Cumartesi, Nisan 15, 2023

GÖRMEK İSTERSEN DENİZİ

 “Görmek istersen denizi

Yukarıya çevir yüzü

Deniz gibidir gökyüzü

Aldırma gönül aldırma”

Yukarıdaki dizeler Canım yurdumuzun yüz akı insanlarından biri Sabahattin Ali’nin “Aldırma gönül aldırma” şiirine aittir. Sinop’a yol düşürdüm bir vade önce, şehrin kendisinin ve tarihinin önüne geçen “Cezaevi” ilk ziyaret edilecek yerlerdendir, şüphesiz. Bilindiği üzere, “Stalin'e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, “usulü dairesinde ve kimseye gösterilmeden” sınır dışı edilecektir.” şeklinde tanzim edilmiş bir mektup ile tesellüm ve bilahare de usulü dairesince “hayat dışı” edilmiş olan, Türkçe’nin mükemmel kullanıcısı büyük usta Büyük Yazar ve Şair Sabahattin Ali’nin bu hazin hikâyesini 12 Eylül’ün güçlü generali Nevzat Bölügiray’ın “Geçmişten Geleceğe” adlı kitabındaki anılarında anlattığını daha önce de yazmış idim. Ki; Büyük Yazar ve Şair, Sinop Cezaevinin çok önemli “konuklarından” biridir. Sabahattin Ali; mezkûr şiirinde cezaevinin duvarlarını döven Karadeniz dalgalarının azamet ve ceharetini ise, “dışarıda deli dalgalar, gelir duvarları yalar” diye aktarır ve bu kadar yakın iken denizi görememenin özlemini yerine gökyüzünü ikame ederek çözmeyi önerir.

Evet, Sinop Cezaevi bugün artık müzedir ve müzenin duvarları Büyük Şairin şiirleri ile donatılmış vaziyettedir. Bu yazıyı 2 Nisan’da yazmaya çalışıyorum, Sabahattin Ali’nin doğum gününde yani. Lakin ne zaman biter ve yayınlayabilirim bilemiyorum. Bu güne yetiştiremediğim için Şairin ruhu ve tarih beni affetsin…

“Duvar” adlı öyküsünde “Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı.” şeklinde mükemmel bir girişle anlattığı tarihi Sinop Kalesi’ni ve Cezaevini geziyoruz, ibretle. Aslında burası şimdilerde cezaevi olarak anılmakta ise de ciddi kaynaklarda ve halk dilinde ve de özellikle yazmayı enternasyonal düzeyde becerenlerin dilinde “zindan” olmanın ötesine geçememiştir. Müzeye tahvil düzenlemesi def’i bela kabilinden, gelene de hoş zaman geçirme alanı olarak gerçekleşmiş gibi, zindan sertliğine turizm yumuşaklığı katma becerisi yüksek kaçmış… Oysaki Evliya Çelebi Seyahatnamesinde; “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar” diye yazarak zindan’ın geçmişini çok daha eskilere taşımaktadır.

Müze olarak kullanılmaya başlanmıştır, dedim ya. Evlere şenlik, zannedersiniz ki, oraya konulan insanlar günün şart ve icapları dairesinde son derece ehven mekânda ehven bir hayat sürdürmüşler. Sabahattin Ali’nin kaldığı “koğuş” güzel bir ahşap sehpa, bir aynalı ve çekmeceli dolap duvarda da asılı “bağlaması” ile döşenmiş, hatta zaman zaman gelme ihtimali bulunan misafiri için bir yedek yer yatağı bile düşünülmüş, inanılır gibi değil. Tüm bunları düşünen kafa Şair ve Yazar için bir çalışma masası akıl edememiş… Bir çalışma masası ve yere duvardan duvara bir halı olsa, emin olun ki dönemin Hilton’u… Daha düne kadar Anadolu’nun bir sürü kentinde Başbakanların bile kaldığı otelleri bilen biri olarak söylüyorum hatta iddia ediyorum, kıyaslanınca Hilton’un bile Avrupalısı demek lazım gelir. Benzer yanlış uygulamalar “Ankara Ulucanlar Cezaevi” için de söylenebilir. İnsanın böyle yapacaksanız yapmayın diyesi geliyor. Allah muhafaza insanlar bende bu lüks ortamdan faydalanayım bari diyebilirler… Oysa oraları, “kurdun kuzuya boğdurulduğu yerler” olarak müseccel markalardır.

Yenilerde okuduğum “Bir Dinozorun Gezileri” adlı kitabında, Yazar Mina Urgan San Francisco gezisinde dünyaca meşhur ve kaçılamaz diye adlandırılan cezaevi “Alcatraz’ı” gezerken ne kadar çok hüzünlendiğini anlatıyor… Ben de “Anadolu’nun Alcatraz’ı” diye adlandırılan Sinop Cezaevini gezerken benzer hüzünlere kapılmış idim. Esasen, hapishaneler benim zihnimde, hep özgürlüğü elinden alınmış insanların hoyratça ezildikleri ve serbest kaldıklarında ise artık tabirimi mazur görün posası çıkarılmış vaziyete getirildikleri mekânlar olarak canlanır. Her şeye rağmen kişiliksizleştirilemeyenler olmuş mudur, evet, bunların başında da “Devrimciler” gelir. Gardiyandan tahvilen infaz koruma memurları haline dönüştürülse de mesleki unvanları, bizatihi insanların kendileri değişmedikçe bu durumun da korunacağını görüyorum. Esasen adı üstünde “cezaevi” mealen de cezalandırma alanı, daha ne olsun ki… Bir de enteresan bir şey var, eskiden yönetimler, kolay geldiği için mi, yüksek güvenlikli olduğu için midir bilemem, kaleleri, hisarları, hisar kulelerini hep cezaevi olarak kullanmayı tercih etmiş. Mesela, Selanik’teki “Beyaz Kuleyi” de gezer iken aynı amaçla kullanılmış olarak görünce aynı duygulara kapılmış idim.

Terbiye ediyoruz numarası ile davrananlara bakınca ne manada kullanıldığını anlıyorsun yoksa bizim standart “Talim ve Terbiye” sözünden anlaşılacak olanın anlaşılması ne yaparsan yap imkânsız. Öyle “mahkûm’u” tutuklu ya da hükümlüye, “Mapushaneyi” cezaevine, “Gardiyan’ı” infaz memuruna, “kalebentliği” sürgüne, tahvil etmekle bu işler olabilse idi, şimdiye kadar olurdu… Olmadı ise tam da bu yüzden olmadı ve de olamaz… İzleyin; Uruguay eski devlet başkanı Jose Mujika’nın hapis yıllarının filmleştirildiği gerçek olaylara dayalı “A twelve year night” filmini bakın dediklerimin eksiği var fazlası yok, göreceksiniz… Sonradan özür dilense de böyle bir film çekilmiş olmasına yönelik, izleyin “Geceyarısı ekspresi” filmini, göreceksiniz, neler eksik neler fazla… İzleyin İrlanda’da yaşananların gerçek olaylara dayalı “hungry” filmini göreceksiniz, neler yaşanıyor Enternasyonal düzeyde de… Lakin bilinen o ki cezaevleri uygulamaları da ABD’nin pentagon marifeti ile dünya tedrisatının bir cüzü lüzumu ve durumundadır.  Filmleştirilir iken abartmalar, azaltmalar ya da kısaltmalar yapılıyor mu, şüphesiz evet… Orada yaşanmış 12 yılı, zulüm yılını, 2 saate indirmenin başka yolu da yoktur ki… Mapushane öyle bir yerdir ki, sadece havalandırma saatlerinde olmak kaydı ile gökyüzünü görmek için başı yukarıya çevirmek gerekir. O da koğuşta iseniz eğer hücrede iseniz de uyuyabilirseniz rüyanızda görürsünüz… Dışarıda ise ufka bakmak yeterlidir…

Sonuçta, eziyorlar, işkence ediyorlar, dövüyorlar, sövüyorlar, hülasa kişiliksizleştirmek adına şeytanın bile aklına gelmez uygulamalar yapıyorlar ama “Allah var” nefes almak düzeyinde de olsa hayata devam etmene izin veriyorlar… Maazallah, “ya bu cezaevleri de artık bütçeye çok yük oluyor, masrafları karşılamak imkânsız” mütalaası ile “zaten bunlar suçlu, ne yaparsak yapalım düzelmezler” kararı mucibince yakaladıkları yerde infaz etseler, nasıl olur. Gerçi böyle davranıldığına dair dünya genelinde haddinden fazla örnek bulunmaktadır. Bir anda adalet bakanlığı ve tüm organlarına ihtiyaç kalmaz…

Hiç yorum yok: