Cumartesi, Nisan 22, 2023

KAHROLSUN SAVAŞ


Adı bile okumak için insana heyecan yükleyen, değerli büyüğümüz gazeteci, yazar ve şair Yaşar Aksoy abimizin, “Barış yolunda emeklerimiz helal olsun” notu ile adıma imzalayıp lütfedip hediye ettiği kıymetli kitabını okuyorum. “Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü” kurucusu Andreas Politakis’in hayatı, hayali ve realize ettikleri ile başlanan günlük ve dizi yazılar, konferanslar ve araştırmalar şeklinde farklı tarihlerde kaleme alınmış yazılar toplu geçidi… 80’li yılların ortaları ile 90’lı yılların sonu arasındaki süreçte kaleme alınmış yazılar, varsa yoksa “barışa atıf”, “savaşa lanet” merkezinde konular adeta ansiklopedik tarzda bir araya getirilmiş. Kitabın kapak düzenlemesinde, büyük edebiyatçı Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun bir resminin de kullanılmış olması eseri daha da anlamlı ve değerli kılıyor, benim için… Bu değerli yazarın “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adını taşıyan ve 80’li yılların başında okuduğum ve çok etkilendiğim mezkûr eser için kitabın içinde müstesna atıflar ve değinmeler de bulunmaktadır. Kitabın 12 Eylül döneminde yasaklanmış olması ise özgürlükler tarihindeki yerini koca bir kara leke olarak almıştır. Kitap esasen suyun iki yakasındaki halkların kardeşliğine katkı sunacak düzeyde lakin sorgulayıcı ve tespit edici hepsinden önemlisi tarihsel gerçeklere dokunucu bir tarzda kaleme alındığından olsa gerek 12 Eylül’ün gazabına uğramıştır. Osmanlı döneminde “Kırkıca” bilahare kısa bir dönem “Çirkince” nihayetinde de “Şirince” adı ile maruf İzmir’in Selçuk ilçesine bağlı köyün yerlilerinden Manoli Aksiyotin ve ailesi üzerinden hareketle Anadolu’daki sosyolojik durum tespitini ve toplumsal dönüşümü lakin ve esasen de Osmanlı’nın büyük ricatı ile başlayan, Cumhuriyetin 9 Eylül 1922 ile nihayetlenen zaferini emperyalizmin süngüsü rolündeki Yunanistan’ın ise tarihlerine “Küçük Asya Felaketi” olarak kayıt edilen hüsranı arasındaki yaklaşık 15-20 yıllık sürecin fulu bir röntgeni niteliğindedir. 

“Smyrni mana regete” başlıklı yazıda Yaşar Aksoy abimiz “Ve Küçük Asya seferi 9 Eylül 1922’de Türk ordusunun İzmir’e girmesiyle sonuçlanır. Bu iki tarih arasında işgal vardır, acı vardır, kan ve gözyaşı vardır. Bozgun vardır, denize dökülmek vardır, önce birisi için işgal, öteki için “gurur”, ama sonra, birisi için “bağımsızlık”, öteki için “felaket” vardır, “katliam” vardır ve “yangın” vardır.”

“Sonra en acısı göçmenlik vardır, daha acısı sığınılan Yunanistan’da “ikinci sınıf çingene muamelesi” görerek acılar içinde bir kez daha kıvranmak vardır. “Anadolu bozgunun yaratıcıları, yani kral Konstantin’in hempaları Gounaris, Stratos, Propatakis, Baltazzis, Theotakis, Hacıanesti gibi savaş aygıtları, 28 Kasım 1922 günü Atina'da savaş divanı tarafından “vatana ihanet”ten ölüm cezasına çarptırılıp bu hükümler yağmur altında sabaha karşı icra edilirken, kimse bozgunun en büyük sillesini yiyen garip Anadolu göçmenlerine “kusura bakmayın” veya “affedin” demeyecektir” diye sürecin kısa, hüzünlü ve ağır sonuçları olan tespitini yapar.

Sonraları Emperyal batının koçbaşı Faşist Almanya ve önderi Hitler’in ordularının Yunanistan’ı işgali üzerine direnişe geçenleri ise; “önce bu “Anadolu göçmenleri” ayaklanır. İtalyan faşistlerine ve Alman nazileri’ne karşı dağlarda ve kentlerde çarpışan ELAS’ın ön saflarında hep Anadolu göçmenlerinin çocukları vardır, sonra İç Savaş’ta solun ileri safında çarpışırlar.

Onlar İzmirlidirler, Ayvalıklı, Aydınlı, Manisalı, Muğlalı, Foçalı, Menemenli, Karamanlıdırlar… Ölüm, sürgün, savaş ve direniş bu halkın alınyazısıdır sanki…

Belki bu yüzden “Rembetiko”lar hüzün yüklüdür. Ağlar bu şarkılar, ağlar şarkıcılar, ağlar dinleyenler…

İmbat özlemiyle, bardacık ve pilakiyle, kahvelerde ortaklaşa nargile içerek pişpirik oynamanın ve Türk komşularla birlikte balık ağlarını çekmenin zevki yoktur artık… Ama özlemi vardır, ince ince süzülen gözyaşlarında…

Artık Pire limanının izbelerinde, Atina’nın Nea Smyrna semtinde, Yeni Foça’da, Yeni Menemen gibi kasabalarda, Selanik’in varoşlarında Anadolu özlemiyle iç çekerek çocuklarını yetiştireceklerdi. 1922 Eylül ayında aç, perişan dökülmüşlerdi binlerce yaralı kuş gibi Pire limanına… Hiçbir zaman da “Anadolu bozgunu”nun gerçek hesabını soramadılar Yunanlı egemenlerden… Çünkü hemen ardından, boynu bükük ekmek kavgasına kapılacaklardı. Anadolu’da “Rum gavuru” diye horlanırlardı, burada ise “Türkopol” (Türk tohumu) olarak itilip kakıldılar.

Acı bir filmdir, Manoliniler’in, Didolar’ın öyküsü…

Emperyalizm halkları birbirleriyle savaştırmış, işgalleri başlatmış, orduları kapıştırmış sonra karşılarına geçip keyifle izlemiştir.

İzmir yanarken, denize atlayıp batılı zengin ulusların gemilerine çıkmak isteyen İzmirli Rumların güverteye uzanan bileklerinin İngiliz ve Fransız kılıçlarıyla kesildiği birçok hatıratta yazılıdır.

O esnada İzmir yanmaktadır.

Ve eli, bileği kesilen bir halkın kanlı dudaklarından şöyle bir inilti yükselir dumanla kaplı simsiyah göğe:

“Smyrni mana regete” (İzmir yanıyor anam).

Yanan sadece İzmir midir? Sadece İzmir olsa geri getirmek çok zor olsa da telafi edilebilir lakin yanan komşuluk, dostluk, kardeşlik ve hemşehriliktir gayri asla ve kat’a geri gelmez, gelmeyecektir de… Sürekli olarak emperyalizmin suflesi, stratejisi ve planları dâhilinde ve dahi delaletiyle yerel iktidar tayinleri neticesinde bu nazik alan sürekli kaşınıp, sürekli ve kesintisiz kriz ya da savaş gerginliği yaşanacaktır, artık. Karşılıklı “bir gece ansızın gelebilirim” nidaları atılan Ege Denizi de artık bıkmış vaziyette bu teyakkuz, bu tevettür, bu tevekkül vaziyetinden lakin sonuç şimdiye kadar değişmemiştir.

Yaşar Aksoy abimiz; Ege Denizinin bir barış denizi olabilmesi adına her daim çaba göstermiş ve göstermeye de devam eden birisi olarak, emperyalizmin sürekli canlı ve sıcak tutmaya çalıştığı savaş gerginliği karşısında “tüm bu çağdışı düşünenleri aza indirip, iki güzel halkı, birbirinden şüphelenmeden ve ürkmeden gerçek barışa götürmek zorundayız” diyerek Dido Sotiriyu’nun, Theodorakis’in, Faranduru’nin, Livaneli’nin, Ekrem Akurgal’ın izinden gidilmesi gerektiğini kitap boyunca vurgulayarak kendi ifadesi ile barış duvarına bir tuğla da kendisi koymaya çalışmıştır ve tam da bu yüzden kitabına “Kato Polemos!.. Kahrolsun Savaş” adını vermiştir.

 

Hiç yorum yok: