Cuma, Nisan 28, 2023

MECBURİYETİMİZİN MÜTECAVİZLERİ

 

Daha önce bu lafı sarf etme gerekçemi tafsilatı ile https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2017/12/mecburiyetimize-kus-kondurmak.html adresindeki bir haftalık yazımda anlatmış idim… Ve öyle zannediyorum ki, her siyasi görüşten insanın bir şekilde yaşadığı bir duygudur. Yani ve anlaşılacağı üzere, Canım Yurdumda siyaset yapıcıların ve ikna olmaya dayalı onların noterliğini yapan halkımızın hal-i pür melali aynısıyla böyle vakidir. Aman aman, bu zinhar bir siyasi parti ile sınırlı tebarüz ettirme yazısıdır diye düşünülmesin… Maalesef, sol da ve sağ da hatta ve dahi altta ve üstte de durum böyledir. Peki, siyaset yapıcılar, “mobil fikriyatı” yani durumun icabı kabilinden “öyle de olur böyle de olur” umdesi mucibince hareket ederken tercih yapıcılar açısından durum nedir diye bakınca, maalesef pek farkı bulunmuyor. Canım Yurdumun insanının yarattığı, benim de çok sevdiğim ve sık kullandığım “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olmalıdır” sözü bir türlü güzel bir söylem olmaktan öteye gidemiyor. Yani ve özetle, biz söyleyeni deli tayin ederiz de kendimizi bir türlü akıllı saflara geçiremeyiz.  Cem Karaca’nın çok ünlü “Namus belası” adlı parçasında belirttiği üzere, “toplasam o öğütleri burdan köye yol olur” derken öğütlerin çokluğunu ve yol göstericiliğini umde edinmekten bahisle ilerler iken birden vitesi boşa alıp “Hep bir hallı Turhallıyız yüzbin kere tövbe eder yine şarap içeriz” moduna geçer, aslına rücu eder ve umurumda mı dünya, nerde kalmıştık nidaları ile ilk öğrendiğimiz şeyleri yapmaya devam ederiz. İlk duyduğumuz, ilk öğrendiğimiz, ilk bildiğimizi zannettiğimiz ne ise asla ve kat’a değiştirmeden, onun peşinden gideriz… Bakın bakalım dünyaya ya da yakın çevrenize durum bundan farklı mıdır? İnsanın bireysel ve toplumsal tercih ve davranışları maalesef böyle şekillenmektedir.   Okuyanlar bileceklerdir, daha önceleri detaylarını  https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2014/03/karar-kolay-degismez.html adresinde yazdığım “Karar kolay değişmez” başlıklı yazımda anlatmış idim.

Mezkûr yazıdan bir kesit; İnsan karar oluşturma sürecinde, ilk verdiği kararı tekzip etmeye yönelik ilave olarak kaç veri değişirse değişsin, asla değiştirmediğine tanık olunan bir konuda; semineri veren kişinin “bir şirkette bir bölüm şefinin iş akdinin feshi” üzerine, iş akdinin feshini gerçekleştiren yetkilinin kararını açıklayan ve;

Bölüm şefi, tüm uyarılara rağmen iş disiplinini bir türlü tesis edememiş olup birlikte çalıştığı kişilere liderlik yapamadığı, yapılan çalışmaların değerlendirmeleri sonucunda kendisinden beklenen performansı bir türlü gösteremediği tespit edildiğinden iş akdi feshedilmiştir” biçimiyle özeti verilebilecek uzun bir gerekçe yazısı okur.

Bilahare; saha mühendislerinden Genel Müdür Yardımcılarına kadar değişik yetkililerden oluşan 21 kişilik katılımcı grubundan, “a-karar doğru, b-karar yanlış ve c-çekimser” cevap şıklarından uygun görülen birini oylamalarını ister, cevaplar “a–17, b–1 ve c–3” şeklinde oluşur.

Çalışmanın ilerleyen bölümünde de; semineri veren kişi iş akdi fesh edilen bölüm şefinin birlikte çalıştığı personelden birkaç kişinin konuyla ilgili görüşünü aktaran;

Bölüm Şefimiz, son derece başarılı idi, mesai başlama saatinden önce mutlaka işinin başında olur, bir gün önceden yapılan günlük planın detaylarını bizler gelmeden bir kez daha gözden geçirir, bizler işe başlayınca güncellenmiş plan bilgisi, bizleri müşfik ve pozitif enerji dağıtan görünüşü ile işe dört elle sarılma konusunda teşvik ederdi. Bir önceki döneme göre bölümün üretimi artmış olmasına rağmen iş akdinin fesh edilmiş olmasını kesinlikle anlayamadık” biçiminde kaleme alınmış yazılı metinler okur ve yeniden aynı şıklar kapsamında bir oylama yapılır.

“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; Şirketin ölçme, değerlendirme bölümünden gelen ve iş akdi fesh edilen kişinin bölümünü değerlendiren; mezkûr bölüm bir önceki döneme göre üretim performansını master planda %20 lik bir artış planlanmasına rağmen %35 lik bir artışla tamamlamıştır. Ayrıca bölümler arası ilişkilerde ve bilgi akışında bir önceki döneme göre ciddi bir hız ve kalite temin edilmiştir.” mealinde bir raporu okuyarak, aslında iş feshi kararını veren kişiyi tekzip eden bir tespit gerçekleştirir. Yine bir ara oylama; sonuç;

“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; iş akdi fesh edilen bölüm şefinin işe alınmasında aracılık yapan insan kaynakları şirketinin mezkûr kişi ile ilgili işe alınması aşamasında hazırladığı sunumu da; “münhal kadro için yapılan başvuruların değerlendirilmesi sırasında tarafınızca verilen tüm kriterler açısından bakıldığında en uygun başvurunun bu olduğu kanaatindeyiz. Geçmiş çalışmalarının performans değerlendirmeleri ile başarılı plan uygulamalarının ve iş disiplininin gereklerine göre sıralamada en önde değerlendirilmesi gerekmektedir” gibi bir özeti içermektedir. Yine bir ara oylama; sonuç;

“a–17, b–3 ve c–1”

Görüldüğü üzere, yer ve fikir değiştirme %10 düzeyinde ve etki alanı dar bir bölgede oluyor ve sabitleniyor, sonuçta da “değişmeyen yegâne şey” fikren değişmemektir, değişememektir.

Hani bir de bizde yaygın olan bir söz vardır, yeni geline atfen söylenen, “hem ağlarım hem giderim”, durum aynıyla vaki… Gidiyorum diye ağlıyorum numarasıyla esasen gittiğine sevinme hali… Noter vazifesi yapan halklar tarafından, “kararlar” yaşanılan hayatı gözleyerek verilmiş olsa idi, dünyamız bu hallere asla ve kat’a gelmezdi fikrine canı gönülden katılıyorum. Aksi takdirde İsmet İnönü’yü kast ederek “bu zat, askerlik yapmaktan bile imtina etmiştir” sözü ile 10 Kasım’ın “hayvanları koruma günü” ilan edilmesi asla unutulmaz olurdu… Dünyayı kana bulayan Naziler ve faşistler asla destekçi bulamazlar idi, değil mi? Bunlar gerçekleştiğine göre rahatlıkla söyleyebiliriz ki; “insanlar ilk öğrendikleri ile tercih yapmayı asla terk etmiyorlar”… Unutanlar çoğunluk netekim…

Şimdi yine bir seçim dönemi; birkaç dönemdir yaptığım üzere, hep bir bahanesi bulunarak ön seçimsiz bize dayatılan “kim seçilmeli” tercihinden ziyade “kim seçilmemeli” sıralaması yapacağım ve listenin en sonundakine “mecburiyetimize kuş kondurulması” gönül rahatlığı ya da rahatsızlığı ile oyumu vereceğim. Diğer taraftan da seçilenlerde seçilemeyenlerde de aynı kelam dile pelesenk olacak, “Aziz Milletimiz bize bu mesajı verdi”, oysa Milletin bir mesajı yok ki versin demeyecek kimse… Her şey kaldığı yerden devam, belki sazlar ve sazendeler değişecek, hepsi o kadar…

Son söz; Emma Goldman’dan olsun “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı.” dese de, siz yine de oy verin derim…

Cumartesi, Nisan 22, 2023

KAHROLSUN SAVAŞ


Adı bile okumak için insana heyecan yükleyen, değerli büyüğümüz gazeteci, yazar ve şair Yaşar Aksoy abimizin, “Barış yolunda emeklerimiz helal olsun” notu ile adıma imzalayıp lütfedip hediye ettiği kıymetli kitabını okuyorum. “Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü” kurucusu Andreas Politakis’in hayatı, hayali ve realize ettikleri ile başlanan günlük ve dizi yazılar, konferanslar ve araştırmalar şeklinde farklı tarihlerde kaleme alınmış yazılar toplu geçidi… 80’li yılların ortaları ile 90’lı yılların sonu arasındaki süreçte kaleme alınmış yazılar, varsa yoksa “barışa atıf”, “savaşa lanet” merkezinde konular adeta ansiklopedik tarzda bir araya getirilmiş. Kitabın kapak düzenlemesinde, büyük edebiyatçı Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun bir resminin de kullanılmış olması eseri daha da anlamlı ve değerli kılıyor, benim için… Bu değerli yazarın “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adını taşıyan ve 80’li yılların başında okuduğum ve çok etkilendiğim mezkûr eser için kitabın içinde müstesna atıflar ve değinmeler de bulunmaktadır. Kitabın 12 Eylül döneminde yasaklanmış olması ise özgürlükler tarihindeki yerini koca bir kara leke olarak almıştır. Kitap esasen suyun iki yakasındaki halkların kardeşliğine katkı sunacak düzeyde lakin sorgulayıcı ve tespit edici hepsinden önemlisi tarihsel gerçeklere dokunucu bir tarzda kaleme alındığından olsa gerek 12 Eylül’ün gazabına uğramıştır. Osmanlı döneminde “Kırkıca” bilahare kısa bir dönem “Çirkince” nihayetinde de “Şirince” adı ile maruf İzmir’in Selçuk ilçesine bağlı köyün yerlilerinden Manoli Aksiyotin ve ailesi üzerinden hareketle Anadolu’daki sosyolojik durum tespitini ve toplumsal dönüşümü lakin ve esasen de Osmanlı’nın büyük ricatı ile başlayan, Cumhuriyetin 9 Eylül 1922 ile nihayetlenen zaferini emperyalizmin süngüsü rolündeki Yunanistan’ın ise tarihlerine “Küçük Asya Felaketi” olarak kayıt edilen hüsranı arasındaki yaklaşık 15-20 yıllık sürecin fulu bir röntgeni niteliğindedir. 

“Smyrni mana regete” başlıklı yazıda Yaşar Aksoy abimiz “Ve Küçük Asya seferi 9 Eylül 1922’de Türk ordusunun İzmir’e girmesiyle sonuçlanır. Bu iki tarih arasında işgal vardır, acı vardır, kan ve gözyaşı vardır. Bozgun vardır, denize dökülmek vardır, önce birisi için işgal, öteki için “gurur”, ama sonra, birisi için “bağımsızlık”, öteki için “felaket” vardır, “katliam” vardır ve “yangın” vardır.”

“Sonra en acısı göçmenlik vardır, daha acısı sığınılan Yunanistan’da “ikinci sınıf çingene muamelesi” görerek acılar içinde bir kez daha kıvranmak vardır. “Anadolu bozgunun yaratıcıları, yani kral Konstantin’in hempaları Gounaris, Stratos, Propatakis, Baltazzis, Theotakis, Hacıanesti gibi savaş aygıtları, 28 Kasım 1922 günü Atina'da savaş divanı tarafından “vatana ihanet”ten ölüm cezasına çarptırılıp bu hükümler yağmur altında sabaha karşı icra edilirken, kimse bozgunun en büyük sillesini yiyen garip Anadolu göçmenlerine “kusura bakmayın” veya “affedin” demeyecektir” diye sürecin kısa, hüzünlü ve ağır sonuçları olan tespitini yapar.

Sonraları Emperyal batının koçbaşı Faşist Almanya ve önderi Hitler’in ordularının Yunanistan’ı işgali üzerine direnişe geçenleri ise; “önce bu “Anadolu göçmenleri” ayaklanır. İtalyan faşistlerine ve Alman nazileri’ne karşı dağlarda ve kentlerde çarpışan ELAS’ın ön saflarında hep Anadolu göçmenlerinin çocukları vardır, sonra İç Savaş’ta solun ileri safında çarpışırlar.

Onlar İzmirlidirler, Ayvalıklı, Aydınlı, Manisalı, Muğlalı, Foçalı, Menemenli, Karamanlıdırlar… Ölüm, sürgün, savaş ve direniş bu halkın alınyazısıdır sanki…

Belki bu yüzden “Rembetiko”lar hüzün yüklüdür. Ağlar bu şarkılar, ağlar şarkıcılar, ağlar dinleyenler…

İmbat özlemiyle, bardacık ve pilakiyle, kahvelerde ortaklaşa nargile içerek pişpirik oynamanın ve Türk komşularla birlikte balık ağlarını çekmenin zevki yoktur artık… Ama özlemi vardır, ince ince süzülen gözyaşlarında…

Artık Pire limanının izbelerinde, Atina’nın Nea Smyrna semtinde, Yeni Foça’da, Yeni Menemen gibi kasabalarda, Selanik’in varoşlarında Anadolu özlemiyle iç çekerek çocuklarını yetiştireceklerdi. 1922 Eylül ayında aç, perişan dökülmüşlerdi binlerce yaralı kuş gibi Pire limanına… Hiçbir zaman da “Anadolu bozgunu”nun gerçek hesabını soramadılar Yunanlı egemenlerden… Çünkü hemen ardından, boynu bükük ekmek kavgasına kapılacaklardı. Anadolu’da “Rum gavuru” diye horlanırlardı, burada ise “Türkopol” (Türk tohumu) olarak itilip kakıldılar.

Acı bir filmdir, Manoliniler’in, Didolar’ın öyküsü…

Emperyalizm halkları birbirleriyle savaştırmış, işgalleri başlatmış, orduları kapıştırmış sonra karşılarına geçip keyifle izlemiştir.

İzmir yanarken, denize atlayıp batılı zengin ulusların gemilerine çıkmak isteyen İzmirli Rumların güverteye uzanan bileklerinin İngiliz ve Fransız kılıçlarıyla kesildiği birçok hatıratta yazılıdır.

O esnada İzmir yanmaktadır.

Ve eli, bileği kesilen bir halkın kanlı dudaklarından şöyle bir inilti yükselir dumanla kaplı simsiyah göğe:

“Smyrni mana regete” (İzmir yanıyor anam).

Yanan sadece İzmir midir? Sadece İzmir olsa geri getirmek çok zor olsa da telafi edilebilir lakin yanan komşuluk, dostluk, kardeşlik ve hemşehriliktir gayri asla ve kat’a geri gelmez, gelmeyecektir de… Sürekli olarak emperyalizmin suflesi, stratejisi ve planları dâhilinde ve dahi delaletiyle yerel iktidar tayinleri neticesinde bu nazik alan sürekli kaşınıp, sürekli ve kesintisiz kriz ya da savaş gerginliği yaşanacaktır, artık. Karşılıklı “bir gece ansızın gelebilirim” nidaları atılan Ege Denizi de artık bıkmış vaziyette bu teyakkuz, bu tevettür, bu tevekkül vaziyetinden lakin sonuç şimdiye kadar değişmemiştir.

Yaşar Aksoy abimiz; Ege Denizinin bir barış denizi olabilmesi adına her daim çaba göstermiş ve göstermeye de devam eden birisi olarak, emperyalizmin sürekli canlı ve sıcak tutmaya çalıştığı savaş gerginliği karşısında “tüm bu çağdışı düşünenleri aza indirip, iki güzel halkı, birbirinden şüphelenmeden ve ürkmeden gerçek barışa götürmek zorundayız” diyerek Dido Sotiriyu’nun, Theodorakis’in, Faranduru’nin, Livaneli’nin, Ekrem Akurgal’ın izinden gidilmesi gerektiğini kitap boyunca vurgulayarak kendi ifadesi ile barış duvarına bir tuğla da kendisi koymaya çalışmıştır ve tam da bu yüzden kitabına “Kato Polemos!.. Kahrolsun Savaş” adını vermiştir.

 

Cumartesi, Nisan 15, 2023

GÖRMEK İSTERSEN DENİZİ

 “Görmek istersen denizi

Yukarıya çevir yüzü

Deniz gibidir gökyüzü

Aldırma gönül aldırma”

Yukarıdaki dizeler Canım yurdumuzun yüz akı insanlarından biri Sabahattin Ali’nin “Aldırma gönül aldırma” şiirine aittir. Sinop’a yol düşürdüm bir vade önce, şehrin kendisinin ve tarihinin önüne geçen “Cezaevi” ilk ziyaret edilecek yerlerdendir, şüphesiz. Bilindiği üzere, “Stalin'e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, “usulü dairesinde ve kimseye gösterilmeden” sınır dışı edilecektir.” şeklinde tanzim edilmiş bir mektup ile tesellüm ve bilahare de usulü dairesince “hayat dışı” edilmiş olan, Türkçe’nin mükemmel kullanıcısı büyük usta Büyük Yazar ve Şair Sabahattin Ali’nin bu hazin hikâyesini 12 Eylül’ün güçlü generali Nevzat Bölügiray’ın “Geçmişten Geleceğe” adlı kitabındaki anılarında anlattığını daha önce de yazmış idim. Ki; Büyük Yazar ve Şair, Sinop Cezaevinin çok önemli “konuklarından” biridir. Sabahattin Ali; mezkûr şiirinde cezaevinin duvarlarını döven Karadeniz dalgalarının azamet ve ceharetini ise, “dışarıda deli dalgalar, gelir duvarları yalar” diye aktarır ve bu kadar yakın iken denizi görememenin özlemini yerine gökyüzünü ikame ederek çözmeyi önerir.

Evet, Sinop Cezaevi bugün artık müzedir ve müzenin duvarları Büyük Şairin şiirleri ile donatılmış vaziyettedir. Bu yazıyı 2 Nisan’da yazmaya çalışıyorum, Sabahattin Ali’nin doğum gününde yani. Lakin ne zaman biter ve yayınlayabilirim bilemiyorum. Bu güne yetiştiremediğim için Şairin ruhu ve tarih beni affetsin…

“Duvar” adlı öyküsünde “Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı.” şeklinde mükemmel bir girişle anlattığı tarihi Sinop Kalesi’ni ve Cezaevini geziyoruz, ibretle. Aslında burası şimdilerde cezaevi olarak anılmakta ise de ciddi kaynaklarda ve halk dilinde ve de özellikle yazmayı enternasyonal düzeyde becerenlerin dilinde “zindan” olmanın ötesine geçememiştir. Müzeye tahvil düzenlemesi def’i bela kabilinden, gelene de hoş zaman geçirme alanı olarak gerçekleşmiş gibi, zindan sertliğine turizm yumuşaklığı katma becerisi yüksek kaçmış… Oysaki Evliya Çelebi Seyahatnamesinde; “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar” diye yazarak zindan’ın geçmişini çok daha eskilere taşımaktadır.

Müze olarak kullanılmaya başlanmıştır, dedim ya. Evlere şenlik, zannedersiniz ki, oraya konulan insanlar günün şart ve icapları dairesinde son derece ehven mekânda ehven bir hayat sürdürmüşler. Sabahattin Ali’nin kaldığı “koğuş” güzel bir ahşap sehpa, bir aynalı ve çekmeceli dolap duvarda da asılı “bağlaması” ile döşenmiş, hatta zaman zaman gelme ihtimali bulunan misafiri için bir yedek yer yatağı bile düşünülmüş, inanılır gibi değil. Tüm bunları düşünen kafa Şair ve Yazar için bir çalışma masası akıl edememiş… Bir çalışma masası ve yere duvardan duvara bir halı olsa, emin olun ki dönemin Hilton’u… Daha düne kadar Anadolu’nun bir sürü kentinde Başbakanların bile kaldığı otelleri bilen biri olarak söylüyorum hatta iddia ediyorum, kıyaslanınca Hilton’un bile Avrupalısı demek lazım gelir. Benzer yanlış uygulamalar “Ankara Ulucanlar Cezaevi” için de söylenebilir. İnsanın böyle yapacaksanız yapmayın diyesi geliyor. Allah muhafaza insanlar bende bu lüks ortamdan faydalanayım bari diyebilirler… Oysa oraları, “kurdun kuzuya boğdurulduğu yerler” olarak müseccel markalardır.

Yenilerde okuduğum “Bir Dinozorun Gezileri” adlı kitabında, Yazar Mina Urgan San Francisco gezisinde dünyaca meşhur ve kaçılamaz diye adlandırılan cezaevi “Alcatraz’ı” gezerken ne kadar çok hüzünlendiğini anlatıyor… Ben de “Anadolu’nun Alcatraz’ı” diye adlandırılan Sinop Cezaevini gezerken benzer hüzünlere kapılmış idim. Esasen, hapishaneler benim zihnimde, hep özgürlüğü elinden alınmış insanların hoyratça ezildikleri ve serbest kaldıklarında ise artık tabirimi mazur görün posası çıkarılmış vaziyete getirildikleri mekânlar olarak canlanır. Her şeye rağmen kişiliksizleştirilemeyenler olmuş mudur, evet, bunların başında da “Devrimciler” gelir. Gardiyandan tahvilen infaz koruma memurları haline dönüştürülse de mesleki unvanları, bizatihi insanların kendileri değişmedikçe bu durumun da korunacağını görüyorum. Esasen adı üstünde “cezaevi” mealen de cezalandırma alanı, daha ne olsun ki… Bir de enteresan bir şey var, eskiden yönetimler, kolay geldiği için mi, yüksek güvenlikli olduğu için midir bilemem, kaleleri, hisarları, hisar kulelerini hep cezaevi olarak kullanmayı tercih etmiş. Mesela, Selanik’teki “Beyaz Kuleyi” de gezer iken aynı amaçla kullanılmış olarak görünce aynı duygulara kapılmış idim.

Terbiye ediyoruz numarası ile davrananlara bakınca ne manada kullanıldığını anlıyorsun yoksa bizim standart “Talim ve Terbiye” sözünden anlaşılacak olanın anlaşılması ne yaparsan yap imkânsız. Öyle “mahkûm’u” tutuklu ya da hükümlüye, “Mapushaneyi” cezaevine, “Gardiyan’ı” infaz memuruna, “kalebentliği” sürgüne, tahvil etmekle bu işler olabilse idi, şimdiye kadar olurdu… Olmadı ise tam da bu yüzden olmadı ve de olamaz… İzleyin; Uruguay eski devlet başkanı Jose Mujika’nın hapis yıllarının filmleştirildiği gerçek olaylara dayalı “A twelve year night” filmini bakın dediklerimin eksiği var fazlası yok, göreceksiniz… Sonradan özür dilense de böyle bir film çekilmiş olmasına yönelik, izleyin “Geceyarısı ekspresi” filmini, göreceksiniz, neler eksik neler fazla… İzleyin İrlanda’da yaşananların gerçek olaylara dayalı “hungry” filmini göreceksiniz, neler yaşanıyor Enternasyonal düzeyde de… Lakin bilinen o ki cezaevleri uygulamaları da ABD’nin pentagon marifeti ile dünya tedrisatının bir cüzü lüzumu ve durumundadır.  Filmleştirilir iken abartmalar, azaltmalar ya da kısaltmalar yapılıyor mu, şüphesiz evet… Orada yaşanmış 12 yılı, zulüm yılını, 2 saate indirmenin başka yolu da yoktur ki… Mapushane öyle bir yerdir ki, sadece havalandırma saatlerinde olmak kaydı ile gökyüzünü görmek için başı yukarıya çevirmek gerekir. O da koğuşta iseniz eğer hücrede iseniz de uyuyabilirseniz rüyanızda görürsünüz… Dışarıda ise ufka bakmak yeterlidir…

Sonuçta, eziyorlar, işkence ediyorlar, dövüyorlar, sövüyorlar, hülasa kişiliksizleştirmek adına şeytanın bile aklına gelmez uygulamalar yapıyorlar ama “Allah var” nefes almak düzeyinde de olsa hayata devam etmene izin veriyorlar… Maazallah, “ya bu cezaevleri de artık bütçeye çok yük oluyor, masrafları karşılamak imkânsız” mütalaası ile “zaten bunlar suçlu, ne yaparsak yapalım düzelmezler” kararı mucibince yakaladıkları yerde infaz etseler, nasıl olur. Gerçi böyle davranıldığına dair dünya genelinde haddinden fazla örnek bulunmaktadır. Bir anda adalet bakanlığı ve tüm organlarına ihtiyaç kalmaz…

Cumartesi, Nisan 08, 2023

ÇEŞME’DE ORTAOKUL YILLARIMIZ

Çeşmelilerin hatıralarında çok önemli bir yer tutar, Çeşme Kelami ve Sıdıka Ertan Ortaokulu… Evrimi, gelişimi, öğretmenleri, kütüphanesi, spor salonu ve barakalardaki el işi atölyeleri ile hatırladıkça müthiş keyif aldığım ve nadiren de bazı yaşanmışlıklardan ötürü öfkelendiğim zamanlarım oluyor şüphesiz… Yokluklar ve yoksunluklar içinde bir fiziki çevre lakin olabildiğince öğrenmeye ve öğretmeye odaklanmış bir yönetim ve öğrenciler zaman zaman da eğitim ve öğretim anlayışı “dayak cennetten çıkmadır” anlayışına istinaden yaşanan abukluklar, tekmili birden lakin yine de toplamda güzel günler, en azından bugünlerden o günlere bakınca… “Dayak cennetten çıkmadır” fikriyatının önemli temsilcileri benim dönemim itibari ile şüphesiz, Kostarika lakaplı müdür muavini ve coğrafya öğretmeni Ahmet Uğur, Çapik lakaplı beden eğitimi öğretmeni Zekeriya Örnek, lakabını hatırlamadığım ordudan tasfiye matematik öğretmeni Ali İhsan (soyadını hatırlayamadım ama üzgün değilim) isimli öğretmenler idi. Mezkûr lakapların verilmesi ile ilgili herhangi bir dahlim zinhar yoktur mezkûr öğretmenler kendi çabaları ile edinmiş olmalılar. Bunlar için öğrenci dövmek için sebep aramaya ihtiyaç olmaz idi, yerli yersiz ve hepsinden önemlisi orantısız cezalandırma fikriyatı… Diğer öğretmenler de cezalandırma yöntemlerine başvururlardı lakin ders vermeye ve tekrarlanmamasına yönelik olmak üzere ve kontrollü ve de ölçülü ve orantılı… Örneğin Ahmet Uğur hafta sonları bisikletine biner sokak aralarında top oynayanları takip ve tespit eder ve pazartesi “yer misin yemez misin faslından” kendisi ile özdeşleşmiş tahta cetveli ile başta el parmakları kırılacak şekilde, mum endüstrisi, taaa “eşek sudan gelene kadar”… Bu üç öğretmenin öğretmenlik dışı davranışı yüzünden okuldan atılan ya da okuldan ayrılmak zorunda kalan onlarca öğrenci sayabilirim… Öğretme çabası gösteren diğer öğretmenlere olan tüm saygı ve sevgimizi mezkûr öğretmenlere de esirgemeden vermek isterdim lakin zor, vermek isteyenlere de zinhar itiraz etmem, takdir kendilerinin… Neyse bu abukluklar dışında hatırlayacağımız “çok güzel hareketlerde” gördük, şüphesiz ki çok şükür…

Geçenlerde Ovacık Köyümüzden (şimdiki statüsü Mahalle) değerli Öğretmen Ahmet Akgül ile hatıraları ve bir kısmını yazıya döktüğü kitabı üzerine, Yeni Çeşme Gazetemize yaptığı ziyaret esnasında muhabbet ederken zaman zaman gerilere mezkûr senelere “flashback” kabilinden gittim… Babamın Ortaokul için İzmir’e gittiğini dinlemiştim birkaç kez, ne zorluklar, ne yokluklar, ne çileler yaşanarak tahsile adanan hayatlar… Tabii ki, dönem itibari ile sadece merkezde 5 köylerde ise 3 yıllık ilkokul var, ortaokul ise yok ve ortaokula gitmek isteyen herkes İzmir’e gitmek zorunda…

Sıkıntının büyüklüğü karşısında “eğitime gönül vermiş eşraftan” Vafir Ertan oğulları Kelami, Muammer, Rıdvan ve Rıza Ertan önderliğinde, bugün Çeşme Sahilde bulunan “Kız Sanat Mektebi” yerinde bulunan iki katlı ahşap kâgir bina Milli Eğitim Bakanlığına bağışlanır. Yıllar içinde, birinci sınıf ihdası ile başlayan ortaokul diğer sınıflarında ikmal edilmesi ile döneme uygun teşekküllü hale gelir. Bağıştan ötürü de okulun adı “Ertan Ortaokulu” olarak kayıtlara geçer. Zaman içerisinde kurulan ve gelişen “Ortaokul Yaptırma Derneği“ tarafından daha uygun ve yeterli bir okul arayışı başlar. 

Bugün üzerinde lise binasının da bulunduğu arazi satın alma yolu ile edinilmiş olup Milli Eğitim Bakanlığının aynı dönemde temin ettiği 2 adet barakanın mezkûr araziye tesis edilmesi ile de 2 yıl sürecek öğretim süreci barakalarda sürdürülmüştür. Asıl binanın bilahare inşa edilmesini müteakip de barakalar atölye ve işlik olarak kullanılmaya devam etmiştir. Ana binanın tamamlanmasını müteakip 1965 yılından itibaren de Ortaokulumuz “Ertan Ortaokulu” adı ile işlevine uzun yıllar devam etmiştir.

Ortaokul döneminde sınıf arkadaşım maalesef şimdilerde aramızda olamayan Sadık Gören ile “Okul Spor Kolu Yönetiminde” bulunmamız hasebi ile spor salonu içindeki spor malzemeleri odasının anahtarı tek bizde bulunurdu. Gerçi sporun hiçbir dalında hiçbir başarısı daha da önemlisi ciddi hiç bir çabası da olmayan biri olarak niye orada idim şimdilerde hatırlamıyorum. Mezkûr odanın dili olsa da, kaykıla kaykıla rahat rahat nasıl sigara içtiğimizi anlatsa, düşünün sadece sizin tasarruf kullandığınız bir oda var okulun en korunaklı bölgesinde ve sigara içiyorsunuz. Mezkûr dönem okulların temsiliyete haiz sportif faaliyet yürütenlerin spor kıyafet ve malzemelerini temin ve tahsis ettiği bir dönemdir. Benim de herhangi bir faaliyetim olmamasına rağmen envanterde kayıtlı “converse” ayakkabıları azıcık da olsa giymek gibi bir keyfim vardı, nedendir bilmiyorum.

Spor salonunda hatırladığım yine bir mavi renkli yer minderi ve bir de atlama kasası vardı. Şüphesiz “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” fikrinin tezahürüdür bu spor yapma aşkı ve spor aletleri tercihleri. Beden eğitimi dersi her daim kısa bir düz koşu ve minder üstünde 2 adet düz takla atarak başlar ve diğerleri ile devam ederdi. Minderde bir gün yılan çıktı, Ali Bahar arkadaşımız yılanı tuttu kuyruğundan salladı ve attı bizler kâh donmuş kâh korkmuş yüz ifadeleri ile bakakalmış idik.

Yine hatırladığım çok hararetli masa tenisi (Pinpon) maçlarının yapıldığıdır. Okulun sahip olduğu tek pinpon masasında öğlen aralarında sınıf arkadaşım Veliddin Yıldırım ile Haydar Cihangir öğretmenin karşılaşmalarını büyük bir hayranlıkla izlerdik. Veliddin o kısa boyuna rağmen müthiş çevikliği ve çabukluğu ile çok başarılı idi. Haydar Öğretmen ise klasik raket tutuşun dışında değişik raket tutuşu ile halen hatırımdadır.

Bir taraftan öğrencilere “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” diye öğretmeye çalışacaksın diğer taraftan da top oynuyorlar diye döveceksin. Mesela Ahmet Uğur top oynayanlara karşı tam bir dayakçı iken belki de eşek sudan gelene kadar dövdüğü öğrenciler ile voleybol oynayacak, spor eğitimi öğretmeni olup hiçbir oyunda rol almayacaksın tıpkı Zekeriya Örnek gibi… O yıllarda Canım Yurdumda adı yeni yeni dillendirilen yeni bir spor dalı daha vardı, handball… Okulun hemen yanında, tüm Belediye Başkan adaylarının ama otopark ama pazaryeri ama çok katlı ve çok amaçlı yapı yapmak için göz diktiği, Çeşme’nin bir diğer karakter yapısı adeta gözbebeği olan “Şehir Stadı” bulunmaktadır. Spor Eğitim Öğretmeni Zekeriya Örnek mezkûr sahada hem de tam saha hatta aynı futbol kalelerini kullanmak suretiyle üstelik de voleybol topu ile bizlere “Handball” oynatmaya da çok çabalamıştı. Kendi bilmiyor lakin biliyormuş pozları ile kafasındaki kurallara göre şimdilerde detaylarını hatırlamadığım bir şekilde bir süre devam ettirildi. Lakin esas fecaat ise “futbol” düşmanlığı idi basketbol var, voleybol var, handball var, masa tenisi var lakin futbol zinhar yasak… Bugün bile hala bu yasakçı kafanın lehine olabilecek bir izahat bulmaya çalışıyorum lakin ve maalesef yok… Tek gerekçe kalıyor geriye o da olsa olsa yöntemi ile gelebildiğim; “şeytan oyunu futbol, Hz. İbrahim’in kafasını kesmek ve top olarak kullanmak suretiyle kefere takımının aktivitesidir”. Gerçi öğretmenlerin bize bu manada çaktırdığı herhangi bir şey de yok idi, ama…