bedevî Kuran, Refik Cevat Ulunay, Hüseyin Hilmi, Burhan Felek, Osman Cemal Kaygılı başta olmak üzere pek çok önemli yazar, çizer ve siyaset erbabına mesken olan Sinop Cezaevi Sinop İlinin önüne geçmiştir, her daim.  Maalesef son tahlilde Sinop ise, cezaevi ile anılan bir kent olmanın da ötesine geçememiştir, geçmeli midir, onu da bilemiyorum ama adı geçince insanın içi bir tuhaf oluyor, ne yazık ki.

Sabahattin Ali dizeleri ile final…

Çok zamandır çektim kahrı zindanı

Bize de mesken oldu Sinop’un hanı

Firar etmeyilen buldum amanı

Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz

 Sinop kalesinden uçtum denize

Tam üç gün üç gece göründü Rize

Karşı ki dağlardan gel oldu bize

Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz 

Çarşamba, Eylül 09, 2020

FAİK TÜTÜNCÜOĞLU İLE SÖYLEŞİ

·       Ruhi M. Çilek- Belediye Başkanlığında süre almak açısından senin kadar uzun süre Başkanlık yapan bildiğim kadarı ile bir başkası yok, öncelikle bu bilgi doğru mu? Doğruysa süre almak açısından da bakılınca “efsane başkan” sen oluyorsun değil mi?

·       Faik Tütüncüoğlu- Evet doğrudur. Öyle olması lazım ve öyledir de zaten.

·       RMÇ- Faik Abi öncelikle “abi” ve “sen” hitaplarımın seçimi çok eskiye dayalı, aynı mahalleli olmamız, komşu olmamız nihayetinde de sen bizim mahallemizin abisi olman sebebi iledir, bu tespiti yapalım ki, samimiyetimizi ve dayanaklarını okuyucularımız bilsin. Diğer taraftan da sana beğeneceğin ve beğenmeyeceğin hatta hoşlanmayacağın soruları da soracağımı bilerek bu söyleşiyi gerçekleştirme kararı aldığın için öncelikle teşekkür ederim.

·       FT- Çünkü ben gerçeklerden yanayım ve bu yüzden cevabı olmayan bir soru olamaz benim nezdimde. Gerçek iyi ise iyidir, kötü ise kötüdür.

·       RMÇ- Ve müsaadenle söyleşimizi siyaset öncesi, siyasete girişin, Belediye Başkanlığın, sonra tekrar aday gösterilmeyişin, başka siyasi ilişki arayışların, Muhittin Dalgıç’ın başkanlığı döneminde görece sessizliğin ve Ekrem Oran’ın belediye başkanlığı döneminde tekrar eleştiri oklarını yüksek perdeden ve hoşgörüsüz bir şekilde yöneltmek, yerel basın ile ilişkiler konusu ve de benimle ilgili belediye tasarrufları kullanmak konusunda sorular yönelteceğim. Bu giriş ile başlayıp senin dönemini, senden önceki dönem ve sonraki dönemle kıyaslayarak ortaya çıkacak bilgileri halkımıza aktaralım istiyorum.

·       RMÇ- Siyaset öncesi; asker olmayı tercih etme gerekçen ve bulunduğun görevleri kısaca sıralar mısın? Askerlik tercihin de Celal Bayar ile ailenin ilişkilerinin çok etkili olduğu hatta senin için “Celal Bayar yetiştirmesi” denilmesi konusunda yaygın söylentiler için ne diyeceksin?

·       FT- Benim zamanında Çeşme’de yeni açılan ortaokuldan başka okul yoktu, okumak isteyenler mutlaka yatılı devlet okullarında okuyabilirdi ki onlar da askeri okullar, sağlık okulları, öğretmen okulları idi. Zaten bende babamın vefatı nedeni ile bu imkanlardan epey uzaktım. Ben esasen de Ziraat Bankasında memur olarak göreve de başlamış iken Komşularımız Hulusi Paşa ve Celal Bayar ile münasebetlerimiz neticesine ve sadece yönlendirme neticesinde askeri Lise sınavlarına katıldım ve kazandım. İstanbul’a Askeri lise için gittiğimde bize sahip çıkacak, yol gösterecek kişiler lazım idi ve bunlardan biri Hulusi Paşa olurken, diğer taraftan Celal Bayar’ın oğlu ki o zamanlar Doğan Sigorta Genel Müdürü idi, hem evci kağıtlarımın düzenlenmesinde hem de diğer ihtiyaçlar halinde yardımlarını esirgemediler. Harp Akademisi öğrenciliğim döneminde özellikle de Annemin geldiği dönemlerde Annem ile Celal Bayar’ın eşi görüşür bazen de beni okula otomobil göndererek aldırırlar idi. Bahse konu ilişki bundan ibaret olup buradan talebe, yetiştirme ya da fikri benzerlik yaratmaya kimse çalışmasın. Esasen de Celal Bayar ile 3 ya da 4 kez görüşmüşümdür.

·       RMÇ- Kısaca nerelerde görev yaptın, anlatır mısın?

·       FT- Önce İstanbul, sonra Siirt’e tayin, tayin olunan Tugay Urfa’ya aktarıldı, o zaman Urfa’daki Tugay da Gaziantep’e intikal etti yani 1968 yıllarında yine Suriye ile birtakım sorunlar yaşanıyordu, sınırı muharip birliklerle tahkim ediyorlardı, oradan Erzurum’a tayin oldum 3 sene sonra tekrar İzmir’e geldim, 1979 senesinde sıkıyönetim ilan edilince, bulunduğumuz birlikler içinde muharip birlik komutanı olarak benden kıdemli çok subay olmasına rağmen onların eğitim birlikleri olması hasebe ile ben görev için uygun görüldüm ve atandım. 1983 yılında “emeklilik dilekçemi” verdim. Dönem itibari ile Darbe Yönetiminin çıkardığı bir karar gereğince almış olduğum özel kurs ve eğitimlerden ötürü emekliliğime izin verilmedi. Sıkıyönetimin Yarımada’dan sorumlu birimini yönettim.

·       RMÇ- Faik Abi ne o özel kurs ve eğitimler?

·       FT- İşte dinleme vs

·       RMÇ- İstihbarat yani?

·       FT- Öyle diyelim

·       RMÇ- Anladım detay vermek istemiyorsun ama anlıyoruz.

·       FT- Evet

·       RMÇ- Faik Abi; emekli olmana geçmeden önce seninle daha önce bana anlattığın, Kenan Evren’in emeklilik ve sonraki yükselişi konusundaki bilgileri tekrarlar mısın?

·       FT- Bizim oradaki gazinoya her akşam gelir çayını içerdi, bizim komutanımız idi, emeklilik işlemlerini başlatmış hatta emekliliğini geçireceği Karşıyaka’da evini hazırlamış, bize de ayrılık konuşmalarını yapmış, hatta “çocuklar bayramda seyranda beni aramayı unutmayın” dedi ancak iktidar ve muhalefet Kara Kuvvetleri Komutanı olarak önerdikleri isimlerde çok aykırı düşünce Cumhurbaşkanı aday olarak düşünülenler derhal emekli edilip, ayrılık hazırlıklarını tamamlamış Kenan Evren atanmıştır.

·       RMÇ- Yani diyorsun ki; bizim mahallede Kenan Evren için söylenen, NATO’nun gizli ordularının komutanı idi, Pentagon tarafından darbe konusunda ileriye matuf hazırlanmıştır bilgisi doğru değil yani sana göre

·       FT- Öyle ya da böyle bilemem, ben sana gerçekleri anlatıyorum.

·       RMÇ- Tesadüfe bak Abi, Cemal Gürsel de, emekli oluyor İzmir’e taşınıyor derken bir darbe hop darbe liderliğine.

·       FT- İkisi aynı şey değil. İhtilal liderliği oluşumu benzese de aynı değildir.

·       RMÇ- Abi, lütfen ihtilal felan deme her ikisi de bal gibi darbedir.

·       FT- Ama unutma ki dünyanın en güzel anayasası bu ekip yaptı.

·       RMÇ- Siyasete hiç girmek gibi bir kararın olmamasına rağmen ilk seçimi kazanan rakibinin talebi ile SODEP’ten aday olman konusunda söylenenlere ne diyorsun? Sen aslında bizim ekiptensin oraya git ve oraya başkaları gelmesin seçimi biz kazanalım hüllesi kurulması söylentisine ne diyorsun? Diğer taraftan SODEP’e girişinin kabulünü ve onayını yapan ekip ile yollarının çabuk ayrılmış olmasını neye bağlıyorsun?

·       FT- Evet aslında politika hiç hesapta ve planda yok idi ancak çıkarılan yasa ile “politikaya gireceğim” deyince emekli olmak mümkün idi ve böyle de yaptım. Hiç niyet ve beklentim olmamasına rağmen eEmeklilik gerekçem “politika” olunca buradaki politikacılar hemen bana teklifte bulundular.

·       RMÇ- Kim abi bu politikacılar?

·       FT- Kaya Ertan, Nuri Ertan, Kemal Kürekçi başta olmak üzere çok kişi

·       RMÇ- Bunlar hep sağ kökenli kişiler ve kendilerine yakın hissediyorlar seni ve cesaret ederek teşvik ediyorlar?

·       FT- Herhalde (gülerek)… Ama benim adaylığım kesinleşince bana “seninle birlikteyiz” diyenlerin her biri bir partiden aday olmuştu…Ben de bana yakın hissettiğim için SODEP’e gittim ve aday oldum.

·       RMÇ- Peki Çoşkun Abi (Vural) hangi partiden aday oldu? Başta sana seninle birlikteyim diyenlerden idi değil mi?

·       FT- O HALKÇI Partiden aday oldu ve desteği konusunda da sen yanlış anlamışsın deyip geçiştirdi. Eeeee bu işler böyle önce seni öne sürüyorlar sonra arkandan başka işler…

·       RMÇ- Kayıt ve seçim sonrası ilk yol ayrılığı? SODEP’e girişini ve kabulünü Şakir Karadede yapıyor ama kısa süre sonra yollarınız ayrılıyor…

·       FT- Evet ve maalesef seçimde “karşı aday” için çalıştı kendisi dışındaki ailesinin fertleri, biz de sorunca yok öyle bir şey deyip geçiştirilmek istenince yollar ayrıldı. Bizde kendi çapımızda hemen seçime ertesi bir sonraki seçim çin çalışmalara başladık. Sakın unutmayın o zamanki seçim desteğimiz %22 idi. Buradan başlayınca başarının manası daha iyi anlaşılacaktır Çeşme için. O zaman Anadol marka bir otomobilim var idi her gün bir köy kahve kahve, kişi kişi dolaştım…

·       RMÇ- Bilahare gösterdiğin başarılı seçim çalışmaları ile belediye başkanlığını kazandın ve bakıyoruz yanında bulunan neredeyse tüm ekip darbe muarızları ve karşıtları hatta mağdurları, peki bir darbeci, darbeci diyorum ama başka kelime yok tabii ki çünkü mezkur dönemde darbenin icra makamlarında oturmuş birisisin ve buna rağmen olumlu ve uyumlu bir çalışma yapıyorsunuz ve nihayetinde tılsımlı “güç” sana geçince nerdeyse hepsi tasfiye, neden, neler yaşandı özetle ve senin açından çünkü ben diğerlerinin açısından ne yaşandığını çok dinledim. Esasen senden de çok dinledim de bu kere kayıtlara alalım diye soruyorum.

·       FT- O konulardaki gelişmeler senin dediğin gibi değil, mesela Ilıca’da Reşat Akbaykal için oylarda oynama-saklama yaparak liste dışı bırakılınca küsmüş idi ama kısa sürede durumu anlayıp desteğini hep verdi.

·       RMÇ- Seçimlerde yani kazandığın ilk seçimde sonuçlar nasıl idi, tatmin edici mi idi?

·       FT- Zorlu geçen seçimi küçük farkla 84 oy farkla kazandım ancak meclis çoğunluğu maalesef muhalefette kalmış idi. Çok zorlu geçen çalışmalar neticesinde mecliste başarılı çalışmalarda yapıldı.

·       RMÇ- Tıpkı bugün birçok büyükşehirde olduğu üzere Başkanlık bir partide meclis diğer partide, sıkıntılı süreçler?

·       FT- O zamanlar konular mutlaka bir uzlaşma yolu bulunarak çözülüyordu ancak iktidar yaşanan o başarılı çalışmaların önüne, yeni yasal düzenlemeler yaparak maalesef geçmiştir. Artık bugünlerde o ortamlar artık ne yazık ki yok.

·       RMÇ- Peki devri iktidarın başladı ve ciddi de bir süre kullandın Reis’likte… Şahsen benim beğendiğim işler de oldu, kıyasıya eleştirdiğim işler de oldu? Peki giriş olması açısından hizmette öncelik kriterleriniz neler oldu, hülasa neler yaptın ve nasıl yaptın?

·       FT- Benim için bir şehrin yaşayabilmesi için yegâne önemli konu alt yapı idi ve oradan tüm ciddiyeti ile dört elle sarılarak başladık. Dünya Bankası ile yapılan anlaşmalara yeni yorumlar ve yöntemler ekleyerek durumu Çeşme’nin lehine bir hale getirdik bu uğurda Dünya Bankası ile mahkemeleştik, bilahare sorunu çözdük. Benim en önemli olan alanlar ise de eski yerleşim alanları oldu, mesela Çiftlik Merkez, Ilıca merkez, Dalyan merkez ve Çeşme merkez gibi. Bu arada “su işi” “Baraj inşaatı” yüzünden yaşananları herkes biliyor, Valilik bütçesinden konulan görece az finansman ile mülkiyeti ele geçirme girişimlerine karşı çıktım. Uzun çalışmalar ve görüşmeler neticesinde mülkiyet işini de çözdük. Bunun anlamı işin aritmetik boyutunda daha iyi anlaşılır, suyun m3 ünü bize 27 dolarcente satmak için sözleşmeler hazırladılar, kabul etmedik, ciddi badirelerden sonra 12 dolarcente bağıtlandı. Baraj ve kuyular ile ilgili detaylar ise çok daha uzundur ve meşakkatlidir ve hepsini çözdüm, biliyorsun ben bu işlerin hocasıyım. (gülerek). Yol düzenlemeleri, kaldırım düzenlemeleri, park düzenlemeleri, dere ıslahları, su ve kanalizasyon, atık su arıtma tesisleri önceliğimiz idi. Sahil düzenlemeleri de önceliklerimiz arasında idi, Ilıca, Çiftlikköy, Dalyan ve Çeşme’nin sahil düzenlemesi konusunda yaptıklarımız herkesçe yakinen bilinir. Tüm birlikte politika yaptıklarımıza imar plan değişikliği, yoğunluk artışı, kot değişiklikleri için bize gelmemeleri konusunda tek tek talimat ve uyarılarımızı yaptık. Çeşme’nin çehresini modern bir sahil kenti haline getirdik.

·       RMÇ-Telgrafhane balıkçı barınağı” yapılması için ciddi bir lehte kampanya başlatmış idin ve biz de ona karşı idik, çünkü Çeşme Limanını bitirecek bir proje idi bize göre, neyse ki bizim mücadelemiz sonuç verdi, ama o tarihte karşı çıkanlar için “bir avuç aptal” diyerek tıpkı bugünkü Belediye Başkanının “Yeni Çeşme Projesine” karşı çıkanlara “Vatan haini” demesine benzer bir durum yaratmamış mı idin? Telgrafhane balıkçı barınağına destek vermenin gerekçesi ne idi o dönem, şimdi olsa yine destek verir misin?

·       FT- Ben kimseyi hedef alarak “bir avuç aptal” demedim. Dedik ki burası ta 70’li yıllarda “Devlet Limanları” tarafından planlanmış, şu andaki projeyi görmeden bir şey diyemem. Altın Yunus’un önünde liman var, orayı yok mu etti de, böyle konuşuyorsunuz.

·       RMÇ- Ama beyanatlarında var, kayıtlı bunlar… Faik abi konuyu kötü politikacı gibi karıştırma lütfen, orada açık deniz balıkçılığına yönelik tesisler de vardı, mesela “balık işleme tesisleri” …

·       FT- Artık şartlar çok değişti, kara tarafındaki yapılaşmalar başka bir şart oluşturdu, zaten o zaman bir tek Mehmet Ali Gökçeoğlu karşı çıkıyordu

·       RMÇ- Yok yok öyle değil, mesela ben de karşı çıkıyordum, hani senin dediğin “bir avuç aptal” vardı ya, onların tamamı karşı çıkıyordu.

·       FT- Onlar öyle değil idi, biz o çalışmaları biliyorduk ve kontrol ediyorduk. Gerçi ilgili kurumların en yetkilileri geldiklerinde bize uğramadan oralarda gezi-gözlem çalışmaları da yapmışlar idi…

·       RMÇ- Çeşme’nin en büyük ve maalesef kalıcı belası haline gelen RES rezaleti konusunda, imar planlarının düzenlenmesi, revize edilmesi olmadı dayatmalara karşı hukuk yollarının kullanılmaması hakkında senin için söylenenler var biliyorsun, efendim hiç karşı çıkmadı, ses çıkarmadı, itiraz etmedi gibilerden, işin senin tarafından nasıl olduğunu kısaca özetler misin?

·       FT- Ben RES’lere karşı değilim ama elbette yerleri konusunda itirazlarım var ve oldu da. Ancak bu konu ile ilgili kimlerin kutlama çalışması yaptığına bakarak sevinenleri ve lehte çalışanları görün. Mesela Hüseyin Boyacı ile Nuri Ertan’ın kararlar çıkınca OKMAN Enerjinin sahipleri ile villalarında pasta keserek kutlama yapmasını göz ardı edeceksiniz, bana söz edeceksiniz, hadi canım sende. Üstüne üstlük bizim hem Belediye Meclis hem de hem de CHP İlçe yönetiminin almış olduğu kararlar ortada iken bu ithamlar haksızlıktır.  

·       RMÇ- Savunmanı biliyorum ama katılmadığım “Siluet projesi” diye başlayıp, Çeşme’mizin sembolü Tekke plajının yok olmasına, oradaki korunun yok edilmesine sebep olunduğu için kendinde suçluluk hissediyor musun? Mesela Tekke plajının korusu ile kendisini tehdit eder inşaat planı olan birisinin siluet projesi ile sana gelmiş olmasından hiç kuşkulanmadın mı, öncelikle istihbarat bilen bir asker ve bilahare de tecrübeli bir belediye başkanı olarak? Sonuçta elde “yeşile boyanmış bir perde duvar” ve arkasından ağlayacağımız yitip giden bir tekke? Bu konudaki dahlini ve savunmanı bilen birisi olarak soruyorum, bu sonuç seni rahatsız etmiyor mu? Efendim onların böyle bir hakkı vardı o haklarını kullandılar, efendim benden öncekiler bu hakkı resmileştirmiş yaklaşımları durumu değiştirmediği gibi zat-ı alilerinizin sorumluluğunuzu da değiştirmiyor? Buyurun…

·       FT- Bu bahsettiğin proje bir yarışma konusudur. İstinat duvarını da biz kendi imkanlarımız ile Belediye olarak boyadık yoksa senin dediğin gibi öyle proje kapsamında olan bir şey değildir o. Ayrıca Tekke Planlarını da Ankara onaylamış bizim yapacağımız bir şey yok. Siluet Projesi için Ertan Otelin fazla katlarının yıkılmasını savunmak bir deliliktir, bunu söyleyenler bu işin prosedürünü ve sürecini bilmeyenlerdir, zaten hep bilmeyenler konuşuyor. Biri yanlış yapmış sen de engelleseydin diyorsun ama Bakanlık veriyor git engelle bakayım.

·       RMÇ- Benimkini engelledin ama gerçi en son oraya gelecektim ama

·       FT- Senin oraların işi benlik değil Anıtlar Kurulundan geçti onlar.

·       RMÇ- Siz politikacılara çok hayranım valla. Bir şey nasıl yapılamazı sizin kadar güzel anlatan hiçbir meslek erbabı yok. Yapılacağı da hızlı ve layıkı ile yapıyorsunuz.

·       FT- Sen yetkili olsaydın vermez miydin? Git Bakanlığa gör dosyaları ve nasıl yapıldığını gör. Planlar 1983’te yapılmış, onaylanmış kimse itiraz etmemiş sonuçta gelmiş önüne sen nasıl itiraz edersin.

·       RMÇ- Kentin asıl planlanmasında kalıcı nüfusun 350.000 olması öngörüsüne kayıtsız şartsız destek verdiğini biliyorum, ayrıca merkez dışında 2 kat yüksekliğin aşılmaması özeni gösterdiğini de biliyorum, yeni plan yapılacak yerlerde minimum arsa büyüklüklerinin de 800 m2 olması ve bu arsalarda 2 bağımsız bölüm yapılması özeni gösterdiğini biliyorum. Şimdi sorum şu bu büyüklükteki bir nüfusun yerleşmesi için ne kadar bir alana ihtiyaç gösterdiği ortada iken, bunu nasıl savunabildiğini merak ediyorum… Bunlara temiz su, atık su şebekesi ve arıtması, yeşil alan, yol yapım ve bakımı, telefon ve elektrik altyapısı açısından baktınız mı? baktı iseniz nasıl bir tablo ortaya çıktı?

·       FT- Evet ama söylediğini şöyle düzeltelim, 350.000 makro düzeydedir. Ayrıca 2 bağımsız bölüm değil söz konusu olan benim için “tek bağımsız bölüm” olmalı ve tercihim de budur, yani tek parsele tek konut. Ayrıca taban alanı katsayısı da %25 olacak şekilde planlanması talimatı verdim. Esasen ben ikiz villa yapımına karşıyım da.  Benim şahsıma ait 30 dönüm yer bu manada planlanırken dahi, tercih ve öngörüm asla değişmedi. Herkes eşletirdi, buraların yerlilere ait olduğunu ayrıcalık yapmamızı istediler, şiddetle karşı çıktım. Onlara bu haliyle parsellense benim 20 parselim olur sizin dediğiniz gibi yaparsam 40 parselim olur maddi olarak çıkarım olsa bile Çeşmenin sosyal yaşamına uygun olmayacaktır dedim ve itiraz ettim. Hukuki durum bu, Bakanlık planlayacak, sen sonuçlarına katlanacaksın.  

·       RMÇ- Yerel basına özgürlük diyorsun şimdilerde devri iktidarında seni benim fazlaca onaylamadığım bir dille eleştiren ama temelde de sadece eleştiri hakkını kullanan Dinmez Er’in de çalıştığı gazetenin reklam verenlerine telefon ettirdiğin, reklam verilmesini engellediğin söylendi ve adeta sessiz kalarak onayladığın çok söylendi… Ne diyorsun bu konuda şimdi geriye bakınca?

·       FT- Ben kimseyi aramadım, kimseyi de arattırmadım. Mehmet Cüneyt Devrimci ile bu konuyu konuştuk sadece ve onlara nereden buldunuz bu kadroyu dedim.

·       RMÇ- Vallahi herhalde telefona sarılıp kendinin arayacağı yok şüphesiz ama arattırdığını konusunda ciddi bilgiler olduğu söyleniyor.

·       FT- O bana çok gelirdi hem babası hem de amcası benim iyi dostumdur, sonradan da gazeteyi kapatmışlar.

·       RMÇ- Şimdi bakıyorum da; hem Muhittin Dalgıç’ı hem de Ekrem Oran’ı belediye faaliyetleri dışında bir takım faaliyetlerden ötürü de çok eleştiriyorsun, peki senin belediye faaliyetleri dışında eleştirilmen konusunda nedense sakin kalamadığını da görüyoruz. Mesela ve nedense “İnciraltı Olaylarını” yazan ya da söyleyen hatta bu konuda sana sorumluluklar yükleyenlere karşı devletin benzer büyüklerinin her olaydaki kusurlarını söyleyenlere karşı yaptığı savunmalardaki hep “ben düğünde idim” benzerliği tesadüf olabilir mi ve seni rahatsız etmiyor mu? Çocukları katledilen ailelerin feryadını bilahare de olsa dindirmek için neler yaptın, bu hiç de muteber olmayan savunma dışında? Peki bu olayın hatırlatılması politik faaliyet dışındadır, bel altı vuruyorsunuz diye herkese kızdın, deyim yerinde ise ayar verdin kendince, senin politik olmayan eleştirilerin karşısında muhataplarının da aynı şeyleri düşünmesi için neler diyeceksin?

·       FT- Elinde kanıtın var mı kardeşim sana kaç defadır anlattım hala aynı şeyi sorup duruyorsun. Sen bunu temcit pilavı gibi ısıtıp duruyorsun, sen demek ki bana inanmıyorsun. Varsa bir belgen çıkar o zaman.

·       RMÇ- Neyse Faik Abi, bu konudaki muradını ben biliyorum ve kamuoyuna senin ağzından aktarıyorum. Şimdi gelelim bugünkü Reis’in siyasi hayatının başlangıcı senin döneminde başladı, değil mi? Kısaca anlatır mısın?

·       FT- Vefatlar neticesinde boşalan yerlere, tayinler düşünüyor iken Şantiye Evlerinde görevli olan bu şahsı “siteleri koordine etsin” diye görevlendirdik. Politik hayatı başlamış oldu.

·       RMÇ- Yeni dönemde ben senin aday gösterilmeyeceğini yaklaşık 1 ay önceden biliyordum mesela dışarıdan biri olarak ama bakıyorum o günden bu yana sürekli olarak son dakikada değiştirildim diye CHP’nin karar vericilerini eleştiriyorsun? Bu bilgilerden biri yanlış gerçi ben yanlışı biliyorum ama kayıtlar açısından, sen de senin açından olanları kısaca özetler misin?

·       FT- Sen biliyorsan o zaman Genel Başkan yalan söylüyor o zaman. Böyle yazabilirsin. Biz 4 kişi yanına girdik Genel Başkanın ve benim aday olduğumu MYK’ya tek benim adımı sevk edeceklerini söylediler. Benim önseçim talebimi geç kalındığı gerekçesi ile kabul etmedi. 1.5 ay sonra MYK’ya tek aday beni önermelerine rağmen sonradan değiştirdiler. İsimler malum bu işi yapanlar. Alaattin Yüksel, Ali Engin, Gürsel Erol ve etrafı etki yaparak değiştirdiler. Adnan Keskin, Sezgin Tanrıkulu Genel Başkana girip değişikliği gerçekleştirirken benim adıma işi takip eden Aytun Çıray bu olayların tamamına tanıktır. Baskılar neticesinde değişen 9 aday olmuştur ve bunlardan ben hariç 8’i başka türlü adaylıklarla CHP’nin oralarda seçim kaybetmesine neden oldular.

·       RMÇ- Aday gösterilmeyince, DSP seçeneği hatta MHP yoklaması konusunda ciddi ve sağlıklı bilgilerim var olmayınca külliyen reddediyorsun ancak DSP için kamuoyu yoklaması bile yaptırdığını biliyoruz, ne diyeceksin? Gerçi bir önceki cevabında bunu reddetmiş oldun ama…

·       FT- Ben olayları anlattım, buradan sen ne anlıyorsan o. Ama ben adaylık girişiminde bulunsa idim, Muhittin Dalgıç’ın seçim kaybetme riski olurdu ama yapmadım.

·       RMÇ- Yeni Reis Ekrem Oran’a “Diplomayı göster dedim, göstermedi” diyorsun bu hangi dönemde oldu, 1. mi yoksa 2. mi?

·       FT- 2 dönem evet. Ben ve parti ne beyanda bulundu ise bunu yazdık listelere, oysa lise mezunuyum dese o tercih etmemizi değiştirecek bir şey olmazdı ve seçilmesine engel bir durum da yoktu. Böylesi bir yalana başvurmasını ve nedenlerini şüphesiz ki sorduk ama işte malum cevaplar.

·       RMÇ- Artık bu konu ile ilgili başkaca soru sormaya lüzum kalmamıştır eğer bahis konuları tespitleri 2. Dönem olmuş ise.

·       FT- Bu evvela makam kullanmaya başladı, başkan yardımcısıyım, imar komisyonu başkanıyım gibi söylemlerini duyunca CHP İlçe Başkanının ve Belediye Meclis Üyelerinin bulunduğu bir ortamda konuyu sorduk kendisine şiddetle reddetti ama tanıklıklar karşısında da bir daha yapmaması konusunda şiddetle uyardık.

·       RMÇ- Ekrem Oran ben üniversite mezunu olduğumu hiçbir yerde söylemedim diyor, sen ise bizi kandırdı diyorsun.

·       FT- Yahu liste yapıyoruz, İlçe Seçim Kuruluna veriyoruz, beyanına dayanarak, sonra İlçe Başkanı ısrarla isteyince lise diploması getiriyor ve o zaman anlıyoruz ki diploma konusu kocaman bir yalan.

·       RMÇ- İZSU’nun kanalizasyon ile drenaj şebekesi işlerini 1 mt dahi ilerletmediğini söylüyorsun ama ALÇESU döneminde gerçekleştirilen ve öncelikle de İller Bankası ihalelerinden kalan asbestli borulardan oluşan isale hatlarını yenileme işini görmezden gelmiyor musun?

·       FT- Ben diyorum ki, kanalizasyon ve yağmur suyu şebekesine yatırım yapmadı, sen de ısrarla yatırım konusunu öne çıkarıyorsun.

·       RMÇ- İZSU’nun kanalizasyon şebekesi olmayan yerlerde herhangi bir çalışması yok en azından şimdilik doğru ve buradaki abonelerden dahi “atık su” parası alıyorlar üstüne üstlükte vidanjör hizmetini hem 10 m3 ile sınırladılar hem de fahiş fiyatla yapıyorlar, atık su bedeli alıyorlar ise vidanjör hizmetinin bila bedel olması gerekmez mi? ya da fosseptik kullanan abonelerden atık su bedelinin alınmaması gerekmez mi? ne dersin? Bu kadar dillendirilmesi rağmen parmağım kör gözüne misali neden devam ediliyor sence

·       FT- Bu karar maalesef Büyük Şehir’in kararıdır. Bu konuda itirazı olup mahkeme başvurusu yapıp dava kazananlar da var. Siz de şikayetçi iseniz dava açın, sonucuna katlanın. Bizim dönemimizde yeterli ve ucuz vidanjör hizmeti veriyorduk şimdi onları kısmen devir kısmen de hurdaya çıkarmışlar, sonuç bu.

·       RMÇ- Sinek ve haşere konusunda başarılı görmüyorsun galiba yeni Reis’i gerçi sen Muhittin Dalgıç’ı da başarılı görmüyordun. Peki sen kendini başarılı görüp onları başarısız görüyorsan nedir farkın, konu nerelerde aksadı ya da aksatıldı? İhale işi mi yanlış oldu, Büyükşehire verilmesi mi yanlış oldu, hülasa idari yanlışlık mı teknik yanlışlık mı? nedir?

·       FT- Bu ilaçlama işinin ihale edilmesi baştan sona yanlıştır, çünkü nihayetinde suya katılan ilaç miktarının sonuç almakta başarısı önemlidir, kendi imkanların ile yaparken başka ihale şekli ile başka, denetlenmesi bile gerçekten zordur. Sonuç ortada. Yurt dışından ilaçlama makineleri getirdik personeli kurslara gönderdik ancak öyle baş edebildik bu durum ile. Bu ekiplerin başına Doktor ve Veteriner getirdik, ilaçları tespit ve tayin etme ve kullanma konusunda sağlık ve mücadele başarısı elde etmek için. 

·       RMÇ- “Larva döneminde ilaçlama yapılmadı” diyorsun, plan mı yap(a)mıyorlar yoksa bu işin oradan başlaması gerektiğini mi bilmiyorlar? Bu söylemden kastınız nedir? Sen biliyorsun da onlar neden bilemiyor sana göre, senin altını çizdiğin konu bir ilkokul bilgisi olduğuna göre, mezkûr zevatın da hepsinin üniversite mezunu olmasına rağmen sorun azalmaksızın devam ediyorsa nedir durum?

·       FT- Kasım ayından önce tüm risk noktaları kanalizasyon kanalları, yağmur suyu şebekesi ilaçlanacak ve bunların mazot türevi ile yapılacaktır. Tüm şebeke kotlar ve etki alanları göz önünde bulundurularak ilaçlanmakta idi. Başta yazlıkçılar olmak üzere herkese uyarılarda bulunuyorduk, evler kapatılır iken eviyelere yarım litre mazot dökülmesi konusunda. Havuzların boşaltılması konusunda uyarılar yapıyorduk, boşaltmayanlarınkini ilaçlıyorduk ama maalesef o su bir daha kullanılamıyordu. Sonraki dönemde fosseptik çukurları başta olmak üzere her risk noktasına sırt çantalı ekiplerimiz yakma işlemi gerçekleştiriyorlar idi. Hatta tespitlerimize göre “güneş enerji sistemlerinde” bir tutam su kalsın tüm mahalleye yeter sinek yetişiyor idi. Kasım ayından sonra da ilaçlamalara başlanırdı. Neden yaptıklarını sen bilmiyor musun? İlaveten sen ihale işine neden karşı olduğumu anlamışsındır. Gerçi Ekrem Oran gelince ihaleyi de iptal edip Büyükşehir ile protokol yapmış, sonuç ortada, son derece isteksiz ve nihayetinde de başarısız, en azından vatandaş adına.

·       RMÇ- ÇEŞTUR’un bu kadar genişlemesi uygun mudur? Restorancılık, kahvecilik yapılıyor eleştirilerine katılıyor musun yoksa bu eleştirileri de işleri azalan esnafın bir dedikodusu olarak mı görüyorsun? Peki genişleme ile istihdam yaratmış olması üstüne üstlük çalışma rejimine uygun ve kurallarına uyarak işçi çalıştırmış olmasından ötürü teşekkür gerekmez mi?

·       FT- Uygun olmadığını her yerde söylüyorum ve yazıyorum. ÇEŞTUR Belediyenin hizmette destek ünitesi olmalıdır, Belediyenin mevcut durumdaki eksikliklerini tamamlamak üzere faaliyet yürütmelidir. Bizim tür belediyelerde bir belediye başkanı ne maaş alır? 9.000 Tl. Bana göre belediyelerde ve kuruluşlarında belediye başkanından daha fazla maaş almaları uygun değildir ve ben buna izin vermem. Ama şimdi duyumlarımız 30.000 Tl maaş alanların olduğu, 15.000 Tl alan da varmış ve ilaveten kişisel kullanıma tahsis araç ile lojman tahsisi de varmış, bunlar uygun şeyler değil, sizin hoşunuza gidiyorsa destekleyin.

·       RMÇ- Sen nereden biliyorsun, gördün mü bordrosunu?

·       FT- Ben görmedim ama hem ulusal hem de yerel basın yazdı, maaş alanlardan biri de sizin gazetenize gelip bu beyanlarda bulunmuş, ne diyeyim daha…

·       RMÇ- Yeni Asır gazetesi yazar tabii ki, onlar CHP’nin hasmı…

·       FT- Tamam sende tekzip edersin, yalanlarsın, var mı Belediye Başkanının yalanlaması?

·       RMÇ- Var tabii ki hep yalanladı Lojman da vermedik maaşlar da öyle değil diyor ama hep gündemde tutuluyor bu konu.

·       FT- Hayır yok böyle bir şey. Biz neden uyduralım bunları, bunlar konuşulan konular, sen destekle bunları yaz destek yazılarını…

·       RMÇ- Çöp vergisinin İZSU faturaları içine türbanlanması, sonradan katı atık toplama bedeli ihdas edilmesi, olmadı ve yetmedi katı atık bertaraf tesisi adı altında tam 3 çeşit vergi toplanırken, bahçe atıklarınızı da toplamayacağım ve kamuya açık mahalle de bırakılması halinde ceza yazacağım yaklaşımı ile vatandaşa adil ve etik olmayan adeta 4. Bir vergi uygulanması kararı alınması konusunda ne diyeceksin?

·       FT- Bunlar Devletin çıkardığı yasalara göre oluyor

·       RMÇ- Ben nereden bileyim biz parayı size veriyoruz, parayı ne yaptığınız siz biliyorsunuz. Şimdi de senin delaletinle Reisliğe gelen şu andaki Reis’te biz bahçe atıklarını da toplayamayacağız diyor?

·       FT- Bunları bana niye soruyorsun? diyorsun?

·       RMÇ- “Kardinalin elini öptü” demiş olmak bir ötekileştirme tavrı değil mi sence, insan bir büyüğünün elini öpemez mi Belediye Başkanı olunca? Burada ne anlatmak istedin?

·       FT- Ötekileştirme tavrı olmaz olamaz. İnsan bu kabil makamlara gelince kimin elini öpeceğini iyi bilmeli. Sen şimdi gidip Sakız’daki rahip’in elini öper misin?

·       RMÇ- Sakız’daki rahip yaş olarak benden büyük mi peki? “El öpmekle dudak aşınmaz” diye atasözümüz var bizim.

·       FT- Mesela dini büyük olduğu için elini öptüm derse bende sorarım o zaman niye diyanet işleri başkanının elini öpmüyorsun? O zaman gitsin dini büyük herkesin elini öpsün, ben eleştiririm böyle yaparsa, o kadar. Sorarım bunu turizm için mi yaptın, biz inanmayız böyle olduğuna çünkü turizm ilgili kurumlarla yürütülür. Mesela Türkiye’ye gelen Rusları Kardinal mi getiriyor yok devlet politikası getiriyor, devletin kurumları getiriyor. Dünyada bu manadaki etkinlikler dini kurumlarla değil devletlerin diğer kurumlarıyla yapılır. Mesela Sakız Adasındaki, Belediye ile, turistik şirketler ve kurumlar ile, Odalar ile yaparsın görüşmelerini ve etkinliklerini ama oranın dini büyüğü ile değil. Çünkü dini kurumların gayeleri başkadır.

·       RMÇ- Anladım Abi, buradan da mesajını aldık. Şimdiki Reis’in ustamın izindeyim demiş olduğunu biliyorsun herhalde? Ustam dediği zat’ı biliyor musun, tanıyor musun? İlaveten Reis ustasından yeterince ilim, irfan ve feyz almış mıdır sence?

·       FT- Kimi kastediyor tam bilmiyorum ama galiba ve büyük ihtimalle Ahmet San’ı kastediyor. Ahmet San’ın benim nezdimde pek bir itibarı olmadığı açık ve herkes biliyor. Bir Dönem, Kaymakam ile benim imzamı taklit ederek sahtecilik yapmıştır. Durum bu…

·       RMÇ- 24 Mart 2019 tarihli “yarımada gazetesinde” ki röportajında “çocuk” diye anarak küçük görme ve gösterme çabası içinde olmuyor musun? Koskoca adaya ve nihayetinde reis’e çocuk ifadesi şık oluyor mu ki?

·       FT- Onu ben söylemedim onu kendileri yazmışlar. O konuda isterse mahkemeye gidebilir, ben ona çocuk demedim. Ben beyanatımda, yalancıdır, makam kullanır ve sahtekardır dedim.

·       RMÇ- CHP eski gençlik kolları başkanının babasının mısır tezgahını kaldırmış olması için ne diyorsun?

·       FT- Sırf kendisini desteklemedi diye babasının mısır tezgahını kapattırıp aynı yeri Bozdağ şurupçusuna vermiş olmasını insanlık açısından da, parti açısından da ayıptır.  Siyası benzerlerinin aldığı sonuçları bir veri olarak kullanıp cesaret ediyor demek ki.  

·       RMÇ- METHAN dondurmacısını kaldırıp yerine VELİ USTA dondurmacısını yerleştirmiş olması nasıl yorumlanmalı?

·       FT- Rezaletin son perdesi. METHAN bir top dondurmayı 3 Tl’ye satarken bunlar şimdi 6 Tl’ye satıyor. Şimdi herhalde kitaba uymayan bir şeyler vardı hemen VELİ USTA levhası kaldırıldı. Ama levha kalkması ile sorun bitiyor mu? Efendim ihaleye çağırdık METHAN gelmedi gibi savunmalar duyuyorum eğer ihale ile verildi ise gazetede fotoğraf yayınlanınca mahcup ve suçlu çocuklar gibi apar topar levhayı niye kaldırıyorsunuz? Eğer her şey kurallara ve kanunlara uygunsa neden bu telaş ve değişim?

·       RMÇ- “Halk” hep önde sizin mahallede ama devri iktidarınızda da fazlaca önemsemediğiniz bir konu olarak tarihteki yerini aldı bence. Mesela halkın denize ulaşımı konusunda kapatılan yolların açılmadığını söylüyorsun şimdilerde, lakin Şifne Hotel’in deniz tarafından dikenli tellerle kapatılması konusunda hiçbir şey yapmadın, Muhittin Dalgıç’ta sessiz kaldı, Ekrem Oran’da. Orada deniz halka “ÇEŞTUR” markası tarafından kapatılmış durumda, ama size göre bu normal demek ki, hiç sesiniz çıkmıyor. Bu sence çifte standart değil mi, sen kamu olarak kapatırsan özel kesim zaten “ham etmeye” hazır ve aportta beklemez mi? Ne diyorsun?

·       FT- O iş başka. Oranın yapımı “kıyı kanunu” yayımlanması öncesinden yapılan işlerdir.

·       RMÇ- Abi ben binaları söylemiyorum, tel örgüyü söylüyorum.

·       FT- Orada tel örgü yok, kıyı kanunu çıkarılmasından önce yapılmıştır. Güvenlik amaçlı kapatılmıştır, güvenlik söz konusu olunca öyle kararlar alınabiliyor.  

·       RMÇ- “Ben üniversiteyi Faik Bey de kendini bitirdi” diyen Ekrem Oran ben üniversite mezunu olduğumu hiçbir yerde söylemedim diyor, sen ise bizi kandırdı diyorsun. Bu işin aslı faslı nedir allasen? Ayrıca sen kendini bitirdin mi, bitirmedi isen Reis sana neden böyle diyor? Ayrıca daha düne kadar “abi” diye seslendiği büyüklerine “bey” diye hitap ediyor olmasını nasıl değerlendiriyorsun? Yani kendisince bu konuda bu tebarüz ettirme ile “sizden farklıyım” gibisinden bir yaklaşım sergilemesi söz konusu olabilir mi?

·       FT- İnsanlar yükseldikçe kendilerini değişik şekilde ifade etmeye başlıyorlar. Mesela daha önce İl Genel Meclisi Başkanlığı yapmış bir arkadaşımız ki politikaya ben davet etmiştim kendisini o da benzer tavırları göstermiş idi. Hatta onunla ilgili kötü anılarımız da var, Çeşme’nin 25.000 planlarının sümen altı edilmesi, onaylanmamasının müsebbibi kendisidir. Kanıtları da vardır bunların her birinin. Sonra parti olarak İl Genel Meclisine düşünmüyorduk kendisini ama geldi yine öyle dedi böyle dedi bizde bundan tecrübelenmiştir diyerek tekrar yazdık kazandı.

·       RMÇ- “Mavi Bayrak” konusu da önemli bir detay senin için, anladığım kadarı ile ve mavi bayraklı plajlara yeniden bayrak çekmek ahlaki değil diyorsun, ayrıca Reis için varsa yoksa Ilıca Plajı var diyorsun, başka plajların hiçbir derdi ile ilgilenmiyor diyorsun, plajları zaman zaman dolaşıyor musun? Ne biliyorsun da böyle diyorsun?

·       FT- Bayrak konusu tam bir rezalet fotoğrafları var, beratları var, ama ne diyelim. Adam söylüyor, bak mesela “festivali” söylüyor 25 senedir yapılmadı diye insan utanır valla. 2004 ten sonraki dönemde Ekrem Oran’ı festival komitesine yazmışız, tüm uyarılarıma rağmen hala daha yalan söylüyor. Bak sana söyleyeyim, Çiftlik’te Pırlanta Plajında Turizm Bakanlığının ihale ettiği bir işletme var bana göre en makul yer orası. Tuvaletlerinden, şezlonglarına kadar her şey uygun ve makul hem de ucuz. Şimdi hala öyle midir bilmiyorum.

·       RMÇ- “Belediye işleri, konserle, el sallamakla, sarılıp öpmekle, o yöredekilere “ÇEŞME AİLEM” demekle olmaz diyorsun. Reis sanki sadece bunları yapıyormuş gibi bir hava veriyorsun peki bu doğru mu, doğru ise neden ve nasıl?

·       FT- Varsa kendi söylesin, yatırımlarına girdik baktık ya da sen alınıyorsan bu söylemden sen söyle bana göre yeni hiçbir şey yok. Tekke plajı işletmesi var ama orasını önce kapadılar şimdiki Reis’te işletiyor. Yarı yarıya zarar ettiği aşikâr. Ben tamamen onların yayınladığı bilgiler üstünden söylüyorum bunları. Rezalet bir şey tüm bu yapılanlar.

·       RMÇ- Bir yazında “çıkar odaklarının başkanı olma” diyorsun, tam ve açık seçik ne demek istiyorsun, çıkar odakları derken kim ya da kimleri kastediyorsun, öyle tahmin ediyorum ki, sen efsane ve eski bir belediye başkanı olarak bunu bilerek taammüden kullanıyorsundur, senin yakın tanıklığın nedir bu konu ile ilgili? Bu çıkar odakları her belediye başkanına gitmez mi sence? Hele çok uzun süre başkanlık yaptığına göre öyle tahmin ediyorum ki sen bir kısmını tanımışsındır, sahi kimdir bunlar? “Halkın başkanı ol” diyorsun peki halkın başkanı olmak ne demek, mesela sen halkın başkanı mı idin?

·       FT- Benim kastım çok net ve açıktır. Kıyılar “halka açıktır” Halk beni seçtiğine göre ben halkın başkanıyım.

·       RMÇ- Beni halk seçti dersen Ekrem Oran’ı da halk seçti, kastın başka olmalı.

·       FT- Halkın yolunu açmıyorsa, halkın plajlara erişimini temin etmiyorsa nasıl olacak bu? Halka kapatılan yolların önüne geçemiyorsan o zaman çıkar odaklarının başkanı olursun.

·       RMÇ- Peki Faik abi; eski bir CHP’li olarak adaylarını bu kadar sıkı eleştiriyor olmanın sebebi partiden atılmak olabilir mi? Çünkü bu manada ciddi eleştiriler oluyor ahali arasında…

·       FT- Yooooo. Onla alakası yok ki. Dikkat edersen evvela ben yol gösteriyorum tecrübeli bir abisi olarak sonra eleştiriyorum. Yol gösteriyorum ki yarın öbür gün başın belaya girmesin diye. Bunlar görevi kötüye kullanmak kabilinden değerlendirilir ve hapse bile girebilirsin diyorum.  

·       RMÇ- Faik Abi; son olarak benim Karadağ semtindeki tarlamın, 4 tarafı da imar açık iken, uyduruk ve kamu işlevi dışında bir faaliyet alanı olarak tanımlanmasında bir bilgin ve katkın oldu mu? Olmadı ise eskiden aynı imar adasında bulunmasına rağmen oradan yeni bir ada ihdası ile belediye olarak durumunu değiştirmiş olmanızı nasıl izah edeceksin? Bilahare mahkemeleşmiş olmamız üzerine kullandığınız tasarruflar aleyhine mahkeme kararı alınmasına rağmen yaklaşık 3 yıl mahkeme kararını uygulamamış olmayı neye bağlıyorsun?

·       FT- Planları kurul tarafından yapılmış yerde Belediyenin tasarrufu olamaz. Mahkeme kararını uygulamamış olmam mümkün değil yanlış biliyorsun.

·       RMÇ- Faik abi gerçekten öncelikle sabrın bilahare de kendince bilgin, ilgin ve samimiyetin çerçevesinde verdiğin cevaplar için, son olarak eklemek istediğin bir şeyler varsa onunla bitirelim söyleşimizi…

·       FT- Ben teşekkür ediyorum.