Cumartesi, Şubat 27, 2021

ÇEŞME’DE YAZLIK SİNEMALAR

 

Yazlık sinemalarda; açık hava olması hasebiyle dolunay çok tercih edilmeyen bir durum olmasına rağmen biz ilgi ya da sevgi duyduğumuz ama anne ve babası ile sinemaya gelmiş muhtemelen de ilgimizden bihaber kızı ya da oğlanı görmek için bunu fırsat bilerek yer seçerdik kendimize, hani tam da “ayın şavkı vurur yüzün üstüne” misali… 

Bizim Kasabada yazlık sinemaların merkezi önceleri ve aslında “Ilıca” idi, şimdiki Postanenin (PTT) tam karşısında bir, şimdiki Migros’u Şantiye yönünde geçince hemen köşede bir, Şantiye’de de bir adet yazlık sinema bulunmakta idi galiba adı da “Site Sineması” idi, bu yüzden bir grup arkadaşımla birlikte sayısız kez Ilıca’ya yayan gidiş gelişimiz vardı üstelik yaz ve kış saati uydurması daha icat edilmediğinden güneşin kavuşması geç saatlerde olduğundan film geç başlar ve geç biter idi bizde eve çok geç dönerdik, güzel yolculuklar idi bunlar, neler konuşmazdık ki yürürken… A dan Z ye her türlü bilim ve bilim-kurgu söz konusu olur bu muhabbetlerde ama illaki “astronomi” zannedersin ki hepimiz olacağız birer astronot-kozmonot… Dünyayı ABD ve SSCB’nin uzay keşif rekabetindeki başarıları ve başarısızlıkları meşgul ediyordu, taraf yazarlar köşelerinde “en tarafsız taraftar” edası ile gözler kör olmuşçasına ama ağırlıklı ABD yanlısı propaganda gazı ile pohpohlanıyor, bundan etkilenmemek söz konusu olabilir mi, gerçi Jules Verne’nin “Aya Seyahat” kitabı okunmuş ama hala aklın almadığı şeyler var ki üstüne fart-ı muhabbet… Güzel güzel muhabbetin etkisinden ancak şimdiki Atilla Polat Sitesinin oralara geldiğimizde yağan çiğin yüzümüze vurması ve fahiş serinliği hissetmemiz ile ayılırdık. Zor ama bir o kadar da keyf aldığımız yürüyüşlerdi bunlar, kimin umrunda eve çok geç gelinecek, evde anneden ya da babadan fırça yenilecek ya da zaman zaman birkaç tokat… Sabah yeniden aile ile erkenden kalkılacak ve ailenin faaliyetleri içinde bize düşen görevler yerine getirilecekmiş, olsun… Serde delikanlılık var, fırça da yenir, gerekirse birkaç tokata da katlanılır, sabah erkende kalkılır, görevler yerine getirilir ama bu taraftaki keyf alınan işlerden de taviz verilmez, hay Allah… Ne güzel günlerdi, hayali bile cihana değer, şimdilerde…

Çeşme’de önce 1, şimdiki Çapa Restoran’ın yerindeki Sahil Sineması ki işleticisi sonradan Çeşmeli olan Ankaralı Ratıp Bey ve eşi Ayfer Hanım idi, sonra da 2. cisi de açılmıştı, Kale Sineması ve hatırladığım dönem itibari ile her gece “lebalep” doluyor olması idi. Ratıp Beyin oğlu Levent ile benden küçük olmasına rağmen nasıl başladığını hatırlayamadığım bir arkadaşlığımız oluşmuş idi bir vade, işte bu vadeye denk gelen günlerde film öncesi ve arası gazoz satışı işinde de bedelsiz ama film izleme sevdası uğruna çalışmış idim. Şimdilerde artık hayatta olmayan Levent’i de bu sayede saygı ile anmış olalım. Gazoz kapağının açılmasının tılsımı, açarken çıkan ya da çıkarılan ses, bizlerin “buzzz gibi” deyişi, arasıra da dişleri dökecek cinsten buzz denilişi, ama illa da bizlerin tabii ki beleşe içtiğimiz muazzam lezzet, hem de gerçek manada yerli ve milli gazoz… O dönem Sahil Sinemasının en muhteşem locasını da hemen yandaki oldukça büyük olarak hatırladığım “Horasanların Evinin Terası” oluşturur ve biz de gıpta ile bakardık onlara, onlar nasıl bakarlardı şimdilerde hatırlamıyorum. 


Daha da önce her türlü faaliyete ev sahipliği yapmış tarihi “Kervansaray” da bir dönem yazlık sinema olarak işletildi. Hatırladığım ana giriş kapısının giriş yönünden solda bulunan merdivenlerden çıkılınca bulunan makinist dairesi ile tam karşıda oldukça büyük bir perdesi vardı. Ana giriş kapısının ise dışarı ile irtibatı kocaman bir çarşaf asılması marifeti ile kesilmiş şekilde idi. Kaç yaz yazlık sinema olarak faaliyette kaldı onu şimdi hatırlayamıyorum lakin fazla olmaması gerekir. Gerçi Sahil sinemasının açılması ile fazlaca bir şansının olamayacağı da açık idi. Kervansarayın ortasında ise sıralanmış tahta sandalyeler ile seyir alanı oluşturulmuş idi. Kervansaray’ın oradaki sinemaya gidemediğimiz zamanlar ki, sinemaya o dönem çok sık gidemiyorduk, sinemanın tam karşısındaki “Üretici Toptancı Haline” sebze taşımaya babama yardım ederken, çok sever mi idim bilmiyorum lakin kulağa hoş gelen ve davetkar replikler dinlerdik.

12 Mart askeri faşist darbesinin zapturaptından yeni yeni çıkmaya çalışan Canım Yurdumun, ne yöne evrilmesi gerektiğine tam karar veremediği yıllarda ise, birbirinin nerdeyse kopyası konuları hatta replikleri olan aşk ve sevda filmleri, zengin kız fakir oğlan ya da tam tersi, başrol oyuncularının ki ağırlıklı Engin Çağlar, Ediz Hun, Emel Sayın, Filiz Akın, Türkan Şoray, Kuzey Vargın, Murat Soydan, Kartal Tibet, Kadir İnanır başta olmak üzere rol aldıkları bu yapıtlar denizden gelen mis gibi iyot kokusu altında izlenirdi. Ay olmazsa bile tüm sahneyi etkisi altına almış yıldızların altında bu güzel aşk filmlerini, bazen film izleyen aşkların fısıltıları ve göz yaşları eşliğinde izlenmesine de tanıklık etmeler. 

Televizyonun yaygın olmadığı dönemin en önemli eğlence aracı idi sinemalar, özellikle de yazlık sinemalar. Okullar kapanmış, yazlıkçılar da gelmiş, bir hayli artan nüfusun da eğlendirileceği yerler gerek şüphesiz. Film aralarında satılan gazoz ve çiğdem çekirdeği, en önemli ve ulaşılması gerekli ilave eğlenceliklerdi, bu eğlenceye aracılık edenlerin, gazozu “dişlere keman çaldırır” diye soğukluk seviyesini belirtir şekilde ve son derece davetkar ve çekirdeği de “sıcacık taptaze çiğdem” diye takdimi muhteşem gelirdi bizlere. Mezkûr aracıların bu çığırtkanlıklarına, talepkârların, “Gazozcu, 2 tane ver, bak soğuk değilse geri veririm haa” ya da “iki külah çiğdem ver oradan” sesleri karışır giderdi ama rahatsızlık vermezdi bizlere.

Sinemada yaşanan aşklar, ya da yaşanan aşkların sinemaya sarkan bölümleri ya da filmlerdeki aşkların insanlardaki tezahürleri ya da tüm bunların aritmetik ya da geometrik artışı ya da ortalaması hayatlar yaşanırdı, acaba bende mi böyle olurdu bilemiyorum lakin şimdilerde bir kuşak büyüklerimizle konuştuğumuzda da hatıraları süsleyen bu başlıktaki konuların benzerleri anlatmaktadırlar.    

Duhuliye 25 Krş ile başlayan ve küçük kasaba çocuklarını hayal dünyalarında bambaşka alemlere taşıyan bu tılsımlı kısa serüven o dönemdeki büyüklerimizin sosyal ve siyasal hayatlarını nasıl etkiliyordu, kim bilir. Tam da bu hayaller ile 90’lı yılların sonunda o dönem yaşadığım Ankara’da tekrar sahne alan yazlık sinemalara birkaç kez gittim, harika hülyalarla ve hatıralarımı yad etmek maksadı ile ne yazık ki nostalji olsun diye yerleştirilen tahta sandalyelerden başlayıp, havanın soğukluğundan şikayetlenmeye kadar konforumuza aykırı gelen fizik şartlardan ötürü filmleri yeterince keyf alarak izleyememiştim. Demek ki, zaman, mekân ve teknik terakki…

Cumartesi, Şubat 20, 2021

BAHTİYAR OL NAZIM

 Başlık; büyük usta, şair-i muazzama Nazım Hikmet’in eşi Vera Tulyakova Hikmet’in kitabının adı. Kitap kısa ömrün uzun hikayesini kaleme almaya yönelik. Nazım Hikmet öyle bir insan ki, oku oku bitmez, yaz yaz bitmez kabilinden adeta bir derya deniz misali. Konumuzun içine dalış ise, büyük şairin büyüklüğüne mütenasip tanımlamalarla ama genellikle de eşi Vera’nın ve kızı Stephani’nin anılarından oluşan koca hayatı, ki başlıkta adı verilen kitapta geniş biçimde toplanmış anılara dayalı, Arif Keskiner ve M. Melih Güneş “Nazım’ın evinde, Vera’nın Sofrasında” adını verdikleri kitaplarında muhteşem derlemişler; Nazım’ı seven, tanıyan, yazan, düşünen, anlatan kim varsa, onlarla görüşerek, konuşarak ve yazışarak, Aziz Nesin’den, Yaşar Kemal’e, kimler yok ki…

Nazım; O ki, “Dörtnala gelip Uzak Asya'dan, Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan” diye tariflediği Yurdunun sınırlarını, kendisini her şeyi ile sınırlamaya, tam saha pres ile yok olmaya mahkûm etmeye çalışan, kefere takımına rağmen konulan tüm sınırları sınırsız aşan, dört nala gelişi dünyanın dört yanına yayılmışlığa dönüştüren ulu çınar…

Mezkûr kitaptan, çaresiz kalarak yurt dışına gitmeye çalışırken aldığı yardımın belgeleştiği bölüm…

MMG: Nazım hikmet’in Türkiye’den kaçmak zorunda kalmasıyla ilgili olarak pek bilinmeyen bir olayı Semiha Hanım’dan dinlemiştim, hafızamı ve bilgimi tazelemek için sizden de tekrar dinlemek istiyorum. Cahide Sonku’nun, Nazım’ın kaçması için haber vermesi meselesi… Nazım Hikmet hapisten çıktıktan sonra askere almaya çalışıyorlar ve annenizden bildiğim kadarıyla Nazım’a bunu haber veren Cahide Sonku.

ZB: Cahide Sonku’nun o zamanki kocası tütün kralı, söyleyeceğim adını, meşhur, onunla evli, İhsan Doruk’la. Park Otel’in karşısında Kunt Apartmanı’nda oturuyorlar. Menderes, Celal Bayar Park Otel’e geldikleri zaman orada kalıyorlar, bazı akşamlar eve geçiyorlar. İhsan Doruk o zamanlar Cahide ile evli ama bu ziyaretlerin hiçbirine Cahide katılmıyor. Katılmıyor, öyle bir dik duruşu var. Onların geleceği gecelerde Cahide çıkıp gidiyor. Fakat, tabii Darülbedayi’den falan, Nazım çok yakın dostu, Cahide onun şiirine, oyununa hayran. Unutulan Adam’da oynuyor.

O günlerin bir ertesi günü İhsan Doruk, Cahide’ye “Dün akşam sofrada konuşuldu, Nazım’ı tekrar askere göndermek istiyorlar, Zara’ya taş kırmaya” diyor. “Sen ona bildir” diyor. Bunun üzerine Cahide hemen “Benim acele bir senaryo yazdırmam lazım, Nazım Bey hemen bana gelsin” diye haber gönderiyor. O zaman Doruk Film var, çok meşhur. Cahide ertesi günü bütün hizmetçilere, aşçılara izin veriyor, perdeleri kapatıyor ve Nazım geliyor. “Nazım Bey hoş geldiniz. Ben sizden bir senaryo istemiştim, getirdiniz mi?” diyor. Tabii o zaman siz falan diye konuşuluyor. “Evet acele istemişsiniz, bir şeyler yazdım, getirdim” diyor. Hemen içine para koyuyor senaryonun, “Buyrun” diyor. “Derhal memleketi terk edin, kaçmanızda yarar var. Çünkü biz sofradan duyduk, İhsan Bey bana söyledi. Sizi askere alacaklar, oradan da Zara’ya taş ocaklarına göndereceklermiş” diyor. Hatta Nazım’ın Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’inde bu olay “bir tüccarın hanımı, sanatçı” diye geçer.

Bu nasıl bir kin, bu nasıl tükenmez bir nefret, koskoca “başbakan” geliyor çok yeni salınmış bir mahkûmun muhalefetinden muzdarip olduğu beyanla ve maalesef zapt edilemez bir saldırgan üslupla, karşısındakini yok etme arzusu ile donanmış bir vaziyette… Üstüne üstlük, artık TKP ile ilişkisinin olmadığı bilinir iken, aleni bir mücadele faaliyeti de yok iken neden yok edilmek istenir. Üstelikte yine yakın geçmişte yaşanmış bir Sabahattin Ali olayı varken bu kini büyüklerden korkmamak işi çok hafife almak demektir. Anlaşılan o ki, suçu olmasa bile artık ve maalesef temsiliyetine binaen yok edilme kararı verilmiştir yüksek makamlarda. Başta benzerlerine, takipçilerine ve sevenlerine olmak üzere 7 sülalesine gösterilecektir muhalifliğin sonuçları yani ibreti alem için… Ve de maalesef bundan da muhalifler ders alacak zanneder bu zavallılar… Anlaşılır değil, aslında çok anlaşılır da lafın gelişi öyle denmesi gerekiyor. Çünkü “demokrat” görünümlü mezkûr hükümet öyle ince ve kurnazca ama tatlı su kurnazı denilen cinsten bir kurnazlıkla olacak, ki inanılmaz izler bırakarak provokasyonlar düzenleyip muhalifleri zan altında bırakmaya çalışıyor her daim… 6-7 Eylül olayları örneğin, her türlü melaneti planla, düzenle ve yönet, sonra mart ayı olmamasına rağmen bağır dur… Bununla da yetinme olayların sorumluluğunu muhaliflere yükleyecek, ifade almalar, polis fezlekeleri düzenlemeler, sıkıyönetim kararları oluştur… Güç ellerinde ya, her türlü rezaleti ve melaneti yapıp da gizleyebileceklerini zannedenlerden olmayı başarıyorlar lakin sadece devr-i iktidarlarında… Ama unutuyorlar ki her ne olursa olsun gerçeklerin mutlaka ortaya döküleceği bir gün ve ortam doğacaktır. Bunları muhalifler mi söylüyor yok tam da o gün birlikte hareket eden muvafık kuvvet ve muhteremlerin ifadeleri var sonradan, hem de polis soruşturmalarında ve mahkemelerde olmayan cinsinden… Dokunulamaz General Sabri Yirmibeşoğlu verdiği bir röportajda, “6- 7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi” diyerek kullandığı ifadeleri hiçbir baskı altında olmadan hür iradesi ile vermemiş mi idi… Hal-i pürmelalimiz budur hülasa…

“Vatandaşlıktan çıkarılacak, dileneceksiniz” başlıklı yazımda aktarmış idim herkesin yere göğe sığdıramadığı “demokrat” kaportalı hükümetin Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu’nun Nazım Hikmet’in eşi Münevver Hanıma hangi koşullarda “Senin gibilerin kafalarını ezeceğiz! Hiçbir pasaport alamazsın! Hiçbir yere gidemezsin!” dediğini…  

Rezalet mi desem şaheser mi, vallahi bilemedim… Enteresan taraf ise “Tek Başına Baş Edilmez ve Yıkılmaz Koskoca Muhalefet” gibi gördükleri bir Ulu Çınar, ona yaşatacakları üstünden tüm muhalefete parmak sallama… Sus, sesini çıkarma, itiraz etme iklimi yaratma çabaları… Peki yaratılabildi mi? Zinhar, neden çünkü anlatılan bu masalların hayatta bir karşılığı olmadı hiç… Olamazdı da… Öyle öykünmeye çalıştığın ABD’nin yaptığı gibi, millici ve memleketsever “Mc Carthy”cilik yaparak bir “kızıl panik” yaratıp işten sıyrılmak kolay olmuyor. Diğer taraftan kolay olmuyor da ne oluyor, vallahi kocaman bir hiç… Yapan yaptığı ile kalıyor ve yapılanlar yapanın yanına kâr kalıyor… Muhalifler de tenkil edilmişlikleri ile tarihte baş rol alıyorlar… Peki, şimdi bakılsa ve ölçülse onların deyimi ile “vatan haini” Nazım Hikmet mi, yoksa ABD marifeti bir darbe ile iktidardan indirilip kendisi de “vatan haini” ilan edilen Samet Ağaoğlu’mu daha çok tanınıyor, daha çok seviliyor… Muhtemelen her 2 soruda da tartışmasız ve kahir ekseriyetle Nazım Hikmet önde çıkar bana göre, lakin “Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan” memleketini terk etmekle nihayetleniyor tüm bu fasıl…  

İşte Nazım, “al gözüm seyreyle” bir şair arkasında memleketin %50 sinin oy desteği olan koskoca başbakanı ne kadar rahatsız ediyor… Ve yemeden içmeden, faniliğine bakmadan elinden geleni de ardına koymuyor… Peki bu dünya ona kalıyor mu? Nerde… Kime kalmış ki, ona kalsın…

Cumartesi, Şubat 13, 2021

LATİF ÇELEBİ

 

1980 Avrupa Futbol Şampiyonası finalleri oynanıyor, futbol tutkumuzun doruklarındayız yani futbolu çok seviyoruz, artık televizyonlar da yaygın olarak kullanılıyor ve büyük bir keyifle izliyoruz. Aynı dönemde, yani 70’li yılların 2. yarısında Çeşme Gençlik Futbol Takımının da yenilmez armada takdimi ile hiçbir idmanını ve maçını kaçırmıyorum. Tüm futbolcular ve yönetim çok yakın tanıdıklarım, abilerim ve arkadaşlarım, öyle şimdiki gibi ver parayı transfer ile futbolcu ithali yok mutlaka yerli oyuncular bulunacak, yetiştirilecek ve oynatılacak. Evet, finallerde bizim ülkemiz temsil edilemiyor ama keyifle her maçı takip ediyoruz, ilaveten de maç esnasında birlikte maç seyretme ve yorum yapma keyfinin dibine kadar çıkarılması için arkadaşlarla birlikte seyrediyoruz. Gözümüze Yunanistan milli futbol takımından “Ardızoğlu” isimli bir futbolcu takılıyor. Acar, hızlı ve kanattan dripling yapma özellik ve yeteneği yüksek bir futbolcu lakin bir o kadar da sakatlanmaya açık tarzı nedeni ile sık sık sakatlanan bir oyuncu. Fazla oynayamadan o süreci tamamlıyor, hatırladığım ya 2 ya da 3 maç oynayabildiği idi. Ancak bizim dikkatimizi, son derece Türk duran buram buram Anadolu kokan soyadı “Ardızoğlu” ile çekerken, diğer taraftan son derece Yunanistan olan ismi “Xristos” ile çekmişti. Ancak, boyu, posu ve kıvırcık saçları ile bizim Latif’e benzetirdim ben onu. Esasen da taaa çocukluğumuzdan itibaren, Latif bana nedenini bilmediğim şekilde sürekli “Arapoğlu” diye seslenirdi ya, ahada bana da fırsat düştü ve ona “Ardızoğlu” demeye başladım. Her karşılaştığımızda istinasız şekilde o bana “Arapoğlu” ben de ona “Ardızoğlu” diye seslenirdim. Gerçi bizim Latif’in futbolcu sağlamlığı ve sertliği ve de devamlılığı Ardızoğlu’ndan daha istikrarlı ve kararlı idi ama bana da bahane lazım idi ve ona bir karşılık vermeliydim bu seslenişler karşılıksız kalmamalı idi. Futbolculuğuna tekrar dönmek üzere daha öncelerine bakalım sevgili arkadaşımızın…

Mahallemizin fırınlarından birisi de Turan Tütüncüoğlu abimize ait olanıdır ve şimdiki restore edilen Hamamın, Kervansaray tarafındaki köşesinde bulunmakta idi. Biz köylü çocukları için fırın bilgisi ise sadece kendi bahçemizdeki fırın ile sınırlıdır. Evde ekmek hamuru annelerimiz tarafından hazırlanır ve yine kendi ısıttıkları fırınlarda pişirilir idi. Sadece önünden geçerken gördüğümüz Turan Abi’nin fırını ise bize son derece yabancı idi. Gerçi bazen Seyit Ahmet büyüğümüzün bazen de Bekir Abi’nin fırınından “tava ekmeği” ya da “nohut ekmeği” almaya giderdik ama fırın bilgisi ve belki de ilgisi tam da bu kadardır. Ne zaman ki bir gün bir baktık Latif, Turan abinin fırınında çalışmaya başlamış işte artık fırın bizim için daha yakından bilinecek ve öğrenilecek bir mekandır. İlk o zaman anladık ki ekmek hamuru öyle annelerimizin yaptığı gibi el ile karılmıyor, hazırlanmıyor. Artık üretimin evrilmesi, daha hızlı daha çok daha az emekle daha fazla imalat noktasına erişmiş. Hayatımda ilk defa orada bir hamur karma makinesi görmüştüm, kocaman ve dönen bir kazan içinde çift eksende hareket eden bir karıştırıcı, kim bilir kaç ustanın işini tek başına ve kısacık bir sürede yapıyordur. İşte, Latif orada çalışmaya başlamasa bu konuda ne ilgimiz ne de bilgimiz olacaktı. Sabahın çok erken saatlerinde ekmekler hazırlanıyor, fırında pişiriliyor ve satışa sunuluyor. İşte artık o saatlerde Turan Abimizin mesaisi bitiyor ve genellikle halâ devam eden bahçe işlerine bakmak üzere orayı tek başına Latif’e bırakıp gidiyor. Fırın kolay soğumadığından, evlerinde ya da bahçelerinde fırını olmayan hemşerilerimizin tepsilerle getirdikleri yemekler pişiriliyor, bazen gelen fırında patatesli köfte tepsilerinden kâh patates kah köfte araklar hale de geliyordu konu, aman Allah’ım fırında tepsi içinde pişen patatesli köftenin de ne güzel tadı oluyormuş… Fırına artık o saatlerde fazlaca gelen giden de olmazdı… Fırının tam da karşısındaki okulun bahçesi de şimdiki gibi abuk subuk duvarlarla ve koruyucu demirlerle çevrili değil ve de ayrıca bahçe tabanı da duvardan duvara beton kaplanmamış idi. Adeta betonsever olmadığımızın takdimi gibi. Palmiyelerin altında kâh, “kaptan çukuru” denen bilyelerle oynanan ya da “uzun eşek” ya da yeterince de insan var ise tek kale ya da çift kale futbol maçları yapardık. Tabii ki bu futbol oyununun en önemli yıldızı daha “Ardızoğlu” lakabını edinememiş olsa da Latif olurdu, gerçi kardeşleri Ali ve Kelâmi de fena sayılmazlardı şöyle söyleyeyim benden kat kat iyi idiler. Ya Latif çok yetenekli idi ya da biz elek altı idik artık her nasılsa… Gerçi sonraları “Çeşme Gençlik”te top oynamaya başlayınca, hatıralarımızda canlanan o günlere dönüp alkışlardık onu aklımızın köşelerinde sessizce… 

Latif, artık “Çeşme Gençlik”in lisanslı oyuncusu olarak kanatlarda uzun yıllar maharetlerini sergiledi. Gerçi lisanslı olmadan önce de şimdi yerinde yeller esen eski hükümet binasının arkasındaki, “Ali Sami Yen” adı ile maruf sahada da az çalım ve şut atmadı… Dönemin bir başka başarılı kanat oyuncusu Nail Barutçuoğlu ile zaman zaman hücum taraflarını değiştirdiklerini hatırlarım. Latif, Haldun’dan sonra kanat hücumcusu olarak uzun yıllar forma giydi. Dönem itibari ile herkesin kendi formasını yıkadığı, kendi çantasını hazırladığı ve taşıdığı, idmanlara kendi eşyaları ile çıktığı, her tarafı ile buram buram amatörlük kokan ve ne yazık ki futbolun çok da önemli bir spor dalı olarak, en azından ilçemiz düzeyinde kabul edilmediği zamanların “Yıldızlarındandır” Latif 

Babası, Rasim Abimizin, ilk evliliğinden olan 3 çocuğunun, en büyüğüdür Latif, sonra Ali ve Kelâmi vardır ve babalarının 2. evliliğinden ise Mehmet, Mesut adlı iki erkek ve Sunay adlı bir kız kardeşleri daha olmuştur. Bugün artık aramızda olmayan Latif olmak üzere diğer tüm kardeşler de, başta mahallemizin ve Kasabamızın tanınan ve çok sevilen insanlarıdır ve onlara da sağlık dolu uzun ömürler diliyorum. Latif; dönem itibari ile işletmesi Belediye uhdesinde olan “Elektrik işlerine” katılmış bilahare yerine kurulan “TEDAŞ”ta çalışmış ve oradan da emekli olmuştur.

Benim de emekli olarak yeniden Çeşme’ye dönmemle birlikte hemen hemen her gün görüşür hale geldik Latif ile. Kendisi babadan miras ve geliştirdiği “olta balıkçılığı” konusunda oldukça mahir birisi olarak ömrünün sonuna kadar bu uğraşıdan geri durmadı. Latif, olta takımları ve bisikleti ile de Çeşme Sahilinin en fazla görüneni olmuştur sonraları. Çeşme’mizin birkaç önemli olta balıkçısından biri olarak ciddi talihsizlikler de yaşamıştır, bildiğim. Oltadan kopan kurşunun gidip otomobil camı kırmasından, bazılarını gömleğinden yakalamasına kadar. Ama hatırladığım en önemli anı da ki umarım doğru hatırlıyorumdur, dönem itibari ile otomobillerin engelsiz sahile çıktıkları dönemdir ve bir Ankara plakalı otomobil park etmiş içinden de belli ki olta balıkçılığını seven biri çıkmıştır. “Rastgele” deyip şans dileği iletildikten sonra da ne tür yem kullandığını sorar, Latif ise o gün talihsiz bir gün yaşamakta, çok iyi yem kullanmasına rağmen sonuç alamamaktadır, bu yüzden de streslidir ve cevap bu gergin anında, o güne kadar kimsenin kullanmadığı yem “tavuk ciğeri” şeklindedir. Adam hemen kasaptan tavuk ciğeri alır ve oltaya takar atar ve atar atmaz da balık yakalamaz mı… Latif artık gülsün mü, ağlasın mı? Sayısız anılarımız vardır, bu güzel anılar ile Cennet bahçelerine uğurladığımız arkadaşımız muhtemelen bizleri oradan da cennet derelerine olta atarak izlemektedir. Özlemler ve sevgiler ile anıyoruz bu güzel insanı…  



Cumartesi, Şubat 06, 2021

ÇEŞME’NİN KUZEYİ MEHMET KARATAŞ

 

Mehmet Karataş Çeşme’nin Kuzeyidir. Kuzey ise o gün için sadece bir yön belirteci değildir, Kuzey aynı zamanda bir karakterdir, bir simadır, bir fizik idoldür, bir rol modeldir. Hemen hemen herkesin birbirini neredeyse yediği ile, içtiği ile çok yakından bildiği ve tanıdığı küçük kasabamızın dönemin Yeşilçam Jönü Kuzey Vargın görünümlü çelebi, hatırşinas, gözüpek, korkusuz, aslan yürekli, yaman ve acar hülasa bıçkın delikanlısı idi, Mehmet Karataş… Peki, Kuzey Vargın, O, döneminin en önemli okullarından sayılan Ankara Maarif Koleji tedrisatı ile Yeşilçam’a yol düşürür ve yine dönemin ortalığı kasıp kavuran “James Dean” benzerliği ile başrol oyunculuğu üstlenir birkaç filmde. Ancak Yeşilçam başka bir hayat öğütücüsüdür ve duruşunuz bazen yeterince sert olamayabiliyor ve başka bir faza geçiyorsunuz. İşte Kuzey Vargın da bundan nasibini alır, artık “karakter” rol dedikleri ağırlıklı olarak iyi ve uygun olmayan adam şeklinde karşımıza çıkar. Kuzey Vargın bu haliyle kişisel hayatında da bundan çok etkilenir, ciddi talihsizlikler yaşar, yurt dışına gider, oralarda durmak daha da zordur, her türlü işi dener ama yurda döner ve 2017 de dünyaya elveda der.

Sadiye halamın kızı, daha önce de bahsettiğim, o Atatürk görünümlü “Berber Sabit’in kız kardeşi evlenir, Urla’ya yerleşir. Sadiye ve Hayati adında 2 çocuğu olur. Sadiye bilahare devlet memuru olur ve Çeşme Nüfus Memurluğunda göreve başlar. Artık, Çeşme’de Dayısı, Berber Sabit ve Teyzesi ile, Maraş Mahallesinin görkemli ve şimdilerde de restore edilerek “Taş Otel” adı ile maruf evde yaşar. Oldukça büyük olduğunu hatırladığım bir evdir, sokaktan bir ana kapıdan geniş bir “taşlık” denen bölüme girilir, arka kapısından ise bahçesine ulaşılır, hemen sağ taraftan üst kata çıkılan bir hayli geniş bir merdiven bulunurdu. Çok uzun bir süre yatar şekilde rahatsızlık geçiren halam, yere serilmiş büyükçe sayılan bir yatak içinde o kocaman salonun tam ortasında yatardı. Ve Halam, uzun yıllarda öylece yattı, her türlü bakımı ile ilgilenen kızı evlenemedi bile, vefat ettiğinde ise artık kızıda bir hayli yaşlı bir hale gelmişti. Artık mezkûr kişilerin hayatta olmayanlarını saygı ve özlemle anıyorum, nurlar içinde olsunlar. Geleneksel mimarinin her türlü detayını bünyesinde barındıran ev, alt kat taş duvarlarla oluşturulmuş, üst kat ise ahşap kagir idi. Evin “cumbasında” yolun her iki tarafını da görebilecek şekilde her yöne bakan pencereler bulunurdu, pencereler de muhtemelen haremlik oluşturmak maksadı ile bugünlerde artık kullanılmayan “ahşap kafesler” ile kapatılmış idi. 

Çeşme’nin Kuzey’i, Mehmet Karataş bizden büyük bir abimiz olmasına rağmen inanılmaz yakın arkadaşlık yaptık bir dönem, bir dönem diyorum sakın bittiği anlaşılmasın, üniversite tahsili için Çeşme’den ayrılmamız nedeni ile artık zaman zaman görüşüyor hale geldik. Tam da Üniversite için Çeşme’den ayrılacağımız bir zaman aralığında, Amcam Murat Çilek’in torunu Şükrü Algan ile buluşarak Mehmet’in davetine icabet ederek, şimdi sahilde yerinde otel bulunan bir kahvehanede buluştuk, laflıyoruz ve o dönem kahvehanelerde bira içilmesi serbest idi, ilaveten bu nedenle hiçbir bir problem de yaşanmaz idi. Siz bakmayın çok problem çıkıyordu diye laf edenlere, onların tek niyeti karar verici olduklarında kullanmak üzere alt yapı hazırlığı yapmak imiş. Evet, bir taraftan biralarımızı içiyor bir taraftan da sohbet ediyoruz, derken Mehmet bizim Sadiye ile evlenmek üzere girişimde bulunduğunu söyleyince, neden olduğunu şimdi anımsamayacağım ama birden çok sevinmiştim bir baktım ki bizim Şükrü’de de aynı hava var. Ve başladık, “enişte” yukarı “enişte” aşağı… Artık, Çeşme’nin Kuzey’i bizim eniştemiz idi… Çok da yakıştı bizim açımızdan ama kendileri açısından durum nasıl gelişti ve serpildi, detay hatırlamıyorum şimdilerde… Şükrü Algan ile; kendisine “enişte” diyerek seslenişimiz karşısında içindeki derinlikten gelen, ciddiyeti, ironiyi ve şamatayı da barındıran bizlere “kayın” diye seslenişi hala aklımdadır. Hülasa, Mehmet bizim için; stresin defedilmesinin sembolü sayılacak mavi rengin tüm özelliğini ve güzelliğini Çeşme’nin mavi denizinden almış birisi olarak, sürekli bir stres savar olmuş, derdimizi dinlemiş, derdimiz ile dertlenmiş ve bu manada da sürekli bir araya gelip muhabbet tesis ettiğimiz bir abimizdir. Şu anda artık aramızda olmadığı için eksikliğini yüreğimizin ve beynimizin derinliklerinde hissediyoruz.  

İnsanlar vardır, çocukluktan delikanlılığa adım atarken doğduğu kentin, sıcağını, soğuğunu, rüzgarını, dinginliğini, güneşini, yağmurunu yavaş yavaş içine çekerken kişiliğini oluşturur, oluşan kişiliğinin dışavurumundan ise içindeki yaşadığı kent ve çevresi de nasiplenir. İşte Mehmet Karataş tam da öylelerden biridir… Sert bakışlıdır tıpkı Çeşme’nin rüzgârı gibi, mülayimdir tıpkı Çeşme’nin güneşi gibi, davetkardır her zaman Çeşme’nin kumsalları gibi, vs. vs.… Mehmet; dönem itibari ile son derece küçük bir kasaba olan Çeşme’nin meşhur olma yolunda patinaja başladığı süreci tam manası ile yaşamış bir “Tapu Dairesi” çalışanıdır. Tapu dairesi mezkûr dönemin teknolojiyi layığı ile kullanamadığı belki de devlet memurluğu için depo ya da kızak bölümü görüntüsü vermektedir. Mehmet’in beceri ve kabiliyeti de yaşadığı ortamın dayatmalarına ya da ortamın rehavetine mütenasip bir biçimde ilerlemektedir.

Sonra; Canım Yurdumun karabasanı, ABD’nin “our boys” diye pohpohladığı, koruduğu ve kolladığı generaller tarafından askeri faşist darbe gerçekleşmiş… Canım Yurdum tam bir kaos ortamına sürüklenmiş, bu ortamda, öncelikle karşıtları, sonraları kendilerinden olmayanları bilahare de kendilerini ölçüsüz desteklemeyenleri cezalandırma, yıldırma ve yok etme manasında başta da devlet memurlarının yerlerinin değiştirilmesi, sürgünlerin yaşanması tüm hızıyla devam eder. Peki, Mehmet bundan azade kalabilir mi idi, şüphesiz o da nasiplendi bu sürgünlerden ve Çeşme’den Torbalı’ya sürüldü, mecburen o da gidip gelmeye başladı. Ailenin yerleşik düzeninin detayları nedeni ile evini de taşıyamadı… Sabah ilk otobüsle, İzmir’e oradan da Torbalıya gidip mesaiye yetişme, akşam da tam tersi yollardan Çeşme için son otobüse yetişme ve eve ulaşma. Mezkûr dönemde ben de sabah İzmir’e gidip, akşam da son otobüsle Çeşme’ye dönüyorum, yeniden ve yine artık Sabah yaklaşık 1,5 saat İzmir’e akşam da aynı sürelerde İzmir’den Çeşme’ye birlikte gelip gidiyoruz. Artık eskisi gibi yine uzun uzun muhabbetler ediyoruz.

Bu gidiş gelişlerde yaptığımız muhabbetlerden, en akılda kalıcı olan anımı anlatarak yazımı tamamlayayım. Mehmet gerek yorucu yaşamının gerekse de içinde bulunduğu ortam gereği artık alkol alma saatlerini erkene almış ve miktarı da bir hayli arttırmıştır. Bir gün yine yan yana oturup muhabbete başladık ama gelin görün bir önceki gecenin bendeki yorgunluğu gereği göz kapaklarım artık kontrol dışı kalmış, kendisini dinleyemez olmuştum, uyur vaziyette iken, birden sert bir biçimde beni dürterek, “uyansana be, konuşuyorum burada, beni dinleyeceksin, bak istersen al şu 5 Tl’yi de beni dinle” demiş idi ve o tarihteki İzmir Çeşme arası otobüs bileti 5 Tl idi… Hay Allah… Nurlar içinde ol Mehmet Karataş…