Pazar, Nisan 29, 2018

İZZET


 “Gerçek bilgelik deliliktir. Kendini bilge kabul etmek ise gerçek deliliktir.” diyor büyük usta Aziz Nesin… İşte, yaşamımızın geldiği bu noktada, sorgulamamız gereken en önemli ayrıntı bu olmalı, delilik bir kişilik çökmesi midir? Yoksa aklın bulunduğu irtifadan büyük bir sıçrama yapması mıdır? Yoksa aklın etraftaki tahakküm edici ve baskıcı yaklaşımlara isyan ederek özgürleşmesi midir? Yoksa akıllılık ya da delilik insanın işgal ettiği hacimde “topyekûn” tariflenir bir şey midir? Yoksa akıl üstü az delilik midir ya da delilik üstü az akıl mıdır? Peki, bu nasıl bir tariftir, bu uğurda yüzlerce dahi, deli ithamları altında çökertilmiş ya da tam tersi nice deli, dahi diye âdemoğlunun önüne büyük payeler verilerek çıkarılmış, var olan akli muvazenemiz ve selametimiz yerinden depreştirilmiştir. Tarihin gördüğü en önemli dâhilerden ittifakla kabul edilen Albert Einstein’ın deli olarak itham edilmesi ile yine tarihin eli en kanlı diktatörü 10 numara deli Adolf Hitler’in de dahi diye sunulması bile tek başına durumumuzu sorgulamanın yegâne gerekçesini oluşturabilir. Peki, onun için “deli oluyorum” gibi başlayarak, ya ünlü bir sanatçıyı, ya ünlü bir futbolcuyu ya da güzel bir modeli kast ederek tebarüz ettirişimiz, azıcık da özlenen ya da güzel bir şeyi ifade etmez mi? Diğer taraftan, bizi kızdıran olaylar ile yüz yüze gelince “delirtme beni” denilmiyor mu? Vs vs… Görüleceği üzere delilik zannedildiği kadar da kötü bir durum olmasa gerek… Ya da Cem Karaca’nın “beni siz delirttiniz” adlı eserinde dediği üzere, deliliğin salt kendi çabaları ile oluşmadığı, dikkat çekilen konulara bakınca da, dışarıdan empoze edilen ve sonradan ya içselleştirilen ya da öyle imiş gibi davranılan bir hal olduğunun ispatı değil midir?

Neyse bu konuda sayfalar dolusu yazabileceğimi söylüyor içimdeki ses ama konuyu uzmanlarına bırakıp, biz başlıktaki konumuza dönelim. Ünlü yazar ve şair Samuel Beckett’in bir sözü ile bu faslı sonlandıralım; “Delilik çoğunlukla başka bir kılığa bürünmüş akıldan başka bir şey değildir.”

“Hadi oradan şapşal” diyerek kendisine takılanlara bir hayli ironik cevap verirdi, sözde kendisi deli olarak bilinirdi ama gel gör ki o da bu kabil takılan insanlara hiç te akıllı muamelesi yapmazdı. Tüm gençliğimiz boyunca hatta şimdilerde de kendisini yâd ederken “Deli İzzet” diye adlandırdığımız ama şimdiden o günlere baktığımda da aslında tam da öyle olmayabileceğini düşündüğüm, Çeşme’mizin önemli kişilerinden sayılan bu muhteremden hatırlayabildiğim kadarı ile bahsetmek ve kendisini bu anlamda da yâd etmek istiyorum.

Sürekli birlikte dolaştığı, aslında kendisinde de ne bulduğu da hiç anlaşılmadığı halde, kendisinin peşinden ayrılmayan “köpek” ile olan müthiş iletişiminin asla ve kat’a başka bir yaklaşım ile izah edilemeyeceğinin adeta ispatıdır onun hayvanseverliği. Ancak bugünlerde sosyal medya ortamlarında büyük bir sitayiş ile paylaşılan, kedi ya da köpeklerle aynı kaptan yemek yeme, su içme ya da birbirlerine sarılarak yatma gibi alışkanlıkların prototipidir, “Deli İzzet” ya da hayvan sever İzzet.

Parmaklarındaki, ya taşı düşmüş ya da sağı solu kırık ya da eğri büğrü ama bir hayli gösterişli yüzükleri ile adeta “Michael Jackson” tarzı dansın öncülü olan bu büyüğümüz, ağzından eksik olmayan gümüş sigara ağızlığı ile bazen 1 bazen de 2 camı da düşmüş güneş gözlüğü ve boynuna direk bağladığı kravatı ile hep aklımızda ve hatıralarımızda olacaktır. Bütün bu eksik halleri ile öne çıkıp, bazılarımızın anlam yükleyemediği ya da kolaycılıkla deli deyip geçtiği hallerin, kendisinde yarattığı mutluluğu ve rahatı, bugünlere kendimizi mutlu hissetmenin ön koşulu gibi görerek taşıdığımız “aman deliye her gün bayram” sözü ile kâindir sanki… Hayatında asla tembelliğin yer almadığı muhterem sürekli bir işler yapıyordu, boş durma boşa çalış sanki onun saklı bir ilkesi imiş gibi… Kahvehane temizliği, çimento indirme yükleme, tüp indirme yükleme ve taşıma, vs gibi her verilen iş için elinden gelen ne ise yapardı, tüm bu işlerde en önemli ekürisi de Köste’li Nezir idi… “Gübreye gübreye” diye kendisine seslenenlere, “Hadi oradan şapşal” diyerek, bir yandan ters tekme atarak, çalışılacak işte seçicilik yapardı, nedense sadece bu tür bir iş kendisine söylendiğinde bu kabil tepki verirdi…

Kendisine en fazla takıldığımız konu ise, maç anlatması ile 23 Nisan şiiri okuması olurdu. Çarşı içinden geçen muhterem, hemen uzatılan sandalyeye çıkar, başlardı ateşli ateşli maç anlatmaya, futbolcuların hepsi yüzde 100 yerli idi şüphesiz. Futbolcuların neredeyse tamamı, Balıkçı Seydiahmet, Köse İbrahim, Kaporo Kemal, Arap Mehmet gibi şimdilerde tıpkı kendisi gibi artık yaşamayan büyüklerimiz olup kadrolar genellikle balıkçılardan oluşurdu… Genellikle de o anda dükkânının önünde hangi esnafı görürse top ondadır, o topu alır, çalım atar, topu sürer, sürer, sürer ve sahayı bitirir idi, tabii ki ara sıra da gol ile sonuçlanan ataklar da anlatırdı. Şiir okuması da benim bildiğim sadece 23 Nisan üzerine idi, sandalyenin üzerinde duruşu ise tıpkı tecrübeli bir politikacı edası ile olur ve mutlaka “23 Nisan, 23 Nisan neşe doluyor insan”, tekerlemesi ile başlar, arada yer ve zaman ve de ruh hali ile ilgili olarak farklı mısralara yer verir ama sonu mutlaka    “kuzular me me dedi” ile nihayetlenir idi.

Her düğünün, davetsizi olmasına rağmen en müstesna katılımcısı olurdu, mutlaka dans edecek bir alan yaratır, ama mutluluk patlaması içinde olduğundan asla şüphe edilmezdi… Ulusal bayramlarda çalınan davulların en önde gelen oyuncusu idi aynı zamanda…

Çeşmeli önemli gördüğüm kişileri yazmaya devam edeceğim, bu fasıl deli lakabı ile müsemma  “İzzet”e ayrılmıştır. Bu vesile ile kendisini mekânının cennet olması dileği ile özlemle anıyorum… Önemli bir şahsiyet mi idi, evet hem de hiç şüpheniz olmasın ki, tıpkı ortalıklarda akıllıyım diye gerdan kıran bir dolu insan kadar… Tercihimiz, ortalıkta hem de rol alarak dolaşıp kendinden başkasına hiçbir hayrı dokunmayan akıllılar yerine herkese hayvanseverliği, çalışkanlığı ve mutlu yaşamı ile bir nebze de olsa yol ve iz göstermiş bu kabil delileri yazmaktır…

Cumartesi, Nisan 21, 2018

ÇEŞME KALESİ


Evliya Çelebi meşhur “Seyahatname”sinde şöyle anlatıyor Çeşme Kalesini; Çeşme kalesi denizin dudağında bir alçak kaya üzerine yapılmıştır. Batı tarafı deniz, doğu tarafı bayırlı bir sahra ve dağlardır. Dağların üstleri tamamen bağdır. Kalenin içindeki bütün evler, batı tarafında, Sakız Adasına ve denize bakan yerlere yapılmıştır. Elli kadar olan bu evlerin damları toprak örtülüdür. Kalenin dizdarı ve 185 kale muhafızı erler bu evlerde otururlardı. Dört köşeli kalesi safi taştan yapılmış çok güzel hoş âbâdır. Kale doğudan batıya doğru uzunca yapılmıştır. Uzunluğu yokuş aşağı hendek kenarınca 200, eni 150 adımdır.

Kalenin çepeçevre yüzölçümü 700 adımdır. Üç tarafı derin ve büyük hendektir. Lâkin batı tarafını teşkil eden kayaları deniz dövdüğü için burada hendek yoktur. Kalenin kıbleye bakan çok sağlam demir kapısı varoşa açılır. Kapı önünde hendeğin üstünde zemberekli bir asma köprüsü vardır. Bu kapıdan sonra içeride bir kat demir kapı daha vardır. İç Kaleye iki kapıdan girilmiş olur. İkinci kapı kuzeye açılır. Bu kapının üzerinde Sultan Beyazıt Velinin fevkâni camii vardır. Venedik gemileri buraya gelmiş, kaleyi boş bulmuş ve işgal etmişlerdi. Kalenin demir kapılarını camiinin altın âlemlerini almışlar ve kaleyi yer yer yıkarak savuşup gitmişlerdi. Sonra padişahın fermanı ile Ak Mehmet Paşa Sakız Adası muhafızı iken bu çeşme kalesini tamir etmiş bir ak inci haline getirmiştir. Bu sırada camiyi esaslı bir şekilde tamir ettirmiş, altın âlemlerle süslemiştir. Kale kapılarını da 50 şer kantar ağırlığında yeniden demirden yaptırmıştır. Hendekleri 20 şer arşın derinleştirmek sureti ile temizlettirmiştir. Kalenin deniz tarafına bakan yerine iki büyük tabya yaparak her birine balyemez topu yerleştirmiştir. Mahzenlerini de binlerce kantar siyah barutla doldurmuştur.”
Çeşme’nin önemli tarihi miraslarından biri mezkûr Kale olup, okuduğum kaynaklardan öğrenebildiğim kadarı ile yapımı, tadili ve ihyası ile ilgili çeşitli bilgiler bulunmaktadır. Bu bilgilerden, 14. Yüzyılda Cenevizliler tarafından yapıldığı, Osmanlı Padişahı II. Beyazıt tarafından 1508 yılında önemli ekler yaptırılarak bugünkü haline getirildiği, 18. Yüzyılda ciddi bir şekilde restore edildiği şeklinde kale tarihine yönelik olanların, sanki daha makul olduğu söylenebilir. Ve maalesef her tarihi eserin başına gelen burada da tekerrür etmektedir, süreç içerisinde, gerek yapılan ekler, gerekse de restorasyonlarda, antik yerleşimlerin taşlarının kullanılmış olduğu rivayet edilmektedir, diğer yerler ve uygulamalara da bakınca bu durum akla fazla da aykırı gelmemektedir.

1965 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Kale içerisinde, sergilenen eserlerin çok büyük çoğunluğu İstanbul Topkapı Sarayından getirilen, kılıçlar, kalkanlar, miğferler, zırhlar, kolçaklar ve dizceklerden oluşan bir müze haline getirilmiş iken, bugün ruhuna daha uygun düştüğü düşünülen 12 İyon Kentinden biri olan civardaki Erythrai (Ildırı) antik kentinden getirilen buluntularla arkeoloji müzesine dönüşmüştür. İlaveten düzenlenen Osmanlı-Rus Savaşı bölümünde ise haritalar, savaşı anlatan kitaplar, afişler, bayraklar, madalyalar, sikkelerden ağırlıklı oluşan bir koleksiyon bulunmaktadır.

Bilindiği üzere, korunaksız bulunan sahillerde yerleşim yerlerinin kurulması, ani korsan saldırı ve baskınlarına hedef olmamak adına tercih edilmeyen bir durumdur ama geçmişte kaldı tüm bunlar şimdi leb-i derya tercihimiz olmuştur. Bu nedenle en eski Çeşme yerleşim yeri, “Çeşme Köy” Limandan yaklaşık 3 km ötededir. Çeşme limanının, donanmanın iaşe temini ve güvenli beklemesi adına çok uygun olması nedeni ile bir Kale ile tahkim edilmesi ilk planlayıcıları tarafından gerçekleştirilmiştir. Çeşme Limanı Kale ile birlikte Kale sahiplerinin kim olduğuna bağlı olarak aynı tarafa güvenli bir askeri liman hizmeti vermektedir artık. Yakınlarında yerleşim ve konaklama mekânları da gelişmektedir… Buraya kadar yazılanları hemen herkes Kale ile ilgili tanıtımlarda bulabilmektedir.

 “Çeşme Müzik Yarışmalarının” meşhur olduğu dönemlerde, yarışmalara ev sahipliği yapmıştır mezkûr Kale… Hatta tarihi eserlerin bu hoyratça kullanımı o kadar ileri gitmiş idi ki, Çeşme Kalesi bir dönem restoran olarak bile kullanılmıştır. Eeee tabii ki, dönemde, tarihine, geçmişine ve değerlerine çok önem verdiğini söyleyenlerin dönemi idi ya, para kokusu var ise bir yerde bu değerlerin hiçbir önemi yoktur uygulamasını gözümüzün içine soka soka gerçekleştirdiler. Söz konusu ticaret ise her yol mubahtır…

Şu andaki giriş kapısının açıldığı avlu, çocukluğumuzda zaman zaman futbol oynamak için kullandığımız bir alan idi, ne güzel idi, saha sınırları duvarlardan oluşmuş doğal bir yapı, duvarların yüksekliğinden topun kaçması mümkün değildi, zemin özellikle baharda çim idi, en önemlisi de, hafiye gibi dolaşıp futbol oynayan çocukları görüp hafta başında okulda sorgusuz sualsiz, “eşek sudan gelene kadar döven” Çeşme Ortaokulu Müdür Yardımcısı Ahmet Uğur’a yakalanmadan top oynamak idi.

Dönemin Kale görevlisi Hacı İbrahim abimiz (İbrahim Özbay), mesai saatleri içinde sürekli olarak, şu anda sergi salonu olarak kullanılan Ceneviz Kulesinin alt kısmındaki kapının önünde, sandalyede oturur idi… Bizde yeni yetmeler olarak giderdik abimizin yanına, onun iyi niyetinden ve hoşgörüsünden faydalanarak, gelen yabancı turistlere Kale içinde gezmelerine, bildiğimiz ve hatta her gün geliştirdiğimiz İngilizcemiz ile rehberlik eder, turistlerden veren olursa ki, hemen hemen hepsi verirdi aldığımız bahşişler ile de, bahşişin miktarına bağlı olmak kaydıyla rakı ya da şarap ve Birinci ya da Bafra sigarası satın alırdık. Bunu da matah bir şey zannederdik. O tarihte, alkolü ben yasakladım, sigara içmeyin diyen büyüklerimiz yoktu ne de olsa…

Pazar, Nisan 15, 2018

MOBİL PAVYON


Sırrı Süreyya Önder’in “Beynelmilel” filminde ilk kez görmüştüm “mobil pavyon” uygulamasını, bir kamyon, kasası kapalı, hareket halinde iken kişiye özel pavyon haline getirilmiş, çengili çalgılı bir düzenek idi, maksat insanların cebinden parasını almak ya, yasak masak dinlemez bu duygu, bu dürtü ve sürekli değişkenlik ve girişimciliğin sınır tanımaz hali içinde yeni usul ve esaslarla devam eder… Gündemi Çiftlikbank, Sütbank işgal etmiş ya, bakın neler geldi aklıma, hay Allah…

Osmanlının fazlaca sıkıştığı dönem; devr-i iktidar Abdülhamit Han olup, dönemin Nafia Nazırı sayılan Hasan Fehmi Paşa Sadrazam delaleti ile Sultan katına,  demiryolu inşası için yabancı şirketlere imtiyaz vermenin bir sakıncasının olmadığını, bilakis kendilerince alınacak sıkı tedbirler ile imtiyaz vermenin memalik-i Osmaniye’ye muhteşem katkıları olacağını bildiren çok detaylı bir arzuhal havale eder. Nihayetinde binlerce Alman ve Türk’ün çalışacağı “İstanbul-Bağdat-Hicaz Demiryolu’nun” inşaatı için, Sultan II. Abdülhamid Han ile Almanya Kralı Kaizer Willheim II arasında 1888 yılında bir anlaşma imzalanır ve bu anlaşma demiryolu işletme imtiyazı başta olmak üzere, demiryolunun geçeceği, memalik-i Osmaniye’ye ait olan toprakların mülkiyetinin bedelsiz devredilmesini, binaların yapılmasına izin verilmesini, araziye kira ödenmeyecek olmasını, kum, çakıl ve taş ocaklarının bedelsiz işletilmesini, inşaatlar için gerekli kerestelerin ormanlardan bedelsiz kesilerek teminini, demiryolunun her bir yanındaki yirmi kilometre genişliği olan şeritlerdeki madenlerin izinsiz, ruhsatsız ve bedelsiz işletilmesinin devrini kapsıyordu. Neyse bu konuya fazlaca girip asıl konudan sapmadan, devam edelim, asıl konumuz ise demiryolun en çetin güzergâhı olan “Toros Dağlarının” Pozantı tarafından başlayıp Adana’ya doğru aşılması sürecindeki sosyal ve kültürel faaliyetleri kapsamaktadır. Bilindiği üzere, mezkûr güzergâhın en sorunlu geçidi burası olup, yaklaşık 20 yıl süren, Ulukışla Gümüş İstasyonu ile Adana’daki Durak İstasyonu arasında toplam 37 tünel inşaatı yapılmıştır.

Mezkûr güzergâhın merkezi sayılacak noktada yer alan Belemedik civarında çalışanlar için yerleşkeler planlanır ve tünellerin bir asır önceki teknoloji ile inşa edilebilmesi için ihtiyaç duyulan çalışan sayısının da 100.000 civarında olması beklenmektedir. 20 yıl ve 100.000 işçi, hemen bazı uyanıkların hem de gizliden ama devlet desteği ile işçilere ödenecek paraların geriye alınması konusunda bazı hinlikler düşünmesine yol açar, nihayetinde bugün hala yörede yaşayanların “Kerhane yıkığı” dedikleri yerde, sarışın 40 Alman sermayenin çalıştırılacağı bir organizasyon gerçekleşir, artık Cuma günleri işçilere ödenen paralar ertesi gün mezkûr mevkide ve malum yöntemlerle geri alınmaktadır…

Keban Barajı için toplu arazi kamulaştırmaları yapılmıştır, artık yörede yaşayan köylülerin ya da arazi sahiplerinin cebi toplu para görmüştür ya, hemen her dönem ve her yerde olduğu üzere uyanıklar devreye girmiştir… Civarda ismi lazım değil kentlerde, gece kulübü faslından batakhanelerden bir kısmı ıslah ve ihya edilerek, vatandaş nezdinde cazibeleri arttırılmış, süslü ve de püslü hatunlar devreye girmiş, kısa sürede maksat hâsıl olmuş ceplerde atıl olan paralar ekonomiye dinamik katkı yapar hale getirilmiştir. Yeter ki bir yerlerde atıl kalmış para olsun behemehâl uyanıklar tarafından ekonomiye itina ile kazandırılır kuralı burada da işler… Peki, bu sadece Keban Barajı arazi kamulaştırmaları ile sınırlı mıdır, bu tür ani para hareket ve temerküzünün bulunduğu her yer hedeftir, dünde, bugün de ve her daim… Yani canım yurdumun eğlence sektörünün alt seviyeden hizmet “aracı kurumu” pavyonlar artık mobildir, ihtiyaç nerde ise orda olunacaktır, netekim…

Ankara’nın Eskişehir girişinde solda BOTAŞ tesisleri arkası “Yapracık Köyü” arazileri de bir şekilde konut sektörünün köpürtmesi ile rant yaratıcı ya da arayıcılarının hedefi olmuştur bir vade önce… Köyün yerlilerinden yaşlı amcanın, anlatımları sonucu görülüyor ki daha arsa rantçıları köye hücum etmeden, kokuyu alan mobil pavyoncular devreye girer, köpürtülmüş müstakbel gelire güvenerek, büyük paralar sahibi olacakları hayali ile yanıp tutuşan canım Yurdum insanı, gelecek paranın bir kısmını şimdiden hem de hayatın bu tatlı bölümünde harcasalar, bu eğlence dünyasında ne olur sanki… Evet, loş ışıklar altında, müzik, içki ve süslü hatunlar ve sonuçta uçup giden paralar ve yarattığı hayaller… Sonuçta arazilerin büyük kısmı pavyoncuların elindedir artık…

Nasıl da etkili olmuştur, efsanelerin biattan başı dönmüşlerin beyinlerine nakşettikleri, “bir koy üç al” safsatası… Çok şükür şimdi artık bu tür pavyon, genelev kurarak vatandaşımızı kandırmak kolay değil… Günümüzü işgal eden Bankerler, çiftlikbanklar, Yimpaşlar da bir gün öğrenilir ve gündemden düşerler... İnşallah…

Cuma, Nisan 06, 2018

ÇEŞME ANASONU


Anayurdunun Mısır olduğu bilinen, 1300’lü yıllardan itibaren de Anadolu’da ziraatı yapılan yıllık bir bitki olup yeşilimsi, tatlı ve aroması yüksek olan tohumlarının, hamur işlerinde, simit ve çöreklerde, rakı üretiminde yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir. Yurt dışında özellikle de Avrupa’da bazı alkollü içeceklerde kullanılmasının yanında direk likör imalatında da kullanıldığına rastlanılmaktadır. Hazmı kolaylaştırması, iştahsızlığı önlemesi, antiseptik, spazm çözücü, göğüs yumuşatıcı, anne sütünün salgılanmasının arttırılması, sindirim düzensizlikleri, şişkinlik, kabızlık, solunum yolu enfeksiyonları ve bağlı öksürükler, mide ve bağırsak gazlarının oluşmasının önlenmesi, gaz söktürücü, idrara arttırıcı, kusmayı ve ishali durdurması gibi özellikleri ile de farmakoloji biliminin ilgi alanına girmiştir. Hatta çocukluğumuzda, her çocukta sıkça rastlanılan diş çürümesi ve ağrılarına karşı anason tanelerinin ezilerek çürük dişin üstüne konması istenirdi aile büyüklerimiz tarafından…

Anason dikimi, bakımı, hasadı sırası ile, işlenen toprakta ailemin yaptığı şekli, ilkel serpme yöntemi ile tohum serpilir, sonradan tırmık ve sürgü yöntemi ile tohumları gömmek, 3-5 hafta sonra tohumların bitkiye dönüşüp toprak üstüne çıkması ile birlikte kâh çapa, kâh ot testeresi ile ot temizliği ve köklere toprak desteği yapmak, hasat ise köklerin tamamen sökülmesi, kuruması için, desteler halinde yığılması, kuruyunca da temiz bir alanda tokmak ya da sopalarla kurumuş anason tohumlarının köklerden ayrılması için dövülmesi, savrularak ve kalburlayarak araya giren sap parçaları tohumlardan ayrılır, bilahare de depolanmak üzere keten çuvallar içerisinde nem oranlarının normal kabul edildiği depolarda satışa kadar bekletilmek üzere depolanırlardı. Genellikle 30-50 cm yüksekliğinde, çiçekleri beyaz açan şemsiye biçiminde, ta kökünden başlayarak çok dallı ve şemsiyeyi andıran görüntüsü ile anason çiftçinin sezon itibari ile erken paraya kavuştuğu bir bitkidir. Yolunması (toplanması) demetler şeklinde olur, kurumaya bırakılır, kuruyan demetlerin altında güneşten korunmak isteyen, örümcekten akrebe çok çeşitli börtü böcek olurdu. Çocukluğumuzda akrep sokmalarına sıkça rastlanırdı. Tarımı susuz yapıldığı için su fakiri olan Çeşme’nin önemli tarım ürünlerindendir. Aslında Osmanlı döneminde de çok etkilidir anason üretimi ancak 1. Dünya savaşı öncesi anason yağının etken maddesi anetol ithalatı serbest bırakılırsa da sonra Cumhuriyet döneminde bazı kaynaklarda 1924, bazı kaynaklarda 1927 de, ithalat yasaklanır ve Tekel İdaresi bünyesinde çiftçi destek ve ürün alımı bölümleri kurularak “millileştirilir”.

Bugün ülkemizde ve dünyada birçok yerde anason ziraatı yapılmaktadır, sahip olduğumuz bilgiler üzerinden konuşacak olursak, Çeşme ve de özellikle Çiftlik anasonunun kalitesini geçen hatta bulan yoktur. Çeşme’nin özellikle de Çiftlik’in, dünyada bir eşinin sadece ABD de Kaliforniya yakınlarındaki bir bölgede olduğu söylenen, mikroklimatik ortamının Rakının önemli katkılarından anason için çok uygun bir ortam oluşturduğu bilinmektedir. Zaten biraz literatür karıştırıldığı, özellikle “Büyük Larousse” ilgili maddesine bakıldığı zaman da Çeşme Anasonunun kıymetli bir ürün olduğu ortaya çıkmaktadır. Çeşme’nin yerlilerinden büyüğümüz Coşkun Vural tarafından Meydan Laousse ansiklopedisi kaynak gösterilerek, rakı yapımında Çeşme anasonunun kalitesini ve diğerlerinden farkını şöyle açıklanmış, “100 lt alkole 4 – 4,5 kg Çeşme anasonu, 9 – 10 kg Denizli anasonu, 10 - 12 kg Tefenni anasonu katılması gerekiyor”. Şu ana kadar elimizdeki en değerli bilgi budur, Çeşme ve Çiftlik anasonun kalitesini belirtmek adına.

“Çeşme Yerel Gündem 21 yayınları ANASON” başlıklı çalışmayı tekrar gözden geçiriyorum, anason başlıklı yazıma katkı sunacak bölümler bulmak için… İlgili çalışmadan enteresan bir bölüm; “1881 yılında Çeşme’ye gelen iki ecnebi hanım muhtemelen veba dolayısı ile karantinada kalmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu hanımlar Çeşme Kazasına ziyarete geliyorlar ve “şu Müslümanlık ne tuhaf bir din” diyorlar. Bunu söylemelerinin nedeni ise: Müslümanlıkta şarap içmek haram olduğu halde, kumandan ve askerlere, padişahın emri ile her gün kumanya olarak iki bardak rakı verilmekte olması idi. Bu durum anasonun o yıllarda bile sosyal bünyemizde mevcut olduğunu gösteriyor”. Bu vaka doğru mudur, yanlış mıdır, bilemem ama mezkûr çalışmada böyle deniliyor ve bende çok değişik bir vaka olduğu için aynen aktarıyorum.

Çeşme eskiden 12 ay boyunca değişik kokuların egemen olduğu bir kasaba idi, nisan, mayıs portakal ve limon çiçeği, haziran temmuz anason, temmuz ağustos kavun gibi ama sürekli iyot dolusu bir deniz kokusu… Şimdilerde özellikle de rüzgârsız havalarda kışın kömür ama sürekli ağır bir kanalizasyon kokusu hâkim… Bunda yanlış imar politikalarının etkisi olduğu kadar yanlış iş yapmalar ve yanlış yönetimler çok etkili olmuştur. Şimdilerde ise uğraşın durun gayri, yanlışı düzeltmek, doğru bir iş gerçekleştirmekten daha zordur, kolayca bilineceği üzere…

Evet, Çeşme’nin eski kokularına dönüşmesi artık bir hayal gibi ama ne yapalım biz o günleri özlüyoruz ve hep özleyeceğiz.

Pazar, Nisan 01, 2018

FAY KIRBY - KANADALI KADIN


Türkiye’nin “muasır medeniyeti” anlama, kavrama ve hedef tutma şiarı çerçevesinde “Eğitim davasının” ehil eller ve dimağlar vasıtasıyla uzun araştırmalar ve deneyimler neticesinde ortaya çıkan kollektif eğitimde atılım hatta sıçrama tahtası “Köy Enstitülerini” tarihsel ve sosyolojik açıdan inceleyen ve bunu akademik kariyeri için “tez konusu” yapan ve her nasılsa yolu da bizim köye düşen, Kanadalı Kadın olarak bilinen Fay Kirby’nin yaşam öyküsünden bir küçük kesiti, kendi hatırladıklarım ya da hatırlayabildiklerim ile Çiftlik Köy’e katkılarından ötürü teşekkür babında ve gecikmiş olarak bu yazı ile aktarmak istedim, şüphesiz ki çok eksik kalmış tarafı vardır…

Orijinal adı “The Village Institute Movement of Turkey: An Educational Mobilization for Social Change” olan doktora tezinin, bir takım sadeleştirmelerle “Türkiye’de Köy Enstitüleri” adı ile kitaplaştırmış ve mezkûr kitabın önsözünde “Köy Enstitüleri, bu toplumsal geçişin niteliğini en iyi kavramış olan Kemalizm prensiplerine dayanılarak bir yandan batı uygarlığını anlama, diğer yandan da bu uygarlığa geçişin yollarını, Türk toplumunun kendi ihtiyaçlarına göre bulma fikrinin bir zaferi olmuştur. Bundan ötürüdür ki, Türkiye’nin eğitim tarihinde girişilmiş deneylerin hiçbiri, Enstitülerin büyük güçlüklerin arasında ve kısa zamanda gösterdikleri başarıları gösterememiştir.” diyerek canım yurdumun gereksinim gerçekliğinin bir kez daha altını çizmiştir.

Kanadalı Kadın olarak bilinen Fay Kirby; kendisi ile ilgili ansiklopedik bilgilere göre; 1926'da Amerika'da doğmuş, yükseköğrenimini Cornell ve Columbia Üniversitelerinde tamamlamış, 1947 de Türkiye’ye gelmiş, yaklaşık 3 yıl öğretmenlik yapmış ve bu dönemde de tanıştığı Köy Enstitüleri hakkında, tez konusunu oluşturan bu mektepleri incelemiş ve bu çerçevede Türkiye’nin neredeyse tüm illerini dolaşmıştır. Bu yıllarda, canım Yurdumun yetiştirdiği çok önemli sosyologlardan biri olduğu tartışmasız, Prof. Dr. Niyazi Berkes ile tanışmış ve evlenmiştir ancak sonraları Niyazi Berkes’in Kanada’ya yerleşmesinden sonra eşlerin yolları ayrılmıştır. 1962 yılından sonra da Türkiye’ye kesin olarak yerleşmiş, 1960’lı yılların ortalarında yolu, Çeşme Çiftlik Köy’e düşmüş ve burada bir tavuk çiftliği kurarak yeni bir hayata başlamıştır. Tavukçuluk işletmesinin yönetilmesinde, Çiftlik köyün dinamik ve girişken “Gâvur Ali” lakaplı Ali Türken ile birlikte çalışmıştır. Gâvur Ali de, bu girişimcilik ve dinamizmi ile bir sonraki yazımın konusunu oluşturacak diye planlamaktayım. Fay Kirby, daha sonraları tekrar Ankara’ya döner ve yaşamını İngilizce öğretmenliği yaparak sürdürür, 1990 yılında da Ankara’da yaşamını yitirir.

Ben kendisini, en belirgin özelliği kurşuni saçları, kalın camlı gözlükleri ve yine yanlış hatırlamıyorsam gördüğüm araba süren ilk kadın olarak Volkswagen minibüsünü kullanışı ile dün gibi hatırlıyorum. Kanadalı Kadın, bugünden baktığımda, sanki yalnızdı ya da kendisini yalnız hissediyordu ya da fazlaca temkinli idi, şüphesiz kolay değil ülkesinden uzakta olması insanın ama görebildiğim bu ruh halini, yaşama cesareti ve paylaşımcı ruhu ve de etrafına faydalı olabilme isteği ile fazlası ile kapatıyordu. O tarihlerde çok fazla bilemediğim ama sonradan okumalar ile edindiğim bilgilere göre kendisi, tüm dünyada olduğu üzere Canım Yurduma da Marshall planı çerçevesinde gönderilen, özel eğitimli, toplumsal hareketleri ve gelişmeleri izlemek ve sosyolojik ve tarihsel araştırmalarda bulunmak gibi görevleri olanlardan birisi imiş. Gerçi, “Köy Enstitülerinin deneysel başarısını” tezinde detayları ile anlatan Fay Kirby, hem kendisini donatıp ve formatlayıp ulvi görev ile gönderen uluslararası kurum ya da kuruluşları, hem de onların canım yurdumdaki dâhili bedhahlarını büyük hayal kırıklığına uğratır ve tam da bu yüzden de siyaseten ve sosyal olarak aforoz edilmiştir gayri… Tüm yalnız görüntüsü ve kırgınlığına rağmen, hayata bağlılığı ve enerjisi müthişti diye hatırlarım. Yazılanlara bakılırsa kanser olmuştu ve kendisine anlatılan 6 aylık ömür bakiyesine aldırmadan daha uzun yaşayıp “tıp literatüründe” yer alma isteğinin olduğunu bir yerlerde okumuştum…

Ancak kendisine yüklenen misyonun gereğini yerine getirmeyince, olanlar olur, artık harici ve dâhili bedhahlar, devreye iyi saatte olsunları sokar, bazen CIA, bazen de KGB ajanlığı ithamları ile sürekli bir rahatsız etme, sorgulama ve araştırma fasılları açılır, tıpkı benzerlerine olanlar gibi… Pek tabii ki, itaat edip görev yapsa rahat edecek ama bu kelamın daha icat edilmediği günlerdir ve kerametinden kendisi de hiç faydalanamamıştır. Yazdığı kitabı KGB sufleleri ile yazdığı, olmadı Niyazi Berkes’in yazdığı gibi uyduruk tevatürlere inanılmaması gerektiği sonraki çalışma ve ilişkilerden de anlaşılmış görünmektedir, hatta daha da abuk olarak kitap CIA tarafından yazılmıştır gibi iddialar da duymuştum… At çamuru kalsın izi, nasıl olsa bu fani dünyada kimin söylediğine bağlı her türlü yalanı en doğru gibi yutturma kabiliyeti ve becerisine sahip muktedirler de var… Oysaki çok sevdiğim ve sık kullandığım, Anadolu’da “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olmalı” diye bir söz vardır ama nerdeeee…

Çiftlik Köy’de; tavukçuluk yaptığı ilk dönemlerde, şimdi deniz kenarında yer alan, dönemine göre bir hayli güzel ilkokul binasında akşamları, isteyen köylülere model motorlar, traktörler, uçaklar ve ilgili araçlar üstünden, kullanım, bakım, tamir gibi temel makine ve işletme bilgileri ile zirai bilgilerde verdiği kursları hatırlıyor olmama rağmen, yaşımdan ötürü herhangi birisinde dinleyici olarak bulunmamış olmanın üzüntüsünü yaşıyor gibiyim hafiften… Daha önceki bir yazımda bahsettiğim “Arka Deniz-Altınkum” tarafında kurduğu tavuk çiftliğinin, iyi saatte olsunları, gerek o dönemde gerekse de şimdi dinlediğim hikâyelerde fazlaca meşgul ettiği de açıktır.

Tezinde, Köy Enstitülerini toplumsal gelişim ve değişimin önemli bir aracı olarak gören ve kabul eden ve konunun evrensel boyutlarını bilimsel yöntemlerle inceleyip, değerlendiren ve yolu köyümüze de düşen bu değerli akademisyeni hatırlamak, hatırlatmak ve hayırlarla yâd etmek istedim.