Cuma, Ekim 23, 2015

ZAT, AYDIN KORKMAZ, PATRON, SEVGİLİ AYDIN

Bu hafta; İstanbul Atatürk Havalimanında yaşadığı olumsuzluklar karşısında, havalimanı tuvaletinde ayakkabı bağıyla intihar ettiği söylenen, İngiliz gazeteci Jacqueline Annen Sutton üzerine; bir insanın tuvalette uzunluğu en fazla yaklaşık 1.00 mt olan ve özellikle 78’lilerin hiç yabancı olmadığı ayakkabı bağı ile nasıl intihar edebileceği üzerine yazayım diye içimden geçirirken... Keyif alarak yazılar yazdığım YENİ ÇEŞME Gazetesinin bu haftaki sayısının bir gün önceden basılıp, erkenden elime geçmesi ve 3. sayfada gördüğüm, beni hedefe koyan iddialı yaklaşım üzerine polemiğe son kez kabilinden, gazetenin 3. sayfasındaki Zat’a, Aydın Korkmaz’a, Sevgili Aydın’a ve Patron’a, son kez ve ne olursa olsun bir daha asla vermeyeceğim cevabı vereyim kararı aldım...

YENİ ÇEŞME Gazetesinin 3. Sayfasındaki; Zat, Aydın Korkmaz, Sevgili kardeşim, Sevgili Aydın; diye kendisine hitap edilmiş olmasını, bir kararsızlık meselesi ve nitelemede tutarsızlık zannetmiş, oysa ki, bu tam tersine, sıfatlarının neredeyse sayılamayacak kadar, en azından benim nezdimde, çok olduğunun göstergesi olarak algılanmasını gerektiren bir yaklaşım olup, bana da sadece, Ruhi Çilek diye başlamış ve öyle devam edeceğini ve de gerekirse öyle bitireceğini söylemiş, eeee tabii ki benim bilgim, ilgim, tecrübem, becerim, kabiliyetim, belagatım, hassasiyetim çok sınırlı olunca, ona tekabül eden sıfatlarım da sınırlı olacaktır, hatta o kadar ki, Ruhi Çilek’in, takdim-tehir edilerek, Çilek Ruhi denilmeyi hak edecek kadar bile değil... Önceki yazımda; kendisine hitap şekillerimin de sayısal dökümünü yapmış sevgili kardeşim, ne diyeyim, Allah selamet versin. Günün mode deyimidir ya; “algı”, ahada tam da öyle... “Ördek Memet” hikayesi yani... Evet, tam da “senin anlattığın karşıdakinin anlaması ile sınırlıdır” durumu... Ancak; “uslup meselesi, ayakkabı köselesi değil” gibi kurtlar vadisinden fırlamış gibi görünen bir feylosofianın, makul ve kabul edilebilir görünüp, bu yaklaşımın düstur edilebileceğinin kabul edilmesi hedeflenir iken, bunun üstüne daha da uzun uzun kelam ediyor olmanın “vatana ve millete bir faydası olamayacağının” üstüne parmak basmaya gerek yoktur diye düşünüyorum...

Bir başka başlık ise; “herkes kendi köşesinde İlçemiz ve Ülkemizdeki olaylara kendi dünya görüşlerine göre yorum yapıyor” diye yazarak, gerçekten gereksiz bir alınganlık eseri olduğunu düşündüğüm bir konuya giriyor ve sanki bir satır önceki “Yeni Çeşme Gazetesi, bir platformdur” iddiasını tekzip edercesine, burası insanların, en azından benim öyle, diğerlerinin durumu ne beni ilgilendirir, ne de bilgi sahibiyimdir, ücret karşılığı çalıştığım bir yer değil, elbette, kendi özgür irademle karar verdiğim şeyleri yazacağım, siparişle yazı yazılacak platformlar ile bir ilişkim yok, olamaz da ... Evet, polemik başlattığını bildiğimiz yazımda da, belirtmiş idim; bir kez daha yazayım, “açıktan ve direk söylemek gerekirse gerçekten övülecek işler yapmakta olup, kendince ve olabildiğince bağımsız ve tarafsız bir tutum almaktadır”, bunda gazetenin patronunun tutumu kadar, biz düşündüğü gibi yazanların da payı vardır. Sen, senin gibi düşünmeyene sayfa tahsisi etmeme hakkını kendinde görüyor olabilirsin, ama bilesin ki biz düşündüğü gibi yazanların da o sayfayı kullanmama hakkımız vardır... Yoksa platform başka bir şey haline dönüşür, Allah muhafaza...

“Karakolda doğruyu söyler, mahkeme de şaşar” , eee, Sayın Aydın Korkmaz, Sevgili Aydın, Sevgili Kardeşim ve de patronum, ben zat-ı alileriniz gibi, karakol ve mahkeme yüzü görmediğimden bu savının daha baştan şaştığını söylemem seni üzmez herhalde, ama bak ben Amerika’ya da gitmedim ama üstüne laf edebilme konusunda herhangi bir bilgi eksiğim yoktur diye düşünüyorum.

“Onca yoksulluk varken”; filminden bahsediyorsun, sen filmi seyretmişsin, bana da tavsiye ediyorsun... Tabii ki, biz sinema yüzü görmediğimiz için böyle bir hak sana doğuyor, Sayın Aydın Korkmaz, Sevgili Aydın, Sevgili Kardeşim ve de patronum... Ama; senin gibi dostlarımdan (al sana bir ilave sıfat daha), hem tiyatro oyunu üstüne, hem filmine, hem de kitabına yönelik çok şey dinlegimden, en az senin kadar kulaktan dolma (!!!!!) da olsa, bilgi sahibiyim, kulaktan dolma diyorum çünkü bildiklerinin düzeltilmeye haydi güncellenmeye ihtiyacı var diyelim, geçelim... Kaldı ki, burada tarafınızca zımnen, ülkenin içinde bulunduğu çok sıkıntılı bir durum yerine, “polemik arayışında bulunuyor olmam”, köşe işgal ediyor olmanın sefaleti olarak değerlendirilmektedir. Memleketin sıkıntılarının önceliğini tayin etme yetkisinin sende olmaması bir kenara, “arkadaşlar” ifadesinin gölgesinden, bazı analizleri ve görüşleri tiye alma hakkının olmadığı da çok açıktır ve bu konuda yaptığımız eleştirileri de makul ve anlayışla karşılamanı bekliyorum. Eleştiri hakkımı, herhalde birilerine, velinimettir tayiniyle temlik edecek halim yok, ben herkese olduğu gibi, sen sevgili kardeşime de eleştiri hakkımı kullanırım, kullanıyorum ve de kullanacağım, bundan taviz yok... Bu lafın bu anlamdaki mealini görmezden gelerek; “Ne yapmışız, neyi söyleyememişsin, neyi yazamamışşın” diye adeta, meydan okuyan bir edayla sesleniyorsun, ee gayet güzel, ben nerde bunu söyleyemedim, nerde neyi yazamadım demişim, yok böyle bir şey... Zaten kast-ı mahsusayı oluşturan böyle bir şart oluşursa, sırtımda yumurta köfesi yok ya... Kaldı ki, böyle ne bir kastım oldu, ne de ima etmişliğim oldu, ne de söylemim, ama “eleştiri hakkımı saklı tutuyorum” ifademi vesile kabul ederek, başka şeyler de ima ediliyorsa ki, sanki öyle bir hava oluştu, duruma kani olduğum an gereğini yapacağımdan başta sen olmak üzere, kimsenin zerre kadar kuşkusu olmasın...

Yani kısaca (!!!!) diyeceğim o ki; Aydın Korkmaz, Sevgili kardeşim, Sevgili Aydın; yaptığın işi saygıdeğer buluyorum ve bu çizgide devam ettiğin sürece bulmaya da devam edeceğim, burada bir köşem olsa da, olmasa da... Bildiğin üzere yazıyor olmamım tek gerekçesi, yarın-öbürgün, torun torba, dost ve arkadaş çevrem, bu adam bu konuda ne düşünmüş diye sorduğunda başvuracakları bir kaynak olsun istedim, bu zaten var, bir blog sahibiyim, aaa senin gazetende bir köşem olmaya devam ederse mutlu da olurum, olmasa da canın sağ olsun... Yoksa ne reklam ve para, ne tanınırlık, ne bilgi satışı, ne de benzeri bir ikbal beklentisi içinde değilim, aman beni karıştırma... Artık ne dersen, de, sana cevap vermeyeceğim...Tıp...Tıp...



Pazartesi, Ekim 19, 2015

SPONSOR ARIYORUM

Bilindiği üzere, sponsorluk; hedefi olan kuruluş ve kurumların amaç ve hedeflerini hızlı ve güvenli gerçekleştirebilmeleri için sanat, kültür, sosyal ve spor alanlarında, gerçek kişi veya tüzel kişilerin, para, araç-gereç ya da hizmet ile desteklenmesi ya da tüm bu çalışmaların planlanması, yürütülmesi sürecinin finansman teminidir. Sponsorluk; sponsor olunana hedefe varmada kısaca destek anlamında olmakla birlikte, sponsorlara da, geniş kitleler nezdinde yoğun izlenen mezkur alan üzerinden de, reklam, beşeri ilişkiler, satış, teşvik vb. hedeflerde ve marka adını kafalara nakşetme, markaya itibar kazandırma, kurum ya da kuruluşa ehven ve sevimli kimlik kazandırma ve de özellikle vergi muafiyetleri ve mezkur kamu ilişkilerinin ehvenleştirilmesi adına bir hoşluk teminidir, aynı zamanda... Kolayca bilinebileceği üzere; her türlü ticari kurum ve kuruluş yanında kamu kurumları da bu alanda, ciddi ciddi yer almaya başlamışlardır. Diğer taraftan, işletmelerin ürünlerinin hedeflere uygun pazarlanabilmesi, hatta “sponsorluk” numarasıyla kitleler nezdinde mezkur ürünlerin bilinirliğini arttırmak, ürünlere ihtiyaç oluşturma, satışları artırmak mümkünse patlatmak gibi bir süreçten bahsetmekteyiz. Pazarlama faaliyetlerinin “tilkileri”; klasik reklamların güvenirlik ve etkinlik ölçümünün gerçekten saptanamaması, yoğun rekabet koşulları içinde güme gitmesi kaygılarıyla, behemehâl reklama türbanı geçirip, siyasal destek verdikleri üzerinden de yasal sponsorlukların yarattığı mamalanmanın mucibince, piyasa kontrolü adına bu icadı hayata geçirmişlerdir. Bir nevi reklam bütçesi olan sponsorluk, vergi mevzuatları mucibince de bol miktarda yağlı bir durum oluşturmuştur. Sponsor ise; Finansal velinimet demektir... Necip Türk Milletinin genlerine işlemiş ve karakteristik özelliğe evrilmeye başlamış, aklın temelinde, “devlet bize baksın”, “herkes bize yardım etsin” ruh hali oluşmuştur...

Sponsorluk; Nişanyan’ın etimoloji sözlüğünde, İngilizce kökenli “bir girişimi destekleyen veya finanse eden, kefil, garantör”, Klasik Latince de ise, “sponsor, kefil ve söz kesmek, ant içmek, kefil olmak”, TDK da ise; “destekleyici” olarak tanımlanmaktadır.

Sponsorluk; sadece yukarıda belirtildiği üzere sadece mezkur alanlarda mı kullanılıyor, şüphesi hayır...Dünyada pek çok ülkede, siyasal yaşamın manipüle edilmesi uğruna, burjuva anlamda da olsa siyasal ahlakın irtifa kaybetmesine neden olunmuştur, ama elimizdeki en azından bendeki verilere göre, bu konudaki ilk çok büyük legal manipülasyon Almanya'nın Faşist lideri Adolf Hitler tarafından yapılmış olup, seçimlere yönelik bastırılan büyük afişlerle, fakir Alman halkına dağıtılan kömürleri Mısır’daki piramitlerin büyüklükleri ile kıyaslayarak anlatmaktadır.
Peki canım yurdumda, bu tür seçmen sponsorluğu ne zaman başladı, açıklık adına seçim izlemelerinin başladığı dönemde, dönemim muktedirleri tarafından kanaat önderlerinin desteklenerek toplumsal manipülasyon hedeflenir iken, 1970 lerde ise, gereken oyun birkaç kat oy pusulası basılarak çalınan ya da kaybedilen mühürlerin fütursuzca kullanılarak, al mühürlenmiş oy pusulasını, getir boş oy pusulasını karşılığında al yeşil doları kampanyası ile al ayakkabının tekini seçim sonuçlarına göre al diğer tekini kampanyası ile direk desteklemeye geçilmiş olup, malum zatın öncülleri başlatmışlardır, dedikodusundan geçilmez olmuştur. Artık bir defa delmekle birşey olmaz denildi ya, beyaz eşya, kömür, makarna, yağ, gıda, giyim eşyası ve para, seçim manipülasyonuna enstrüman olmuştur. Ne yazık ki, bu her siyasi ekibin gözünü kırpmadan yaptığı bir iş olmaya başlamış ve görece de varolsa siyasi etik yerlere serilmeye başlamıştır. Şüphesiz bu enstrümanların tamamı legal ve kanuni zeminde yapılmakta olup, seçimlerin illegal finansmanının manipülasyona yansımaları konusunda delilli söz söyleyecek durumda değiliz. Ancak şu kadarını yazayım ki, bir ülkede soygun ve hırsızlık düzeni siyasal olarak olumlanıyorsa, bir paylaşım piramidi var demektir… Ganimetten pay alan neden ses çıkarsın ki… Sen mutlu, ben mutlu, oyunu...

Eskiden “Adalet” kazanırdı, sonra birden “Anavatan” kazanmaya başladı, şimdide “Adalet ve kalkınma” kazanmaya başladı, “A” ların zaferidir bu efendiler. Eeeeeeeeeeeee ne de olsa alfabenin ilk harfi, bizde hala ve bunca yılda ancak bu kadar öğrenebilmişiz, durmak yok yola devam…

Günün moda ifadesi “sponsorluk” ya, bende yaklaşan seçimlerde sahip olduğum oyuma sponsor arıyorum, oyumu satıyorum demiyorum zinhar, ki kamusal bir sorumluktur oy sahipliği, zam yapmanın adının fiyat ayarlaması, sansürün adının düzenleme olduğu bir ülkede bu da fazlaca sırıtmaz herhalde… Bende oyum için istediğim rüşvetin adını sponsorluk anlaşması talebi diye nitelendirsem çok mu olur acaba? Gerçek vatandaş - sanal vatandaş durumu var sanki canım yurdumda, gerçekler sponsor aramıyor, kamusal sorumluluk alıyor, diğerlerine zaten diyecek kelam yok... Allah selamet versin...


Yazımı önemli feylesof Nietzsche’nin bir sözü ile bitireyim; “Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir.”

Pazartesi, Ekim 12, 2015

GAZETENİN 3. SAYFASINDAKİ ZAT’A CEVAP


Uzun bir süreden beri yazılar yazdığım “YENİ ÇEŞME” gazetesi, eleştiri hakkımı sürekli saklı tutmak kaydıyla, açıktan ve direk söylemek gerekirse gerçekten övülecek işler yapmakta olup, kendince ve olabildiğince bağımsız ve tarafsız bir tutum almaktadır, diyebilirim. Diğer taraftan ise bu gazetede yazı yazıyor olmam, gazete genel politikasıyla ya da gazete sahibi ve yazı işleri müdürü ile tıpatıp aynı şeyleri aynı şekilde düşünüyorum anlamına gelmemektedir, gelmeyecektir de... Zaman zaman, gerek yazı içeriği ve sahip olduğu iddaaya teorik açıdan, gerekse de vaka anlatımlarının takdim tehirlerine itirazlarımı sözlü olarak aktardım ve nihayet bir de yazılı karşılık ve eleştiri yazısı yazmaya karar verdim.

Son bir kaç sayıda başta olmak üzere özellikle de bu sayıda; biraz da beni ve diğer arkadaşımı kastederek, hatta çaktırmadan dalgaya alarak, “Çeşme’nin devrimci başkanı” söylemimiz üstünden, “Arkadaşlar, Devrimci Başkan, der... Ben ihtiyatlı davranırım. CHP li Sosyal Demokrat Başkan der geçerim.” diye yazmış... Artık cevap vermek kaçınılmaz oldu, asla kat’a bir polemik arayışında değilim ama olacaksa da kaçacak halim yok, hoş geldi sefa geldi makamından başım üstünde karşılarım... Ne yaparmış Aydın Korkmaz, ihtiyatlı yani “tedbirli” olurmuş, vay ki vay... Doğru vallahi, bir önceki Belediye Başkanımız Faik Abimizle ilgili de, bayağı ihtiyatlı davranışları vardı, ben de “ihtiyat”a saygımdan ötürü fazlaca kelam etme ihtiyacı duymamaktayım, eğer bu girişimim bir polemik havası alırsa seve seve bugün ihtiyaç duymadıklarımı, ihtiyaca binaen yazıya dökerim... Başkanın “devrimci” olmasının kendisince nasıl bir tarifi var, ben bilemiyorum, ne yaparsa bir insan devrimci sayılır, ne yapmazsa devrimci sayılmaz tasnifi biraz flu... Mesele devrimci devrim yapar, yapmazsa da devrimci olmaz gibi klasik bir tarife sığınarak, bir tarafı ilzam etmenin yolu sadece budur diye dayatmanın, gelinen nokta itibariyle bizzatihi kendi durumudur, derim ben de... Bilmem anlatabildin mi, biri de kalkar, devrimciyim diyorsun ama sen de devrim yapmıyorsun, dolayısıyla sende devrimci değilsin, der ve cevap bulamazsın bu yaklaşıma... Kaldı ki, literatür gereği başkanın böyle bir sıfat ile nitelendirilmesinin mümkün olmadığını, bende en az kendisi kadar bilmekteyim, ama bunu o bilmekte mi onu pek bilememekteyim... Ben ve diğer arkadaşım başkana hala ısrarla ve inatla böyle demeye devam edeceğiz ve anladığım kadar ile de Aydın Korkmaz da bizi tiye almaya devam edecek... Bizim kasıtlarımız çok açık ve net olup kendisiyle paylaşmışızdır tüm bu tariflerimizi, ama ne yazık ki bu kadar kâr edebilmişiz, demek ki....

Diğer taraftan ama en önemli cevap gerektiren nokta ise, kendisine büyük, ulvi ve anlamlı bir nokta olduğuna inandığım “komünist” mevkiini uygun gören muhteremin, tüm yazılarında, değerlendirmelerini kapitalizmin genel geçer tarifleri, kâr, maliyet, üretim (ihtiyacı gözetmeyen), pazarlama vs. vs. üstünden yapıyorsa, burada kafa bulanıklığının tezahürü söz konusudur bence... Son yazıda, “üretim tesisleri, fabrikalar ve pazarlama” ifadelerini öne çıkararak, Çeşme’lilerin de meşrepleri gereği çok seveceği bir tarife, kendi yazım alışkanlıkları ve tekniği açısından kısaca dalıyor, sevgili kardeşim... “Çok üretelim” demenin, çok tüketelim demenin tersten ifadesi olduğunu bilerek ya da bilmeyerek göz ardı ederek, çok üretelim, çok artık değer oluşsun, işverenin karşılığını ödemediği ya da ödemeyeceği çok değer oluşsun, vay ki vay, nasıl yaklaşım ama değil mi... Konuyu kendisine açtığımda ve bu yaklaşımı bir yerden hatırladığımı ve ilk defa “Çeşme Esnaf Odası Başkanından” duyduğumu söylediğimde de, biraz içerleyerek, “ben bunu uzun yıllar önce söyledim” der ve bende durumu idare etme adına, olabilir başkan da senden duymuştur o zaman dedim, konu mahreç ve telif tartışmasını aştı, çok şükür... Sonra fabrika mülkiyeti üstüne muhabbette, yazıda Belediye’yi kastı çok açıkken, ben mülkiyetin kooperatif olmasını kast ettim diyerek yine soldan bir orta yaptı, bilahare de konuşması ile, biz sosyalist olmayanların kafasını pırıl pırıl berrak bir hale getirdi, sağolsun... Eeeee, tabii ki, sevgili kardeşim, muhtemelen, fabrikalar çoğalsın, işçiler çoğalsın, nasıl olsa işçiler de devrimci olacak, gibi bir fantastik sıralamayı düşünüyordur(!!!!)... Ama konu, konserve fabrikası rayından bir attı, enerjiye kadar onlarca konuda sörfe geçti ama bir türlü, sınırsız üretimin aynı zamanda sınırsız tüketim olduğu konusuna gelemedi, görünen o ki gelemeyecek te... O da ısrarcı, bende ısrarcıyım, bakalım neler olacak... Ben ısrarla kaynaklar sınırlı dedikçe, ben tüketim tasarruflu olmalı dedikçe, ben konfor ısınızı azıcık azaltın dedikçe, ben minimal yaşayın dedikçe, hayati ihtiyaçlar dışında minimum düzeyde giyinin, kuşanın dedikçe, dahili frenler devreye girdi galiba, umarım fren balataları sürekli çalışır hale gelir... Daha çok şey var, yazılacak ama, adam “patron” işime de son verebilir, haddimi bileyim diyor, burada kesiyorum... Bundan kellisini gazetede devam ettireceğiz, merak edenler, Salı ve Çarşamba günleri sabah saatlerinde buyurup gelsinler, eğer işime son verilmezse tabii ki...

Sevgili Aydın; sen yoldaşını bulmuşsun, Allah yolunu açık etsin, 312’lik yoldaşınla, mutlu ol... Ama dikkat et, çıktığın yol ve yola çıktığınla ilgili fazlaca uyarılara muhatap olma istersen... Hayırlı yolculuklar...

Nazım Hikmet’i hep eleştirdiğini söyleyen Aydın Korkmaz’a, aynı iştahı taşıyarak sanayinin yüceltildiği için seveceği bir N. Hikmet şiiri....

Trrruum
Trrruum
Trrruum
Trak tiki tak
Makinalaşmak
İstiyorum
Beynimden, etimden, iskeletimden
Geliyor bu
Her dinamoyu
Altına almak için
Çıldırıyorum
Tükürüklü dilim bakır telleri yalıyor
Damarlarımda kovalıyor
Oto direzinler, lokomotifleri

Pazar, Ekim 04, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ – 6 KORE SAVAŞINA ASKER SEVKİYATI


Sadece adı demokrat ama icraatları ile despotik bir yönetim gösteren Demokrat Parti (DP) hükümeti, başta DP’nin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve DP’nin Başbakanı Adnan Menderes, haiz oldukları vasıfları ve amade oldukları vazifeleri mucibince, “sınırı bulunmamasına” rağmen, dünyanın öteki tarafındaki savaşa dahil olunması için, Anayasa’yı da çiğneyerek meclis kararı almaksızın, 1 tugay askeri Kore savaşına sevk etmişlerdir... Demokrasi yıldızı diye vatandaşımıza kakalanan muhteremlerin vatandaşını, emperyalistlerin amacına vasıl olmaları adına soktuğu ilk savaşlardan biri olarak tarihe geçmiştir, Kore savaşı, bu anlamda sonraları ABD’ye yaranma adına, Afganistan’dan taaa Afrika’ya kadar asker göndermemize yol açması hasebiyle de kara bir lekesidir canım Yurdumun bağrına kazınan.  Bu ne idüğü belirsiz amaçlı, asla kimin kişisel olarak ne kazandığı belirlenemeyen bir savaş olarak tarihe geçen, canım yurdumun insanın kafasında da, “yahu biz 30 yıl önce bu emperyalistlere karşı savaşmış idik, şimdi ne oldu da onların komutasında dünyanın bu ucunda savaşıyoruz” düşüncesi bile oluşturmamıştır ve korkarım ki oluşturmayacaktır da, baksanıza hala açıktan ve bodozlama saldırıyorlar, ne işimiz vardı oralarda diyenlere ve ne yazık ki bu saldıranlara da yurdum insanı saldırı vekaleti vermektedir, Allah selamet versin... Kahramanlık gazı verilerek; Sarıkamış faciasından sonra, canım Yurduma yaşatılan en anlamsız ve gereksiz bir savaştır... Tabii ki başkalarının evlatları üstünden kabadayılık taslamanın moda olduğu, hatta fazlaca karşılık bulduğu bir ülkede yaşıyorsanız, vereceksiniz şehadet gazını, süreceksiniz savaşa... Sonra, dalga geçer gibi yaparak, “benim de amacım şehit olmaktır” diyeceksiniz...Sevsinler sizi...

Hani bir de demezler mi ki, yahu kardeşim bu yaptıklarımızı yapmasak, yani ABD’nin istediği yere asker göndermezsek, ülkemizin işgal edilmesi halinde, ABD yardımımıza koşmayacaktır, anlaşılır gibi değil, ama canım yurdumun insanı açısından sorun yoktur, dost ve müttefik diye görülen ya da kakalanan, gel dediğinde geldiğimiz, git dediğinde gittiğimiz ABD bize, her türlü ambargoyu uygular, askerimizin kafasına çuval geçirir, uluslararası kuruluşlarda hep aleyhimizde tutum takınsa da, içimizdeki ABD muhipleri gibi çalışan zevat, ki onlar hep muktedir rolü alırlar, ne yapıp, ne eder kandırırlar insanları... Bu yalanı söyleyenlere de, “at yalanı seveyim inananı” demek gerek ama yalan her daim karşılık buluyor işte, ne yapalım... Oysa ki, canım yurdumun insanı; “söyleyen deliyse dinleyen akıllı olmalı” diye harika bir sözün yaratıcısıdır ama siyasal tercihi konusunda bu sözü asla kullanmaz... Kore’ye asker gönderme konusunda; aldığı gazla hemen bir dernek kurar necip Türk Milletinin necip fertleri, ve başlarlar gönüllü toplamaya, tıpkı bugünlerdekine benzer şekilde, inanmayacaksınız ama ciddi sayıda da gönüllü başvurusu alırlar hatta o kadar ki dedikodulara göre savaşı tertipleyen ve amiral gemisinde oturan ABD’de bile o kadar gönüllü çıkmaz... ABD’ye şirin görünme konusunda devletimizin tüm kurumları adeta bir yarışa girer, her kurum karınca kararınca katkı sunmaya çalışır, hatta o kadar ki, Diyanet İşleri Başkanlığı; savaşın “komünizm’” karşı bir cihat olduğundan bahisle, toplumsal muhalefet oluşmasını engellemek için fetvalar yayınlar. Bu arada yine savaş aleyhtarı protesto gösterileri yapan “Barışseverler Cemiyeti”nin bir kısım üyeleri tutuklanır ve çeşitli hapis cezalarına çarptırılır.

Büyük Şair Nazım Hikmet; 25 Haziran 1959 tarihinde bu durumu aşağıdaki şiiri ile tespit ve tenkit eder...

DİYET
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
   iki hayın,
        ve zeytini yağlı iki gözünüzle
                 bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
                          ve topraklarına çiftliklerinizin
                                     ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
   iki ak,
        vıcık vıcık terli iki elinizle
            okşarsınız pomadalı saçlarınızı,
                    dövizlerinizi,
                           ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
ve bütün kaygınız
      iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
              halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
                   Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
            vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
           çığlığımı duymamanız için
                   kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
          kopuk ellerim,
                     kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.