Pazar, Mart 29, 2020

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK 9 – İSTİFA


İstifa tek taraflı bir tasarruf olup iradi bir durumdur. Bir muhteremin bulunduğu görevden, çalıştığı yerden kendine göre mazeretler bularak, üreterek ayrılma iradesi göstermesi ya da beyan etmesi dahası bu nedenle de asla ve kat’a hor görülmemesidir, gördüğü lüzum üzerine olması yeterlidir ancak zülfü yâre de dokunmamak gereği hasıl olmuşsa, ailevi nedenler ya da sağlık durumu bahanesi de türban babından muvafıktır. İstifanın da mertçe ve namertçe olanları da vardır şüphesiz ahir ömrümüzde bu maksatlara matuf her türlü tatbikata tanıklık etti gözlerimiz, birisi ile taktir duygularımızı, diğeri ile de tekdir duygularımızı köpürtüp durduk, birilerini takdir, birilerini de tenkit ve tahkir ettik, hülasa… Yiğitlik gerektiren istifa iradesinin gerekçelerini sıralamak için sayfalar dolusu kelam etmek kabildir lakin irade beyanı şahsına ait bir tasarruf ise alkıştan ötesi de lüzumsuzdur. Bu durumda “istifa” cesaret gerektiren bir durum olup; “yok ekmek param bu”, “yok çoluk çocuk için ne yaparım”, “yok beni açlığa mahkûm ederler”, “yok ihtiyat akçelerim uzun süreli değil” gibisinden korku ve kaygılara kapılmadan “somut durumun somut tahlili” mucibince şartlar dayatmış ise ve bu yüzden alınmış bir karar ise, kahramancadır, şövalye tayini hakkı doğmuştur. İzaha ve tenkide matuf olanlar ise kendi iradeleri dışında telkine dayalı olanlar olup bunlara söylenebilecek kitaplar ve ansiklopediler dolusu kelam söz konusudur. Biz yine de genelleme yapma hakkımızı, “görev tarifi” dahilinde ve haricinde beklentiler ve istenenler konusu ile sınırlayıp, müşahhas örneklere geçelim ve bunlar üstünden de yeni tarifler ya da tanımlar üretelim.

Türkmenistan’da çalıştığım dönemde; tarafımıza otomobili ile şoför olarak çalışmak üzere bir Türkmen gelmiş biraz maksada ve göreve yönelik görüşmeden sonra kendisini işe almış idik. Uzunca bir süre birlikte çalıştığımız bu arkadaş ile defalarca şehirler arası seyahatler de yaptık, gidilen yerlerde konakladık, uzun yolculuklar sırasında uzun konuşmalar yaptık, karşılıklı olarak da bazen telefon konuşmalarımıza, bazen gittiğimiz yerlerin önemine, bazen yürütülen son derece özel ilişkilere de tanık ve vakıf olması hasebiyle birbirimiz hakkında derinlemesine bilgi sahibi olarak samimiyetlikler kurduk. İsmi ve ailevi ve kişisel bilgilerine yönelik ifadelerimizi, ola ki bu yazı okunur da kendisine yönelik kullanılır kaygısı ile azıcık karartarak vermeyi uygun gördüm. Aslında gizlenecek, saklanacak bir durum olmadığı da gün gibi aşikardır ama malum ya bazı olaylarının olmasının hiçbir ayıbı, hukuki sakıncası, ahlaki engeli yoktur ama meğerki bu bilgiler açıktan konuşulur, yazılır ya da yayımlanır ise, işte o zaman yandı gülüm keten helva, muhakkak bir kulp bulunur ve misli ile karşılık verilir. Bu ne yazık ki, tüm dünyada mutat siyasi ve sosyal hatta ekonomik “güçlü refleksidir” ve maalesef de görece farklılıklar dışında istisnaları da yoktur, bir şey olmuşsa da yayımı ve konuşulması izne tabidir. Neyse, süreç içinde şoförümüzün bir önemli fabrikanın müdürü ve kardeşinin de dönem itibari ile çok güçlü bir bakan olduğunu öğrendim. Gerçi, oradaki bakanlıkları batıdaki gibi, hatta dönem itibari ile bizdeki gibi “görev tarifi” ve kanuni istinatları olan bir makam algısı ile değerlendirmiş olmam hasebiyle de böyle düşünerek ne kadar büyük bir hata ettiğimi zamanla anlayacaktım. Zamanla anlayacağım üzere, tesis edilen sistem “top man and others” dan başka bir şey değildi, şahsının memuriyeti haricindekilerin tamamı lüzumsuz durumdadır lakin ara sıra bir araya gelip muhabbet etmek, ihtiyaç halinde kızmak, fırçalamak ve dahi günah keçisi ilan etmek üzere de bu kabil bir teşkilat tanzimi de zaruridir. Mesela; mezkûr ülkede şahsına göre arşın ve endaze kullanılarak yapılan ölçümlemelerde başarısız görülen “Bakan görünümlü” zevatı TV’lerde canlı olarak icra edilen “Bakanlar kurulunda” başarısızlığın yegâne müsebbibi tayini ile, fırçalayıp itibarsızlaştırıp bilahare de “seni boşattım” diyerek azletmesi vukuat-ı adiyedendir. Konumuz harici ama koca koca bakan görünümlü zevatın kurul sırasında ilkokul bebeleri gibi ayağa kalkıp, sorulan suallere cevap vermeleri ile şahsının talimatlarını ajandalarına nefes almaksızın ve de mahcup mahcup not etme sahnelerini unutmak mümkün değildir. Hele yılda bir kez yapılan ve dünyanın her yerinden katılan delegelerin huzurunda sistemin çalışmasının ve başarısının ibra edilmesi görüntüleri ise Cem Yılmaz çalışmalarının en büyük rakibidir.

Neyse; bizim şoförün hikayesine geri dönelim, kardeşi bakanlıktan alınmış, ev hapsine mahkûm edilmiş ve sadece evin bahçesine çıkabilir durumda yaşamasına izin verilmiş ama tüm kimliklerine ve belgelerine el konulmuş, başka bir iş yapmasına izin verilmemiş vaziyette toplum hayatından izole edilmiştir. Durum bu. Sordum, “peki; neden itiraz etmeyi, kaçmayı, hatta yurt dışına kaçmayı düşünmez” diye, el cevap, bu sefer de yedi sülalesi şama götürülür, denildi, konu yeterince anlaşılır vaziyette. Zaten kamuda çalışan tüm sülalesi işten çıkarılmış vaziyette iken bile çok şükür daha da beteri olabilirdi diyorlar, şaşırdım eee tabii ki daha kötüyü görmedik ki, anlayamıyoruz, sonra zamanla duyunca, görünce daha kötü nasıl olunur, ben de onlar adına çok sevinmiş idim. Çok şükür ki şoförlük bile yapmasına ruhsat verilmiş, daha ne olsun. Merakıma mucip olunca, “iyi sonla” biten bakanlık olabilir mi diye, şöyle kabaca etrafıma bakarak, sorarak araştırdım ve anladım ki, namümkün. O zaman, kendi kendime “mal bulmuş mağribi” misali karar vererek dedim “neden insanlar bakan olmayı reddetmezler” diye, anladım ki bu da namümkün. Yaşulu, bir nedenle karar vermişse, siz “iradesi elinden alınmış kul misali” gel denince gelmek, git denince gitmek özgürlüğü dışında bir seçenek sahibi değilsinizdir. Esasen bu da toplum adına çok kötü bir durum sayılmaz, eğitim, ehliyet, beceri ve yetenek gibi edinilmesi zamana ve disipline ihtiyaç olunan vasıfların lüzumu yoktur, binaenaleyh toplumun her bireyi kendisinde potansiyel bir makama yaraşırlık ve yakışırlık görmekte olması hasebiyle toplumsal memnuniyet hat safhada olabilir. Eeee maksat hasıl olmuştur işte, toplumsal memnuniyet ve saadet…

Hülasa; Türkmenistan’da liyakat yerine sadakat hâkim meleke olunca, İzmir Marşı ile gelir Mehter marşı ile gidersiniz, marşları da zamanı da usulü de tanzim ve tayin eden “Top Man” dir. Yani ve sonuçta Yaşulu’nun hikmetinden sual olunmaz, liyakat ve makamı bahşettiği gibi azletmeyi de şahsi tasarrufu olarak kullanır. Yaşulu isterse, liyakat ve sadaret sahibi olursunuz, ha keza istemezse de müstafi sayılır ve size münasip görülen kadere razı olursunuz. Yine de yazıyı “Allah kimseyi istifa etmeye zorlanmayı yaşatmasın” diyerek bazı möhim abilere de bir sataşma yaparak bitirelim…


Pazartesi, Mart 23, 2020

CEMAZİYEL EVVEL- MORATORYUM


Moratoryum; borç çevirememe, borç ödeyememe durumudur, yani; vadesi gelmiş borç, tüm ödeme niyetinize ve çabanıza rağmen ödenemiyor ise müjdeler olsun batmışsınızdır, hem de deyim yerinde ise gırtlağınıza kadar, manasındadır. Peki; ne yapayım ödeyemiyorum, canımı mı alacaksınız, diye düşünülebilir, ama kazın ayağı öyle değil, yani alınan borç pederden ya da valideden ya da hiçbir karşılık göstermeden, ipotek vermeden bir dosttan alınan borç ise tasnif dışıdır şüphesiz, ama aldığınız borç ipotek verilerek, kabul görmüş garantiler verilerek alınmış ise çaresi yok, mutlaka geriye ödenecektir. Öyle, gak guk, hot zot yok… Uluslararası düzeyde borç vericiler, garanti almadan, borç verirler mi peki, zinhar… Peki tahsil edemedikleri olur mu? Zinhar… Bakın, öyle bilmeden konuşuluyor olmasına, işkembeyi kübradan atılıyor olmasına pek itibar etmeyin, bu Fakir Cumhuriyet hem de ilk yıllarında, hani bazılarının yere göğe sığdıramadığı son dönem padişahlarının abuk subuk harcamaları ile oluşan Osmanlı borçlarının tamamını, son kuruşuna kadar ödemiştir. Zaten meşhur fıkrada zikredildiği üzere, borç vericiler sadece, borç isteyenin gözüne bakmazlar borç verirken, popo kontrolü de yaparlar, hani borç isteyen çok güzel gözler vardır da, acaba ödeyecek popo var mıdır diye, tam da bu nedenle gerekli her türlü uluslararası garantileri hem de fazlası ile alırlar. Velev ki müşkülat yaşanmaya başladı, tıpkı şahsi borçlarda olduğu gibi, uluslararası tahsilatta da önce yasal yollar olmaz ise gayri yasal yollar kullanılmaktadır. Valla ben ekonomist olmadığım için yazının düzeyi de böyle gidecek gibi görünüyor, çaresiz, affedin…

Peki; vadesi gelmiş borçlar ödenemiyorsa ne yapılıyor derseniz, hele tüm uyarılara karşın tedbir de almamış iseniz, behemehâl “Moratoryum” ilanında bulunuyorsunuz. Derhal ilgili abiler size soruyor, “hayırdır efendi ne oldu” diye, siz durumu izah ediyorsunuz, hemen size, yeni vade, yeni faiz oranları, yeni şartlar öneriyorlar, kabul ettiniz zaten sorun yok, aaa bu arada memleket batar, kimin umurunda, siz de kalkıp 15 günde 15 yasa yapacağız diye öğünürsünüz, Kemal Derviş yaşanmış örneğinde olduğu üzere… İlaveten, meraklılarına, 24 Ocak kararları üstüne, Süleyman Demirel Turgut Özal (ama büyüğü) arasında geçtiği bilinen ve sonradan da basına düşen telefon diyaloğuna bakmaları önerilir.

Neyse, konumuzu bu toprakları 2 moratoryum (iflas) ile tanıştıran 2 önemli muhterem büyüğümüzden bahsetmek üzere yazıyorum ve de hemen oraya yöneliyorum. Kolayca öğrenileceği üzere, Osmanlı 1854’te dış borç kullanmaya başlar, bazı kaynaklar borçlanma ihtiyacının oluşmasını, etrafta artan savaşlara ve yenilgilere bağlarsa da dönem itibari ile borçlanma ile gelen kredilerin nerelerde kullanıldığına bakınca da konunun hiç de öyle olmadığı kolayca anlaşılır. Ekonominin gereği işler yapılmayınca, yaşanacaklar kaçınılmaz oluyor şüphesiz, alınan borçlar çare olmuyor, borç, borç ile döndürülmeye başlıyor, dış ticaret ve bütçe açıkları artarak devam ediyor, tedbir ise sağa sola posta atılarak yaratılan savaşlar ve sonucunda yenilgiler, yenilgiler neticesi ödenen ağır tazminatlar katlanarak birer “borç sarmalı” yaratıyor. 1854’ten 1875’e kadar geçen 21 yılda deyim yerinde ise Osmanlı boğazına kadar batıyor, dış borç, 5,5 milyon Osmanlı lirası ile başlıyor 243 milyon Osmanlı lirası borca ulaşılıyor. Bilahare, aynı kafa bu borcu 1. Dünya savaşı öncesine kadar 409 milyon Osmanlı lirasına kadar arttırma başarısını da göstermiştir. Aaaa bu arada para karşılığı satılan topraklar da cabasıdır, bu borçlanma meraklılarının. Peki bu dönemin Padişahları da kim mi idi, toplamda 33 yıl padişahlık yapan Abdülhamit Han olmak üzere, Abdülaziz ve Abdülmecit’tir. Sakın kimse askeri harcamalara gitti bu paralar diye ahkam kesmesin, biz okumayı, hatırlamayı iyi biliriz, adama deriz ki, git biraz askeri anı oku, balkan savaşlarında, çamura saplanıp kalan arazi şartlarına uygun olmayan sahra toplarının satın almalarını kimler ve ne adına gerçekleştirmiştir bir bak bakalım, mesela… Neyse… Hülasa, itibardan tasarruf olmaz denilerek savrukluğun örneklerine ilaveten, Topkapı Sarayı dururken yapılan, Yıldız Sarayı harcamalarının da unutulmaması gerekmektedir. Netice itibari ile, bu topraklar, bugün kendisinden sitayişle bahsedilen ve çok öğünülen Padişah Abdülhamit Han döneminde “Duyun-u Umumiye” ile tanışır. Bu kuruluş ne mi? Artık onu da anlatmaya gerek yok.

Peki, Canım Yurdumu 35 yıl sonra ilk kez, “borç sarmalına” kim sokar, kuruluş yıllarının onca yokluğuna, gerçekleşen onca atılım ve yatırıma, üstelik savaş sonrası yaşanan onca fakr-u zarurete, Osmanlıdan bakiye kocaman borçların ödenmesine, hatta arada yaşanan ve dünya çapında yaklaşık 80 milyon insanın ölümüne yol açan felaket 2. Dünya savaşının yarattığı olumsuz ortama rağmen, kendi yağı ile kavrulmayı bilen bir süreç ardından, bilin bakalım. Ne yazık ki; DP Hükümeti ve onun başındaki ekip, başta da Celal Bayar ve Adnan Menderes’tir. Hani her sağcının devamı olmakla öğündüğü ve gurur duyduğu büyüklerimiz... O tarihte, zamanla ödeme güçlükleri yaratacak şartlarda borçlanmalar ile kalkınmanın kıyasıya eleştirilmesi üzerine dönemin Başbakanı “borç almak bir itibar meselesidir” diyerek, paha biçilmez ve parlak ekonomi bilgisini göstermek istiyordu adeta. Tıpkı, sonraki yıllarda ekonomi profesörü olduğunu iddia eden bir diğer mevkidaşı gibi, Canım Yurdumu maalesef karaya oturtmuşlardır. Hani, aynı meşrepten nemalanan kel bir “baba” vardı, hani 17 kez gidip, 18 kez geldim diye öğünen, hani derdi ya “borç yiğidin kamçısıdır” diye, bu lafı o kadar çok tekrarladı ki, canım Yurdumun garip gurebası, ki çoğunlukla şahsının destekçisi idiler, inandılar bu safsataya… Sonuç, malum, yazmaya gerek yok…  Artık borç yiğidin kamçısı olmaktan ziyade, yiğidin ölüm fermanı olmuştur.

Evet, biz gelelim tekrar, borçların tahsilatı konusuna, ödeyemezsen, ödeyemeyeceğini ya da ödemeyeceğini beyan edersen neler olacağına… Öncelikle yukarıdaki makul protokol uygulanır, olmaz ise de haliyle alacaklıya; “borcunu öde lan şerefsiz” diyerek uluslararası jandarma ya da mafiozi kabadayı abiye müracaat edilir, bu abi itina ile borcu tahsil eder, nokta… Buradaki “abi”, kimine göre “duyun-u umumiye”, kimine göre “IMF”, kimine göre ABD’dir, lakin bana göre hepsi aynıdır. Kolayca anlaşılacağı üzere bu ketenpereden çıkış yoktur… Osmanlı’nın ve Yeni Osmanlıcı Adnan Menderes’in başına gelenler maalesef kolayca unutulmuştur.

Son söz de, Canım yurdumun İnsanına olsun, “Dün yediğin hurmalar, bugün poponu paralar” diye harika bir söz üret, dön sonra da dünün esiri ol, inanılır gibi değil valla… Köpek bile dikkat edin kendisine bir kemik verildiğinde önce bir arkasına döner bakar, acaba ben bunu yer isem def-i hacet konusunda bir müşkülat oluşur mu sonra, diye… Kıssadan hisse olsun bu da bana…

Pazar, Mart 15, 2020

İSMET İNÖNÜ ve EHLİYET-İ TEMSİLİYE


Diplomasi bir mütekabiliyetler manzumesi olup müzakere, münasebet ve mütarake maharetine ve meziyetine matuftur. Mütekabiliyet esası ve ruhu uluslararası münasebetlerde, kemiyetin asla ve kat’a keyfiyetin önüne geçemeyeceği mevzudan sayılmakta olup, yegâne müşahhas numunesi de “vize” uygulamalarından kıyas-ı kabil olup size vize koyana vize koyabilmenizle ölçülendirilmektedir, modern dünyada… Gerisi laf-ı güzaf… Hatta gerisi “gel külahıma anlat” diye de köy kahvehanesi mevzuu olmaktan ibarettir.

Diplomasi, kolayca ve en hafifinden, milletlerarası ilişkileri yürütme ve yönetme sanatı olup, malumat, muhakeme, muamelat, mutabakat, mütalaa, münasebet, münazara, müzakere, müsamere, maharet, mazaret, müdahale, mütareke, muhafaza, müdafaa, muhabbet, muaşeret, muavenet, muayene, muaheze, meşveret, muhasebe, muhabere, muharebe, muhaceret, muhasara, muhatara, muhavere, muhteva, muhtıra, mukabele, mukarenet, mukavele, mukatele, mukayese, mukteza, murakabe, musahabe, musalaha, müsamaha, müsaade, mutasavver, mutedil, mutemet, mutena, müteriz, mutmain, muttaki, muttali, muttasıl, muvasalat, müberra, mücadele, mücahede, mücazat, müceddit, mücehhez, müçtehit, müdahene, müdahil, müdana, müdavim, müdebbir, müderris, müdrik, müeddep, müellif, müfessir, müfettiş, müfit, müftehir, mükaleme, mükerrem, mükrim, mülayim, mülazım, mültefit, mümasil, mümeyyiz, münacat, münevver, münezzeh, müntehip, mürebbi, mürettip, mürşit, mürüvvet, müsademe, müsadere, müsaleme, müsavat, müsellah, müspet, müstağni, müstakim, müstantik, müstecap, müstefit, müstehak, müstenit, müsterih, müstesna, müsteşar, müşahit, müşavir, müşarref, müşevvik, mütearife, mütebahhir, mütefekkir, mütehassis, mütekamil, müteşair, müteşekkir, mütevazi, mütevelli olmayı ya da bilmeyi gerektirmektedir. Hülasa fenn-i hikmet sahibi değilseniz, ehem ve mühime ehl-i vukuf değilseniz, susacaksınız ki derviş bellenesiniz, derler adama… Diğer fason ya da çakma usul ise; gücü kullanıp hak kapacaksınız, haykıracaksınız ki kelam yerine ve kavuk sallayacaksınız liyakat yerine vs vs…

Aaaa bunu bilen diplomat var mıdır diye soracak olursanız, vallahi bilmiyorum, ama diplomat nasıl olur ya da olmalıdır sorusunun cevabı aynen böyledir. Yoksa, tıpkı bugün Dünyamızı teslim aldığı biçimi ile yapıldığı üzere, her tavır ve kelamda bir kast ya da art niyet arama, “hiçbir şey yoksa bile mutlaka bir kast ya da art niyet vardır” saikiyle hareket etme, herhangi bir kast ya da art niyet bulunamadığı zaman ise iyi saatte olsunlar devreye sokularak bir mazeret yaratma sanatı sayılırsa vay geldi Dünyamızın başına, kimyasal ya da nükleer silahı olmayan ülkede var dersiniz, meşru hükümetlere terörizmi destekliyor dersiniz, dersiniz de dersiniz, maksat bahane ise, maksat suyu bulandırıyorsun demekse, kolay, sıradaki gelsin…  

Bu konu üstüne daha çok kelam edilebilir ama bu kadarla iktifa edip, ilk okuduğumda beni ziyadesi ile etkileyen ve neredeyse 30 yıldır hep hayalimde canlı tuttuğum bir yaşanmışlığı aktarmak istiyorum size… Türkiye tarihinin önemli yazarlarından Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam” isimli 3 ciltlik serinin 3. cildinde temsilde ehliyet ve diplomasi nasıl olunura misal teşkil edecek bölüm… Emperyalizmin açık işgali altındaki topraklardan “bağımsız bir ülke” yaratma sevdası gerçekleşen Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü ve de kendisine kucak açan ve bu uğurda canını ve malını esirgemeden arz eden Anadolu insanı, silah zoru ile işgal edilen toprakları, direnerek, savaşarak ve diplomasiyi layığı ile kullanarak geri alırlar, artık 3 yıllık kan, göz yaşı sona ermektedir ve sıra gelir en önemli anlaşma olan “Mudanya Mütarekesine”… İsmet İnönü; Türkiye Büyük Millet Meclisinden aldığı yetki ile Mudanya’da açık işgalin taşeronluğunu yapan dönemin Yunanistan’ı ve asıl müteahhit İngiltere ile anlaşma imzalayacaktır. Gerçi Yunanistan heyeti görüşme yapılacak yere gel(e)mez, açıkta bekleyen İngiliz Zırhlısında kalır, öyle ya “Megali İdea” hayalleri son bulmuş 3 yıldır savaştıkları “Anadolu Ordusunun Komutanının” önüne mağlup ekip olarak gelmek istemezler, asıl güç İngiliz ekibi tek başına temsil eder, mağlup tarafı… Konu ile ilgili tüm detaylara genel kaynaklardan insanlar kolayca ulaşabilirler ve bu da benim konum değil… Gelelim asıl muradım ve meramıma; anlaşma imzalanır ve sıra veda törenindedir, önce mezkur yazarın mezkur kitabından bir alıntı yapalım; “Konferans binası önünde bir askeri bando bekliyordu. Önde General Harrington olduğu halde müttefik generalleri ile maiyetleri, eski tacir Aleksandr Ganyanof’un ahşap yalısının mermer holünde göründüler. Limanda gemiler, efendilerini bekliyordu. İsmet Paşa orada misafirlerine son defa veda ederken bir askeri selam birliği vaziyet aldı. Müttefik generaller bu kıtayı teftiş ederek geçerlerken askeri bandonun şefi değneğini kaldırdı. Mızıka bir marşa girdi. İtilaf devletleri kumandanları bu marşın ahengine ayak uydurarak rıhtıma doğru yürüdüler.
Fakat nedense bu marş biraz fazla oynaktı. Müttefik delegeleri ilerledikçe bandonun temposu da hızlanıyordu. İsmet Paşa misafirlerinin bu ahenge ayak uydurmak gayretlerini, o her zamanki çocuksu tebessümleri ile takibe çalışıyordu. Bando, temposunu büsbütün hızlandırdı. Nameler gittikçe oynaklaştı. Bu marşın çalınışı bir tesadüf müydü, yoksa bando şefinin zeki bir azizliği miydi, bu hala belli olmamıştır.
Ama Mudanya anlaşmasını imzalayanlar, Mudanya’yı bu oynak marşın temposu içinde terk ettiler. O zaman bir gazete öyle yazmıştı ki, bu marş, şu ünlü kahkaha marşıydı…”

Öyle; ismet Paşa’ya siyaseten mahkûmiyet yaratmak ya da dayatmak adına, Canım Yurdumun kasaba politikacılarınca “bu adam var ya bu adam, askerlik yapmaktan bile imtina etmiştir” nutukları attırılıp alkış almaya benzemez bu işler, asıl olan eşitleriniz içinde doğru yere oturabilme ile başlayıp, müşahhas ve eşit hak ve pay alabilme ile müsemmadır. Yoksa Kapıkuleyi geçtikten sonra Turgut Özal’ın deyimi ile “derdini küçük Turgut’a anlatırsın”. Maharet ve meziyet diplomat olabilmektedir yani eğer fenn-i münasebat-ı düveliyeye aşina değilsen, yani diplomasi-şinas değilsen ya da hürmet ve itibar görmezsen, diplomasi berat ya da diploman mevcut değilse, Canım yurdumun küçük kasabasına sıkışır kalırsın maazallah, hatta aşağılara Kasımpaşa’ya kadar da inersin boşa atılmış vitesle… Hülasa diplomasi zor zeneattır, öyle her babayiğidin harcı değildir, hamamda türkü çığırmak kolaydır ve zahmetsizdir hatta türkü güzel olmuş olmamış kimsenin de umurunda da değildir, verirsin türküyü gider…



Pazar, Mart 08, 2020

KORE SAVAŞI


Kore Yarımadası; Emperyalizmin 2. Paylaşım savaşından önce  Japonya’nın işgali altında iken savaş sonucunda, galipler ve mağluplar arasındaki yeni bölüşüm-paylaşım neticesinde, bir tarafı ile kapitalist dünyanın yeni jandarması ABD’nin payına düşerken, diğer tarafı ile de SSCB, Japonya ile arasında paylaşım savaşı öncesi başlayan yerel çatışmalar vasıtası ile bölgeye müdahil olan ve nihayetinde de emperyal zulme karşı çıkmak adına Kore Yarımadasının nerdeyse yarısının sınırsız destek verdiği yerel halk vasıtası ile kurulan yeni devlet üzerinden kendi payına düştüğünü ilan eder. Şu anda detaylarına girmenin konuyu başka mecralara ve yönlere götürmesine yol açacağından, değinmeyeceğim nedenlerle, Güney ve Kuzey Kore arasında sınırda başlayan ama tamamına ve topyekûn bir savaşa girişilmiştir, sonuç itibari ile. ABD’nin behemehâl çağrısı üzerine BM (Birleşmiş Milletler) Güvenlik Konseyi toplanır, ABD büyük bir uyanıklık ile, SSCB’nin daha önceden bir başka nedenden faaliyetlerinden boykot ederek çekildiği Güvenlik Konseyini toplantıya çağırır ve mezkûr bölgeye müdahale kararı aldırır. Nihayetinde 15 ülke bölgeye asker göndererek savaşa müdahil olurlar.

Dönem itibari ile Canım Yurdumda; “büyük savaşa” dahil olmamak adına ciddi çabalar gösteren CHP hükümeti seçimler neticesinde iktidarını kaybeder, yerine DP iktidara gelir. Çünkü Necip Milletimiz; bir yanı ile Almanya yanında, bir yanı ile İngiltere ve müttefikleri yanında savaşa dahil olmanın dayanılmaz bir tutkusunu yaşamaktadır. Eee ne de olsa “asker milletiz” ve savaşsız yapamayız, asker doğduk asker öleceğiz vesselam. Büyük Savaş ertesinde; dönemin reisicumhuru halkın arasına karıştığı bir anda bir çocuğun kendisine; “bizi açlığa mahkûm ettiniz, karne ile beslenmeye mahkûm ettiniz” diye seslenen çocuğa “evet, belki aç kaldınız ama babasız kalmadınız” diyaloğunda bile savaşın müşahhas neticelerinin tariflenmesine kimsenin aldırış etmediği sarihtir. Evet, hülasa, madem bizi savaşa sokmadınız, bizde sizi seçmiyoruz, irade beyanında bulunur Necip Milletimiz. Dönem soğuk savaşın da vites arttırdığı dönem olup, emperyalizmin her türlü yalan, dolan, hile, hurda ve desise ile kandırdığı, Canım Yurdumun da içinde olduğu ülkeler, “hür milletler cemiyeti”ne dahil olma ülküsü ve yaratılan korku sarmalından yırtma dürtüsü ile ABD’nin başını çektiği emperyal politikaların dümen suyuna takılır. Sadece takılsa iyi, sürüklenir ve yer yer de, mahallenin yaramaz çocuğu gibi öne de atılır, kas ile beyin faaliyetlerin yer değiştirmesi ile… Neyse, dünyanın bu rüzgar ile allak bullak olduğu dönemde; canım yurdumun hükümetinin başını çeken, Başvekil Adnan Menderes, TBMM Reisi Refik Koraltan, Genel Kurmay Reisi Nuri Yamut Reisicumhur Celal Bayar riyasetinde Başvekilin Yalova’daki yazlığında bir araya gelirler ve ABD’nin Kore savaşına asker gönderin çağrısına olumlu cevap vermek üzere karar alırlar. Evet, Canım Yurdumun yöneticileri Kore savaşına 4.500 asker göndererek bu kirli savaşa dahil olurlar. Dönemin muhalefet partisi CHP, alınan bu kararın açık bir anayasa ihlali olduğu gerekçesi ile zehir zemberek bir beyanda bulunur ve gerekçe de; meri anayasanın 26. Maddesidir, “Büyük Millet Meclisi, (. . .) devletlerle muahede ve sulh akdi, harp ilanı (. . .) gibi vezaifi (vazifeleri) bizzat kendi ifa eder"…

Muhalefetin tüm itirazlarına rağmen Adnan Menderes Hükümeti kararını ne tartıştı ne de değiştirdi Yalova’da alınan karar geçerli ve meşrudur. Çünkü muhalefetin itirazı ne idi; “savaş ilanı” oysa savaş ilan edilmemiştir, sadece “asker sevk edilmiştir” hattı zatında anayasa da hangi hususların savaş sayılacağı hangi hususların savaş sayılmayacağı kâfi derecede sarih değildir. Necip Milletimiz nezdinde de muhalefetin bu itirazları asla ve kat’a bir karşılık bulmaz, peki CHP muhalefeti ne mi yapar, tabii ki Necip Milletimizin desteğinden mahrum olmama adına hemen rota “Kore savaşı desteğine” döner. Mezkûr Hükümet’in derdi, yaratılan korku sarmalında NATO’ya dahil olmaktır, çünkü irtibat ve iltisakları bu yöndedir.  

Kore savaşına; Şehit olan bir Teğmen’in üzerinden bir şiir ile Nazım Hikmet’te katılır.

DİYET
 
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
Iki gözünüzle bakarsınız,
Iki kurnaz,
   Iki hayın,
         Ve zeytini yağlı iki gözünüzle
                 Bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
                          Ve topraklarına çiftliklerinizin
                                     Ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki elinizle okşarsınız,
İki tombul,
   İki ak,
        Vıcık vıcık terli iki elinizle
            Okşarsınız pomadalı saçlarınızı,
                    Dövizlerinizi,
                           Ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
İki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
Ve bütün kaygınız
      İki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
              Halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
                   Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
            Vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
Ve ben al kan içinde ölürken
           Çığlığımı duymamanız için
                   Kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
Ölüler otomobilden hızlı gider,
Kör gözlerim,
          Kopuk ellerim,
                     Kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
Göze göz,
Ele el,
Bacağa bacak,
Diyetimi istiyorum,
Alacağım da.

Pazar, Mart 01, 2020

HANİ O KIŞ KOMÜNİZM GELECEK İDİ

Toplumun; zapt-ı rapt altına alınması faaliyetlerinin en önemli enstrümanı yaratılacak panik ortamı ve korkudur, kolayca anlaşılacağı üzere… Hazırlayacaksın korkunun hasını, kaldıramayacak başını, akşamdan akşama vereceksin çorbe, gücü ele geçirince yetmiyorsa korku, atacaksın zoppe, ve devran dönecek…

Hani bazı ailelerin seçtiği yoldur ya, çocuklarını sus-pus hale getirmek için, “öcü var, öcü geliyor”, “karakoncolos var, geliyor”, ahada tam da o tarz bir yaklaşım, 12 Eylül Askeri Darbesi öncesi, eski Reis-i Cumhurlarından 100 yaşın üstündeki muhteremden; “bu kış komünizm gelecek” lafı… İttihak ve Terakki ile başlayan siyasi hayatı, Milli Mücadeleye yol düşürür Galip Hoca olarak, CHP’den parlak bir ikbal beklendiği için derhal orada vaziyet alınır, İş Bankası kuruculuğuna, oradan İktisat Vekilliğine sıçrama kabiliyeti ve becerisi gösterilir, oradan siftinmelerin dayanılmaz hazını ve hasını husule getirerek Başvekillik, bilahare de arkaya alınan dönemin mode ABD rüzgarı ile Reis-i Cumhurluk  kapılır, çünkü asrın yeni umdesi, Neyzen Tevfik’in harika tarifi ile, “hak kapanındır. Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır. Geçmez ele bir pâye, kavuk sallamayınca, Kürsî-i liyakat …” Mezkûr kelam şimdilerde artık bir şebeklik olarak niteleniyor olsa bile, dönemi itibari ile çok iş görmüştür. Aslında 3. Reis-i Cumhur “komünizm gelecek” deyip tam anlamı ile ters köşe atış yaparak “darbenin, açık faşizmin gelişini” muştulamış kendi meşrebine mütenasip şekilde de biz marabalar bunu anlayamamışız… Eeee Amerikan muhiplerinin en temel özelliği ters köşe yapmaktır, ne de olsa hayatları; yanıltma, yanılma, kandırma, kandırılma üzerine tesis edilmiştir. Gerçi 3. Reis-i Cumhur, Canım Yurdumda “Amerikan muhipleri cemiyetinin” abide isimlerinden olduğu iddiasının etkisinden asla ve kat’a sıyrılamamış biri olup hatta Büyük Amerika’daki “Mc Carthy’ciliğin” Küçük Amerika’daki hamisi ve mümessili olmayı taammüden tercih etmiş görüntüsünü hep korumuştur.

Komünizm gelmedi ama darbe geldi, zulüm geldi, işkence geldi, zam geldi, mesela dolar bir günde 2,5 kat arttı, sendikasızlık geldi, vs vs… Bu kabil sefil ifadelere, yalana, dolana, hileye, desiseye inananlara hayırlı uğurlu olsun… Çok şükür komünizm gelmedi bu güzelim coğrafyaya… Ne kadar sevinseler azdır bence de; çünkü Komünizm gelmedi ama yüzde yüz yerli ve milli ve de Amerika’nın “our boys” dediği çocuklarının darbesi geldi… “Sosyal gelişmeler ekonomik gelişmelerin önüne geçmiştir” fikriyatının mümessilleri olmayı bir halt sayan ve gelişmek, asri medeniyet seviyesini yakalamak için çalışmayı öngören ve öneren bu ülkenin en dinamik kesimi devrimci gençleri yok etmeyi plan haline getiren bu zevatın en önemli temsilcilerinden biridir aynı zamanda 3. Reis-i Cumhur… Aynı abuk subuk fikriyatın bir diğer mümessili ise; “Bulgaristan’dan elektriği yazın biz alıyoruz, kışın onlar bize satıyor” sözü ile de memleketin su rejimini, elektrik rejimini bugünkü noktalara kadar getirirken “kış” mevsiminin tarafımızda yarattığı atalete dikkat çekmektedir. Zaten “kış”ın Balkanlardan da soğuk hava gelir, vs vs… Bu kış mevsimi demek ki Canım Yurduma hayırlar getirmemektedir. Esasen kış kışlığını puşt puştluğunu yapar ya, bir Türk atasözüne göre, ahadaaa durum bu durumdur. Mesela bu lafı eden şahısın bu lafı ettiği tarihteki yaşı 100’den fazla olması hasebiyle kimse de çıkıp “la bu adam bu yaşta normal mi acaba? demans olmasın?” felan da demeden inanıyor ya yapacak bir şey yok, ne yapalım… Başa gelen çekiliyor… Tam kış uykusuna yatacak idi ki, Necip Milletimiz bunu duyar duymaz, artık bu uyarma ile uyanık kalır ve olan biteni görür zannederken bir de baktık ki daha da katmerli ve kasvetli bir uyku fazı oluşmuş. Biz nereden bilelim, gelmeyen komünizm yerine gelen “körizm”in bizi perişan edeceğini kış mevsiminin, artık günün mode deyimi ile başta BYV (beyin yıkayıcı virüs), ASV (akli spazm virüsü), GKV (göz körleyici virüs), ortalığı kasıp kavurmaktadır.

Hani eskiden Amerikan beslemesi “Komünizm” düşmanı muktedir ve muhteremler derdi ya; “komünizm, eve gidince kapıda ayakkabı ya da palto görünce dönersin çünkü karı ortak olup şu an başka biri ile…” Ben uzun yıllardır SSCB bakiyesi Cumhuriyetlerde gerek iş, gerekse de turistik geziler yapıyorum ama asla kapısında ayakkabı olanın evin kapısından geri döndüğünü duymadım, görmedim, okumadım, tam tersine ayakkabı görünce eve misafir gelmiş diye çok sevinerek evine girdiğine tanık oldum, tıpkı diğer normal insanlar gibi… Ama bu lafı uyduran dürzüler; ki bunlar, genellikle köylerinden askerlik dışında hiç bir zaman ayrılmamışlar, köylerinden gayri hiçbir yer görmemişler, başta Kuran dahi olmak üzere hiçbir kitap okumamışlardır. Bildikleri tek şey ki o da yalan yanlış dini ritüellerdir.

Evet; sonuç itibari ile geçen kış, bu kış ve gelecek kışta komünizm gelmedi, gelmeyecek, ama bunu tekrarlayarak yarattıkları paranoyak durum içinde, memleketi getirdikleri yer ile öğünebilirler gayri… Celalim, sen rahat uyu artık, ne o kış ne bu kış gelmedi ve de gelmeyecek… Çünkü artık “gel de bu hasret bitsin çağrısı”nın yönü değişti… Gerçi bizler o vakitlerde “bu melun sözü”; keşke öyle bir şey olsa da, bu kış “Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber” olunsa da, açlık, fakirlik, sefalet, haksızlıkların ortadan kalkacağı bir davet olarak algılamış idik ama… Hani Canım Yurdumun İnsanı; “kardeşim, komünizm gelirse maazallah kömür, elektrik, domates, patates, soğan çok pahalı olur ve bu yüzden gelmesi caiz değildir” dese çok hoş olacaktı ama bu kehanette bulunulmadı, kehanet gerçekleşmiyor vs vs. Vallahi bu kadar yalanın ve dolanın, Necip Milletimiz nezdinde bu kadar sitayişle karşılık bulması karşısında reklamcılar bile hasetinden çatlamıştır Allah bilir…  Artık nasıl bir subliminal mesaj yüklenmişse bu ham kafalara, sil sil bitmiyor, yıka yıka gitmiyor… Demek ki barut nemli ateş almıyor… Benim oğlum bina okur döner döner okur misali, Allah verdikçe veriyor aynı ortamı… Çok beğenildiği için filmin kaçıncı versiyonu çevrildi Allah bilir gayri…

Ancak bu kadar korku ile zapt-ı rapt edilmenin çok farklı ve de menfi semptomları da vardır, orta ve uzun vadede, hastalıklı ruh hali… Peki bu toplumsal hastalıklı ruh haline düşmekten bu halin yaratıcıları kolayca kurtulabilirler mi, zinhar, kurtulamazlar, filhakika tam bir paranoya batağına gırtlaklarına kadar batarlar. Neyse burdan sonrası psikologların alaka alanına girer deyip iktifa edelim.

Büyük Usta Nazım Hikmet’in hasreti ve hasleti ile son verelim;
selamlamaya geldim seni yeryüzü umutları adına,
bedava ekmek ve bedava karanfil adına
mutlu emeklerde mutlu dinlenmeler adına
"Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber"
diyebilmek adına

Aman yanlış anlaşılmasın bu yazı tamamen bir methiyedir…

Pazar, Şubat 23, 2020

FUTBOLU SEVMEYENLERE KOVBOY FİLMİ VERELİM, ÇÜNKÜ…


Canım yurdumda; futbol deyince görünür biçimde burnunu kıvıran ancak gerçek manada çaktırmadan konu ile ilgilenen marjinal bir grup bulunduğunu; “Büyük çoğunluğun keyif alarak oynadığı, izlediği bu oyuna karşı olmak ile toplumdan ben farklıyım algısına dayalı bir sempati dilenip bir yerlerindeki hacm-i boşluğu tatmine çalışmaktadırlar herhalde, bilemiyorum gayri. Bunlara ancak Allah selamet versin demek kalıyor geriye…şeklinde ifade etmiş idim. Ancak aynı marjinal grubun izlence sanatına yönelik zevklerine ve tercihlerine bakınca, aleladeliğin ve ferasetsizliğin paçalarından aktığı ibretle izlenen bir vakadır. Oysa sürekli belirttiğim üzere; sizin rafine tercihlerinize birebir uygun ürünler imal edilmiyorsa izlediğiniz tv programlarında bile kalitesizliğin ve pespayeliğin cenderesinden zor sıyırırsınız, aaaa sıyırırım da diyorsanız bu kadar tv izledikten sonra olsa olsa kafayı sıyırırsınız… Nokta hatta üç nokta… Şimdi gelelim mezkûr cehl-i mühimmenin başkalarına burun kıvırırken düştükleri sırılsıklam hatta vıcık vıcık “amerikanizm” tuzağına ya da batağına ki bu tuzak ve batak, “yankee”lerin işgal ettikleri topraklarda o toprakların asıl maliklerine zulmün ve katliamın bizatihi kendisidir. Buna alkış tutarken, şecaat arz ederken, malum hikayedekine benzer bir ahvale düşmekten kurtulamazlar, hani, keçi kendi kuyruğunun sürekli kalkık oluşunu akıl edemezken hadi görmezden gelerek diyelim, bir telden atlayan koyunun kuyruğunun kalkıp poposunun görüldüğüne gülermiş ya, aynen vakidir bizim muhterem zevat açısından. Anladık; futbol kötü ve anlamsız, “ne verelim abime o zaman” şöyle anlamlısından, “altı amerikanizm ama incesinden, üstü bol şerbetli kültür emperyalizmden mürekkep” bir menü…Sevsinler sizi ve seçiminizi…

Bitimsiz cesaret, şişirilmiş ve abartılmış güç, sözde zekâ, görünüşte kahramanlık, sözde bayrak hayranlığı ile “West”in işgali sürecinde, “yerelinde” katli manasında “western” haline evrilmiş bu soslu senaryolar ile mezkûr tablonun bir tapınma kudreti ve kutsaliyeti içinde doymak bilmez ego tatmini için, tekrar tekrar çevrilerek aslında, aptallığı, ahmaklığı, ahlaksızlığı, anlamsızlığı, aymazlığı övmeye ve örtmeye yönelik kaynak üretmekten başka bir şey değildir, tüm bu olanlar… Robert Mitchum, Ronald Reagan, Henry Fonda, Clint Eastwood, John Wayne gibi “amerikanizmin” abide isimlerinin başrollerinde ve şahsiyetlerinde, sahnemize; kah kahraman şerif, kah silahşor, kah insan avcısı, kah yerli katili, kah atını seven, kah rüzgara karşı mt.lerce çiş yapabilen başrol oyuncuları olarak çıkan, çizmeleri  ve mahmuzları, belindeki tabancası, başındaki şapkası ve şapkanın altında  tam siper vaziyetinden yukarıya doğru boş ve andövül bakışları, ağzındaki sigarası, sandalyeye ters oturuşları, bara dayanarak salonu dikizlemesi ya da şarkı söyleyen güzel kadına donuk ve aidiyetsiz bakışları,  gözündeki acımasızlığı, kutusundan çıkardığı kibriti herhangi bir yere sürterek yakabilme kabiliyeti, dişlerinin arasından tıslayarak konuşması, içki tercihi ve siparişi, küfür ve hakaret edişleri ile çizdikleri tablo asla ve kat’a unutulmaz… Aslında ve gerçek hayata bu manadaki uygunluğu yanında klasik sayılabilecek bazı “western” filmlerinde, itina ile vahşet sahnelerinden kaçınılmış olsa bile değişmez ana tema “Kızılderililerin” vahşiliğidir, ki o Kızılderililer kendi topraklarında kendi anlayış ve felsefelerine mütenasip yaşarlarken mezkur maceraperestlerin saldırısına uğramışlardır, sonuç itibari ile itaat edenler dışında deyim yerinde ise tamamen ve esasen soykırıma uğramışlardır. Ön planda takdim edilen, her ne kadar halis ve muhlis ve de munis olsa da, arka planda ve tam da bizim akli arka planımıza nişan almış ve oraya fon yapılmak üzere verilen subliminal mesaj; obasını ve toprağını, rejimini ve topluluğunu korumaya çalışan ve bu uğurda ölen ve öldüren yerliler “kötüdür”, sarhoştur, berduştur, herkesin kolayca kandırabildiği topluluktur… Yakaladığını asan, ateş suyu ticaretini hayasızca ve sahtekarca yapan, aklına geleni ya da duygularına mütenasip olanı da yasa diye dayatan, adeta hukuksuzluğun hukukunu harfiyen ve örfiyen tatbik eden,  bu kabil haydutların hayatı ise kahramanlık destanı, hay hay beyim, kabul….  

Bilindiği üzere; Kovboy filmleri diye bilinen bu “western” filmleri temelde ucuz ama eğlencesi yüksek, derin mevzular içermeyen, kapitalizmin genel manada hedeflediği insan tipi olan düşünmeyen, yaşayan ya da yaşamaya çalışan ve bunun dışında da öykündüğü güçlü adamların maceraları ile oyalanan ve öğünen hatta yetinen tiplerdir. Peki; kapitalizm böyle istiyor, böyle buyuruyor diye de insanların tamamı böyle olur mu? Zinhar…

Öyle tahmin ediyorum ki; şu ana kadar yapmış olduğum tespitlere genel manada kimse karşı çıkmayacaktır. Diğer taraftan; bu filmler “küçük Amerika” oluyoruz teslimiyeti içinde görüldü ki Canım Yurdumun insanı nezdinde de büyük hayranlıkla karşılık buldu ve yerli kovboy filmleri bile çekilmesine vesile oldu. Her ne kadar; kasaba, şerif, kovboy, düello, mahmuz, bar ve barmen, viski, kovboyun ağzından düşmeyen puro, barış çubuğu, sürekli dans eden ponpon kızlar vb. gibi sözcükler ve kavramlar Canım Yurdumun insanına yabancı da olsa, demek ki Amerika olmak isteniyorsa bunlar öğrenilecektir saikiyle içselleştirilmiştir. Olacak o kadar, Amerika öyle kolay olunur bir şey değil ki, netekim…

Aslında aptallığın tapınma kudreti ve temennası ile beslenen bu kaynaklardan imbiklenen hiçbir şeyden bir hıyr gelmez diyeceğim ama çocukluğumuzun çizgi roman kahramanları ve aynı kaynaklardan beslenen “Teksas”, “Tommiks” gibi çizgi roman ve filmleri koyacak yer bulamam sonra maazallah… Aaaaa biri de çıkar, sen izlemedin mi, izlemiyor musun diye sorarsa, izledim ve hala izleyebilirim de ama mezkûr zevat gibi fesahat ve belagat arz etmekten kaçınır ve kimseyi benzer nedenlerle yargılamam, nihayetinde insanların yaşanan günlük hayatın hayhuyundan, sıkıştırmasından bunalarak sadece “sabun köpüğü” babından eğlenceler ile akli deşarja ihtiyaç duyduklarını bilir ve anlarım. Ancak futbol sevmeyen abilere ya da ablalara göre çok keyifli gelen bu filmler bilinmelidir ki bugünkü abuk subuk vurdulu kırdılı mafya dizilerinin ya da filmlerinin prototipi olup tıpkı futbolun dili gibi kötü, kaba ve acımasız ve de katıksız taraflı maço kültürün dayatmasıdır. Ayrıca; ilk kez Mircea Lucescu’dan duymuş olduğum Romen “köpekler istedi diye atlar ölmez” atasözü mucibince; aklı başında adamı, nasıl ki kovboy filmleri yandaş ve candaş edemezse, diktatörler de futbolla aklı başında insanları zapt-u rapt edemez. Nokta…

Pazar, Şubat 16, 2020

FUTBOL ve DİKTATÖRLER


Tüm diğer bireysel sporların aksine özünde belli bir teknik ve taktik disiplin içinde bir takım oyunu olarak, temelde büyük ve tılsımlı iş birliği çerçevesinde takım oyuncularının birlikte, birbirleri için ve dayanışma halinde muadil diğerlerine karşı oynadıkları, zaman ve zemine göre de bireysel kabiliyetleri arş-ı alaya çıkmış oyuncular ile ya da takım olabilme özelliği çok yüksek disiplin ve çalışkanlığın ve de yardımlaşmanın had safhaya ulaşmış olduğu ekiplerce icra edilen oyuna “Futbol” denir” diye bir tarif yapmış idim. Bu kez de çok büyük kitlelerin dikkatlice takip ettiği, takip ederken çok büyük paralar harcadığı ya da harcamayı göze aldığı futbol sadece “futbol oyunu mudur” diye bakacağız. Bursasporlu İvan Ergiç’in “Neden hakemler gol sevinçlerinde formayı çıkartmaya sarı kart gösteriyor? Forma reklamı görünmüyor diye. Para futbolun dengesini bozuyor” tespiti bile konunun hangi detaylara kadar düşünülüp, planlandığının bir ifadesidir. Peki, büyük kitleler ilgi gösteriyorsa, büyük paralar dönüyorsa, siyasal otorite bu işlerden uzak durabilir mi? zinhar…

Şimdi düşünün; transfer, bonservis bedeli, yetiştirme bedeli, maaş, prim, ceza, komisyon, şike, bahis oyunları, stadyumlar ve altyapı yatırımları, antrenman ve kamp tesisleri yatırım ve işletme giderleri, doping faaliyetleri, seyahat giderleri, reklam gelirleri ve giderleri, sponsorluk harcamaları ve edinimleri, şifreli yayınlar, şifreli yayın altyapıları vs derken dönen yıllık milyarlarca dolarla ifade edilen bütçeler, A takım, genç takım, ümit takım, U21 takımları, U19 takımları, U14 takımları, minikler, küçükler takımlarındaki oyuncular, teknik kadrolar, idari kadrolar, yönetimler, sağlık ekipleri, ulaştırma ekipleri, altyapı işletmelerinin personelleri ve hepsinden önemlisi seyirciler ve taraftarlar derken birkaç milyar ilgili, ülkeler bazında Spor Bakanlıkları, Futbol Kulüpleri, uluslararası düzeyde UEFA, FİFA ve bunların Asya ve Afrika’daki muadilleri, muhasebeleri ve mahkemeleri ve işin olmazsa olmazı mafya derken devasa organizasyonlar olacak, ve sermaye bu işin merkezine oturmayacak, böyle düşünülmesi başlı başına bir andövüllük olur açıkçası… Kapitalist tahakküm bir tarafı ile ekonomik, diğer tarafı ile politik bir kuşatma altına aldığı futbolunda usaresini emerek, posasını bir kenara zamanı gelince atacaktır, ölüm Allah’ın emri. Ehh futbolunda vasatı tüm bunlara uygun, mezkûr kuşatma ve tahakküm mucibince, ekonominin politik ayağı elinde bulundurduğu mevzuat tanzimi ve tahkimi oluşturma gücü vasıtasıyla alanda bir zapt-ı rapt oluşturacaktır haliyle… Futboldaki bu zapt-ı rapt hayatın diğer alanları ile aynı düzlemde ve şiddette devam edecektir, bu itirazsızlık ve sessizlik sürdüğü sürece… Tüm bu ahval ve şerâitte neler yapılması gerektiği ustalar tarafından uzun uzun anlatılmış olup tekrarına hacet yoktur. Biz sadece mezkûr zapt-ı raptı en sıkı ve insafsız tanzim ve tahkim edenleri bir kez daha teşhir ve derhatır etmekle yetineceğiz.

Komşu Yunanistan’da; 1967 yılında “Albaylar Cuntası” adı ile maruf askeri darbenin diktatörler heyeti, geniş kitlelerce sevilen futbolun sempatisine sığınarak, aşağı yukarı tüm darbeci-diktatörlerde benzer olduğu üzere ihtiyaç olunan “şirin görünme” ve “dış destek” yaratmanın yolunun dönemin elek altı futbol takımı “Panathinaikos” ile olacağı kararı mucibince, mezkûr takıma sınırsız destek yağdırdı. O kadar ki; 1970 yılında takımın başına getirilen bir albay teknik direktör ile ve hiçbir fedakarlıktan kaçınılmadan şampiyon yapılan takım “Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası”nda da, yüksek pazarlık gücünün maçlar öncesi makul bir eli açıklıkla desteklenmiş olması hasebiyle taaa finale kadar yükselir ancak finaldeki rakip ne cüzdansal ne de diğer hiçbir yolla ikna edilemez. Siyasi açıdan zengin diktatörler yanında mali açıdan da zengin armatörlerin desteğini alan kulüp, artık dünya piyasasında isim yapmış birçok ünlüyü takıma getirir, daha fazla başarı daha fazla sempati, döngü de devam eder… 1970’te takımın başına getirilen albay; Macaristan’ın dünya çapında futbolcusu ve teknik direktörüdür aslında ama kendisindeki bu futbol yeteneği yanındaki yüksek iş bitiricilik deneyimi İspanya’nın diktatörler takımı Real Madrit’te futbol oynadığı dönemden miras olsa gerektir. Futboldaki bu yüksek iş bitiriciliği sayesinde uzun yıllar İspanya milli takımında bile futbol oynamasına kadar uzanır, maalesef bu iş bitiriciliği yüzünden de FİFA tarafından 2 yıl futboldan menedilmiştir.

Bir diğer ve çok önemli “diktatörler takımı” ise Real Madrid’dir. Eli kanlı diktatör Franco’nun kara döneminin mor beyazlarıdır adeta, Real Madrid. Esasen; “Kraliyet” kelimesinin İspanyolca karşılığı olan “Real”, bidayette İspanya Kraliyet Sarayının takımı olup 1931 de kraliyet yetkilerinin elinden alınmasını müteakip, kulübün adından “Real” çıkarılır, artık sadece Madrid FC dir. 1941 yılında, Franco’nun iç savaşı kazanarak her şeyi ele geçirmesinin ardından takım tekrar, “Real” adını ve armadaki kraliyet tacını kullanmaya başlar. Ve artık, tüm güç elinde olan Franco’nun full desteği ile dönemin futbolda önemli başarılar elde etmiş ülkeleri başta Macaristan ve Arjantin olmak üzere tüm liglerden önemli futbolcular transfer edilir, kaskat şampiyonlukların yolu açılır, Real Madrid İspanya’nın en önemli markası haline gelir. Öyle ünlüdür ki dünyada; Franco’nun Dış İşleri Bakanı “Şimdiye kadar sahip olduğumuz en iyi elçilik”tir tanımlaması bile yapar. En önemli rakip Katalan temsilci “Barcelona” ligden çekilir, çünkü 3-0 kazandığı maçın ardından Franco’nun; “sizi bu seferlik affediyorum ancak ikinci maçta bu kadar hoşgörülü olmam” sözü üzerine, durumdan vazifeyi ziyadesiyle çıkaran hakemler sayesinde tek kale oynanan maçta 11 gol yiyen Barcelona elenmiştir.

Örnek çok; futbol bu yapısı ve vatandaşın bu taraflılığı ile daha çok alet olur, bu diktatörlere… Arjantin diktatörü dönemin ruhuna da uygun desteklerle ülkesine dünya kupası bile kazandırmıştır… Portekiz’de Diktatör Salazar’ın takımı Benfica’dır. Almanya’da faşist Hitler’in takımı Schalke 04’tür. İtalya’nın faşist lideri Mussolini’ye de ülkesinde Lazio takımı düşmüştür, o da elinden geleni ardına koymaz. Saddam’ın oğulları üzerinden futbola nasıl müdahale ettiğini artık sağır sultan bile biliyor… Kaddafi oğlu üzerinden futbola elini taaa İtalya’ya kadar uzatmıştır, vs vs…

Peki canım Yurdumda durum nasıl derseniz, verebileceğim örnek sadece “içinden geçilen olağanüstü koşullar” nedeni ile Kenan Evren ile sınırlı kalacaktır. Bir Albayı spor bakanı, bir başka Albayı da Beden Terbiyesi Genel Müdürü yapan, %100 yerli ve milli diktatörlerimizden Kenan Evren dünyadaki muadillerinden aşağı kalır mı, TFF’ce düzenlenen Türkiye Kupası şampiyonasında, “Türkiye Kupasını kazanan takım hangi lig de olursa olsun “Birinci Lig’e” katılır” gibi bir yönetmelik yayınlatarak futbol tarihine layık olduğu biçimde geçmiştir. Ve “ben hepsine aynı mesafedeyim” fikrini subliminal mesaj babında kafalara çakacak şekilde, günün önemli futbol takımlarından sözde uzak durmuş, binbir hile ve hurda ve de hakem oyunları iddiaları arasında Ankaragücü’nü Türkiye Kupasında şampiyon yaptırmıştır.  Gerçi bu yönetmelikten sonraları başka takımlar da yararlanmış idi, ama “ba’de harab-ül Basra”

Cuma, Şubat 07, 2020

22 KISA DONLUNUN OYUNU

Futbolun tüm dünyada olduğu üzere ülkemizde de genellikle toplumun yoksul kesimlerinde rağbet ve iltifat gördüğü herkesin malumudur. Çünkü, herkesin olanakları ölçüsünde teçhiz olarak oynayabileceği, bulunabilen her türlü alanda oynanabilen, var olan her kişi sayısı ile kurulabilen takımların birlikte hareket etme kabiliyet ve becerisi oluşmasına zemin hazırlayabilen, hülasa oyunun içinde teknik ve taktik manada iş birliği zemini oluşturan bir oyundur. Çünkü; futbol tüm diğer bireysel sporların aksine özünde belli bir teknik ve taktik disiplin içinde bir takım oyunu olarak, temelde büyük ve tılsımlı iş birliği çerçevesinde takım oyuncularının birlikte, birbirleri için ve dayanışma halinde muadil diğerlerine karşı oynadıkları, zaman ve zemine göre de bireysel kabiliyetleri arş-ı alaya çıkmış oyuncular ile ya da takım olabilme özelliği çok yüksek disiplin ve çalışkanlığın ve de yardımlaşmanın had safhaya ulaşmış olduğu ekiplerce icra edilir. Nihayetinde futbol, sosyalliği yanında bireysel kabiliyetlerin mevkiler düzeyinde en iyilerinin bir takım haline dönüşebilmesinin de diyalektiğidir hülasa, bireysel kabiliyetleri arş-ı alaya çıkan topçuların bir yandan kendileri, diğer yandan ise takımları için oynamalarının da bir çoğulculuk olduğu gözden asla ve kat’a kaçırılmamalıdırBurada futbolun felsefesine yönelik daha sayfalarca bu bab’ta kelamlar edebilirim, tıpkı Sn. Hocam Şair ve Yazar Fikri Çalışkan’ın benim için; “güzeller güzeli Türkçemize bin dereden su getirtip, bin bir takla attırarak” dediği üzere, lakin bu kadarla iktifa ederek daha güncel ve müşahhas tarafına geçmek istiyorum.

Elbette; futbol için yukarıda sıraladığım özüne ve felsefesine yönelik halismuhlis ve de teorik tespitlerin, pratik işleyiş içinde hayatiyet bulup bulmamasına yönelik aynı kelamı etmek mümkün mü? Zinhar… Gerek Ulusal düzeyde gerekse ve özellikle de enternasyonal düzeyde ve UEFA ve FİFA rumuzları ile maruf organizasyonlar marifeti ve delaleti ile kapitalizmin bu işin içini, hayatın tüm diğer alanlarında olduğu üzere kemirdiği ve çürüttüğü de herkesin malumudur ve kimsenin en azından aklı başında kesimin reddetmediği aşikardır. Futbol bir “temaşa sanatıdır” diye diye, günümüzde gerek sistem gerekse de abuk subukbireyler tarafından sanattan azade her şeye kadir bir enstrüman haline dönüştürülmüştür ne yazık ki.

1963-64 sezonunda Genç Takımında top oynayan Mahir Çayan’ın şampiyonluk yaşadığı Beşiktaş’ın bugün dillere destan “Çarşı Grubu”nu görmezden gelmek mümkün mü? Küba’ya ve sosyalizme gönülden bağlılığını, oraya sık sık seyahat ederek gösteren ve “Futbol, beni irade sahibi bir insan haline getirmesinin yanı sıra keyif, tatmin, savaşma ve mücadele ruhumun da kaynağı oldu” diyen futbolun devrimci çocuğu Sokrates’i unutmak mümkün mü? “Binlerce insanın katledildiği stadyumlarda top oynamam” diyerek 1978 Dünya Kupasına gitmeyen Alman futbolcu Paul Breitner’i nasıl unuturuz? Meksika’daki özgürlükçü Zapatista Hareketine açıktan yaptığı yardımlarla bilinen İnter’in Arjantinli futbolcusu Zanetti nasıl gözden kaçırılır? Che’nin ülkesine katkılarını hiç unutmayan, bunu da hem yazdıkları hem söyledikleri ile dile getiren Galatasaray’ın eski futbolcusu Nonda’yı hatırlamayacak mıyız?Bursasporlu İvan Ergiç’in “Neden hakemler gol sevinçlerinde formayı çıkartmaya sarı kart gösteriyor? Forma reklamı görülmüyor diye. Para futbolun dengesini bozuyor” tespitini unutalım mı? TİP’e (Türkiye İşçi Partisi) oy verdiğini korkmadan açıklayan, Denizlerin idam kararına karşı imza atan ve toplayan bir Metin Oktay ile gururlanmayalım mı? Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filminde büyük bir zevkle oynattığı Beşiktaş’lı Yusuf Tunaoğlu unutulur mu? Futbolda sendikalaşmanın öncüsü, “Halka en yakın yer neresi? Çizgi. Ben de çizgide beklerdim. Antrenör ve idarecilerin olduğu tarafta oynamayı sevmiyorum. Kapalının önünde oynamamak için bir devre sağ açık, bir devre de sol açık oynardım” diyen Metin Kurt bu ülkenin gururu olmadı mı? Dahası, Metin Kurt’un anılarında bahsettiği üzere, Sovyetler Birliğine milli maça giderken oranın dondurucu soğuğunu düşünemeyen yöneticilere rağmen, maç içinde kendilerine çorap vererek sahada donmalarına engel olan rakip futbolcu nezaket ve dayanışmasını unutup, bugün artık “vur-kır parçala bu maçı kazan” şebekliğine evrilmesini şiar zannetmek ne kadar insaflı olur?  

Hülasa, Büyük Usta’nın “bir harekete karakterini veren muhtevasıdır” sözü delaleti ile büyük yazar Yaşar Kemal’in ünlü şiirinde “güzel insanlar o güzelim atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık” tespitinden mülhem, siz hayatın hangi alanında başarılı oldunuz da hayat size alkış çalmadı diyerek, futbola karşı duruş şaklabanlığını mahkûm etmeliyiz. Asla ve kat’a muhteviyat ve olgular ile olanları karıştırma sefaleti içine düşmemeliyiz. Futbol sadece bir oyundur ve hayatın her alanı kadar ve bizim iznimiz ile kapitalizm tarafından kirletilmiştir, nokta…

Çocukluğumda, ailenin tarımsal faaliyetleri nedeni ile nisan ayı sonları ile temmuz sonuna kadar ağırlıklı zaman Çiftlik Köyünde geçerdi, bu sürede okula denk gelen günlerde Çeşme’deki okula çoğunlukla yürüyerek gidip gelirdim. O tarihlerde futbol oynamak için en müsait, daha doğrusu tek müsait alan Köy içindeki Caminin bahçesi idi, ne zaman oynamaya başlasak hemen yakında oturan mübadil dedemiz eline aldığı kocaman taşları bize fırlatarak; “tutni bacakni koparacakni” gibisinden ve bize göre de “yakalarsam sizin bacaklarınızı koparacağım” diye tehdit ederek, kâhsırtımıza kâh kafamıza aldığımız taş darbelerine rağmen kâh topu kaptırıp bağ testeresi ile kesilmesini acı içinde seyretmekle zaman geçirir idik. Bu sevgili ve rahmetle andığımız büyüğümüzün bugün artık tam anlamı ile komik sayılacak bir açıklaması vardı futbol karşıtlığının, Hz. Hüseyin’in kestikleri kafası ile gavurlar oynayarak başlattı bu oyunu” şeklinde bir izahı vardı. Hani zaten Padişah Efendimiz Hanlar Hanı Abdülhamit Han’da futbolu “haram” saymıyor muydu, zaten muhafazakâr Necip Milletimizin kahir ekseriyeti de bu oyunu “gavur” icadı görmüyor muydu? Gerçi; sonraları 7den 77 ye dünya genelinde pek çok kesim tarafından, izlenen ve sevilen bir oyun olması hasebi ile mezkûr görüşün sahipleri bile çaktırmadan görüşlerinden çark edip yobazlıklarını başka alanlarda devam ettirme kararı almışlardır. Bilahare de tam anlamı ile bu işe sahip çıkıp futbolun içine dalıp bu işe sahiplik, önderlik etmeye başlamışlardır. Ancak bu yobazların bile futbolun bu sihrini anlamalarına karşın hala anlayamayan daha da kötüsü ve fecisi anlamaya da hiç niyeti olmayan bir avuç muhterisin nihayetsiz komplekslerine teslim olarak karşı çıkmalarını ve bunu da yaparken “körün fil tarifi” mucibince sadece bir tarafından bakmalarını anlamak ne yazık mümkün değildir. Büyük çoğunluğun keyif alarak oynadığı, izlediği bu oyuna karşı olmak ile toplumdan ben farklıyım algısına dayalı bir sempati dilenip bir yerlerindeki hacm-boşluğu tatmine çalışmaktadırlar herhalde, bilemiyorum gayri. Bunlara ancak Allah selamet versin demek kalıyor geriye… Yani bunların zannettiği gibi, “futbol 22 kısa donlunun şebekliği değildir”, ciddi bir iş olup ciddi adamların ironiyi ve eğlenmeyi eksik etmeden konuşacağı bir konudurBir sonraki yazımda, futbol, kapitalizm ve diktatörler konusunu yazmak istiyorum.