Cumartesi, Aralık 30, 2023

PANATHINAIOKOS, REAL MADRID, ANKARAGÜCÜ

Düne kadar “bir gece ansızın gelebiliriz” terennümleri ile karşılıklı zaman zaman gard alarak, zaman zaman ise de aport vaziyetiyle mesafeli durduğumuz Yunanistan ile Cumhurbaşkanının ziyareti sonrası birden görüntüde her şey değişti. Umarım ki bu görüntüde kalmaz, hayatın her alanında karşılıklı dostane ve samimi ilişkilere evrilir çünkü artık dünyamızda gelinen nokta itibariyle acilen yumuşamaya ve barışa ihtiyaç vardır. Şimdilik sözde de olsa vize konusunda kolaylıklar konuşulur iken birden futbol dünyasını da meşgul eden bir gelişme oldu, Fatih Terim Yunanistan’ın Panathinaiokos takımının teknik direktörü oluverdi. Gerçi sportif alanda oyuncu ve antrenör transferleri ilk defa olmuyor lakin bu defa “ağır top” Fatih Terim olunca, kamuoyunda fazlaca meşguliyet yarattı… Gerçi basketbol koçu olarak Engin Ataman halen Panathinaiokos takımının “başantrenörüdür” lakin sadece ilgililer bilir bunu… Bu yaratılan kamuoyu köpürmesine mütenasip bir şeyler de ben yazayım dedim, bakın neler hatırladım neler… Bu takımların ve benzerlerinin siyaset ile yakın ilişkileri, futbolun siyaseti, siyasetin futbolu derin kullanmasına yönelik inanılmaz bilgiler bulunmaktadır.

Kolayca bilinebileceği üzere, demokrasi katilleri, siyaset heveslisi darbeci generaller ya da politikacılar bir tarafı ile toplumda adlarına ve namlarına köpürtülecek bir sempatiye, diğer tarafı ile de beşeri mühendislik adına toplumsal desteğe ve dahası da oyuncak sahibi olmadan büyümüş çocuk kompleksi içinde büyük kitleleri sürükleyen futbol faaliyetleri içinde olmaya itina göstermişler ve dahası da hep içinde olmuşlardır… Futbol, tüm darbecilerin ve politikacıların, her daim sarıldıkları, yaslandıkları ve dahası da ihtiyaç duydukları dış destek temini ve sempatisi üzerinden toplum nezdinde aleniyet ve meşruiyet aparatı olmuştur…

Evet, bu girişten sonra, gelelim kamuoyunu yakından meşgul eden Panathinaiokos takımının geçmişine kısa bir göz atmaya… Kulüp geçen yüzyılın başında “bir atlet” tarafından kurulur, mezkûr muhterem aynı zamanda takımın ilk kalecisidir de… Takım yerel de bir takım başarılar sağlar lakin hiçbir başarı 1967’de darbecilerin takıma sahip çıkarak desteklemeye başladıkları dönem kadar olamaz… Kollar sıvanır takımın başına döneminin hem çok meşhur futbolcusu akabinde de çok önemli teknik direktörü olan Macaristan futbolunun yıldızı Ferenc Puskás getirilir… Behemehâl ülkenin en etkili futbolcuları takımda toplanma talimatına uyar hiza alırlar dahası politik destek sınırsız ve sorumsuz alenen verilir rakiplere ise de çelme, tekme yeterince ve layığınca atılır… Bu konsantre ilişki ve çalışma neticesinde 1969, 1970, 1972 yıllarında takım yerel ligde şampiyon olur, en büyük yurt dışı başarısı ise 1970 yılında o zamanki adı Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasında final oynamak oluyor… Teknik direktör Ferenc Puskás, bir başka darbecilerin takımı olarak her daim ilk sıralarda yer alan Real Madrid’in efsanevi futbolcusu lakin aynı zamanda Macaristan Ordusunun emekli bir “albayıdır”… Yani takımın başında gölge “albaylar cuntası”, fiilen de emekli bir albay, tam manası ile bir albaylar dayanışması… Bu teknik ve siyasi kadro destekleri neticesinde Panathinaikos Avrupa Şampiyon Kulüpler kupasına katılıyor. Finale gelene kadar, hangi albayın ne kadar etkisi oldu bilinmemekle birlikte dedikodunun haddi hududu yoktur… O kadar ki, Avrupa şampiyon Kulüpler Kupası finali oynadıkları Hollanda’nın Ajax takımı lehine albaylar cuntası temsilcilerince yapılan hiçbir fedakârlığa rakip takım yüz vermez, dolayısıyla maç kaybedilir… Avrupa'da hemen hemen hiçbir deneyimi olmayan bir takım, Avrupa devlerini birer birer deviriyor, finale geliyor, hem de Avrupa’daki ilk yılında… Lakin dedikodunun sonu gelmiyor…

1974 Kıbrıs savaşı sonrası Yunanistan’daki “albaylar cuntası” derhal çekilir, Panathiaikos yeniden öksüz kalır, taaa 1979 yılına kadar o dönem dünyaca ünlü armatörler konsorsiyumu kulübü satın alır, yeniden yükselme şansı doğar. Diğer Yunanistan takımları tıpkı komşu ülkelerde de benzeri olduğu şekilde yönetim ve mali krizler içinde kıvranırken onlar yeniden sağlanan bu sınırsız mali destek ile atılım yaparlar. Aynı dönemde, sporun çeşitli branşlarında çalışmaların yürütüldüğü bir akademi açılır, kürekten tenise, basketten, atletizme kadar, her dalda yetiştirilmek üzere, çocuklar bu akademinin öğrencileri olurlar… Para ve görece istikrar dünya çapındaki futbolcularında takıma katılımını beraberinde getirir. O futbolcular da şampiyonlukları… Hem Yunanistan’da yerel ligde, hem Avrupa’da çok iddialı bir takımdır artık…

Peki; Yunanistan’da durum budur da diğer ülkelerde durum nasıldır? Farklı mıdır? Zinhar… İspanya’da Diktatör General Franko’nun sınırsız ve sorumsuz desteği ezelden beri Kral’ın takımı diye bilinen Real Madrid’ten yanadır. Hitler’in desteklediği Schalke 04 ise 1933-1942 yıllarında üst üste 7 defa şampiyon olmuştur. Portekiz’de ise diktatör Salazar tarafından benzer durum Benfica kulübü lehine yaratılmış ve yürütülmüştür. İtalya’da faşist Mussolini’nin takımı ise Lazio’dur. Romanya’da ise Çavuşesku’nun takımı Steaua Bükreş’tir. Mısır’da ise Kral Faruk’un takımı Zamalek’tir. Say say bitmez, duralım artık, bilmediğimden değil lakin artık listeyi uzatmanın manasızlığıdır sebep. Bu gözler neler gördü neler, kulaklar neler duydu neler, yaz yaz bitmez… Lakin dünyanın en sevilen sportif faaliyetinin bu kabil kullanılması insanın içini acıtıyor açıkçası…

Bizim yerli ve milli diktatörümüz Ahmet Kenan Evren’in sınırsız ve sorumsuz desteklediği takım ise Ankaragücü’dür ve bu yüzden diktatörümüz buyuruyor “başkentten de bir takım 1. ligde olmalıdır”. Nokta, hatta üç nokta… Görev tarifi, bakanlık, beden terbiyesi genel müdürlüğü, futbol federasyonu, hakemler, kulüpler ve seyirciler nezdinde layığı ile yapılmıştır. İlk maç Ankara’da oynanır ve maçı Ankaragücü 2-1 kazanır, 2. maç Bolu’da oynanır, her şey Ahmet Kenan Beyin istediği gibi gitmekte, maç 0-0 devam etmektedir, o zamanki avantaj kurallarına göre eğer Boluspor maçı en az 1-0 kazanırsa kupa Boluspor’un olacaktır, derken maçın sonlarına doğru hiç beklenmeyen olur, ligin ender Ermeni futbolcularından Minas kaleciden uzun degaj ile gelen topu bekletmeden yaklaşık 35 mt. den bir füze gibi ağlara gönderir… Hakem Sadık Deda golü verir… Kupa artık Boluspor tarafına yönelir… Çizgi hakemi donmuş kalmıştır, orta çizgiye hareketlenmez ve dahi ısrarla Sadık Deda’yı çağırır ve kendisine tribündeki adeta “süphaneke boncuğu” gibi sıralanmış rütbeli askerleri göstererek kendisine iletilen “golü iptal” ricasını iletir… Haydi, iptal etme de görelim defaactosudur bu ve başüstüne edası ile gol iptal… Maç berabere… Kupa Ankaragücü’ne… Çıkarılan yasa gereği de Ankaragücü o zaman ki adı 1. Lig olan Türkiye Süper Ligine… Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…

Nedir bu anlatılanlar, ezelden beri, hem de tekmili birden tecelliyatımız…


Cuma, Aralık 22, 2023

İSRAİL ERKETELİĞİ

Dünyada neden yaygın bir biçimde “Yahudi” yardakçılığı, erketeliği, çanakçılığı yapılmaktadır, bunu anlamak kolay olup, “aç gözünü, uyandır canını” atasözü mucibince yeterince can uyandırılır, göz açılır ise en ince detaylar bile kavranabilir. Şüphesiz sadece farklı bir din tercihleri nedeni ile Rusya’dan tutun, İspanya’ya kadar farklı tarihlerde, sözde farklı gerekçeler ile pogrom yaşamış bir mensubiyete sahipler, bunları hep biliyoruz. Asurlularca başlayan, Babil sürgünü ile devam eden, Mısır’dan sürgün edilmeleri ile ayyuka çıkan, Moğolların Kiev’i işgali ile Rus Hinterlandında başlayan pogrom ve devamı sürgün, İspanya’dan Osmanlı’ya büyük sürgün, Türkiye Cumhuriyetinde 1934 yılında yaşanan ve tarihe “Tekirdağ olayları” diye geçen diğer bir sürgün, nihayetinde Nazi Almanya’sının “soykırıma” dönüştürmesi haklı olarak tüm dünyada “masumdan yana durma” tavrı gereği hoşgörüde bir zirve oluşturdu… Bu duygusal “masumdan yana olma” tavrı bir türlü masumun yanında bulunup, birlikte direnme haline evrilemiyor, dün Yahudiler lehine yapılamayan bugün Filistinliler lehine maalesef hiç yapılamıyor… Bakıyorum dünyanın her yerinde büyük kitlelerin desteklediği ve katıldığı birçok dayanışma ve telin gösterileri yapılıyor, lakin onların seçtiklerinin umurunda bile değil, İsrail insanları çoluk, çocuk, yaşlı, genç demeden katlediyor, şehirleri bombalar ile adeta yok ediyor, bu sahte gözyaşı dökenlerin kılı kıpırdamıyor… Resmi kınama demeçleri dışında, o da göstermelik olmak kaydıyla, hiçbir şey yapılmıyor… Kaskat ve kümülatif yaptırımlar, blokajlar, hatta gizli de olsa savaş ilanları sadece “ilahi ve nihai düşman Rusya’ya”… Sıra İsrail’e gelince “seni kınıyorum” gibi sulandırılmış, mesajlardan öteye geçilemiyor… Sıra Irak’a gelince hop atlayan, hop zıplayan “Birleşmiş Milletler Örgütü” sıra İsrail’e gelince zannedersiniz ki saklambaç oynuyor… Irak’a karşı Birleşmiş Ordu toplayan “Birleşmiş Milletler Örgütü” sıra İsrail’e gelince ilaç bile toplamaktan aciz… Birleşmiş Milletler değil de sanki Birleşmiş Haçlı Milletleri gibi… Peki; bu haçlı kuvvetleri karşısında Müslüman ülkelerin İsrail’e karşı geliştirdikleri tavırlar samimi mi? Zinhar… Uzun yıllardır izlediğim tek gerçek var o da bir avuç devrimci dışında kimsenin samimi davranış içinde olmadığıdır, merak edenler en azından Türkiyeli devrimcilerin hangi dönemde ve kimlerin önderliğinde ve dahi kimlerin fiilen mezkûr direniş ve intifadaya katıldığını açık kaynaklardan kolayca öğrenir… Öyle direnişleri ve savaşları TV dizilerinden seyreder iken kılıç kalkan adına tencere tava kuşanmakla bu işlerin olamayacağını da belki öğrenirler… Diğer taraftan bu samimi dayanışmayı gösterenleri samimi bir karşılama ile selamlayabildi mi Filistin halkı, benim görebildiğim kadarı ile samimiyetsizleri daha çok tercih ettiler… Samimiyetsizleri halen de tercihe devam ediyorlar… Yahu hiç mi, Hamas ile ilgili çıkan haberleri, söylentileri ve iddiaları görmezler, görmüyorlar, maalesef… Yarın bu samimiyetsizler olacaklar mı? Zannetmiyorum… Lakin kendilerinin de samimiyet göstermeleri şartı ile her şey çok güzel olacak… Samimiyetsiz diyorum ya, konu şu özetle; “Önce FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) içindeki gerçek bağımsızlıktan yana olanlar başta da George Habaş’ın lideri olduğu FHKC’si yok Marksistir,  yok devrimcidir,  yok Hıristiyandır numaraları ile önce Suriye karşıdır numarası ve propagandası ile etkisizleştirildi, dışlandı, tasfiye edildi vs. vs… Peki; buna kim izin verdi ya da daha doğru ifade ile kim yol verdi, maalesef Yaser Arafat… Hem de usulsüzlüğe ve haksızlığa elimizde bulunan güç marifeti ile yol verirsek gün gelince bize de bu tatbik edilebilirin zımnen yolunu yapıyoruz demektir diye büyük itiraz koparanlara rağmen bir türlü durmadılar… Tasfiye edilenin tasfiye edileceği gerçeğine kulak tıkayanlar başta da Yaser Arafat olmak üzere herkes zamanla tasfiye edildi… Bu tasfiyenin mimarı, yok Oslo görüşmelerinde çok taviz verdi hatta gereksiz yere Filistin menfaatlerine sırt döndü diyerek FKÖ merkez yürütme kurullarını suçlayarak ortalıkta dolaşan Mahmut Abbas’tır… Şimdi sıra kendisine geldi, maalesef… Mahmut Abbas’ın ortalıkta görünmüyor olmasının başka nasıl bir izahı vardır… Artık, “Exeter Üniversitesi” mezunlarının yönetmesine yeter denilmesi en tutarlı ve kaçınılmaz yol olacaktır. Peki; olur mu, yakın gelecekte maalesef…

Evet, İsrailoğullarının maruz kaldığı baskılar, sürgünler,  kendi halkları ve taraftarları üzerinde de ciddi ve kalıcı tesirler yarattığı da aşikârdır. Bu tesirler ile çelikleşen İsrailoğulları dünya finans çevrelerinin de sınırsız ve sorumsuz destekleri ve dahi misyon tayin ve tevdileri ile Ortadoğu’ya avdetlerinin “günah-sürgün-dönüş” ilahi üçlemesi itikat ve imanı ile teolojik bir izahını yaparlarsa da, çok da itimat edilir bir tarafı yoktur bu izahın… Dönem, destekçilerin tanım ve konumu ve enerji kaynaklarının coğrafi konumu göz önüne alınınca ne menem bir jandarmalık ya da başka bir deyişle “karadaki uçak gemisi” rolü alındığı daha net anlaşılacaktır. Bunu hemen herkes böyle biliyor mu? Kocaman bir evet… Peki, biliyor olmalarına rağmen neden konunun etrafında dans edip duruluyor… O da çok sarihtir de anlamak isteyene… Yoksa her daim dini değerler ve söylemler üzerinden açıklamalara devam edilecektir… 

Dünya, artık “vaad edilmiş topraklara” dönüşün en hızlı, en fanatik hatırlatmalarını, savunmalarını ve hücumlarını 19. Yüzyılın 2. yarısında ziyadesiyle yaşamaya başlamasına şahitlik etti. Asıl trend ise 2. Emperyalist paylaşım savaşı ertesinde yaşandı… Yüzyılın başından itibaren başta emperyal güçlerin motoru İngiltere ve bilahare de ABD öncülüğünde bir sempati, koruma ve kollama ve bu uğurda her türlü fırıldağı bile meşru ve makul gören politikalar parlatıldı… Ve parlatılmaya da devam ediliyor…

Ahmet Arif ustanın; “nerede bir can ölse oralı olur yüreğim. Olmalı zaten olmasa insan olmaz yüreğim” dizesi ile duygularımızı beyan ederken, Filistin konusunda en samimilerden biri kabul edilen Hıdır Aslan’ın bir şiiri ile nokta...

ZAFERİ KOVALAYAN FİLİSTİN

Çığlıkların

Ve haykırışın

Gürlüyor kulağında

Dünyanın

 

Bu kara bir gökyüzünün

İlk ölüm yağdırışı değil

Senin durduğun semalara

Filistin’lim

 

Düşenlerin

Gül oldu ekildi toprağa

İşlendi mavzere

 

Acıların

Rüzgâra girmiş

Savrulup dağılıyor

“Zafere Kadar Devrim” nağralarında

 

Yeşerip yitenleri

Yitip yeşerenleriyle

Bir halksın sen

Zaferi kovalayan Filistin’lim.

Cuma, Aralık 15, 2023

MİLLET HASTANESİNDEN DEVLET HASTANESİNE

Sağlık; bir tarafı ile beynelmilel diğer tarafı ile de yerel düzlemde kişisel ve toplumsal açıdan en önemli alan olup, bünyesinde hemen hemen her sektörün bir şekilde rol aldığı bir alandır. Günün değişen ve gelişen şartlarına bağlı sürekli bir değişim ve dönüşüm ihtiyacının varlığından söz etmek mümkün ve gereklidir. Gerek kişi ve toplumsal beklentilerin yükselmesi gerekse de değişen teknoloji ile bilimsel gelişmelere bağlı değişimler kaçınılmaz olup her daim müspet ve vatandaş lehine bir değişim söz konusu olmalıdır. Bu manada yönetim, teşkilat, hizmet sunumu ve organizasyonu, finansman ve ekonomik zorlukların aşılması, insan ve mekân kaynaklarının ve teknolojik imkânların kalite ve kantite açısından yeterliliğinin temin ve tedariki, sürekliliğinin tedariki ve bu uğurda vatandaş lehine mevzuat ve politika üretme ve oluşturma konusunun ne kadar mühim olduğunu yazmaya gerek yoktur sanırım. Yani özetle müspet gelişim ve değişime evet lakin hak gaspı içeren her türlü değişime hayır demenin gerekliliği aşikâr ve kaçınılmazdır. 

Sağlık sektörünün en önemli mekânı hastanelerin “Millet Hastanesi” diye adlandırılıyor olmasını ilk kez çocukluğumda Çeşme’de şimdilerde mahalle olan Alaçatı Nahiyesindeki hastanenin kapısındaki yazan tabeladan hatırlıyorum. Şimdilerde Aile Hekimliği olarak kullanılan o zaman ki hastane Çeşmedeki Hastanenin tahsis nedeniyle başka kuruma geçmesi üzerine faal duruma geçmiş idi hatırladığım kadarı ile… Gerçi okumalarımdan anladığım mezkûr hastanelerin tanımlamalarında ciddi manada bir çeşitlilik söz konusu olmuş her daim… Memleket Hastanesi, Millet Hastanesi, Devlet Hastanesi vb. gibi ana adlandırmalar dışında her gelen kendi mizaç ve meşrebine münasip tayin ile bazen de Avrupa Birliği sözde müktesebatına uyumluluk adına yapılan organizasyon değişikliklerine bağlı adlandırmalar söz konusudur ve genelde de bu değişiklikleri anlamak adına yetişmek kolay olmuyor…

Hani söylenildiği gibi bu diyarlar “milleti ecnebiye” tarafından hep parselasyona uğradığından adeta Anadolu’nun ve dahi Ortadoğu’nun kuş uçmaz kervan geçmez köylerinde bile pıtrak gibi okullar ve hastaneler açıp adlarına “Milleti Fransiye”, “Milleti Ermeniye” ya da “Milleti Museviye” benzeri adlarla donatılan hastanelere mukabil Osmanlıda “Gureba Hastaneleri” adı ile hastaneler açmıştır… Hastanelere Cumhuriyet ile birlikte “Memleket Hastanesi” adı verilmek suretiyle birlik ve dahi kapsayıcılık hedeflenmiş gibi görülür iken, bilahare de “hâkimiyet milletindir” umdesi mucibince bir hayat tutturulunca da “Millet Hastanesi” öne çıkmış görünmekte, “kadir ve kerim devlet” ihtiyacının öne çıkmasına binaen ise “Devlet Hastanesine” evrilmiştir tanımlamalar… Benim şahsi değerlendirmem bu işlerin basit tercihler olmanın ötesinde olduğuna yönelik olup gerçekler ise “siretin surete aksidir”, esas mevzu da budur… Evet, ziyadesiyle basit gibi görünen bu adlandırmalar bile devletin ve direksiyondaki muktedirlerin alttan aldıkları onay ile alttakilere bakış mucibince tanzim edilecek münasebetlerin rengini, tonunu ve şiddetini tayin etmektedir bence… Yoksa nasıl gelinebilirdi tanımlamalarda “malulden” “müşteriye”… Müşteri tarifine “trene bakar gibi bakanların” tren karşısındaki canlı olma muamelesi göreceği kaçınılmazdır, demiş feylesof…

Bir de “sosyal güvenceniz var mı” diye sorulmaz mı, insanın aklını kaçırası geliyor… Ne demek sosyal güvencen var mı? Yoksa ne yapacaksınız varsa ne yapacaksınız, değil mi? Ya da sosyal güvencesinin olmaması o bireyin kusuru imiş gibi görülmesi de ayrıca bir insanlık dramı ve ayıbıdır… Çalıştığı yerde sigortasız çalışıyor ise, sigortasız çalışmanın adeta teşvik edildiği günlerden geçiliyorsa, çalışanın sigorta istemez o bedelin yarısını bana verin teklifinde bulunması dahi bireyin kusuru ya da suçu olmamalı, olamaz da… Yahu bu neden konuşulur ki bir toplumda… Aaaaa işte şimdi geliyoruz zurnanın zırt dediği yere,  yine yavaş yavaş “ilaç katkı payı” ile başlayan “tedavi katkısı” ile süren sürecin asli unsuru olmamızın mucizesine ve daha da önemlisi önce küçükten başlayan muafiyetler giderek artar nihayetinde de bazı ilaçlar, bazı tedavi gereçleri toptan karşılanmaz hale gelir ve biz de bunun her seçim döneminde her önüne geleni onaylayan noteri olursak, topyekûn keteni de helvayı da hak ederiz. Özel sağlık ve emeklilik sigortaları özendirilir ve desteklenir hale gelirse ve biz de buna alkış tutarsak, daha nasıl bir ilave bela gelir diye beklemenin bir manası da olmaz… Bunların hepsi toplanan ya da toplanması gereken vergilerden karşılanır iken alkış çalınırsa kış aylarındaki ağustos böceği durumuna düşmenin kaçınılmaz olduğu aşikârdır. Bir bakın bakalım özellikle Kuzey Avrupalı ülkelerine, devr-i komünizm’de işsizlik sigortası, sağlık sigortası, çalışan hakları ne idi komünizmin terk edilmesi akabinde durumlar ne, adeta sosyal devletten koşarak kaçıldı… Bütçeden sağlığa ayrılan pay her geçen yıl azaltıldı... Peki, cahil olmadığını ileri süren bu toplumların kılı kıpırdadı mı? Zinhar…  

Bu memleketin sağlık ve sıhhat işlerine verilen öneme ithafen Ankara’da “Sıhhiye Meydanı” bile vardır, dönem itibariyle yeni inşa edilen Sağlık Bakanlığı Binası önünde ihdas edilen meydan halen aynı adla anılır. Şimdi artık mezkûr binanın Sağlık Bakanlığı tarafından terk edilip Ankara Valiliğine tahsis edildiğini üzülerek öğrendim, bilindiği üzere ben binalarda, sokaklarda, meydanlarda isim, fonksiyon değişimlerine hele hele de günümüz şartlarına uymuyor gibi eften püften gerekçeler öne sürerek yapılacak değişikliklere karşıyım. Bilindiği üzere görece uzun yıllar hizmet vermiş bir binanın hele hele de etrafı da kendisine uygun hizmetlere tahsis ve ihdas binalar ile donatılmış ise şehrin karakter yapıları ya da binaları olduğunu iddia ederim ve korunması hem de ne pahasına olursa olsun korunması gerektiğine inanırım.

Bana göre hastanelerin özel sektöre devri de tam bir rezalettir sağlık politikalarının sekteye uğratılması açısından… Doktorların özel muayenehane açmaları ciddi ve fahiş bir saçmalıktır, öğretim üyelerine muayene için ilave bedel ödenmesi de önüne geçilememiş bir çürümedir. Doktorlar ve doktorluk da bu manada ciddi erozyona uğramış durumdadır… TV’lerde boy devirir iken maşallah “bıçak parası da neymiş” hayretliği içinde konuşulur, vatandaşa hizmet önemlidir para değil fikri öne çıkarılır da lafzi olarak, peki biz neremizden uyduruyoruz bu yaşadıklarımızı hiç değinilmeden geçilir… Evet, maalesef önce “ekmekler bozuldu” sonra hem doktorlar hem de hastaneler… Öyle 3 ya da 4 doktorun namusu ile çalışıyor olması ile sistem ayakta da duramıyor maalesef… Rezalet o boyuttadır ki, ameliyat yapacağım diye eşek yükü ile para alan hocalar ameliyat sonrası hastayı görmek bile istemiyor, utanmasalar kapıdaki güvenlik görevlisi marifeti ile ameliyat sonrası takip ve tedaviyi yürütecekler… Sağlık ve sıhhatin objektif ve ahlaki ölçüsü bozulur ise maalesef sübjektif ve gayri ahlaki ölçüler öne çıkar ve ne yazık ki mazruf yerine zarf öne geçer, sonrasını da söylemeye hacet yoktur sanırım… Burada doktoru ve yasa koyucuyu tek başına suçlamak yeterli değil bence topyekün sistem ve düzen meselesi daha da önemlisi ahlakı yüksek toplum yaratabilmek meselesidir… Tıp bilindiği üzere dünyada 2 başlı yılan ile sembolize edilen bir meslektir artık biz de kötülüğün, sinsiliğin sembolü diyerek “yılan gibi” mi diyeceğiz yoksa “su içene yılan bile dokunmaz” diyerek tıbbın sembolü üzerinden yılana güzelleme mi yapacağız bilemem… Lakin durum da ziyadesi ile karışık…

Bu vesile ile de bir başka kabul görmüş fikrin takipçisi olarak bir kez de ben tekrarlamak istiyorum. “önleyici tıp”… Paradan, bütçeden arındırılmış tıp, ihtiyaçları karşılanmış personel, yeterli teknik donanım ile tesis ve teçhiz hastaneler… Genel politik tercihler gibi ya da mütenasiben sosyal, kültürel ve idari değişikliklerin dayatması neticesinde sağlık politikaları da her geçen gün tüm dünyada olduğu üzere bizde de muktedirlerin lehine tekemmül etmiş ve dahi etmektedir. Esasen tüm dünyada da, bizde de önce biz “millet hastanelerine” sahip olabilmenin tüm gereklerini yerine getireceğiz ki muktedirler hak gaspına yönelemesinler… Katkı paysız, sınırsız, eşit, adil, etik, kapsayıcı ve kapsamlı, önleyici, koruyucu, tedavi edici, rehabilite edici sağlık politika ve uygulamaları bekler iken bu servisleri düzenleyecek, gerçekleştirecek ve izleyecek tüm aktörlerinde haklarının ve ödevlerinin mütekâmilen düzenleneceği ve yerine getirileceği bir sistem gerekmektedir, diyerek bitirelim.   

Perşembe, Aralık 07, 2023

YA TALÊEL AL-JABAL

Türkçeye “Ey dağa çıkanlar” olarak tercüme edilen bir şarkı dinliyoruz sıkça ve tekrardan bugünlerde İsrail’in Filistin’de yarattığı terör ortamına bakarak… Şarkı esasen bir direniş, bir başkaldırı hikâyesidir Filistin topraklarında can bulan, yeşeren… Esasen Filistin’in bizatihi kendisi bir direniştir, bir isyandır, bir başkaldırıdır… Filistin’in kendisi bir “intifadadır”… Filistin ne yazık ki taa Osmanlının son dönemlerinden bu yana huzur bulmamış ya da bulamamış topraklar olmuş… Osmanlının “iyi günlerinde” Müslümanız rahatlığı içinde bir şekilde geçinilmiş de, ne zaman ki Osmanlının savruk ve dağınık ekonomisinin kapısını bankerler, kreditörler ve emperyal devletlerin temsilcileri çalmış, ahada o günden beri bir huzursuzluk hali artan bir biçimde bugünlere artık katliamlar biçimine dönüşmüştür… Hani denir ya Osmanlı hep karşı çıktı Yahudilerin yerleşmesine, bunun doğru olduğunu düşünenlerin bir kez daha bu konuyu araştırmaları gerekmektedir bence. Prof. Vahdettin Engin’in Osmanlı arşivlerinden bulduğu yeni belgeler ile Yahudilerin yerleşimi, yerleşim yerlerinin Kuzey Irak mı? Filistin mi? Duyun-u umumiye borçlarının yaklaşık %80’inin Yahudiler tarafından karşılanıp karşılanmadığı gibi detayların yeniden gün ışığına çıkarılması gereği aşikârdır gibi… Neyse buralar bir okuyucu olmaktan öteye gidemeyen beni çok aşar, tarihçiler ve araştırmacılar ne diyorsa odur diyelim…

Almanya Nazizminin Hitler marifetiyle Yahudilere uyguladığı Jenositten bu kadar etkilenmelerine rağmen bugün kendilerinin Hitler’in ardılı gibi davranıyor olmalarını anlamak mümkün değil… Efendim deniliyor ki, aşırı milliyetçiler, aşırı dindarlar İsrail’in Filistin’deki katliamı planladıkları ve gerçekleştirdikleri dillerimize de pelesenk durumdadır. Ya nasıl olur bir ülke böylesine bir felaket senaryosu yazar ve gerçekleştirir… Nerede insansever Yahudiler, nerede dindar olmayan İsrail vatandaşları, nerede milliyetçi olmayan İsrail vatandaşları diye insanın sorası geliyor da, manasız… Demek ki yok ya da eser miktarda… Demek ki dünyayı savaşseverler, insan yok etmekten keyif alanlar yönetiyor mu diyeceğiz şimdi… İşte bu muhteremlerin, milliyetçilerin, dincilerin, insansevmezlerin yönettiği ülkelerin durumu… Ne diyeyim ki, Allah selamet versin gayri… 

Evet, Filistin direniştir, Filistin İntifadadır, diyorum ya… Osmanlıdan sonra Filistin topraklarını işgal eden ve bilahare de güvenli bir şekilde tıpkı selefi gibi, sanki istemezmiş dubarasıyla, hilesiyle de Yahudilere teslim eden üzerinde güneş batmayan imparatorluğun merkezi İngiltere’dir. İngiltere’nin yancıları, erketeleri kimlerdir, vallahi onların da tamamı bihakkın yüzde yüz yerli ve millidirler…

Bugün Hamas yönetiyor değil mi? Bakın iddia ediyorum yarın olmayacaklar… Yerine daha ehven ve mülayim ve dahi söz dinlerler bulunacaktır… Süreç nasıl çalıştı ve ben bu süreci nasıl okuyorum, evet, önce FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) içindeki gerçek bağımsızlıktan yana olanlar başta da George Habaş’ın lideri olduğu FHKC’si yok Marksistir,  yok devrimcidir,  yok Hıristiyandır numaraları ile önce Suriye karşıdır numarası ve propagandası ile etkisizleştirildi, dışlandı, tasfiye edildi vs. vs… Peki; buna kim izin verdi ya da daha doğru ifade ile kim yol verdi, maalesef Yaser Arafat… Hem de usulsüzlüğe ve haksızlığa elimizde bulunan güç marifeti ile yol verirsek gün gelince bize de bu tatbik edilebilirin zımnen yolunu yapıyoruz demektir diye büyük itiraz koparanlara rağmen bir türlü durmadılar… Tasfiye edilenin tasfiye edileceği gerçeğine kulak tıkayanlar başta da Yaser Arafat olmak üzere herkes zamanla tasfiye edildi… Bu tasfiyenin mimarı, yok Oslo görüşmelerinde çok taviz verdi hatta gereksiz yere Filistin menfaatlerine sırt döndü diyerek FKÖ merkez yürütme kurullarını suçlayarak ortalıkta dolaşan Mahmut Abbas’tır… Şimdi sıra kendisine geldi, maalesef… Filistin devlet başkanı olarak haberlerin bir yerlerine iliştirilmiş olmaktan öte ne rolü görünüyor şimdilerde, kocaman bir hiç… Kimse gak guk etmesin, Filistin yerleşim yerleri yok oldu, yok oldu hem de çok acıdır ki inşaları ile beraber… Nereden mi tahmin ediyorum bu tasfiyelerin olacağını, merak edenler İngiltere’deki Exeter Üniversitesi kuruluş belgesine lütfedip bakarlarsa ve ilaveten bugün İslam dünyasında kimlerin Exeter Üniversitesi lisans, yüksek lisans ya da doktora diplomasına sahip olduklarını tespit ederlerse, analiz kendiliğinden ayna gibi parlamaya başlar… Evet, emperyalizm kötü de insanlar biraz da dönüp kendilerine bakacaklar… Filistin için timsah gözyaşları dökenlerin dönüp dün gözlerini kırpmadan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarına parmak kaldıran seleflerinin miraslarını ret etmeleri kaçınılmazdır. Yoksa tam da burada adama “iştir kişinin ayinesi lafa bakılmaz” sözünü hatırlatırlar…

Evet, gelelim başlıktaki konunun içeriğine, çünkü Filistin’de bu acılar çok uzun yıllardır vardı ve korkarım ki daha çok uzun yıllar yaşanacak… Evet, İngilizler Filistin’in koruyucu meleği rolünü alınca bir taraftan şımarık Yahudileri sırt sıvazlayarak sahaya sürüyorlar bir taraftan da sanki önlerine geçip engelliyormuş numarasına devam ediyorlar. Lakin sözde korudukları Filistin halkı da mahpushanelerde çürütülüyor, kim ki Yahudi yerleşimlerine karşı çıkıyor, direniyor, haydi kodese… Bir tarafı ile dağlardaki Filistinli direnişçilere cesaret ve moral vermek diğer taraftan da mahpushanelere tıkılan direnişçilerin şevk ve morallerini yükseltmek için “ya taleel al-jabal” adında bir şarkı söylerler… Hem de yaygın olarak kadınların söylediği bu şarkı mahpushane duvarları dibine kadar yaklaşıp içeridekilerin duymasını sağlayana kadar söylenirmiş… “direniş kazanacak, gelip sizi kurtaracak” sözleriyle bıkmadan usanmadan… Önceleri İngiltere kuvvetlerini hedef alan bu şarkı işgalin ruhsatını ele geçiren İsraillilere karşı o günden bu güne büyük acılar yaşanarak devamlı söylenmektedir bildiğimiz kadarıyla. İddia edilen o ki, sözlerinin işgal kuvvetleri tarafından tam anlaşılmasını engellemek için yer yer kelime değişiklikleri de yaparak ya da hecelerde oynayarak süregelmiş bu güzel şarkı… Filistin direnişinin şarkılarından biri olan ve bugün artık yepyeni bir form alan bu şarkının sözlerinin bir kısmı ile bitirelim…

Ey gecenin köründe dağa çıkanlar, ey o ateşi yakanlar

Gecenin arasında “Yaman yaman” gecenin köründe ey can

Sizden takı ya da kıyafet istemiyorum

Gecenin arasında "Yaman yaman" gecenin köründe ey can

Sadece içeride mahpus gazel hariç

Gecenin arasında “Yaman yaman” gecenin köründe ey can


Cuma, Aralık 01, 2023

DIE WELLE

Demokratik toplumların dahi otokratik, despotik ve diktatörlüklere karşı otomatik refleksler oluşturamadığını ve otokrasiye kısa sürede ve kolayca teslim olduğunun ispatına dayalı gerçek hayatta gerçekleştirilmiş bir testten hareketle yapılmış “Die Welle” isimli bir film izledim. Hani var ya şimdilerde her ülkede eser miktarda bulunup “yok canım bizde olmaz” deyiciler, vallahi tam da onlara… Bunun üstüne yazarlar da yazarlar, konuşurlar da konuşurlar… Bu sosyal testin ilk izlerini daha önce bir yazımda bahsettiğim ve insanların otorite karşısında, kendileri fikri ve ahlaki olarak katılmasalar, ret etseler dahi itaate yatkınlıklarının ortaya çıkarılmasını konu alan “Milgram testi” detaylarını okurken keşfetmiştim. Milgram testi de, çok ıstırap verici, yaralayıcı bir test olmakla birlikte vicdani değerler ile harici etki ve motivasyonların kökleri ve şekillenişleri üstüne önemli bir teori oluşturmuştur. Mezkûr filme de konu olan sosyal etki ve itaat etme testi çerçevesinde alınan sonuçlara bakılınca insanın tüyleri diken diken oluyor, emin olun…

Die Welle filminin konusunu oluşturan “sosyal test” aslında ABD’de 1967 yılında gerçekleştirilmiş ve sonuçları bakımından tartışmalı ve korkunç diye nitelenen testler arasında bulunmaktadır. Testin karşısında olanların en önemli eleştirisi, daha lise ikinci sınıfa giden öğrenciler üstünde ve ne yazık ki onların bilgisi dışında gerçekleştirilmiş olmasıdır. 1967 yılında ABD’nin Kaliforniya eyaletindeki bir lisede “Karşılaştırmalı Çağdaş Dünya Tarihi” dersine giren bir öğretmen tarafından gerçekleştirilen test, bir haftalık planlanmış olmasına rağmen yalnızca dört gün sürmüştür. Öğretmen ise bu teste karar verdiğinde henüz öğretmenlik kariyerinin başındaydı ve idealist birisiydi. Testin amacı ise şu soruya cevap bulmak üzerine idi, “Alman halkı II. Dünya Savaşı’nda Hitler’in liderliğinde gerçekleştirilen Yahudi soykırımına nasıl izin verebildi ve göz yumabildi?” Öğretmen, en eğitimli ve en demokratik toplumların bireylerinin bile faşizan eğilimler ya da davranışlar gösterebileceğini öne sürer, bunu da insanlara anlatmak yerine göstermek yolunu tercih eder ve bu nedenle bu testi yapmaya karar verir. 

Film ise; Almanya’da bir lisede geçer. Öğretmenin, bir hafta sürmesini planladığını açıkladığı proje çalışmasında ise “anarşi” dersini vermek arzusunun hilafına, kendisine “otokrasi” dersi verilmesi üzerine mezkûr testi yapmaya karar vermesini konu alır. Öğrencileri tarafından ziyadesiyle sevilen öğretmen, farklı etnik, kültür ve sosyal katmanlardan gelen öğrencilerden oluşan bir sınıfta, “yönetim şekilleri veya ideolojileri” başlığı altında otokrasi konusunu işlemektedir. Başlangıçta, esasen ne öğretmen ne de öğrenciler ders konusuna karşı yeterince istekli değillerdir. Öğretmen “otokrasi”  kavramı denilince öğrencilerin ne anladığını sorar, öğrenciler son derece gayri ciddi yaklaşımlar göstererek soruyu cevaplandırırlar. Öğretmen, otokrasi üzerine öğrencilerinden aldığı bu olumsuz görüşlerin, karşı çıkışların olumlu hale nasıl dönüştürülebileceği ve örgütlü destek haline nasıl getirileceği konusunda bir test yapmak ister. Kafasındaki bu testin uygulanmasını adım adım tatbikata koyar. Nihayetinde, Hitler tecrübesinden sonra toplumda baskıcı bir yönetim altında yaşamanın kolay kabullenilmeyeceği, toplum için genel manada otokrasinin, diktatörlüğün kabul görmesinin mümkün olamayacağı gibi öğrenci karşı çıkışları karşısında öğrenciler arasında kısa sürede karşılıklı gruplaşmalar, fikir ve davranış ayrılıkları oluşur. Öğretmen bu karşı duruşun yıkılabilmesi için her yola başvurur, kimilerini güzellikle, kimilerini seçtikleri bu projeden geçer not alamayacakları yönünde korkutarak, tehdit ederek, kimilerini de bir haftalık bir periyotta telkin ve yönlendirme yolu ile ikna ederek projede aktif hale getirir. Bir taraftan bu karşı duruşun isabetli bir analizi ile insanlara tespit edilen ortak amaç ve hedeflere yönelik nasıl liderlik yapılabileceği diğer taraftan da bu tespit edilen umdelerin insanlar tarafından kabullenilmesi için onların üzerinde nasıl güç kullanılması gerektiğinin tespiti yapılmaktadır. Maksat sübuta erer, öğretmen Nazizm ve benzeri despot yönetimlerin toplumların içinde neden ve nasıl serpildiği ve geliştiği konusundaki iddialarını bu test vasıtasıyla ispatlar.    

Grup içinde dayanışma ve işbirliğini sağlayabilmek adına, evvelemirde bir grup kurmak iradesini oluşturmak,  lider belirlemek, ortak hareket etmek gibi mezkûr yönetimlerin ilk emarelerinin tesis edilmesi kaçınılmazdır. Behemehâl bir grup adı gerekir, gruba “Dalga” adı verilir, giyimde tek tipe dönülmesi şarttır, herkes beyaz gömlek giyecektir, grubun bir amblemi olmalı, o da bulunur, grubun selamlaşma için de bir ortak davranış belirlemesi kararı çıkar, sağ ellerin göğüs hizasında ve yatay olarak zikzak çizerek dalga hareketi yapması temin edilir. Grup olmanın temel dinamiği olacak, grup içindekilerin birbirlerinden farklı olunmasının önüne geçilir, temin edilen bu fizik benzerliklerin yanına acilen farklı düşünme ve davranışların yok edilmesi temin edilir, giderek farklı ve muhalif olanlara hoşgörü göstermeye son verilir, kendilerinden olmayanlara baştaki acımasız dışlayıcı bilahare de acımasız cezalandırıcı olma fazına geçilir. Artık baştaki lakayt öğrenci tavırları yerine disiplinli ve örgütlü davranış ikame edilmiştir, grubun içinde kendilerine katılmayan 2 öğrencinin sürekli eleştiri ve telkinleri ise grup üyelerinin bir kulağından girer diğer kulağından çıkar hale gelmiştir. Grup lideri rolündeki öğretmen testin geldiği noktanın artık rahatsızlık verici olmasına şahit olmuştur ve tam bu sırada öğretmenin karısı da bu sebeple kendisini terk eder ve işte öğretmende ilk farkındalık tam da o noktada oluşur. Yapılan değerlendirmeler neticesinde gelen yorumlardan ve grup dışı eleştirilerden öğrencilerin “Dalgaya” kendilerini ne kadar kaptırdıklarının farkına da varan öğretmen testi nihayetlendirmeye karar verir. Bu maksatla düzenlenen kapalı toplantıda öğretmen son bir test daha gerçekleştirmek ister, grup üyelerinden birini kurgulanmış bir çıkış ile hain ilan eder ve grubun bu haini cezalandırmasını ister. Öğretmen cezalandırılma konusundaki arzu ve acımasızlığı gördüğü için artık projenin sonuna gelindiğini ilan eder lakin insanların tıpkı Hitler dönemindeki gibi nasıl birer canavara dönüştüklerine şahitlik ederken geç kaldığının da farkına varır. Artık gerçekten çok geçtir, projenin sonlandığı ilan edildiği anda öğrencilerden birisi grubun dağılması kararını kabullenemez ve tanımaz, silahını çeker hain diye nitelenen öğrenciyi öldürür ve kendisi de intihar eder. Öğretmen tutuklanır, öğrencilerin büyük bölümü şok içindedir, diğer öğretmenler adeta donmuşlardır yaşananlar karşısında…

Evet, gerçek bir vakanın filmleştirildiği mezkûr filmi izlerken, hani bir tarafta bir grup organize olurken diğer tarafta da yaşananları görmezden gelenlerin halini, haydi biraz insaflı davranıp korkularından ses çıkarmayanların halini de ünlü tiyatro ustası, yazar Ferhan Şensoy’un Orta Oyuncularının Beyoğlu’nda bir oyun sonrası Nazi asker elbiseleri ile caddeye çıkıp, “kimlik bitte” testi ile kayıt altına almasını da hatırlayınca dünyanın nereye gittiği konusunda ciddi kaygılar duymaya başladım…