Cuma, Eylül 29, 2017

SANCAK KALE


Öğrenimden Hukukçu, ama tarih ve arkeoloji kitapları birer başvuru kaynağı olduğu bilinen, alaylı arkeolog, tarihçi, yazar ve araştırmacı Bilge Umar’ın “Narlıdere” adındaki kitabını okuyorum. Kitabın bir bölümünde, İzmir’in üç önemli kalesinden, günümüze gelen büyük ölçüde korunan ve ziyarete açık “Kadifekale” (Pagos), ne yazık ki artık olmayan Kemeraltı girişindeki “Ok kalesi” (Neon Kastron, St. Peter/Pier) ve kısmen korunan ancak ziyarete açık olmayan “Sancak Kale” (Yenikale), bahsetmektedir. Bir İzmirli olarak; Kadifekale’yi bilip, Ok kalesinden bir arkeoloji dergisi vasıtasıyla bilgi sahibi olup, ama muhtemelen çok insanın bilip, benim ise hiç bilmediğim “Sancak Kale” üzerine bilgiler bulmam harika bir sürprizdir ve bu konudaki bilgisizliğimin de ayıbı bana yetmelidir. Ancak diğer taraftan da neden okuyoruz ki, işte bilmediğimiz konularda bilgi sahibi olmak için, değil mi, tam da bu yüzden…

Bugün, Narlıdere Sahil Evlerinin Sahil Caddesinin (Gürler Caddesi) doğu bölümünde, sahilden daha doğuya bağlantının askeri bölge nedeni ile kesildiği, Sancak Burnunun üzerinde, İzmir Körfezine denizden geçişlerin kontrol edilebilmesi adına, en dar ve kontrole en müsait yerinde kurulan ve ne yazık ki korunamayan, restore edilemeyen ve günümüze ulaşan kısmının ise ziyarete kapalı olan kaledir, Sancak Kale (Yeni kale)… Kale; İzmir Körfezinin en muhkem bölümünde, körfezin, gemilerin giriş ve çıkışları açısından en uygun derinlik verdiği bölümünün kontrol edilebilmesi açısından, iç bölüme giriş ve çıkışın askeri açıdan toplarla tahkim edilerek, ticari açıdan ise gümrük vergilerinden sıvışmanın önüne geçilebilmesi için yapılmış bir yapıdır.

Bilge Umar; “Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa, Dergah-ı Ali Kapıcıbaşısı Gevezezade Ağa diye tanınan kişinin denetiminde, Aydın, Saruhan ve Bursa sancakları askerlerinden oluşturulan bir gurubu kale yapımında görevlendirdi. Kale yapımında İzmir’in ilkçağdan kalma tiyatrosunun kesme taş blokları sökülüp alındı, kullanıldı. Yapım bittiğinde, kare planlı kalede, dizdar (kale komutanı) ile 200 er görev aldı.” diye yazıyor… Yine Hoca bir başka yerde Evliya Çelebi’ye dayandırarak; Körfeze giren gemilerin, Osmanlı’ya saygı göstermek için direklerine beyaz bayrak çektiğinden bahisle, kurallar gereği karasularına girilen ülkenin bayrağı göndere çekildiğinden ve dönem itibari ile Osman-i Ali’nin de bir bayrağının olmaması nedeni ile beyaz sancak çekilme durumu izah etmektedir. Kaleye, Sancak Burnu Kalesi veya Sancak Kale denilmesini bu “Sancak” çekilmesi hadisesine dayandırmakta olduğu bilgisini yine Evliya Çelebi’ye dayandırmaktadır. Yine aynı kaynağa dayandırılan bilgilere göre, Osmanlı Donanması Venedik donanması tarafından önemli bir yenilgiden, sığındığı İzmir Körfezinde bu kale tarafından, kurtarılmıştır. Bölgeye önemli yıkımlara yol açarak zarar veren depremlerden bir tanesi de 1688 senesinde yaşanır ve yine Hoca’nın Necmi Ülker hocadan aktarımı ile “depremin merkezi, tam bizim Sancak Kale idi. Deprem sonrasında kale, yıkıntıya dönmekle kalmadı; topları görünmez olacak kadar, duvarları toprağın içine battı. Çevredeki evlerin dörtte üçü çöktü, birçok ağaçların kökleri toprak üzerine çıktı” diyerek, yıkımın vahametine dikkat çekmektedir. Bugünkü yönetimler, bu yaşanan depremlerden ya bihaberler ya da rant uğruna göz ardı etmektedirler, diyerek konuya bir kez daha değinmiş olalım bu vesile ile. Yıkılan ya da nerdeyse yok olan kale yeniden, yapılır ancak bu kez kale dışına tabyalar ilave edilerek tahkim edildiği, kara tarafının ise kazılan bir hendek ile güvenli hale getirildiği yazılmaktadır. İzmir Körfezi'nin girişindeki en dar bölgeye inşa edilen Sancak Kale 1. Dünya Savaşında tarihi bir rol oynar, İtilaf Devletleri, Çanakkale'den önce 9 gemilik bir filoyu İzmir’e gönderir, ne var ki Sancak Kale savunmasını aşamazlar. Ancak, Sancak Kale’nin asıl hayata veda etmesi, 14 Mayıs 1919 olur. İşgal kuvvetlerine kayıtsız şartsız teslim olan Osman-i Ali, mezkûr kaleyi de teslim eder…

Çanakkale öncesi yapılan İngiliz ve Fransız donanma saldırılarında, Sancak Kale önemli ölçüde hasar alır, bu saldırılar sırasında ölen komutanlar ve askerler için, Narlıdere’de bugünkü Belediyesi karşısındaki “Narlıdere Şehitliği” diye bir anıt mezar oluşturulmuştur. Şehitliğin bu vakaya dayandığını da yeni öğrendim, bir eksiğimi daha giderdim diyeyim ancak ne yazık ki eksik geldik eksik te gideceğiz gibi görünmekte…

Kıssadan hisse, evvelemirde “Deprem”dir, bugün mezkûr mahalde ne yazık ki yüksek katlı yapılaşmalara izin verilmekte ve ne yazık ki kayıtlı kuyutlu yaşananlardan ders alınmamaktadır… Diğer taraftan Osmanlı’nın kendisinden önceki medeniyetlere nasıl baktığını da bir kez daha görmüş oluyoruz, antikçağın tiyatro binası yıkılır taşları ile kale inşa edilir, ne diyelim… Haydi, bunlar çok eskiden yaşanan hadiseler diyelim geçiştirelim, peki bugün “Osmanlı da Osmanlı” diye adeta tepinenlerin, daha dün parti binası inşaatı için kiliseleri yıkarak, güzel ve uygun yani kesme taş teminini nasıl izah edeceğiz. Üstüne üstelikte gâvur ellerinde “İslam” eserlerine “değer verilmiyor”, “restore edilmiyor” naraları atarak bu işleri becermenin ne anlama geldiğini bilerek… Onlara da Allah selamet versin diyoruz da, veriyor da gerçekten…

 Son olarak; Karşıyaka’nın demiryolları ile şimdiki sahil bandı arasındaki sığ deniz bölümünün doldurularak, yeni zenginlere konut yapmak üzere arsa tahsisinden, taşıt trafiğinin gelişimine, oradan Narlıdere’nin nüfus orijinine ve yapısına, oradan öğrenciliğini geçtiği dönem itibari ile İzmir ve İstanbul hayatının kendi açısından anlatımına kadar detaylarda bizi bilgilendirmek için çaba gösteren yazara sonsuz teşekkürlerimizi sunar iken kitapseverlere de okunması gereken bir eser olarak salık veriyoruz.

 

Cumartesi, Eylül 23, 2017

HALA YETMEDİ Mİ?


Gazetemizin patronu, arkadaşımız Aydın Korkmaz, iflah olmaz bir “yetmez ama evet’çi” ve de korkarım ki asla ve kat’a da bu goygoy durumu değişmeyecek… Yahu adam tam bir nato mermer nato kafa (na ti kefari, na ti mermari), yani ha mermer ha bu kafa, tutmuş muhtemelen de bana inat yine, kendisinin bir üst segmentinden Ali Nesin’in “bugün olsa yine yetmez ama evet derim” lafını yazı başlığı olarak kullanarak, neden “yetmemiş” ve neden hala “yapılsınmış” ve de neden hala yapılanlardan “tatmin olamamışlar” konusunda haklılık arayışını sürdürmekte… Daha da çok yazacağa benziyor, kafa bu olunca zinhar ders te alınmaz yaşananlardan, zaman zaman şaka yaptığını zannediyordum ama adam çok ciddi, yahu akıllı adam ama nasıl bu zokaya kanar inanılır gibi değil… Hadi bizim Aydın’ı geçelim, Ali Nesin gibi bir “Matematik Profesörü”, zeki ve akıllı ceddin ahfadı, cici de olsa demokrasinin bir dolu çeşidini görmüş, yalamış ve yutmuş bir insan, “yetmez ama evet”in iflas etmiş iddiaları karşısında hala direnir, anlamak mümkün değil, vallahi karamsar olmamak için deli olmak gerek, çünkü akıllı olup bu insan ve iddiaları karşısında hayat sürdürmek olası değil…

Gerçi bugünlerde sesleri koro olarak artık eskisi gibi çıkmıyor, tribündeki tezahürat geliyor akla, “sustu çocuklar”, rolleri gereği replik olan “yetmez ama evet” deyip dalgalandılar hatta yer yer şahlandılar ve efelendiler, koştular ardından yoruldular ama şimdi duruldular... Gerçi bunların pirleri başta olmak üzere bizim Aydın da dâhil, her biri çıkar meydane ve her biri birbirinden merdane “yok öyle demediydik te, böyle dediydik te…”klasik bel hareketleri, thames trader kamyon direksiyonu çeviriyormuşçasına, oysaki şarkının devamı gibi “yaktın yaktın kül ettin erittin beni, Mecnuna dönderdin mahvettin beni” diyecekleri yerde... Aslında gelinen noktaya bakıp ta, gözlerinin kan çanağına döneceği ana kadar ağlamaları gerekir iken ya da en azından süklüm püklüm kenara geçip oturacaklarına, adeta burunlarından kıl aldırtmaksızın hala felsefe yapıp, “kötünün iyisini tercih” (ehvenişer) şıkkını tercih ettik gibi abukluklara yaslandıklarına göre, söylenebilecek tek şey var, benzer durumları izah için Osmanlı döneminin ünlü sözü; “ya kuvvetli iltimas, ya madeni haz ya da ten ile temas”… Yahu belki alınacaklar ama ben başkaları gibi onların aptal, andevül, embesil, ebleh, debil gibi sıfatlarla adlandırılmasına karşıyım, her biri kendi mesleğinde son derece zeki, akıl dolu insanların başarısını egale eder durumda olacaklar sonra da kalkıp bu abuk subuk tanımlamalara muhatap olacaklar, buna inanmak çokkk zor, hatta imkânsız… Grubun parlak ve janjanlı adı “yetmez ama evet” sözünün mucidi muhterem bile, ne diyor, sonuçlarını görünce… “Yetmez ama evet dedik. Hatta şahsen ben sloganın mucidi olmakla övündüm zaman zaman.” “askeri vesayete karşı” iyi niyetle bir çıkış yaptıklarını zannederek lokomotif görevi üstlendiklerini iddia ederek yola çıktıklarını ancak gelinen duraktaki vaziyeti görünce de, “eğer ki yaşananlarda sorumluluğum var ise Allahım kör et beni” diyerek bu işten yırtabileceklerini zannediyorlar yanılıyorlar… Her iki cihanda da bu vebalden, bu zülden kurtulmak mümkün değil, görecekler, bu zül yakalarından adeta yafta gibi hiç düşmeyecek… Diğer taraftan bunların “yanılmışız, Allah bizi kahretsin” ya da “ellerimiz kırılsaydı da...” gibi u dönüşlerle bu zülden kurtulabileceklerini nasıl düşünebiliriz… Peki, her biri mesleğinin öne çıkmışları olan bu muhteremleri şimdi dinlerken yaptıkları analizlerde isabet şanslarının nasıl yerlerde süründüğünü unutacağız mı? Asla ve kat’a… Yüzlerine bakarak Orhan Veli’nin dediği gibi “ruhunda hicranını söyletme hikâyesi, geç bunları anam babam geç bunları, bir kalemde, bilirim ben yaptığımı” diyeceğiz ve bildiğimizi yapacağız, bunların kuruldukları gazete köşelerinden yazdıklarının yalan, dolan, hile, desise ve yönlendirme hatta algı operasyonu olduğunu bileceğimizden okumayacağız, TV lerde adeta sihirli kaval çalan çoban misali gerdan kırarak anlattıkları dinlemeyeceğiz, vs. vs… İster iyi niyetli olarak bu sığ ve üfürük hikâyelere saflıkla inanmış olsunlar, isterse de bilerek isteyerek ve taammüden tercih etsinler bu pozisyonlarını, insanların gözünde miskal-i zerre kadar önem-i harbiyeleri yoktur ve de olmayacaktır…

Yahu Aydın, Hala yetmedi mi? Yetmedi ise ne yetmedi yaz lütfen de bir anlayalım… Peki, yetmediği sarihte, önceki bölüm nasıldı, vs. vs. Bence artık yetti gayri bi susun, insanlar sizden bir kurtulsun… Yazımızı bu muhteremleri daha da fazla yıpratmadan kaşağıyı elimizden fırlatarak sonlandıralım ama sonlandırırken de Neyzen Tevfik’ten bir iki beyit ile bir kez titretelim bu zevatı belki kendilerine gelirler(!!!)

Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti,
Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti!

Kâbe'den maksat varmaktır yâra,
Kör gibi tapınma kuru duvara.

Mey'de Bektâşi göründüm, Ney'de oldum Mevlevî,
Meşrebim Mollâ-yi Rûmî, mezhebim Bektâşidir

Üstüne alma fakat dinle samur kürkçüyü sen,
Nasıl olsa kabahat sahibini terk etmez.

Pazar, Eylül 17, 2017

SIHHİYECİ İBRAHİM ÖNOL


Bir hayat, bir tarih, bir tecrübe, bir örnek, bir yüzakı, Sıhhiyeci İbrahim… Canım Yurdumun, sancılı yıllarının ezdiği insanlarından biri, dış denge ve illiyetlerin şekillendirdiği hukuk nizamının gadrine uğramış kuşağının örneklerinden… Emperyalist paylaşım savaşı akabinde, iki kutuplu hale getirilmiş dünyada, Canım Yurdumun, soğuk savaşın kızıştırılması ve en kanattaki üs haline getirilmesi adına, sözde siyasi olarak ama aslında şizofrenik bir korku girdabına itilerek; daha önce Türk Ceza Kanunu’na faşist İtalya’dan kopyalanarak ilave edilen, 141 ve 142’nci madde hükümleri ağırlaştırılmış ve bununla da yetinilmeyerek, kanun öncesi bile işlenen suçlara, hüküm geriye yürütülerek uygulanma cesareti gösterilmiştir. Cesareti gösterilmiştir diyorum çünkü uluslararası hukuk hükümlerine ve temayüllerine taban tabana zıt bir durumdur da ondan… Ya rabbi bir hilal uğruna ne güneşler batırılıyor, babından…

“70 yıllarda tanıdım, “Çeşmenin Sesi” adlı gazeteyi çıkarıyordu Kale Sinemasının orada ara sokakta, 2. katta ufacık bir büro vardı, amca derdik ona biz o zaman, ben öğretmen okulunda öğrenciyim oradan şiir gönderirdim, Çeşmenin Sesinde yayınlanmış şiirlerim vardır o dönemde, Çeşmenin Sesinin şöyle bir özelliği de vardır, kurşun harflerle dizgi yapıldığı günler, Doktor Tayfun bile bir alt kattaki ofiste bulunmasından ötürü zaman zaman dizgilere yardım ederdi. TÖBDER li öğretmenlerin de yardıma geldiğini de zaman zaman görürdüm Gazetenin hazırlanmasına. Yani gazete bir dayanışma ve birlikte yaratma kültürünün de eseri idi bir anlamda. Dönem itibari ile gazete ofisinin tam karşısında şu anda aramızda olmayan Hasan Soma’nın açmış olduğu bir kahvehane vardı.” diye anlatıyor Aydın Korkmaz… Bilahare de; “İzmir’de Barış ofset vardı, ben gazeteyi çıkarmaya başladığımda pasajda dar bir geçit vardı, Ahmet’te orada idi, Çeşme’de benim abim var, İbrahim Önol benim üvey abimdir, dedi… Ahmet Torman, muhabbet erbabı ve dost limanı bir abi…” diye eklemiş idi gazetemizin patronu Aydın Korkmaz…

Ahmet Torman İzmir Emniyetinde 1. Şube (siyasi şube) komiserlerindendir… Yıl 1951 ya da 1952, tarihe geçiş biçimi ile meşhur “komünist tevkifatı” başlamış, dönemin Emniyet Müdürü de, çok sonraları sırası ile İzmir’de Valilik ve 1980 12 Eylül faşist darbesinden sonra parlamenter sistemin ihya edilmesi çalışmalarında HP (Halkçı Parti) genel başkanlığı ile maruf Necdet Calp… İzmir’de de “komünist tevkifatına” bahane olarak ta, daha sonra da beğenilen bir bahane olması hasebiyle onlarca kez yinelenen, bir caminin iki minaresi arasına komünist bayrakları asıldığını palavrasını söyleyerek, emniyet harekete geçer, geniş çaplı operasyonlar yürütülür. Bu kapsamda, İzmir’in ilçesi Kiraz’da sıhhiye memuru olarak görev yapan İbrahim Önol’ın da tutuklanması söz konusudur, Emniyet Müdürü Necdet Calp bu görevi akrabalık ilişkisini bilmediği için Ahmet Torman’a tevdi eder. “Gözaltına al getir”, Ahmet Komiser de; “valla müdürüm beni bu vazifeden azat edin” der, “ben bu vazifeyi ifa edemem” deyince, bir hayli sinirlenen Müdür “neden ifa edemezsin oğlum” der, “o benim kardeşim, üvey kardeşim ama kardeşim, ben bu vazifeyi ifa edemem” der, bunun üzerine Necdet Calp; “Valla Ahmet bu durumda bizim seni teşkilatın bu biriminde tutmamız da çok zor, gel biz sana başka bir vazife uyduralım ve teşkilatın bu biriminden alalım.” Bu kapsamda mesleğinde başarılı olan ancak yaşanılandan ötürü de mutlaka bir sonucu olması gereken bir durumla karşı karşıyadır komiser. Neyse, talih ve kısmet diyelim, başka birime gönderme çalışmaları neticesinde komiserin tayini Amerika’ya çıkar, nitekim de kısa süre sonra gerekli prosedürler tamamlanır ve ABD’ye gider, elçilikte göreve başlar ve uzun yıllar orada çalışır. İstikbali parlak ve önü açık komiser Ahmet Torman elçilikte, koruma görevine rıza göstererek hayatını idame ettirir, anlayacağınız. Daha sonraları emekliliğini müteakip Türkiye’ye geriye dönüşünde, Türkiye’ye ilk offset makinesini getirir ve İzmir’e yerleşir. Adı “barış” ama sadece ilan almak adına bir gazete çıkarır.


İbrahim Önol, diğer memur benzerlerinden farklıdır, idealisttir ve görevi gereği hiç durmaz, çalışır, didinir ve de maalesef muktedirlerin hiç hoşlanmadığı ve en affedilmezi yapar “düşünür” ve topluma faydalı olmanın her şekilde mümkün olduğunu göstermek adına, yayan, eşekle ya da atla tüm köyleri dolaşır aşıları yapar, aşı bilgilerini arşivler, tekrarlama günü gelince gerekli hatırlatmalar ile işini gerçekleştirir, işte böyle idi “Komünist tevkifatının” hedefindeki insan… İbrahim Önol; “Komünist tevkifatı” mucibince, mezkûr dönemde komünist olmak gerekçesi ile tutuklanan pek çok benzeri gibi, ağır ve uzun sorgulamalar ve işkenceler altında uzun sayılacak bir süre, süründürülür, sonraları aklanır ve çıkar, işine döner ve tayinin çıkmasından ötürü de Çeşme’ye yerleşir, sıhhiye memuru olarak vazife yapar… Daha önceleri birkaç yazıma da konu olan Sıhhiyeci İbrahim, bundan sonra her türlü siyasal, sosyal ve kültürel faaliyet içinde vardır, kâh açıktan kâh çaktırmadan. Çeşme Turizm Derneği, Çeşme Halkevi’nin kitapları ile Kütüphane oluşturma, bu kitapların köy okullarına dağıtılması gibi gibi… Dönem itibari ile Çeşme Halkevi çok aktif, rivayet o ki, tiyatro faaliyetlerinde Nazım Hikmet’in “İnek” adlı oyununu bile sahneliyorlar. Bilahare de “demokrasi” vaadi ile iktidara gelen DP (Demokrat Parti) döneminde Çeşme Halkevi yıkılır ve rivayete göre de, taşları Ödemiş Demokrat Parti binasının yapımında kullanılmak üzere Ödemiş’e götürülür. Yaşanılan kahredici, yok etme ve tenkil politikaları neticesinde artık insanlar, sindirilmiştir demesek te, artık çok temkinli ve tedbirlidirler, bu hava İbrahim Önol’da da vardır maalesef… “Yeter söz milletindir” diyerek iktidara gel, ilk yaptığın işler milletin sesini kısmak olsun, tam da dönemin ve hatta sürekli olarak canım Yurdumun ruhuna mütenasip bir durum… Aile yaşanmışlıkların neticesinde ciddi savrulmalar yaşamıştır, ne yazık ki… İbrahim Önol 80’li yaşlarında vefat eder… Çeşme’deki yetkililerinin, yine Çeşme’nin yüzaklarından “Sıhhiyeci İbrahim Önol” adına, bir cadde ya da sokak adı, bir meydan adı gibi, hatırlanmaya müteallik bir adım atmaları, bu güzel insanı, yaşadığı meşakkatli hayatı hatırlamayı ve hatırlatmayı ebedi kılmayı düşünmelidirler…

Cumartesi, Eylül 09, 2017

KIZILIDERİLİ GÖRMÜŞ, BİZ HALA GÖRMÜYORUZ


Malum iki hikâye bir kez daha tekrarlayalım, bakarsınız günü anlamak adına bazı nasırlı ya da zehirli beyinlere bir katkıda bulunur.

Bilindiği üzere 1969 yılında ABD Ay’a “Apollo 11” ile uzaya gönderdiği 3 astronottan 2 sini, Neil Armstrong ve Buzz Aldrin’i Ay’ın yüzeyine indirmiş idi. Gerçi buna hala, aklı kıt, inancı bol bir grup insan inanmamaktadır ama olsun onlar yazımızın konusunu oluşturmamaktadırlar.
Apollo 11 astronotlarına, Ay’ın yüzeyine benzeyen ABD’nin batısındaki bir çölde eğitim verilmektedir. Pek çok Kızılderili topluluğunun da yaşadığı bu yerde bir gün karşılaştıkları Kızılderili yaşlı biri ile sohbete tutuşurlar ve efsaneleşen öyküye göre diyalog şu şekilde gelişir; Kızılderili Yaşlı Adam Astronotlara meraklı gözlerle ve sözlerle ne yaptıklarını sorar, kısa bir zaman sonra Ay’a bir araştırma ve inceleme seyahati düzenleyeceklerini ve bu nedenle de burada böylesi bir eğitimden geçtiklerini söylerler. Yaşlı Kızılderili Adam dinledikleri karşısında uzunca bir süre sessiz kaldıktan sonra, Astronotlara kendisine bir iyilik yapıp yapamayacaklarını sorar. Astronotlar nasıl iyilik beklediğini sorarlar yaşlıya. O da; “Kabilemde yaşayan tüm insanlar Ay’da kutsal ruhların yaşadığına inanır. Onlara Kabilemdeki insanlardan çok önemli bir mesaj göndermek istiyorum” der. Astronotlar nasıl mesaj olacağını merak edip sorarlar, “nasıl bir mesaj göndermek istiyorsun?”. Yaşlı adam kendi dilinde bir şeyler mırıldanır, astronotlardan da bunu ezberleyinceye kadar tekrarlamalarını ister, “astronotların “bu ne demektir” sorusuna ise, “bunu size söyleyemem. Sadece kabileme ve Ay’daki kutsal ruhlara ait ve sadece onların bilebileceği bir sırdır bu. Lütfen bunu iletin, kutsal ruhlara bizim için. Bilahare üsse dönen astronotlar, uzun arayışlardan sonra kendilerine bu bilemedikleri ama ezberledikleri sözün tercümesi için bir hayli çaba gösterirler ve bir gün bunu çevirebilecek birini bulurlar ve hemen ezberledikleri cümleyi kendisine söylerler. Tercümanın ezberledikleri cümleyi dinledikten sonra kahkahalarla gülmesinin ardından, ezberledikleri sözün; “bu insanların size söyleyeceği hiçbir şeye inanmayın sakın ola, bunlar topraklarınıza el koymaya gelmişlerdir.”

Emperyalizmin, ilk evrelerindeki “keşif et-fetih et-talan et” kültürünün tüm dünyaya dayatıldığı günlerde, tüm yeraltı ve yer üstü kaynaklarına el konur iken, çaresiz olarak yerel halklar tüm direnmelerine rağmen “barbar” ilanını müteakip katledilmişlerdir, bugün dünyaya “demokrasi” dersi veren güruh tarafından…

Peki; geçen yüzyıl boyunca yaşanan bu rezaletlere rağmen bu yüzyıla bakiye, yönetimler-insanlar, tüm bu yaşanan kıssalardan hisse çıkarmışlar mıdır? Görünen o ki, ne yazık ki çıkarılmamıştır. Hala doğa, 3 kuruşluk çıkarlar uğruna, emperyal müstevliler ve yerli hempaları tarafından tüm dünyada talan edilmektedir. Yağmur ormanları yok ediliyor, abuk subuk sanayileşme ve salınımlarının serbestliği uğruna hızlı bir küresel ısınma yaşanıyor, sulak araziler yok ediliyor vs vs… Ne olacak, bol elektrik, bol altın, bol gümüş ve hülasa da bol dolar…

Oysa “bu kafa ile gidersek askere nah alırız tezkere” sözünün mucidi necip milletimiz, gözlerinin önünde yaşananlara hala seyirci gibi durmakta… Hayırlara vesile olsun…

Gelelim diğer hikâyeye; Kızılderili Reisi Seattle ne diyor; “soluk benizli önce bizon postu kadar bir toprak istedi. Verdik. Ama yetinmedi, ormanlarımızı ezdi, göğümüzü kararttı, suyumuzu kirletti. Bir gece kırmızı urbalıların tekmeleriyle uyandık. Savaşçılarımız hayvan gibi kesildi, kadınlarımız ipe dizildi, köyümüz ateşe verildi. Amerikan yönetimi, altında dolandığımız yıldızları bayrağına hapsetti. Onlara göre özgürlük “meşale tutan bir heykeldi”. Beyaz adam kibirliydi, asabiydi, çok konuştu, az dinledi. Hak hukuk adaleti, narin, nahif bir kadınla simgeledi. Zavallının eline terazi verdi, gözüne mendil gerdi. Biçare “adaletçik”, ırzına geçeni bile bilemedi.” Aynı Reis bilahare de sonradan bir Kızılderili atasözü niteliği taşıyan; “Son Irmak Kuruduğunda, Son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, BEYAZ ADAM paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

Tarımı başka ülkeler yapsın, biz oradan tarım ürünü alalım çapsızlığı ve ipsizliği en kolay ama bir o kadar da kabul gören bir yaklaşım olduğu sürece, biz yukarıda yaşanan ve geleceğe bir haklı haykırış olan Kızılderili Şefin dediği gerçeği asla ve kat’a göremeyeceğiz demektir. Sonra da kahvehane köşelerinde konuşur dururuz, elin gâvuru görüyor ve yapıyor, biz ise ne görüyoruz ve de ne yapıyoruz.

Büyük usta Nazım Hikmet ile, nokta…

İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
söz yalan söylüyorsa,
ses yalan söylüyorsa,
ellerinizden geçinen
ve ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.