Cumartesi, Nisan 25, 2020

BİR (1) KOY ÜÇ (3) AL


Irak savaşının açıktan taraf olunan 1. fazında “Yeni Osmanlıcılık” fikriyatının tezahürü babındandır, başlıkta verildiği biçimi ile formülize edilen, yeni dünyanın, yeni anlayışlı ülkesinin, yeni cihat anlayışı. Dönemin muktediri, Turgut Bey, canım yurdumun milliyetçi ve muhafazakâr damarını okkalayarak, ilaveten dönemin rüzgarını ve ruhunu da iyi yakalaması hasebiyle, o günün “ver mehteri” teraneleri ve terennümleri muvacehesinde, Kerkük’ü ve Musul’u canım Yurdumun topraklarına katmayı da, küçücük hayal dünyasından geçirdiğini ve bunu da bizlere alenen ve açıktan ve de korkmadan hatta arlanmadan, elindeki dolmakalemi tıpkı gözümüze sokarcasına sallayarak, izah etmişti. Asla tefekkür etmedi ve demedi, “yahu buralar bizim de taraf olduğumuz anlaşmalarla terk edilmiştir”, nerdeee, eeee Allah izan ve haya etmeyi herkese nasip etmemiş ki, ne yapalım… Oysa azıcık tefekkür etse, buralar bizim komşumuzun evinin bir odasıdır, biz nasıl komşumuzun evinin bir ya da iki odasına göz dikeriz, sonucuna varacak ama işte… Milletlerarası nizamın tesisi peşinde ve kendilerini emsali şimdiye dek görülmemiş bir gücün mümessili zannedenlerin siyasi ve iktisadi menfaatlerine çıpa atarak nemalanmanın hayhuyu dahilinde gaflet ve delalet ile göz ve akıl karalığı maalesef ki sonuç vermemektedir, en azından beynelmilel düzeyde. Lakin, Türkiye sağının bitmez tükenmez “Yeni Osmanlıcılık” ve “Yeni Halifecilik” hayallerinin sınır yoktur… Bugün artık yaşları ve illiyetleri gereği ortalıkta dolaşamayan ve “Kemalizmin” Yurtta sulh ve cihanda sulh ile ifade edilen hiçbir komşunun ya da ülkenin içişlerine karışmama yaklaşımını hedef tahtasına oturtarak, bağnaz, tutucu ve pasif olarak değerlendiren ebleh güruh öncülüğünde yeni liberalizm postu altında bir yanıyla başkanlık sisteminin yoluna seramik döşüyor, esasen de cihatçı çevrelere cesaret aşısı zerk ediyor diğer yanıyla da beynelmilel mahfillere selam çakıyor ve hanutlarını (bir tür komisyon) kapıyorlardı. İşte bu akıldışı hayaller ve hülyalar ile cümbür cemaat canım Yurdumu getirip 1994 krizinin duvarına dayadılar. Rüyanın ve hülyanın sınırı olmasa da iktisadın bir sınırı ve sıkleti vardı… Mezkûr dönemin, dünyalığını yedi sülalesini doyuracak düzeyde yapan ve nihayet-i vazifeşinas iş aleminin ikinci sınıf mümessillerinden şimdilerde faaliyetini yürüten var mı? Zinhar… Hepsi tarihin sayfalarındaki yerlerine kurulmuşlar, o gün işten ve dişten arttırdıkları ile bugün idame-i hayat eyliyorlar…  Peki, ne oldu “Musul ve Kerkük” hayallerine, geçmiş olsun, Türkiye sağının tüm hayallerinde gerçekleştiği üzere, “sukut-u hayal” … Bir Galatasaray, Milan maçından sonra bir İtalyan gazeteciye, “yendiniz ama çok kötü oynadınız” demesi üzerine, şişik egosu ve sönük dil bilgisi ile Fatih Bey (Terim) cevaben “Resultante importante” demişti ya, tam o realize oldu sanki…

Evet Turgut Bey ve o dönemdeki, yardakçı, yardımcı, avene ve erketelerine şimdi bunu hep beraber tekrarlamalıyız. Sen kimsin, hayatında hamamda 2 türkü çığırdın diye seni assolist yerine koyacaklarını mı zannetmiştin, demişlerdi de çok kızmıştı, şahsı şahsen… Siyasal İslamcıların, ılımlı İslamcıların şahı, piri, Adnan Bey olup, onu ayağa kaldıran ise, konjonktür ve dünya jandarması ABD ile Turgut Beydir ve bu uğurda en büyük avenesi de Kenan Beydir. Ama, Bir (1) koyup üç (3) alacağız andevüllüğünün bayraktarıdır Turgut Bey.

Şimdi bakıyorum da, hal-i pürmelal sırıtıyor; çıkar peşinde koşanları vareste tutarak, toplumun aklı başındakilerin liderliğine soyunmuş bir kısım ise koro halinde; “ne çıkarımız var da Irak’tayız” gibi abuk ve de subuk görüşün muvafıkları olmuş, yahu deki çıkarın var, işgale mi yelteneceksin hemen, de ki komşunun evinde ya da işinde gözün var (yani bu senin çıkarına) gücün ve imkanın da yerinde adam garip ve bedenen de cılız ve çelimsiz biri, hemen hücum mu çıkarmak gerek, hemen oraya çökmek mi gerek. Bu kafayı anlamak mümkün değil, adam gibi, devlet gibi verdiğin sözün, attığın imza ile bağıtladığın anlaşmaya sadık kal değil mi, nerde… “Çıkar” tılsımlı kelime tabii ki… Çıkar hırsı gözü bürümüş ise ne hak, ne hukuk, ne düzen, ne nizam ne de iltizam… Varsa yoksa çıkar. Oysa azıcık tefekkür etse, senin çıkarına olan bir şey muhatabının zararına, ama akıl çıkar hırsı dolmuşsa, gözü kan bürüyebiliyor demek ki…Evet, ne yazık ki, “çıkar” hırsı “ortak çıkar” fikriyatının önüne geçmiş… Yani “ne çıkarımız var” deyip politika yapanlar ve toplumun aklı başındakilere liderlik iddiasında bulunan zevatın behemehâl, biz hukuk gözeticisiyiz, çıkar üstünden komşu ya da hamle değerlendirmesi yapmayız. “Ne demek çıkar, ayıptır, günahtır” demeleri gerekmektedir. Peki, derler mi, nerdeeee… Bak iddia ediyorum, kazara direksiyona geçseler, var seyreyle durumu dedirtecekleri ayan beyan sırıtıyor. Nokta. Hatta üç nokta.    

Gelelim yeniden, “Yeni Osmanlıcılık” hayallerinin mümessili Turgut Beyin, cihatçı politikalarının, askeri, siyasi ve iktisadi sonuçlarına tekrar. Devr-i iktidarında, hayali ihracat patlamış, gecelik tebliğlerle (örnek terlik tebliği) ödenen devasa vergi iadeleri, ihracat teşvikleri ve nihayetinde abuk subuk inşaat ihaleleri ile “beytül mal”a su taşıyan tulumbada su kalmamış idi. Çıkarımız oradadır, gazı ve dolduruşu ile yelkenine iyi de bir rüzgâr alan muhterem ve aveneleri hiç beklemedikleri yerden ve biçimde bir tepki ile karşılaştılar. Devrin Genel Kurmay Başkanı, görevini biat et rahat et yerine, fikri hür vicdanı hür ve yasadan gelen yetkisini kullanarak esasen de hissi kablel vukusu yüksek şekilde bir yaklaşım göstererek ve anlaşılan o ki, savaşa girelim baskısına müthiş bir direniş göstererek ancak sonuçta da durumu kurtaramayacağını anlar ve tarih önünde mesuliyet yüklenmeme adına basar istifayı… Şüphesiz ben devrin Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay’ı askeri açıdan değerlendirebilecek biri değilim, ilaveten mezkur zata alkış çalacak biri de değilim, ayrıca yine mezkur zata takdir yazısı da yazabilecek kadar da tanımam kendisini… Ancak hilaf-ı akıl karşısında, bir hiç uğruna sürüklenilen sergüzeşte karşı abide gibi dikilişi ve vaziyet alışına da alkış tutmazsam kendimi huzurlu hissedemem açıkçası… Böylesi durumlarda şapka çıkarıp, selam durmak insanlığın gereğidir. Diğer taraftan askeri rol alınamayınca, hariçten ve havadan yapılan erkete görevlerin maliyetlerini ise bugün Irak’a bakan her göz, velev ki görme kabiliyeti ola, tüm çıplaklığı ile görmektedir.  

Savaş çocuk oyuncağı değildir, bilgisayar ortamlarındaki oyun hiç değildir, sonuçları çok acı ve kahredicidir. Çocuklarınızı yitirirsiniz, “Yemen Türküleri” yakmak yürekleri soğutmaz olur sonra. Sonra baş belaya, burun boka sarınca da, sarıl dur mazerete, hani mesela 1. Dünya Savaşına “Sergüzeşt Paşaların” abidiki-gubidiki ile girip sonunda makus kader tecelli ediyor ya, yeniliyorsun ya, gelsin mazeret aslında biz yenilmemiştik te, ittifak yaptığımız ülkeler yenildiği için biz de yenik sayıldık ta, bıdı bıdı. Tam da kargaların sırt üstü yatıp güleceği cinsten bir mazeret, ne demek yenik sayıldık, futbol maçı mı bu meret, savaş, sen yenilmedi isen savaşmaya devam et, elinden tutan mı var. Neyse ki Allahtan bir Atatürk ve ekibi çıkıyor da yenilginin belgesini yırtıp atıyor. Amannnn, sergüzeşt paşaların soktuğu savaşa da benzemez artık çağımızın savaşları, ilaveten ufukta da bir Mustafa Kemal geliyor gibi görünmüyor. Neyse ki artık Turgut Bey gibi sergüzeştler de yok, çok şükür…

Pazar, Nisan 19, 2020

TÜRKMENİSTAN'A BENZEMEK 10 YASAKLAR


Türkmenistan; esasında genellikle çok sert ve acımasız eleştirilere hedef olmuş bir ülke olmakla beraber, az da olsa karşılıksız seveni ya da her haliyle seveni vardır. Ancak sevenlerin durumu, Suudi Arabistan’ı görmeden çok sevenlerin gördükten sonra “asla yaşamayacağım bir ülke” diye tanımlamasından ibaret olsa gerek. Anlayacağınız “seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” şarkısının terennümatı mübarek. Ancak öyle ya da böyle Türkmenistan; kısıtlamalar, yasaklamalar konusunda mümbit bir coğrafya olup mütemadiyen TOP10 listelerindeki yerini alır, önceleri 1. Türkmenbaşı şimdilerde ise selefini asla ve kat’a aratmayacak 2. Türkmenbaşı ile. Son günlerde tüm Dünyayı kasıp kavuran “Covit 19” corona virüsünden mütevellit yepyeni bir yasak ile yeniden gündemde bir numara olmayı başarmıştır. Artık Türkmenbaşı kararı ile; “Türkmenistan sınırları dahilinde Corona virüs kelimesi kullanılmayacaktır ve kullananlar hakkında kanuni işlem yapılacaktır”. Bu kabil bir kararı, mezkûr coğrafyayı ve muktedirlerini bilmeyenler şaşkınlıkla karşılamış olabilirler lakin oraları iyi bildiğim için bana hiç şaşırtıcı gelmemiştir. Son derece makul anlaşılır ve kabul edilebilir bir irade beyanıdır bu… Malumdur; hani Firavun’a sormuşlar “nasıl firavun oldun” diye o da “hiç itiraz eden olmadı ki” diye cevaplamış ya… Hay Allah…

Daha önceki yazılarımı okuyanlar bilirler, “Türkistan Coğrafyasındaki” ülkeleri başta da Türkmenistan, Kazakistan ve Kırgızistan olmak üzere fikir beyan edebilecek kadar yeterince iyi bilirim. Bu seferde kısaca ama kısaca Türkmenistan’da yaşayarak öğrendiğim yasakları müşahhas örnekler üzerinden sıralamak istedim.

Daha 1. Türkmenbaşı dönemi; çalıştığım şirketin Türkmenistan Şubesini açtık ve inşaat faaliyetleri için imkanların ne olduğu ve bizim neleri ve nasıl yapacağımızı araştırmaya başladık. Şirketin kuruluşunun beyanı üzerine gelen kontrol ekibi, öncelikle benim pasaportumu aldı ve tespit yapmaya hazırlanıyordu ki. Muhterem bir bana bir pasaporta bakıyor, tam bir emme-basma tulumba misali, adeta bir sorun olduğunu tebarüz ettirircesine… Hemen anlaşıldı, pasaporttaki fotoğrafım sakallı idi ve ben sakalları kesmiştim, dert buydu… Ülkelerinde sakal bırakmanın yasak olduğu ya da hoş karşılanmadığı gibi bir şeylerin söylendiği için bende kestim gibisinden diyerek konuyu kapatmak istediysem de başaramadım, yaklaşık 1 saatlik tirat sonunda, kılık kıyafet konusu konuşulmayacak kadar özgür ve demokratik bir ülkede yaşıyormuşuz meğerse, inandım, gerçi 2 saat devam etseydi tam inanacaktım, ya… Evet, özgür ve demokratik bir ülkede ilk abuklukla karşılaşmış idim.

Sigara içmememe rağmen misafirler için bulunan küllüklerin bir sabah toplandığını görünce, hayırdır dedim, artık kapalı alanlarda sigara içilme yasağı geldiğini ve polis tarafından kontroller yapılabileceğini ve bu yüzden küllüklerin tedbiren kaldırılması gerektiğini söylediler. Esasen böylesi bir karara sevinmiştim, oysa o güne kadar sokakta ya da açık alanlarda sigara içilmesi yasak olup iç mekanlarda serbest idi, şimdi ise tam tersi… Bu kararla, sokakta serbest ama kapalı mekânda yasak oldu. Gerçi şimdilerde duyduğum kadarı ile sigara içilmesi külliyen yasaklanmış hatta sigara ithalatı da durdurulmuş, ne kadar doğru bilmiyorum.

Bir diğer abuk karar da; akşam saat 22.00 den sonra lokanta, restoran ve benzeri mekanların faaliyetlerini bitirmesi idi. Yani o saatten sonra karnınız acıkır ise dışarıda bir şeyler yeme-içme şansınız yoktur, daha doğrusu genel mekanlarda yok idi, buna karşın otellerin restoranları ya da barları kısıtlamasız faaliyette idiler. Ancak, insan oğlu ve yasak bir arada olur mu, zinhar. İnsan hemen yasak işinin arkasına dolanmanın bir yolunu bulur. Bizim sürekli gittiğimiz bir restoran vardı, adını vermeyeyim, bilenler bilir, ön taraf yani bina bölümü kurallara uygun yemek yiyecekler için düzenlenmiş idi, bir de arkada bahçe bölümü vardı bir hayli geniş… Bahçede sayısını tam hatırlamıyorum ama yanılmıyorsam 10 adet mütekâmilen tesis ve teçhiz edilmiş Türkmen çadırları vardı. Çadır deyip geçmeyin lütfen, klima, TV, müzik sistemi ile yemek servisi süresince ne tür alet edevat gerek ise mevcut olup yaklaşık 12 ya da 15 kişinin rahatlıkla yemek ve eğlence işini çözen bir yerdi. Diğer restoranlar da benzeri çözümler bulmuş idi, pek tabii ki, onlar neden geri kalsın değil mi? Kolluk kuvvetlerinin haberi yok mu idi, şüphesi ki var idi, zaten yasak onlara değil ki, sade vatandaşa idi ve sade vatandaş görmesin yeter…İzlenir hal ile gizli yürütülen hal…

Akşam evde uzun süren bir akşam yemeğiniz var, beklenmeyen bir şey oldu, içki bitti, hay Allah, ne yapacağım demeyin, bilenlere danışın hemen çözüm var, mobil marketler hizmetinizde. Hemen hatırı yüksek tanıdığınızdan öğreniyorsunuz, hangi sokağın başında hangi arabanın bagajında satılmak üzere ne stoklanmış… Allahtan sokağa çıkma yasağı yok, gerçi onu da çözer insanoğlu ya… Neyse hemen çıkıyorsunuz, öğrendiğiniz sokak başına gidip, orada duran arabaya yaklaşıp, camı tıklatıyorsunuz içinde oturan abi sizi güvenilir bulursa, arabadan çıkıp, bagajı açıp, istediğiniz ürünü size satıyor, hem de makul bir fiyata öyle “yakalamışım mağduru” muamelesi yok. Tabii ki, sigara isteniyorsa başka sokağa, ithal içki isteniyorsa bir başka sokağa, yerli içki için bir başka sokağa gidileceğini söylemeye gerek yoktur, hülasa bunlar “organize işlerdir”. Bu kabil yasaklar ve yasaksavar uygulamalar bir hayli fazla, ama bu haftalık bu kadar…

Sonuç itibari ile; insanoğlu her türlü yasak altında ve her şeye rağmen kendi hayatını yani özel ve gizli iletişimini, ilişkisini, ihtiyacını, beklentisini, planını ve hayalini gerçekleştirir. Haaa, siz bunu önlersiniz, onlar bir yenisini bulur, hayat böyle akar gider… Son olarak ta, Devekuşu Kabare’nin “geceler” oyunundan aklımda kalan bir söz ile bitirelim, “insanların rüya görmesini engellemeyin, gerçekleri görürler”.

Cuma, Nisan 10, 2020

ESAT ve DESTAN KARDEŞLER ve AŞ(ÇI)EVLERİ

Henüz ve sıkça; restoran ya da restaurantların dilimize girmediği, küçük olanın “Aşevi” görece büyük ve profesyonel işletilenin “Lokanta” olarak adlandırıldığı, ticari hayatın şimdiki ile kıyaslanamayacak kadar yerel ve sınırlı olduğu bir dönemdir, söz konusu olan… Küçük işletmeler, aile işletmeleri halinde organize olmuştur kasabalarda ve küçük olduğu kadar şirin ve bir o kadar da samimidirler. Öyle yapmacık ve okullarda bile öğretilmeye başlayan, müşteriyi yanıltmaya yönelik eda, tavır ve davranışlar yoktur. Devir; ar etme, utanma ve aldatmama gibi insanı insan kılan çok önemli etmenlerin başat olduğu hülasa namusun baş tacı edildiği devirdir. Daha o zamanlar hatırladığım kadarı ile; hile, hurda ve desise varsa bile organize olmamış, örgütlü güç haline gelmemiştir, daha doğrusu icat edilmemiştir. Vaktaki, cehalet ve kötülük örgütlendi ve kurumsal yapıya dönüştü, yandım gülüm keten helva işte…

Aşhane kültürü Orta Asya ülkelerinde devam etmekte olup uzun yıllar sonra tekrar gezmek için 2019 yılında gittiğimiz Kazakistan ve Kırgızistan’da “Aşhana” levhalarını bir hayli sık gördük. Zaten hem Orhun Anıtlarında hem de Kutadgu Bilig’te hem aş hem de aşçı olarak görünmektedir. Diğer taraftan bugün hala Annem eğer dışarıda yemek yenilmesinden bahsedecekse, kesinlikle “aşçı” olarak söyler ve burada kasıt kişi değil mekandır, bu da enteresandır. Nerede öğrendi ve 86 yaşını devirdiği bu günlerde hala unutmadan nasıl tekrarlar o da bir başka enteresan durumdur.

Çeşme Çarşısının unutulmaz ve önemli esnaflarındandır, Esat ve Destan Kardeşler. Kardeşler, ayrı ayrı ortalarına aldıkları bir balıkçı kayafının biri sağına biri soluna yaklaşık aynı büyüklüklerde 2 aşevi açarlar. Her ikisi de birbirine çok benzer, boy, kilo ve renk ve de görünüm farkı nerdeyse yoktur, hatta ben çocukluğumda bu 2 büyüğümüzü birbirine karıştırır idim. Aslında bu uğraş ile bir geçmişleri olmamasına rağmen, cesaret ve özgüven ve “tarladan kurtulma” ve de özellikle “tütünden kurtulma” tutkuları ve planları kendilerini bu yönde sürüklemiştir. Bir gün tarlada tütün dikilir iken tütün işinin zorluğu, Esat Kadayıfçı’da yarattığı yorgunluk ve yılgınlık canına tak edince elinden çapayı fırlatır ve babasına “ben artık tütün işi yapmayacağım” diye açıklar durumu. Artık rahatlamıştır, niyet izah edilmiş, karar verilmiş, en azından ne yapacağına dair olmasa bile ne yapmayacağına dair.

Artık tarladan çıkılmış, Çeşme Çarşısının yolu tutulmuştur. Düşünülür, taşınılır, istişare edilir, fikir alınır, sorulur, karar verilmiştir en nihayetinde. Artık, gelecek, yemek pişirilip, yemek satılarak planlanacak ve geçim temin edilecektir. Derhal bu minvalde hareket edilir. Dükkân kiralanır, bilahare de satın alınır. Masa sandalye, çatal kaşık, tabak ve ilaveten ne gibi gereçler lazım ise temin edilir. Düşünceler, planlar, beklentiler, hasletler ne idi benim tabii ki bunları bilmem söz konusu değildir. Ancak çocukluğumuzda hatırladığım, dükkânın önünde yemeklerin yer aldığı bir camekan, içeride 5 ya da 6 masa sandalyeleri ile, zaman zaman da kaldırıma atılmış 1 ya da 2 masa ve sandalye. Aslında bugünkü ölçülere ve de normlara göre belki de bu faaliyete uygun olmayan bir dükkân. Esat Kadayıfçı; boyna asılmış bembeyaz bir önlük, hafif göbek varlığı önlüğü öne doğru fırlatmış, yaş ilerlemesine bağlı olarak da kalınca sayılacak gözlükleri, kısa boy ve beyaz ten ile tipik Arnavut görüntüsü ile hatırladığım ve bundan sonra da hep böyle güzel ve hoş hatırlayacağım bir büyüğümüzdü. Aslında benzer yaşlardaki her büyüğümüze, ki Babamın artılı-eksili akranı idiler ve biz onlara “amca” yerine “abi” demeyi tercih ederdik. Bu tercih nedendir tam da bilmiyorum ama çok muhtemel ki kendilerini genç hissetsinler diye yapılıyordu… Yine hatırladığım kadarı ile geniş ve yayvan tepsiler içinde, ama sürekli ve de gedikli yemek kuru fasulye, İzmir köfte ve de pilav, temiz camekan içinde yerini alırdı… Müşteri portresini ağırlıklı olarak Ortaokul için Alaçatı ya da diğer köylerden gelen öğrenciler oluştururdu. Gerçi yemek bedelleri görece çok ehven olmasına rağmen yine de çok müşteri ağırladığını hatırlamıyorum, örneğin, tüm masaların dolu olduğu gün olur mu idi, bilemiyorum. Çeşme dönem itibari ile ve de deyim yerinde ise sıradan, dışa kapalı bir köy görünümünde idi. Bugünkü Çarşının yolundaki Arnavut kaldırımı döşemesi sökülmüş, günün moda kaplaması asfalt yapılmış ama o da dönemine göre bile bir hayli kötü bir kaplama idi, çok seyrek olmakla birlikte geçen herhangi bir araç etrafı toza boğardı. Her esnafın belli aralarla yola su atarak toz kalkmasını önlemesinin yanında özellikle yaz aylarında Belediye de arazöz ile günde birkaç defa toza karşı sulama yapardı. Eyyy gidi günler eyyy.

Esat Usta’nın faaliyetinin omurgasını ise “Yoğurt imalatı ve dağıtımı” oluşturmakta idi, hatırladığım kadarı ile. Dönem itibari ile, bahçelerinde yetişen ot ya da tarlalarında yetişen arpa ve yulaftan oluşan yem ve saman ile beslenen inek ve keçi ya da koyundan elde edilen süt azdır lakin son derece kaliteli ve lezzetlidir. Esat Usta, Çeşmeden, Samir Ağa, Yafandasu Mehmet, Yandan Süleyman, Arabacı Murat gibi küçük üreticiden toplanan sağlıklı ve leziz sütlerle, ev ortamında özellikle de eşinin büyük çabaları ile bakır ya da alüminyum tepsilerde mis gibi günlük yoğurtlar hazırlar idi. Hazırlanan bu güzelim yoğurtlar, çok azı kendi aşçı hanesinde satılmak üzere ayrılır, diğerleri, MOTES, TURTES, Halis Temel’in Kamp ve Otellerinde, Çiftlik Değirmen Otelde kullanılmak üzere mezkûr kuruluşlar tarafından alınırdı. Peki artık o güzelim ev yapımı yoğurtlar var mı, şüphesiz yok ve bundan böyle olmayacakta, çünkü artık o yoğurt olsa bile piyasadaki çakma yoğurtlar ile rekabet edemeyeceğinden yaşama şansı yoktur. Şimdiki yoğurtlar tatlandırıcıdan geçilmez, uzun süre raf ömrü olsun diye katılan kimyasallardan geçilmez, ekşimeye karşı bakterileri yok edilmiş, yağı azaltılmış ya da alınmış durumdadır, ilave edilecek başka olumsuz şey var mı derseniz şüphesiz var, var da söyleyip de zay etmenin manası yok…

Nerde o eskiden yapılan yoğurtlar, hani şöyle bir taşımlık kaynamadan sonra soğumaya bırakılarak ehven sıcaklıkta mayalanmış, yağı ile oynanmamış günlük yenilenler. Hile adına olsa olsa içine katılmış az miktarda su ile mideye indirdiğimiz yoğurtlar, ahhh ki ahhh… Kapitalizmin eseri… Önce ekmekler bozuldu (Oktay Akbal’ın böyle bir kitabı vardır), sonra her şey ve ağız tadımız da… Peki, şimdi durum ne, sen hayatta birkaç mamulün müellifi ol millet olarak, bunlardan da en önemlisi “yoğurt” olsun, sonra bunu abdestsiz ve patentsiz alsın elin ecnebisi, nihayetinde de gelsin senin yurdunda sana yoğurt satsın, vay ben öleydim… Evet, artık “yoğurt” yoktur, yoğurdumsu vardır… Peki sadece yoğurt mu bozuldu, nerdeeee, ısıya, ışığa, zamana, zemine dayanıklı raf ömrü neredeyse sınırsız, süt, peynir, bisküvi, gofret, sucuk, sosis, salam, konserve, hazır çorba, krema vs vs üretildi. Üretildi de üretildi… Markalaşıyoruz, sanayileşiyoruz, gelişiyoruz, nurlu ufuklara erişiyoruz teraneleriyle, gele gele geldik ne verilirseye mahkûm hale… Allah selamet vere…

Cuma, Nisan 03, 2020

EKMEK ve BUĞDAY


Çocukluğumda; herkesin kendi buğdayını yetiştirdiğini, tohumluk ayırdıktan sonra da artan buğdaydan, hemen hemen herkesin ittifakla seslendirdiği biçimiyle “temel gıda”, “sofralarımızın baş tacı” diye bilinen “ekmek” başta olmak üzere, erişte (makarna), tarhana, börek gibi amaçlara yönelik un üretildiğini dün gibi hatırlıyorum. Köyümün toprağının çok da uygun olmamasına rağmen, toprağı olan herkesin ama istisnasız şekilde ihtiyaçlarına matuf, buğday, arpa, yulaf, mısır ekerek hayatlarını idame ettirdikleri herkesçe bilinmektedir. Dönem itibari ile yetiştirilen buğdayın unundan imal edilen ekmek fazlaca kara ve birkaç günlük yapılmasına istinaden de fazlaca sert olduğu için genelde insanların burun kıvırarak tükettikleri bir gıda idi. Örneğin, sokakta oynayan her çocukta olduğu üzere, oyuna ya da konuşmaya ara vermeden, hani annemizin üzerine salça, zeytinyağı ve tuz dökerek yememiz için verdiği ekmekleri, diğer arkadaşlarımızın sahip oldukları ile kıyaslardık ya, ekmeği kendi üreten ile satın alanın farklı ekmek yediğini hayretle görür idik. Ekmeğini kendi üretenin ekmeğinin oldukça kara ve kocaman dilimlerden oluşması yanında satın alanın ekmeğinin ise görece küçük dilimler ve olabildiğince beyaz ve hatta daha lezzetli olduğunu da fark edince bizde de beyaz ekmek yemek iştahı kabarırdı. Tabii ki bu renk ve tat farkı dönem itibari ile buğdayın üzerinde oyunlar oynanmadığı bir dönem idi. Ağırlıklı olarak bir tarım toplumu, üstelikte tamamen kendi kendine yeten bir şekilde idik kolayca anlaşılacağı üzere aaaa yetiyor mu idi zannederim ki bu sorunun cevabı, evet idi. Nereden mi zannedip, yorum yapıyorum, o zaman 1 adet kamyonu olan Çeşme’de nakliye işi, olsa olsa bir şekilde bu kamyona kadar da ulaşacaktı, ancak ulaştığına dair bilgi yok, en azından ben de böyle bir bilgi yok. Belki dışarıdan nakliyeciler vasıtası ile geliyordu ama geliyor olsa bile sınırlı olma ihtimali çok yüksektir. Yine hatırladığım kadarı ile, 4 adet ekmek fırını olan bir dönemdir söz konusu, Sakıp Taylan ve Ortağı, Bekir Erte ve kardeşleri, Seydi Ahmet Abi ve Turan Abi bu işleri yürütür idi. Ancak buralarda da şimdi olduğu gibi tüm gün ekmek bulunmazdı, sınırlı üretim, sınırlı satış idi söz konusu olan. Muhtemelen bu fırınların un ihtiyacı yerel kaynaklar ağırlıklı karşılanıyordu. Sonraları ne olduysa oldu ve biz de alıştık dışarıdan ekmek satın almaya. Çiftlik Köyüne Çeşme’den sabah gelen minibüs ile ekmek getirilir ve satılır idi, evet artık “eski köye yeni adet zuhur etmiş idi”. Şimdilerde ise hayvan yemi olarak bile hububat üretimi yapılmamaktadır, eee ne yapacaksın, hububat ve hububat kapçığı diye hakir görülen bir üründür söz konusu…

Bu süreç öyle kolay olmadı şüphesiz, Dünyamıza nizam verenler ve onların yancıbaşları, ecibaşları yani şahsi menfaatlerini müstevlilerin beklentileri ve çıkarları ile tevhit edenler sayesinde gelindi, yani söz konusu ekip kocaman, çıkarlar kocaman, sömürü kocaman, yatırım ve beklenti kocaman haliyle… Hani hatırlar mısınız, bir dönem “barış gönüllüleri” markalı ve damgalı “İngilizce Öğretmeni” numarası ile ülkemize dört koldan dağılan istihbaratçı sahtekârlar vardı. Hani bunlar tüm dünya ülkelerine dağıldıkları gibi, canım Yurduma da dağılmışlardı ya, hani İngilizce öğretmenliğinin dışında her bir haltı yemişlerdi ya, etnik yapılardan, biyolojik çeşitliliğe oradan av hayvanlarının envanterinden deniz ürünlerinin çeşitliliğine, oradan jeolojik yapıdan tarıma oradan necip milletimizin hasret ve hasletlerine yönelik her bir bilgiyi derleyip toplamışlardı ya, hani biz İngilizce öğrenememiş idik te, bunlar bizle ilgili şeytanın bile aklına gelmeyen en ufak detayı bile memleketlerine bilgi arşivi olarak götürmüşlerdi ya, hani biz “bunlar ajandır” diyenlere bunlar komünisttir diyerek saldırmıştık ya… Ahhaaa da o günlerin diyetini bugün ödüyoruz nasıl mı sağlıksız, tarım ilacı katkılı, GDO’lu gıdalar tüketerek. Adamlar o bilgileri toplamakla kaldılar mı, nerde…

Kütüphanede her akşam, propaganda ve ajitasyona çok uygun bir sesle seslendirilmiş, ABD yapımı tarım ve hayvancılık reklamı içerikli ama necip milletimizi gaza getirip, “yahu biz ne kötü hayvanlara ya da tarımsal ürünlere sahibiz” diye gavurun sahip olduklarına özenip durduk. Oysa, ABD’de ve müstemlekelerindeki laboratuvarlarda hazırlanan, genetiği değiştirilmiş ya da genetiği ile oynanmış tohum ve hayvanların reklamı yapılmakta idi ama biz bunun farkında değil daha da ötesi, tüm bu olan bitene hayıflanarak bakıp, iç geçirir idik. Uzatmayayım, gitti bizim o güzelim, yerli verimsiz denilerek tukaka edilen ama aslında bize sunulandan daha kaliteli, daha dayanıklı hatta daha verimli ürünlerimiz, kaldık GDO’lu ABD mallarına… Peki, bu peyklerde bu ABD afra tafra ve çalımına kimler erketelik etti, işte tüm mesele bu sorunun cevabında. Ama biz hala cevap ararken, etrafımızda, şeker hastalığından, kalp-damar hastalığından, böbrek yetmezliğinden, sindirim yolu hastalıklarından ve çağın belası kanserden geçilmez oldu. Yine aynı mahfillere bu sefer de ilaç ve tıbbı tedavi nedeni ile para aktarır olduk…Alavere dalavere, bizim Memet nöbete, misali…

Soner Yalçın’ın “Saklı Seçilmişler” adlı kitabında okuduğum harika bir hikâye var onu aktarırsam ve sizde buna inanırsanız bir ömür boyu yaşananlara bakarak, konunun ahlaki ve etik tarafından başlayıp, devlet adamlığı, memleket severlik konusuna kadar bakarak gözleriniz yaş dolacaktır. “Mennonit diye Hollanda’da kurulup tüm dünyaya yayılan Protestan bir tarikat var, Ortodoks Rusya’nın yoğun baskılarından kurtulmak için 1880’lerden itibaren ve özellikle Kırım ve Kars Bölgesi ağırlıklı olmak üzere ABD’ye yoğun bir göç yaşanır. Tarikat mensupları ABD’de geldikleri yerin arazi ve iklim koşullarına uygun olan Kansas ve Nebraska Eyaletlerine yerleşirler. Bu göç sırasında da yanlarında hazine diye niteledikleri ve kişi başına “birkaç kilo tohumluk buğday” vardı ve yerleştikleri ovalık yerlerde bildikleri en iyi işi yaparak buğday yetiştirirler. “Kışa-kuraklığa dayanıklı, mevsim ortasında olgunlaşan, başakları tüylü, rengi kırmızı olup, tanesi kabuğundan zor ayrılan sert dokuya sahip tahıla ABD’de, “Türk Buğdayı” adı verildi. Bu dünyanın en eski kavılca/kabulca buğdayı idi.”

Sonra ne mi oluyor, ABD’nin Meksika’da gizli ve açık kurumları ile organize ettiği çiftliklerde, tarımda dünya egemenliği için başta buğday genetiği olmak üzere tüm gıda ürünlerinin üzerinde kendi çıkarlarına ve planlarına uygun oynarlar. Sonuçta ve konumuz ile sınırlı kalmak açısından da buğday üzerinde oynayarak, daha dayanıklı, daha verimli, daha kaliteli diyerek oysa ve aslında kısır, verimsiz ve kalitesiz bir buğdayı da, hedef ülkelerde şahsi menfaat ve ikballerini müstevlilerinin siyasi ve ekonomik emellerine tevhit eden yerel hükümet edicilerle el ele kol kola vatandaşa itelerler. Tafsilat, bilimsel kanıt ve dayanaklar için mezkûr yapıtın edinilmesinde fayda vardır.

“Kanada Buğdayı” ya da “Meksika Buğdayı” iyidir diye bu topraklara bu zehirli, bu verimi düşük, bu dayanıklılığı düşük, bu kalitesi düşük buğday getirildi, ne karşılığı yapıldığını da bir türlü anlayamadığım şekilde iteleyen dürzüleri de, bu insanlar hiç iyi yad etmeyecekler.