1980 Avrupa
Futbol Şampiyonası finalleri oynanıyor, futbol tutkumuzun doruklarındayız yani
futbolu çok seviyoruz, artık televizyonlar da yaygın olarak kullanılıyor ve
büyük bir keyifle izliyoruz. Aynı dönemde, yani 70’li yılların 2. yarısında Çeşme
Gençlik Futbol Takımının da yenilmez armada takdimi ile hiçbir idmanını ve
maçını kaçırmıyorum. Tüm futbolcular ve yönetim çok yakın tanıdıklarım,
abilerim ve arkadaşlarım, öyle şimdiki gibi ver parayı transfer ile futbolcu
ithali yok mutlaka yerli oyuncular bulunacak, yetiştirilecek ve oynatılacak.
Evet, finallerde bizim ülkemiz temsil edilemiyor ama keyifle her maçı takip
ediyoruz, ilaveten de maç esnasında birlikte maç seyretme ve yorum yapma
keyfinin dibine kadar çıkarılması için arkadaşlarla birlikte seyrediyoruz. Gözümüze
Yunanistan milli futbol takımından “Ardızoğlu” isimli bir futbolcu
takılıyor. Acar, hızlı ve kanattan dripling yapma özellik ve yeteneği yüksek
bir futbolcu lakin bir o kadar da sakatlanmaya açık tarzı nedeni ile sık sık
sakatlanan bir oyuncu. Fazla oynayamadan o süreci tamamlıyor, hatırladığım ya 2
ya da 3 maç oynayabildiği idi. Ancak bizim dikkatimizi, son derece Türk duran
buram buram Anadolu kokan soyadı “Ardızoğlu” ile çekerken, diğer
taraftan son derece Yunanistan olan ismi “Xristos” ile çekmişti. Ancak,
boyu, posu ve kıvırcık saçları ile bizim Latif’e benzetirdim ben onu. Esasen
da taaa çocukluğumuzdan itibaren, Latif bana nedenini bilmediğim şekilde
sürekli “Arapoğlu” diye seslenirdi ya, ahada bana da fırsat düştü ve ona “Ardızoğlu”
demeye başladım. Her karşılaştığımızda istinasız şekilde o bana “Arapoğlu” ben
de ona “Ardızoğlu” diye seslenirdim. Gerçi bizim Latif’in futbolcu sağlamlığı
ve sertliği ve de devamlılığı Ardızoğlu’ndan daha istikrarlı ve kararlı idi ama
bana da bahane lazım idi ve ona bir karşılık vermeliydim bu seslenişler
karşılıksız kalmamalı idi. Futbolculuğuna tekrar dönmek üzere daha öncelerine bakalım
sevgili arkadaşımızın…
Mahallemizin
fırınlarından birisi de Turan Tütüncüoğlu abimize ait olanıdır ve şimdiki
restore edilen Hamamın, Kervansaray tarafındaki köşesinde bulunmakta idi. Biz
köylü çocukları için fırın bilgisi ise sadece kendi bahçemizdeki fırın ile
sınırlıdır. Evde ekmek hamuru annelerimiz tarafından hazırlanır ve yine kendi
ısıttıkları fırınlarda pişirilir idi. Sadece önünden geçerken gördüğümüz Turan
Abi’nin fırını ise bize son derece yabancı idi. Gerçi bazen Seyit Ahmet
büyüğümüzün bazen de Bekir Abi’nin fırınından “tava ekmeği” ya da “nohut ekmeği”
almaya giderdik ama fırın bilgisi ve belki de ilgisi tam da bu kadardır. Ne
zaman ki bir gün bir baktık Latif, Turan abinin fırınında çalışmaya başlamış
işte artık fırın bizim için daha yakından bilinecek ve öğrenilecek bir mekandır.
İlk o zaman anladık ki ekmek hamuru öyle annelerimizin yaptığı gibi el ile
karılmıyor, hazırlanmıyor. Artık üretimin evrilmesi, daha hızlı daha çok daha
az emekle daha fazla imalat noktasına erişmiş. Hayatımda ilk defa orada bir
hamur karma makinesi görmüştüm, kocaman ve dönen bir kazan içinde çift eksende
hareket eden bir karıştırıcı, kim bilir kaç ustanın işini tek başına ve kısacık
bir sürede yapıyordur. İşte, Latif orada çalışmaya başlamasa bu konuda ne
ilgimiz ne de bilgimiz olacaktı. Sabahın çok erken saatlerinde ekmekler
hazırlanıyor, fırında pişiriliyor ve satışa sunuluyor. İşte artık o saatlerde
Turan Abimizin mesaisi bitiyor ve genellikle halâ devam eden bahçe işlerine
bakmak üzere orayı tek başına Latif’e bırakıp gidiyor. Fırın kolay
soğumadığından, evlerinde ya da bahçelerinde fırını olmayan hemşerilerimizin tepsilerle
getirdikleri yemekler pişiriliyor, bazen gelen fırında patatesli köfte
tepsilerinden kâh patates kah köfte araklar hale de geliyordu konu, aman Allah’ım
fırında tepsi içinde pişen patatesli köftenin de ne güzel tadı oluyormuş… Fırına
artık o saatlerde fazlaca gelen giden de olmazdı… Fırının tam da karşısındaki
okulun bahçesi de şimdiki gibi abuk subuk duvarlarla ve koruyucu demirlerle çevrili
değil ve de ayrıca bahçe tabanı da duvardan duvara beton kaplanmamış idi. Adeta
betonsever olmadığımızın takdimi gibi. Palmiyelerin altında kâh, “kaptan çukuru”
denen bilyelerle oynanan ya da “uzun eşek” ya da yeterince de insan var
ise tek kale ya da çift kale futbol maçları yapardık. Tabii ki bu futbol oyununun
en önemli yıldızı daha “Ardızoğlu” lakabını edinememiş olsa da Latif olurdu,
gerçi kardeşleri Ali ve Kelâmi de fena sayılmazlardı şöyle söyleyeyim benden kat
kat iyi idiler. Ya Latif çok yetenekli idi ya da biz elek altı idik artık her
nasılsa… Gerçi sonraları “Çeşme Gençlik”te top oynamaya başlayınca,
hatıralarımızda canlanan o günlere dönüp alkışlardık onu aklımızın köşelerinde
sessizce…
Latif, artık “Çeşme Gençlik”in lisanslı oyuncusu olarak kanatlarda uzun yıllar maharetlerini sergiledi. Gerçi lisanslı olmadan önce de şimdi yerinde yeller esen eski hükümet binasının arkasındaki, “Ali Sami Yen” adı ile maruf sahada da az çalım ve şut atmadı… Dönemin bir başka başarılı kanat oyuncusu Nail Barutçuoğlu ile zaman zaman hücum taraflarını değiştirdiklerini hatırlarım. Latif, Haldun’dan sonra kanat hücumcusu olarak uzun yıllar forma giydi. Dönem itibari ile herkesin kendi formasını yıkadığı, kendi çantasını hazırladığı ve taşıdığı, idmanlara kendi eşyaları ile çıktığı, her tarafı ile buram buram amatörlük kokan ve ne yazık ki futbolun çok da önemli bir spor dalı olarak, en azından ilçemiz düzeyinde kabul edilmediği zamanların “Yıldızlarındandır” Latif…
Babası, Rasim Abimizin, ilk evliliğinden olan 3 çocuğunun, en büyüğüdür Latif, sonra Ali ve Kelâmi vardır ve babalarının 2. evliliğinden ise Mehmet, Mesut adlı iki erkek ve Sunay adlı bir kız kardeşleri daha olmuştur. Bugün artık aramızda olmayan Latif olmak üzere diğer tüm kardeşler de, başta mahallemizin ve Kasabamızın tanınan ve çok sevilen insanlarıdır ve onlara da sağlık dolu uzun ömürler diliyorum. Latif; dönem itibari ile işletmesi Belediye uhdesinde olan “Elektrik işlerine” katılmış bilahare yerine kurulan “TEDAŞ”ta çalışmış ve oradan da emekli olmuştur.
Benim
de emekli olarak yeniden Çeşme’ye dönmemle birlikte hemen hemen her gün görüşür
hale geldik Latif ile. Kendisi babadan miras ve geliştirdiği “olta
balıkçılığı” konusunda oldukça mahir birisi olarak ömrünün sonuna kadar bu
uğraşıdan geri durmadı. Latif, olta takımları ve bisikleti ile de Çeşme Sahilinin
en fazla görüneni olmuştur sonraları. Çeşme’mizin birkaç önemli olta
balıkçısından biri olarak ciddi talihsizlikler de yaşamıştır, bildiğim. Oltadan
kopan kurşunun gidip otomobil camı kırmasından, bazılarını gömleğinden yakalamasına
kadar. Ama hatırladığım en önemli anı da ki umarım doğru hatırlıyorumdur, dönem
itibari ile otomobillerin engelsiz sahile çıktıkları dönemdir ve bir Ankara
plakalı otomobil park etmiş içinden de belli ki olta balıkçılığını seven biri
çıkmıştır. “Rastgele” deyip şans dileği iletildikten sonra da ne tür yem
kullandığını sorar, Latif ise o gün talihsiz bir gün yaşamakta, çok iyi yem
kullanmasına rağmen sonuç alamamaktadır, bu yüzden de streslidir ve cevap bu gergin
anında, o güne kadar kimsenin kullanmadığı yem “tavuk ciğeri” şeklindedir.
Adam hemen kasaptan tavuk ciğeri alır ve oltaya takar atar ve atar atmaz da balık
yakalamaz mı… Latif artık gülsün mü, ağlasın mı? Sayısız anılarımız vardır, bu
güzel anılar ile Cennet bahçelerine uğurladığımız arkadaşımız muhtemelen bizleri
oradan da cennet derelerine olta atarak izlemektedir. Özlemler ve sevgiler ile
anıyoruz bu güzel insanı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder