Cuma, Ocak 27, 2017

İNÖNÜ'YÜ KANDIRMAK KOLAY MI DIR?


Canım yurdumun istila günleri; bugün ardılları tarafından parlatılan yetkili ve etkili önemli bir grup yobaz ve gerici, işgal kuvvetlerini mevcudiyetlerinin ve istikballerinin yegane temeli mülahazası ile bağımsızlık mücadelesinin hazine olduğu şiarını edinerek yola çıkanlara, onları bu hazineden mahrum etmek amacıyla dahili bedhah olmayı taammüden tercih etmişlerdir. Cihad-ı istiklal, cebren ve hile ile ve de dahili bedhahlar erketeliğinde tezahür etmiş işgale karşı, aslında herkesçe çok kolay bilinebilecek çok namüsait ve çok sınırlı imkan ve şerait altında yürütülmüş ve hem dahili bedhahların, ki onlar orduları direnme imkan ve kabiliyetlerini yok etmek için dağıtarak erketelik deruhte etmişlerdir, hem de harici bedhahların, ki onlar tüm dünyada emsali görülmemiş galibiyetlerin mümessilidirler, ki onlar için büyük bir hayal kırıklığı ile tecelli etmiştir. Böyle tecelli etmiş olması, bu ekibin ardılları tarafından asla kabullenebilmiş değil, saldır dur stratejisi ile saldırıp duruyorlar, görünen o ki asla da pes etmeyecekler. Cihad-ı istiklalin neresi bunlara dokunuyorsa, neresi batıyorsa artık...

Ne diyor bu avenelerden biri, "keşke Yunan kalsaydı", Allahtan sayesinde türban düştü, kel göründü... Gerçek niyet zuhur etti Allahtan, bunların alayı böyledir işte... Yunan, Fransız, İtalyan, İngiliz olsun ama asla Kuva-i milliye  olmasın... "Bizim gavurumuz elin gavurundan daha şiddetli" diye buyuruyor bunların tarihçi diye takdime şayan gördükleri pek muhterem Mısıroğlu (aslında püsküloğlu olsa daha isabetli olur) bir konuşmasında, "Beni tefe koyarlar ama keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiç biri olmazdı". Ne yazık ki Hüsnüyadis'ler bitmiyor, Allah verdikçe veriyor işte... Maşallah toprak ta mümbit... Yürütülen yalan, dolan, desise, hile, hurda ve kara propagandanın büyüklüğü karşısında şaşkınlığa düşmemek elde değildir açıkçası, bu nasıl bir kindir, bu nasıl bir öfkedir, bu nasıl bitmek bilmez bir düşmanlıktır, bu nasıl şiddetli bir hasettir vallahi gerçekten anlamak mümkün değil.

Malum hikayedir, alakalıları iyi bilir ve anlatırlar hikaye faslından ama ıtnap-ı makbulden alim-i muhakkikler  bunun asr-ı hakiki olduğunu mütemadiyen beyan ederler. Mudanya mütarekesi akdedilecektir, TBMM müzakereci olarak İsmet İnönü'yü tayin eder, bağımsızlığın temeli sayılacak bu müzakerelerin detayları konumuzu oluşturmadığından, bunları geçiyoruz bir kalem... Olabildiğince gergin ve sıkıntılı geçen müzakereler neticesinde, Cumhuriyet'in temelleri sayılacak kararlar işgal kuvvetlerinin komutanlarına kabul ettirilmiştir. Sıra müzakerelerin ardından, komutanlıklarca işgal edilen bölgelerin devir-teslim törenlerine gelmiş ve İsmet Paşa'nın da bulunduğu Mudanya'dan İngiliz subaylarının ayrılması sırasına gelmiştir. Kazanılan savaşın da verdiği büyük gurur ve mutlulukla, İngiliz askeri heyetinin iskeleden gemiye binip ayrılmaları sırasında tören kıtası ve bandosu yerlerini alır ve vedalaşma faslının sonuna gelinir, artık iskelede sırtını karaya dönmüştür işgal kuvvetleri, yönleri gemileridir, kefere işgalcilerin tören kıtası yürüyüşünü tören bandosunun marşı ile mütenasip yapıyor olmasından ötürü, bando bir anda giderek yüksek tempolu bir marş icrasına geçmiş ve marşın temposuna uygun giden tören kıtası da giderek hızlanarak adeta koşarak gerisin geri gemilerine binmişlerdir. Gerçi bu işgalciler için hazin, bağımsızlığını kazananlar için müthiş bir coşkuya dönüşen uğurlayış için bandoya giderek artan tempoda marş çalınması talimatını bizzat İsmet Paşa'nın mı verdiği yoksa bando şefinin kıvrak zekasının mı ürünü olduğu tam açığa çıkmamıştır ama İsmet Paşa'nın işte böyle arkanıza bakmadan koşar adım kaçarsınız anlamında talimatının olma ihtimalinin yüksek olduğu alakalı çevrelerde anlatılmaktadır. Yani anlaşılacağı üzere, bırakın şimdikiler gibi "istikşafi" numaralarını yemeyi, düvel-i muazzamanın mümessillerine pabuçlarını ters giydirmiştir.

1. Adam'a dil uzatmanın biraz da cesaret işi olduğunu iyi bilen bu güruh 2. Adam üstünden rejime saldırmadan duramıyor, evet devr-i hükümet ve tatbikatları üzerine her şeyi kabil-i tenkit buluyor ve tenkit hakkına sonuna kadar katılıyorum, Cumhuriyetin tüm eksiklerinin katılımcı ve özgürlükçü bir ortam yaratma adına tenkit edilmesi mukadder bir vaka olup bundan korkmamak ve kaçmamak ta gerekir, lakin alternatif olarak Osmanlı'nın padişahlığının ikamesine hainane zemin hazırlama çalışmalarına da şiddetle karşı çıkılması gerekmektedir... Çünkü bu karşı çıkış, aynı zamanda Osmanlı döneminin köşe başı tutucularının Cumhuriyetle birlikte düzenleri bozulunca yeminli ve muahid Cumhuriyet düşmanı oluşlarına karşıdır da...   

Gerçi mezkur somun pehlivanı kabilinden zevatın, tüm dünyanın jandarmalığını üstlendiği ABD'nin  tazyik ve tevsidlerine istinaden, Irak ve Suriye'ye girmeye diren(e)meyenlerin çok kolay anlayabilecekleri konular olmasa gerekir mezkur konular. Hele İnönü'nün Lozan müzakereleri devrinde, düvel-i muazzamanın lideri konumundaki İngiltere temsilcisi Churchil'e uzun ve meşakkatli görüşmelerin içinde, mezkur zevatın çok uzun bir konuşmasının ardından, "biliyorsunuz ben sağırım, bu dediklerinizi tekrarlarmısınız lütfen" diyerek, sinirden adeta çılgına dönen müzakereci karşısında, fikrinin, zikrinin, mutediliyatının ve asabiyetinin ne kadar sağlam olduğunu göstermiştir, beğenelim ya da beğenmeyelim, sevelim ya da sevmeyelim, kendisini fahiş hatalar yaptıracak düzeyde kimsenin kandırdığına tarih tanıklık etmemiş ve kendisi de "kandırıldım" diye bir beyanatta bulunmamıştır.

Gerçi bu ve buna benzer hilaf-ı hakikat beyanların biz yabancısı değiliz 1974 Kıbrıs meselesinin hallinde de dönemin Başbakan Yardımcısı olan muhterem işkembe-i kübradan "ben aslında tüm adayı alalım dedim ama Ecevit kabul etmedi" gibisinden hayal ürünü, hem de ham hayal ürünü konuşmalar yapmıştı... Onu o gün söylemediğin ve ehven şartlar için pusuya yattığın için, tüm bunlar "Keennem yekün" hükmündedir ve deyim yerinde ise üfürükoloji biliminin alanına girmektedir. Babamın çok güzel bir sözü vardı; "yellen yellen ipe diz", tam da durum o durum vallahi.

Cumartesi, Ocak 21, 2017

KABİL'DE CUMA NAMAZI KILMAK

Tüm dünyaya örnek teşkil etmesi gereken, Pakistan'ın yakın geçmişte yaşadığı serencam, orada yaşanan kanlı süreçler, kimsenin ders almadığı yaşanmışlık olarak kalmıştır, daha sonra ve halihazırda içinde bulunduğumuz coğrafyada yaşananlara bakınca da kimseye ders olmadığı anlaşılmakta ve de olmayacağı da aşikardır, ne yazık ki.
1979'da Afganistan'ın davetine icabet ederek bu ülkeye asker gönderen Sovyetler Birliği'ne karşı, gerek ülke içinden, gerekse de ülke dışından detayına şimdi girmeye gerek olmayan malum nedenlerden ötürü uygulanan yöntem bilindiği üzere tamamen ABD menşelidir. Sovyetler Birliği'nin Afganistan'a girmesi üzerine, Afganistan'da manipüle edilen dini bütün ve antikomünist yığınlar, çaktırmadan Pakistan içinde sınırlara yakın yerlerde, emperyalist dünya lideri ABD önderliği ve dahili bedhah Diktatör Ziya Ül Hak önderliğindeki Pakistan tarafından organize edilen kamplara getirilirler. Maksat dünyanın gözünde tescilli jandarmalık görevi yanında, hamilik görevinin de legalize edilmesi olunca, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan ABD, yardımcıları Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt başta olmak üzere, destek ve kuyruk olmanın dayanılmaz hafifliğine ermiş tüm yandaş ülkeler vasıtası ile Pakistan'a yapılan sözde destek sonuçta köstek olmuştur. Dönem itibari ile de canım yurdumun direksiyonunda yeşil kuşak projesinin taktik aşamalarını, tıpkı Pakistan'daki biraderi (brother) Ziya Ül Hak gibi gerçekleştirmiş ve tek kişilik yönetime başlamış "asmayalım da besleyelim mi" sözünün ve pratiğinin mimarı Kenan Evren bulunmaktadır. Canım yurdumun Afganistan'dan gelen sığınmacılara dönem itibari ile nasıl kucak açmış olduğunu yaşı tutan herkes hatırlamaktadır, öyle zannediyorum.
Neydi peki Pakistan'da yaşananlar, neydi bu yaşananların coğrafyamıza örnek teşkil etmesi gerekenler, şöyle kısaca bir bakalım...
ABD ve destekçileri Pakistan'ı "cihat otobanına" çevirmek için uğraşırlarken, içerideki tek adam da, askeri diktatörlüğünü ve tek adamlığını en azından ortak ya da birlikte hareket ettikleri gözünde legalize etmek ve içeride de iktidarını da perçinleyebilmek adına rahle-i tedrisatını meşhur İngiliz Exeter Üniversitesi'nde tamamlamış ve edilen suflelere göre de çalışmalarını yürüten ve de tamamen İngiliz yurt dışı istihbarat örgütü kontrolündeki yerel tarikatlarla kucak kucağa çalışmalar yürütmekte idi. Bu çerçeve de başta askeri akademi ve ordu olmak üzere, tüm adalet mekanizması, tüm idari yapılanmalar ve güvenlik güçleri bu rüzgarlara uygun reorganize edilerek yola çıkıldı, artık bugün itibari ile gelinen noktayı detaylı anlatmaya gerek yoktur sanırım, Pakistan'ın düştüğü durum ortada ama sebep olanların hiçbiri ortada yoktur gayri... Şimdi, mezarından dünyaya bakarak, "hay Allah, ben neler etmişim canım memleketime" diye düşünüyor mudur acaba mezkur tek adam, diktatör Ziya Ül Hak, bilmiyorum ama, aklı başında herkes baktıkça bu ülkenin haline gözyaşlarını tutamadıkları kesindir.
Pakistan'da; cihadist militanların "bulanık suda balık" olmalarını teminen oluşturulan büyük kamplarda, "eğit-donat" programlarına tabi tutulan el kaide başta olmak üzere ağırlıklı uluslararası militanlardan oluşan düzinelerce cihadist grup, kinlerini ve öfkelerini kusmaya başlamışlardır artık, sözde Sovyetler Birliğine karşı organize edilen ama temelde başta bölgeye sonra da dünyaya çeki-düzen verme savaşında... Artık Afganistan'da taş, taş üstünde, baş, baş üstünde kalmayacaktır...  Mültecilerin konakladıkları kamplar artık, bulanık su olmaktan öteye geçmiş, alınan gaz ve rüzgarla, bizatihi kendileri artık mücahit devşirme ocakları gibi rol üstlenmişlerdir, ABD ve yandaşlarının sınırsız finans güçleri ile "eğit-donat" tedrislerine teveccüh olarak, mücahitlerin yer yer başarılarının yarattığı zafer sarhoşluğunun oluşturduğu imanın bol, aklın yok olduğu ortamda tek adam Diktatör Ziya Ül Hak artık açıktan, "Kabil'de en kısa sürede cuma namazı kılacaklarını" dillendirmektedir. Sonuç, 1989 da Sovyetler Birliği'nin Afganistan'dan çekilmesi ile ortalık deyim yerinde ise tam da "56'ya gitti", iktidar savaşları nedeniyle birbirlerine dönen silahlar yaratılan kin ve öfke ile bir ülkenin tüm geçmişini ve geleceğini çöpe atmıştır, artık bırakınız siyasal ve ekonomik istikrarı, başkentin göbeğinde asfalt yol bırakmayana kadar bir savaşın girdabına gark olmuştur. O kadar ki, ABD'nin desteklediği "Taliban" yönetiminin "İyiliği Emir ve Kötülüğü Men Bakanlığı" duvarında da "aklı köpeklere atın, yozluk kokuyor" sloganını gururla astığını da ilgili kaynaklardan biliyoruz, işte durum budur gayri o güzelim Afganistan'da... Peki, kurduğu kamplarda, eğit-donat programlarına, hem de komşusunun yıkılıp yerle bir olmasına göz kapayan ve hiçbir şey görmeyen ve hatta  geçmişte yapılan zorlama anlaşmalarla Afganistan'a bırakıldığı iddiasıyla bazı toprakları hedef tutan Pakistan ne durumdadır şimdilerde, bir canlı bombanın ya da uzaktan kumandalı bombaların patlatılmadığı günler artık çok gerilerde kalmış, yerine artık terörle yaşamaya alışmalıyız diyen politikacılar gelmiştir.

Aklı, vicdanı ve ahlakı olduğu iddiasına sahip her canlıya iftiharla takdim ediyoruz, yaptıkları ve destekledikleri durumun feciatını görmeleri bakımından... Eğer bu kafayla giderse bu coğrafyanın insanı ve bu miktarda birbirinin kopyası diktatör Ziya Ül Hak yetiştirir ve ülke yönettirir ise, korkarım ve  ne yazık ki bol miktarda Sykes-Picot’lara kaçınılmaz olarak boyun eğmeye devam edecektir.

Cumartesi, Ocak 14, 2017

KİTAPSIZ FEYLESOF SAKALLI CELAL-3

2 Haftadan beri; Sakallı Celal üstüne güzelleme düzeyinde anılar ve olaylar anlattık; Orhan Karaveli'nin aynı adlı kitabını referans alarak, peki çevresinde bu kadar sevilen, her fırsatta kendisi ile birlikte olunmak istenen bir kişi olmasının yanında kendisinden nefret eden, sevmeyen kişiler yok mu idi? Olmaz mı, yine mezkur kitaptan anlıyoruz ki, başta yobazlar, gericiler ve Atatürk düşmanları olmak üzere bir grup insan da bu cepheyi oluşturuyordu... Muhtemelen Atatürk düşmanlıkları ve Sakallı Celal gibi Atatürk severlere karşı hasımlık, tarihe 31 Mart vakası olarak geçen gerici ayaklanma da, ayaklanmayı bastırmak için Atatürk'ün kurmay başkanı olduğu Hareket Ordusuna destek vermiş olmaları gibi görünmektedir. Son Osmanlı üdebasından (!!!) ve dönemim Ankara Kadısının oğlu Mahir İz, bunları öğrenci iken tuttuğu günlüklerden aktarmış olsa idi, çocukluk dışa vurmuş der güler geçerdik, ama ilerlemiş yaşlarda da aynı çocukluğu yapınca artık bunun düpedüz garez ve husumet olduğu anlaşılmaktadır. Allahtan, yine de okulun masalarını, sandalyelerini çalıyordu demiyor ve sadece fizik bilimine düşkünlüğünü, aydınlamanın önemini sıkıntı yapıyor, Allah muhafaza, emin olun ki bu kabil insanların söyleyeceği her türlü yalan toplumun önemli bir bölümünce makbul ve makul karşılanmaktadır, Allah selamet versin.
Mahir İz, Sultaniye'ye dönüşen Ankara Lisesinde Sakallı Celal'in öğrencisidir ve yıllar sonra anılarını kaleme alır, burada Sakallı Celal ile ilgili olumsuz duygularını ve düşüncelerini anıları imiş gibi aktarırken, hocasını Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı olarak göstermekten imtina etmemiş, oysa cümle alem bilir ki, Sakallı Celal el yazısıyla kaleme aldığı vasiyetinde de olduğu üzere, Atatürk'e karşı inanılmaz bir sempati ve bağlılık beslemiştir, fakat bu temelde Cumhuriyete ve Atatürk'e gerçek anlamda içten içe bir husumet besleyenler için bunları yazmak sorun teşkil etmemekteydi. Sakallı Celal ile ilgili olumsuz anıları olan az sayıda insanın olduğunu anlıyoruz ve bunlardan biri de Mahir İz demiştik ya, işte kitaptan aynen aktarıyoruz o anıların anlatıldığı bölümü;
Bunca seveni ve sayanı olan Sakallı Celal'i olumsuz biçimde tanıyıp tanıtmaya çalışanlarda çıkmıştır ve bunlardan biri de Mahir İz'dir. Medine mollası ve Ankara kadısı Külhanizade İsmail Abdülhalim Efendi'nin üçü küçük yaşta ölen dokuz çocuğundan bir olan ve değişik öğrenim kurumlarında hocalık yapan Mahir İz'in, emekliye ayrılmadan önceki son görevi İstanbul imam hatip okulu müdürlüğüydü ve demokrat partinin ünlü Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'nin görevi bırakmadan önce imzaladığı son kararname, "ilim yayma cemiyeti" tarafından önüne getirilen, Mahir İz tayini kararnamesiydi...
"imtihanda bir mühendis ile müdür muavini Sakallı Celal Bey mümeyyiz olarak bulunuyorlardı. iki sual çektim. biri kamer ve safahat-ı kamer idi, anlattım. diğeri, nısfü'n-nehar-ı rebii noktasının tayini idi.bu bahis müsellasata taallük ediyordu. benim matematiğim zayıf olduğu için düsturları ezberlemiştim. Tahtaya geçtim ve mahfüzatımı izahıyla birlikte tahtaya yazdım. mümeyyiz Celal Bey beni dindarlığımdan ve diğer bazı sebeplerden dolayı sevmezdi. "bu ezberdir, silsin, bir daha yapsın" dedi. ben sildim, tekrar aynını yazdım. şaşıracağımı sanmıştı, canı sıkıldı. "yeter, çıkınız" dediler, çıktım. imtihan odasında  şiddetli münakaşalar olmuş, mümeyyiz Sakallı Celal Bey beni ikmale bırakmak istemiş, diğerleri ise yedi numara takdir etmişler. nihayet 6 numarada müşkilatla kabul ettirmişler. yakayı kurtardık.
Celal Beyin bana olan husumetinin şu hadiseden ileri geldiğini sanırım. Bize Fransızca dersine gelirdi fakat derslerine muntazaman devam etmezdi. bir gün dersimiz Fransızca olduğundan hoca gelmeyecek diye yine başka şeylerle meşguldük. Ben tahtaya her zaman olduğu gibi arkadaşlarımın arzusu ile bir beyit yazmış, okuyup izah ediyordum! tam o sırada ayak sesleri işittiğimiz için derhal yerlerimize oturduk. Celal Bey, her zamanki gibi kolunda bir deste kitapla sınıfa girdi. Kitapları masaya bıraktı, tahtaya bakıp henüz silmeye fırsat bulamadığım Muallim Naci'ye ait beyti okudu ve "bunu kim yazdı" diye sordu. Arkadaşlar bana bakınca haliyle "ben yazdım" dedim. "kimindir" dedi. "naci'nin" diye cevap verdim. "başka adam bulamadın mı?" deyince "münevver Fransızca bilen, açık fikirli bir adamdır" diye cevap verdim. Karanlığa doğru açık diye mukabelede bulunda. Bu muhavere hoşuma gitmedi, ayrıca babamın Ankara Kadısı olduğunu da biliyordu. Müftinin yeğeni ile bana karşı çok haşin tavırlar almaya başladı. Sebebi iki Müslüman çocuğu olup dini inançlarımızın sağlam bulunuşundandı. Bizim de ona karşı sırf bu yüzden antipatimiz vardı. Son derece materyalist olup dindarlara musallattı. Daha evvel yine bu mizacından dolayı Üsküp'ten, arkasından teneke çalarak kaçırdıklarını Üsküplü arkadaşlar anlatmışlardı!. Mektepte aynı zamanda müdür-i sani yani baş muavin olan bu zat fizik ilimine meraklı olup Fransız ihtilalini ve Fransızca'yı çok iyi bilirdi. Çok zeki, sürat-i intikal sahibi, haneberduş, muayyen fikirler besleyen bir adamdı... Kendi inancına göre haksız tanıdığı hususlar için herkesle kavga ederdi... Yaşayışı kimseye benzemezdi... Hemen hemen tanımadığı yoktu... Sevdiğine kul köle olur, sevmediğine ne amansız düşman kesilirdi. Fevkalade hazırcevaptı. Kıyafet Kanununun neşrinden bir müddet sonra tramvayda kendisiyle karşılaştım.  "Efendim, bilmem dikkat ettiniz mi? İlmiye sınıfı şapka kanunundan sonra hep melon şapka giyiyorlar, fötr giyen yok, acaba neden?" deyince hemen "cami kubbesine benzediği için" deyivermişti!...
Yıllar sonra bir gün Kadıköy vapurunda rastlamıştım. "Sizi hala huzura kavuşmuş göremiyorum. Siz ne istiyorsunuz, ne düşünüyorsunuz, hatta şimdiye kadar düşünmediklerinizin hepsini Mustafa Kemal Paşa yaptı. Neden hala memnun değilsiniz?" diye sordum. Bana, "Sen hiç tiyatroya gitmedin mi? Perde açılır, karyolaya uzanmış bir hasta görürsün, başında ilaç veren bir de hemşire vardır. Biraz sonra doktor içeri girer, nabız yoklar, reçete yazar... Aslında ortada ne hasta, ne hemşire, ne de doktor vardır. Bunların hepsi bilirsin ki rolden ibarettir. İşte bizim cumhuriyetimiz de "Yaşasın Cumhuriyet" rolünden ibarettir" diye karşılık verdi! Hazılı bazılarına göre "sosyal demokrat" bir adamdı. Kendisi için "Komünist" diyenler de vardı. İhtimal ondan dolayı rejim düşmanı idi ki böyle söylüyordu...

Cumhuryetin "ilmiye sınıfı"ndan (!) Mahir İz Hoca'nın aklı ve ilmi ön planda tutan Sakallı Celal Bey'i "rejim düşmanı" gözüyle görmesini yadırgamamalı. Peki, Cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık eden ve onun ülkeye getirdiği aydınlık ortamı bilen Ahmet Haşim ve Haldun Taner gibi edebiyatçılarımızın kalemlerine acaba neden düşmüştü Sakallı Celal Bey'in azametli gölgesi?

Pazar, Ocak 08, 2017

KİTAPSIZ FEYLESOF SAKALLI CELAL-2


Bir önceki yazımda belirttiğim üzere, yaratıcısı olduğu bir sürü sözden birisi de "bir insan ancak okuyarak bu kadar cahil olabilir" olan, geriye yazılı bir eser bırakmayan ancak bir o kadar da etkili anılar bırakan, Osmanlı İmparatorluğu Bahriye Nazırı, Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğlu, Galatasaray Lisesi, 1907 mezunu Sakallı Celal (Yalınız), son sınıf öğrencisi iken, tarihe "31 Mart vakası" diye geçen gerici ayaklanmanın bastırılması için Selanik'ten gelen Hareket Ordusuna okuldan kaçarak gönüllü olarak  katılmıştır. Hayatı, çevresindeki her şeye duyarlı davranışlar göstererek geçen, Sakallı Celal, Fransa'da bulunduğu tarihlerde İtalya'nın Libya'ya saldırması sırasında edindiği bir Fransız Pasaportu ile hemen Libya'ya giderek oradaki savunma ve direnme harekatına gözünü kırpmadan katılmıştır. Tüm bunların yanında kendisini kendi deyimi ile hayata bağlayan en önemli değerlerin başında "Galatasaray'ın" geldiğini mütemadiyen beyan etmiştir. Bu bağlılığın yegane ölçüsü de, Galatasaray'ın dönem itibari ile yönetsel açıdan da özgürlük rüzgarlarının estiği yerin merkezi olması olup, kendisi de tüm Galatasaraylılar gibi bir hürriyet aşığı idi.

Fransa'daki Öğrenimini yarıda keserek yurda dönünce; Galatasaray lisesi müdürü Hocası Tevfik Fikret'in kapısını çalmayı düşünür, fakat Galatasaray’daki özgürlükçü hava yüzünden Okul Müdürü Tevfik Fikret’ten rahatsız olan çevreler baskılarını arttırınca Tevfik Fikret görevden alınmıştır. Öğretmenlik yapma isteği, soluğu Maarif Nazırı Emrullah Bey'in kapısına getirmiştir kendisini ve o dönemlerde hürriyet rüzgarlarının delice estiğini düşündüğü Üsküp kenti tercihidir, böylece Fransızca ve Felsefe öğretmeni olarak Üsküp'e atanır. Ne yazık ki, bundan sonraki hayatında da olacağı üzere, açık sözlü, doğrucu ve bilimselliğe verdiği önem nedeniyle, gerici ama etkili çevrelerce hiç sevilmemiştir, sürekli kendisinden şikayet edilmiştir. Hele bir de fazla geniş vizyonu ve ileri görüşlülüğü nedeni ile öğrencilerine hurafelere inanmamaları yönünde verdiği telkinler ve derslerin yanında sporun da önemli olduğunu düşünmesinden ötürü, Üsküp'te öğrencilerden müteşekkil bir futbol takımı kurması ve bir futbol sahası düzenlemesi yüzünden egemen çevrelerin derhal hedefi olmuştur. Çünkü bu egemen çevrelere göre bu "fransız monşeri" çocuklara sık sık büyük Fransız Devriminden söz eden bir zındık idi. Ayrıca bu monşer oruçta tutmuyordu, namazda  kılmıyordu, hatta cuma namazlarına bile gitmiyordu. Öğrenciler onu seviyormuş, sıradan Üsküp halkı onu büyük bir iştahla dinliyormuş, egemenler için, hem en tehlikeli durum, hem de ne gam ne keder, onlar için varsa yoksa kendi bildikleri. Egemen çevrelerin "şeytan oyunu" ve "komünist icadı" diye niteledikleri ve "futbol dine aykırıdır ve Kerbela'da şehit edilen İmam Hüseyin'in başını düşmanları böyle tekmelemişlerdir" propagandası ile görevine son verilir.

Peki, Sakallı Celal, bu yaptıklarından vazgeçer mi, asla. Bilahare de Fransızca ve Felsefe Öğretmeni olarak atandığı Kastamonu'da, yine gerici egemen çevrelerin karşı propagandası ile karşılaşır, yine iddia bir yobaz hocanın "Bu oyun dine aykırıdır. Kerbela'da şehit edilen İmam Hüseyin'in başını düşmanları böyle tekmelemişlerdi" sözleri üzerine bu sefer de yobaz hocayı bir güzel döver ve yine görevine son verilir, İzmit'e öğretmen olarak tayin olunur.

Oradan da; Ankara Sultanisine Müdür olarak atanır, burada da ders programlarını değiştirip din derslerini azalttığı ve erkek öğrencilere bayan öğretmen atadığı için uyarılar alır ama onun umurunda değildir bu uyarılar o doğru bildiğini yapmaktadır ve yapacaktır da. Burada gelen büyük tepkileri göğüslemiş ve savuşturmuştur. Ancak bir gün, okula bakanlıktan bir yazı gelir, Hukuk Fakültesinin öğrenci ihtiyacını karşılamak üzere son sınıf öğrencilerinin acil olarak okuldan mezun edilmeleri ve hatta bunun yanında bir alt sınıflarında bir formalite sınav uydurularak mezun edilmeleri gerektiği belirtilmektedir.  Sakallı Celal bu yazıyı okuyunca çok sinirlenir ve "… Ankara sultanisi "boyacı küpü" olmadığı cihette Vekaletin talebi kabili tatbik görülmemiştir. Hem bendeniz, Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte "mucize" devrinin sona erdiğini sanıyordum. Demek ki yanılmışım. İstifamın derhal kabulünü veya Vekalet emrine alınmama emirlerinizi arz ederim efendim. Mahmut Celal." şeklinde bir istifa mektubu kaleme alır.

Öğretmenlik hayatında, gençlik döneminde çok önem verdiği hürriyet fikrinin devamı kabilinden edindiği fikirler gereği, öğrencilerin insan muamelesine tabi tutulması gereğine inanır ve öğrenci dövülmesine açıktan karşıdır. Okula geldiği bir gün Sakallı Celal, bir öğretmenin bir öğrenciyi bahçede dövdüğünü görür ve o da gider o öğretmene okkalı 2 tokat yapıştırır, şikayet üzerine de Okul Müdürünün karşısına çıkınca, "bir öğrencinin hayvan muamelesi göremeyeceğini okulda bu şekilde dayak yiyemeyeceğini göstermek için bende ona iki tane asıldım der." Sonuçta öğretmenler topluca Bakanlığa şikayette bulunarak Sakallı Celal'in gönderilmesini talep ederler ve Bakanlıkta Sakallı Celal'i Eskişehir'de başka bir okula tayin eder. Fakat Sakallı Celal "öğretmen olmamı istediniz öğretmen oldum. İstanbul'a gönderdiniz eşşekler arasında öğretmenlik yaptım. Şimdide Eskişehir'e gönderiyorsunuz kim bilir orada ne eşşekoğlu eşşekler arasında öğretmenlik yapmak zorunda kalacağım" diye bir telgraf yazarak istifasını verir. Artık öğretmenlik ya da herhangi bir memuriyet yapamayacağını anlamıştır. Evet, Orhan Karaveli'nin "Sakallı Celal" adlı kitabını okumaya devam, muhteşem anılar var.

Pazar, Ocak 01, 2017

KİTAPSIZ FEYLESOF SAKALLI CELAL

Çok bilinen ve sıklıkla kullanılan “Türkiye durmaksızın doğuya giden bir gemidir, bazıları bu geminin güvertesinde batıya doğru koşarak batıya gittiklerini sanırlar” ve “bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir”  kelamları başta olmak üzere, daha birçok veciz sözün ilk kullanıcısı ya da sahibi olarak bilinen, filozof, öğretmen, aykırı, muhalif, sosyalist, “komünist enternasyonal’de” Türkiye’yi temsil eden heyet azası, aynı zamanda her daim Atatürkperver olan, ama en önemlisi de dönemin en önemli okulu olan Mekteb-i Sultani(Galatasaray lisesi) mezunu olmasıdır. Yazar Orhan Karaveli’nin “Sakallı Celal” adlı kitabını okurken birbirinden ilginç ve dikkat çekici anıya tanıklık ediyorsunuz adeta; Osmanlı Kaptan-ı Derya’sının oğlu, Galatasaray Lisesini bitirir, dönem itibari ile okul müdürü halen Tevfik Fikret’tir, kendisinden aldığı ilim, irfan ve feyz ile,  Fransa’ya Sorbonne Üniversitesine siyaset bilimi tahsil eylemeye gider ancak fikri dünyasında oluşan fırtınalar nedeni ile, Fransa’da kaldığı bir yıl boyunca, kahve kahve dolaşmış, düşünmüş, yemiş, içmiş, kendini aramış durmuş deyim yerinde ise serkeşlik etmiş, olmamış Türkiye’ye dönmüş, öğretmen yardımcılığı, öğretmenlik, okul müdürlüğü, fabrikada teknisyenlik, çımacılık, çöpçülük, hamallık gibi bir sürü işe girmiş çıkmış, istenilenden ziyade olması gerekeni yapınca da, ne yazık ki hiçbir yerde barındırılmamıştır.

Bugünlere de şavk tutacak şekilde yaşanmışlıkları bulunduğu anlaşılan Sakallı Celal üstüne Yazar Orhan Karaveli’nin aynı adla yazdığı kitaptan birkaç örnek verelim ki, meramımız iyi anlaşıla ve daha fazlası için de mezkur kitabın okunmasını salık vermiş olalım. Aydın’da çalıştığı dönemde, Ruhsatlı Silahı olmasına rağmen bir ihbar neticesinde yakalanınca savunmasını yapmak üzere yazdığı dilekçede şu harika lafları eder; “bu polis eskiden Padişah’ın ve Hilafet’in polisiydi. “Padişahım çok yaşa” diye bağırmayanları yakalayıp zindana tıkardı. Düpedüz zulüm aracıydı emrinde olduğu Padişah ile Hilafetin. Şimdi devran değişti, Cumhuriyet ilan olundu ve bu polis Cumhuriyet’in polisi olup çıktı. İyi de, ben bu polise nasıl güvenebilirim? Yarın, birileri punduna getirir ise bir kez daha “hilafetin polisi” olmayacakları ne malum? O nedenle ben bu silahı “gerektiğinde Gazi Paşa’yı ve Cumhuriyet’i korumak için taşıyorum”. İfadem bundan ibarettir.”
Dostları ve bulunduğu çevrede tanıdıkları arasında, Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Haşim, öğrencim de dediği Nazım Hikmet, Ordinaryüs Matematik Profesörü Ali Yar, Haldun Taner, Ali Sami Yen, Nurullah Ataç, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Kazım Taşkent, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli, Profesör Dr. Vakur Versan, Burhan Felek, gibi önemli şahsiyetler bulunan kitapsız feylesof Sakallı Celal ile ilgili bir başka yaşanmışlık, yine aynı kitaptan; “Sakallı Celal Ankara Erkek Lisesi Müdürü iken okulun lağımı patlar. Durum Bakanlığa iletilir ama Bakanlıktan “durumun idare edilmesi” yolunda bir cevap gelince Sakallı Celal iş tulumunu giyer, bir öğrencisiyle birlikte patlayan lağımı onarmaya başlar. Tam o sırada okula gelen bir müfettiş, Sakallı Celal’i o halde görünce bakanlığa; “makamına uygun olmayan bir kıyafette görüldü.” diye rapor eder. Çok geçmeden Bakanlık Sakallı Celal’e bir yazı yazarak: “niçin makamınıza uygun olmayan bir kıyafette görüldünüz?” diye sorup savunma isteyince Sakallı Celal doğrudan arkadaşı da olan Bakan’a çıkıp: “lağım patladı dedik, idare et dediniz. Ben de lağımı onarıp idare edeyim dedim. Lağıma resmi kıyafetle girecek değildik ya. İdare etmenin bok içinde oturmak anlamına geldiğini nerden bileyim?!”

Canım Yurdumun tarihinde, ne yazık ki yazılı bir eser bırakmadığı bilindiği halde, uzun yıllardır söyledikleri tekrarlana gelen, sürekli aranan ve birlikte olunup muhabbet edilmek istenen kişiliği ile önemli bir yer işgal eden, saçının ve sakalının dağınıklığı ve sürekliliği nedeni ile Karl Marx’a benzetilen bir filozof şahsiyettir, Sakallı Celal. Haksızlıklara ve adaletsizliğe karşıtlığı nedeni ile sürekli bir şekilde ve tek başına protesto edişlere asla ara vermez ve bu uğurda kendisine gelen baskılara da asla boyun eğmemiş şahsiyeti nedeniyle bir dönem sırf “çöpçülere az maaş veriliyor” diye protesto amaçlı, bir dönem çöpçülük yapacak kadar, duyarlı, ahlaklı davranan, bugünlerde çok fazlası ile ihtiyaç duyulan bir öğretmen olup bugünlerde kızdığımız zaman ya da bir durum tespiti yapmak adına kullandığımız veciz sözlerin yaratıcısıdır. Canım Anadolu topraklarının fazla aşina olmadığı, doğru bildiğini, her şeye ve herkese rağmen, her zaman ve her yerde söyleyen, savunan ve iddia eden, para, şan ve ün için fikirlerinden ve onların ifadesinden asla feragat etmeyen, nadir insanlardan biri olduğu hayat hikayesinden kolayca anlaşılan, günümüz omurgasızlarına iyi bir örnek teşkil edecek nevi şahsına münhasır, Sakallı Celal Yalınız’ı bu nedenle bir kez daha, biz de anmış olalım.  

Yazıyı Sakallı Celal’e ait bir söz ile sonlandıralım bu hafta;
“Tanzimat ilan ettik, olmadı
Meşrutiyet ilan ettik olmadı
Cumhuriyet ilan ettik olmadı

Yahu biraz da ciddiyet ilan etsek!”