Cumartesi, Şubat 13, 2021

LATİF ÇELEBİ

 

1980 Avrupa Futbol Şampiyonası finalleri oynanıyor, futbol tutkumuzun doruklarındayız yani futbolu çok seviyoruz, artık televizyonlar da yaygın olarak kullanılıyor ve büyük bir keyifle izliyoruz. Aynı dönemde, yani 70’li yılların 2. yarısında Çeşme Gençlik Futbol Takımının da yenilmez armada takdimi ile hiçbir idmanını ve maçını kaçırmıyorum. Tüm futbolcular ve yönetim çok yakın tanıdıklarım, abilerim ve arkadaşlarım, öyle şimdiki gibi ver parayı transfer ile futbolcu ithali yok mutlaka yerli oyuncular bulunacak, yetiştirilecek ve oynatılacak. Evet, finallerde bizim ülkemiz temsil edilemiyor ama keyifle her maçı takip ediyoruz, ilaveten de maç esnasında birlikte maç seyretme ve yorum yapma keyfinin dibine kadar çıkarılması için arkadaşlarla birlikte seyrediyoruz. Gözümüze Yunanistan milli futbol takımından “Ardızoğlu” isimli bir futbolcu takılıyor. Acar, hızlı ve kanattan dripling yapma özellik ve yeteneği yüksek bir futbolcu lakin bir o kadar da sakatlanmaya açık tarzı nedeni ile sık sık sakatlanan bir oyuncu. Fazla oynayamadan o süreci tamamlıyor, hatırladığım ya 2 ya da 3 maç oynayabildiği idi. Ancak bizim dikkatimizi, son derece Türk duran buram buram Anadolu kokan soyadı “Ardızoğlu” ile çekerken, diğer taraftan son derece Yunanistan olan ismi “Xristos” ile çekmişti. Ancak, boyu, posu ve kıvırcık saçları ile bizim Latif’e benzetirdim ben onu. Esasen da taaa çocukluğumuzdan itibaren, Latif bana nedenini bilmediğim şekilde sürekli “Arapoğlu” diye seslenirdi ya, ahada bana da fırsat düştü ve ona “Ardızoğlu” demeye başladım. Her karşılaştığımızda istinasız şekilde o bana “Arapoğlu” ben de ona “Ardızoğlu” diye seslenirdim. Gerçi bizim Latif’in futbolcu sağlamlığı ve sertliği ve de devamlılığı Ardızoğlu’ndan daha istikrarlı ve kararlı idi ama bana da bahane lazım idi ve ona bir karşılık vermeliydim bu seslenişler karşılıksız kalmamalı idi. Futbolculuğuna tekrar dönmek üzere daha öncelerine bakalım sevgili arkadaşımızın…

Mahallemizin fırınlarından birisi de Turan Tütüncüoğlu abimize ait olanıdır ve şimdiki restore edilen Hamamın, Kervansaray tarafındaki köşesinde bulunmakta idi. Biz köylü çocukları için fırın bilgisi ise sadece kendi bahçemizdeki fırın ile sınırlıdır. Evde ekmek hamuru annelerimiz tarafından hazırlanır ve yine kendi ısıttıkları fırınlarda pişirilir idi. Sadece önünden geçerken gördüğümüz Turan Abi’nin fırını ise bize son derece yabancı idi. Gerçi bazen Seyit Ahmet büyüğümüzün bazen de Bekir Abi’nin fırınından “tava ekmeği” ya da “nohut ekmeği” almaya giderdik ama fırın bilgisi ve belki de ilgisi tam da bu kadardır. Ne zaman ki bir gün bir baktık Latif, Turan abinin fırınında çalışmaya başlamış işte artık fırın bizim için daha yakından bilinecek ve öğrenilecek bir mekandır. İlk o zaman anladık ki ekmek hamuru öyle annelerimizin yaptığı gibi el ile karılmıyor, hazırlanmıyor. Artık üretimin evrilmesi, daha hızlı daha çok daha az emekle daha fazla imalat noktasına erişmiş. Hayatımda ilk defa orada bir hamur karma makinesi görmüştüm, kocaman ve dönen bir kazan içinde çift eksende hareket eden bir karıştırıcı, kim bilir kaç ustanın işini tek başına ve kısacık bir sürede yapıyordur. İşte, Latif orada çalışmaya başlamasa bu konuda ne ilgimiz ne de bilgimiz olacaktı. Sabahın çok erken saatlerinde ekmekler hazırlanıyor, fırında pişiriliyor ve satışa sunuluyor. İşte artık o saatlerde Turan Abimizin mesaisi bitiyor ve genellikle halâ devam eden bahçe işlerine bakmak üzere orayı tek başına Latif’e bırakıp gidiyor. Fırın kolay soğumadığından, evlerinde ya da bahçelerinde fırını olmayan hemşerilerimizin tepsilerle getirdikleri yemekler pişiriliyor, bazen gelen fırında patatesli köfte tepsilerinden kâh patates kah köfte araklar hale de geliyordu konu, aman Allah’ım fırında tepsi içinde pişen patatesli köftenin de ne güzel tadı oluyormuş… Fırına artık o saatlerde fazlaca gelen giden de olmazdı… Fırının tam da karşısındaki okulun bahçesi de şimdiki gibi abuk subuk duvarlarla ve koruyucu demirlerle çevrili değil ve de ayrıca bahçe tabanı da duvardan duvara beton kaplanmamış idi. Adeta betonsever olmadığımızın takdimi gibi. Palmiyelerin altında kâh, “kaptan çukuru” denen bilyelerle oynanan ya da “uzun eşek” ya da yeterince de insan var ise tek kale ya da çift kale futbol maçları yapardık. Tabii ki bu futbol oyununun en önemli yıldızı daha “Ardızoğlu” lakabını edinememiş olsa da Latif olurdu, gerçi kardeşleri Ali ve Kelâmi de fena sayılmazlardı şöyle söyleyeyim benden kat kat iyi idiler. Ya Latif çok yetenekli idi ya da biz elek altı idik artık her nasılsa… Gerçi sonraları “Çeşme Gençlik”te top oynamaya başlayınca, hatıralarımızda canlanan o günlere dönüp alkışlardık onu aklımızın köşelerinde sessizce… 

Latif, artık “Çeşme Gençlik”in lisanslı oyuncusu olarak kanatlarda uzun yıllar maharetlerini sergiledi. Gerçi lisanslı olmadan önce de şimdi yerinde yeller esen eski hükümet binasının arkasındaki, “Ali Sami Yen” adı ile maruf sahada da az çalım ve şut atmadı… Dönemin bir başka başarılı kanat oyuncusu Nail Barutçuoğlu ile zaman zaman hücum taraflarını değiştirdiklerini hatırlarım. Latif, Haldun’dan sonra kanat hücumcusu olarak uzun yıllar forma giydi. Dönem itibari ile herkesin kendi formasını yıkadığı, kendi çantasını hazırladığı ve taşıdığı, idmanlara kendi eşyaları ile çıktığı, her tarafı ile buram buram amatörlük kokan ve ne yazık ki futbolun çok da önemli bir spor dalı olarak, en azından ilçemiz düzeyinde kabul edilmediği zamanların “Yıldızlarındandır” Latif 

Babası, Rasim Abimizin, ilk evliliğinden olan 3 çocuğunun, en büyüğüdür Latif, sonra Ali ve Kelâmi vardır ve babalarının 2. evliliğinden ise Mehmet, Mesut adlı iki erkek ve Sunay adlı bir kız kardeşleri daha olmuştur. Bugün artık aramızda olmayan Latif olmak üzere diğer tüm kardeşler de, başta mahallemizin ve Kasabamızın tanınan ve çok sevilen insanlarıdır ve onlara da sağlık dolu uzun ömürler diliyorum. Latif; dönem itibari ile işletmesi Belediye uhdesinde olan “Elektrik işlerine” katılmış bilahare yerine kurulan “TEDAŞ”ta çalışmış ve oradan da emekli olmuştur.

Benim de emekli olarak yeniden Çeşme’ye dönmemle birlikte hemen hemen her gün görüşür hale geldik Latif ile. Kendisi babadan miras ve geliştirdiği “olta balıkçılığı” konusunda oldukça mahir birisi olarak ömrünün sonuna kadar bu uğraşıdan geri durmadı. Latif, olta takımları ve bisikleti ile de Çeşme Sahilinin en fazla görüneni olmuştur sonraları. Çeşme’mizin birkaç önemli olta balıkçısından biri olarak ciddi talihsizlikler de yaşamıştır, bildiğim. Oltadan kopan kurşunun gidip otomobil camı kırmasından, bazılarını gömleğinden yakalamasına kadar. Ama hatırladığım en önemli anı da ki umarım doğru hatırlıyorumdur, dönem itibari ile otomobillerin engelsiz sahile çıktıkları dönemdir ve bir Ankara plakalı otomobil park etmiş içinden de belli ki olta balıkçılığını seven biri çıkmıştır. “Rastgele” deyip şans dileği iletildikten sonra da ne tür yem kullandığını sorar, Latif ise o gün talihsiz bir gün yaşamakta, çok iyi yem kullanmasına rağmen sonuç alamamaktadır, bu yüzden de streslidir ve cevap bu gergin anında, o güne kadar kimsenin kullanmadığı yem “tavuk ciğeri” şeklindedir. Adam hemen kasaptan tavuk ciğeri alır ve oltaya takar atar ve atar atmaz da balık yakalamaz mı… Latif artık gülsün mü, ağlasın mı? Sayısız anılarımız vardır, bu güzel anılar ile Cennet bahçelerine uğurladığımız arkadaşımız muhtemelen bizleri oradan da cennet derelerine olta atarak izlemektedir. Özlemler ve sevgiler ile anıyoruz bu güzel insanı…  



Hiç yorum yok: