Cumartesi, Kasım 25, 2023

GRİVAS

Günümüzde artan bir şekilde farklı farklı ülkelerde “sağcı hükümetler” işbaşına gelmekte bunda özenilecek hikmet ve himmet bulan “sosyal demokrat” hükümetler de sağcılaşmaktadırlar, ne yazık ki… Başlıkta adı geçen kişi gibi güvenlik kuvvetleri içinden seçilen ve özel görevlendirilen yeri gelince darbe, yeri gelince katliam yapmaya hazır ve amade adeta çete liderleri de itinayla yaratılır. Bilenlere değil lakin bilmeyenlere bu muhteremin hayatını birkaç cümle ile özetleyip, ne menem insandır tespitiyle benzerlerini tekraren yâd edelim.

Grivas, Kıbrıs doğumlu olup Yunanistan’a giderek asker olmuş, sonra Yunanistan dışındaki çeşitli ülkelerde çok çeşitli disiplinlerde mezkûr amaca matuf adeta şimdilerde de ziyadesiyle moda olan deyimle “eğit – donat” kurslarında “potini ve kepi arasına sıkıştırılmış karnı da bulgur ile doldurulmuş” olarak adeta yeniden tanzim ve tahkim edilmiş ve ortalığa salıverilmiştir. Biz nerelerde görürüz bu çete liderini, Yunanistan’ın Canım Yurdumu işgalinde genç bir subay olarak, Nazi Almanya’sının Yunanistan’ı işgali sırasında Nazi İşbirlikçisi olarak bilinen X örgütünün kurucusu, Yunanistan’daki faşist askeri cunta görevlendirmesiyle de Kıbrıs’ın bir askeri darbe marifeti ile adanın külliyen Yunanistan’a bağlanması faaliyetleri içinde… Okuyanlar için bu yazdıklarımın ne kadar belgelendirilmiş iddialar olduğunu söylemeye gerek yoktur.

 X örgütü bilahare resmi ordunun bir parçası haline getirilmiştir, peki kurulan paramiliter örgütlerin resmi ordunun bir parçası haline getirildiğine en son nerede tanık oluruz, Ukrayna’da şüphesiz. Ukrayna’da nazi işbirlikçisi Banderas’ın adına ithafen kurulan paramiliter “sektör prava” Zelenski döneminde alınan bir karar ile “azak taburları” adı ile resmi ordunun bir parçası haline getirilip ülkenin doğusundaki Rus kökenli vatandaşların katline ve sürgüne gönderilmesine memur edilmiştir. Grivas’ın X örgütü de Nazi işbirlikçisi olarak Yunanistan’da “kurtuluş savaşı” veren ELAS örgütünün güçlerine erketelik ve tetikçilik yaptığı sır değildir. Ve şüphesiz ki tüm bu örgütlerin arkasında, politik ve askeri lojistik desteği veren önceleri İngiltere ve sonraları kapitalist dünya liderliğini ele geçirmiş ABD bulunmaktadır. Bu konuda sayısız tanık ve kanıt bulunmaktadır…

“KAPETANIOS Yunan iç savaşı” adlı kitapta; “Yeni Zelandalı bir kaç gün sonra İsveç Elçiliği’nde düzenlenen gizli bir randevuya katıldı. Bunu Atina Belediye Başkanı Angelos Georgatos’un Klisthenous Caddesi’ndeki evinde yapılan bir başka toplantı izledi. Diğer bir İngiliz subayı, her iki toplantıda da, güvenlik müfrezelerinin temsilcileriyle, Bourdaras'a bağlı Özel Polis Şubesi görevlileriyle, General Grivas’ın örgütünün temsilcileriyle ve EDES’in, Zervas’ın asla reddetmediği İşbirlikçi ve ayrılıkçı Atina kanadının üyeleriyle birlikte hazır bulundu. Üniformaları içinde bir gestapo subayı Almanları temsil ediyordu.” Neymiş, Yeni Zelandalı, İngiliz Subayları, Grivas’ın X örgütü temsilcileri, Nazi Almanya’sının faşist subayları Yunanistan’ın geleceği üstüne toplantı yapabiliyorlarmış… İngiltere’nin ve ABD’nin savaşa dâhil olmakta neden geciktiklerinin sebeplerini anlatmaya gerek yoktur sanırım… Vs. vs.

Diğer taraftan; Nazi Partisinin ilk üyelerinden olup Hitler’in de bir dönem Balkan Ülkeleri özel elçiliği ve temsilciliği görevinde bulunan Hermann Neubacher orijinal adı “Sonderauftrag Südost, 1940-45” Türkçesi “Güneydoğu Özel Misyonu, 1940-45” adlı anılarını anlattığı kitabında, İngiltere Subaylarının getirdiği önerileri şöyle anlatmaktadır; “Bu savaş, Müttefiklerin ve Alman güçlerinin Bolşevizm’e karşı ortak bir mücadelesiyle son bulmalıdır. Bu, henüz Majestelerinin Hükümeti’nin ve Ortadoğu Karargâhının resmi görüşleri değildir, bununla birlikte, Ortadoğu Karargâhında görevli pek çok önemli subay tarafından benimsenen bir görüştür. Bu subaylar, komünist sızmanın bütün Akdeniz Bölgesi için ciddi bir tehdit oluşturduğunu açık biçimde görmekte ve kendi bakış açılarının yakında Resmi İngiliz tavrı haline geleceğini düşünmektedirler. Yunanistan’daki komünist partizanların, hala, silah ve para biçiminde İngiliz desteği almakta oldukları (gerçekte ELAS Ekim sonundan itibaren İngiliz yardımı almadı) esefle kaydedilmektedir; antikomünist gruplara denizaltıyla silah göndermek suretiyle bu durumu düzeltmek mümkün olabilir. Almanlar bu mesele üzerinde daha fazla düşünmelidirler! Almanlar bu konuda resmi görüşmeler yapmaya hazırlar mı?

X adı ile mezkûr Grivas tarafından organize edilen paramiliter grup Yunanistan’ın Nazi Almanya’sı tarafından askeri olarak teçhiz edilmiş malum amaçlarına matuf yeterince kullanılmış sonra da şeklen dağıtılmıştır. Lakin aynı örgüt bilahare yine aynı kişi tarafından gizliden kullanılarak uzun seneler boyunca “komünist avı” yaptırılmıştır. Dahası da 1967 tarihinde Yunanistan “Albaylar Cuntası” tarafından yapılan askeri faşist darbenin de sokaklardaki gölge örgütü olmaya devam etmiştir. Yine bilindiği üzere Yunanistan Cuntacılarının hazırladığı yeni anayasanın halk oylamasında elde edilen %92’lik evet oyu için ciddi yeraltı faaliyeti yürütmüştür. Şimdi denilebilir ki, “aaa biz %92’i bir yerlerden biliyoruz”… Evet, aynen Canım Yurduma giydirilen adeta bir deli gömleği olan 12 Eylül anayasası da %92 evet oyu almış idi…

Aynı muhterem, Kıbrıs’ta da paramiliter bir örgüt organize ediyor, meşhur ENOSSİS maksadına matuf… Esasen kuruyor demek de doğru olamaz, kurdurtuluyor demek daha doğru… Kıbrıs’ta  “anavatan ile birleşme” çabaları sonucu binlerce insan bu paramiliter güçler tarafından kahpece katledildi, sözde İngiltere ve ABD tüm bu olanlara karşı idi, vs vs… “KAPETANIOS Yunan iç savaşı” adlı kitapta yer alan bir söz ile sonuca gelelim; “Yunanistan ve Birleşik Devletler arasında yapılan bir askeri anlaşmayla Yunanistan topraklarındaki Amerikan güçlerinin varlığı kurumsallaştırıldı.” Nokta… Bir nokta da Canım Yurdum için…

Grivas, kullanışlı ve bu uğurda teçhiz edilmiş bir çete reisidir. Doğduğu yer ve askeri faaliyetleri itibari ile benzer akranlarına tur bindirmiş birisidir lakin devamı manasında benzerlerinin de bir sonu gelmiyor da gelmiyor… Galiba toprak mümbit… Ne diyelim.

Görüldüğü üzere, daha başka yüzlerce konu üstünde benzerlikleri ayyuka çıkmış darbe, politik kaos, cinayetlerin hepsi tesadüf olamaz, zaten tesadüf de değil… Çünkü senarist ve yönetmen aynı olunca, memleket ve etnik yapı farkı gözetmeden aynı film yeniden yeniden çevriliyor.


Perşembe, Kasım 16, 2023

NAZİ İŞGALİ, İNGİLİZ, AMERİKA EMPERYALİZMİ ve YUNANİSTAN


“KAPETANIOS Yunan iç savaşı” adlı kitabı okudum… Kitap, gerçek adı Thanasis Klaras olan ve ELAS komutanı (kapetanios) Aris’in mücadelesini ve hayatının hazin nihayetlenmesini, ihanet, satılmışlık, birliktelik, kahramanlık ve bağımsızlık uğruna ölümün göze alınmasını arka planında tutarak aktarmaktadır.  Kapetan’ın takma adı doğduğu yer olan Velouchi dağlarından ve savaş tanrısı Aris ya da Ares’ten gelmektedir, Aris Velouchiotis. Aris, 1942 yılında Yunanistan’ın, Almanya, İtalya ve Bulgaristan kuvvetlerince işgal edilmesi üzerine; “Yurtseverler! Ben, Topçu Albayı Aris Velouchiotis. Bugünden itibaren aziz ülkemizi işgal eden güçlere karşı isyan bayrağını yükseltiyorum. Burada bulunan bir avuç adamın binlerce kişilik bir ordu olduğunu göreceğiniz günler yakındır. Biz şimdilik sadece bir çekirdeğiz” diyerek duyurduğu ve başlattığı kurtuluş savaşının öncü unsuru “ELAS’ın” Yunan kelimesinin Yunanca söylenme biçimi “HELLAS’ı” andırır biçimde kuruluşunu ilan eder…   

ELAS; işgalcilere karşı müthiş bir mücadele örgütlemiştir, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen bir örgütten sayıları onbinleri bulan bir direniş ordusuna dönüşmüştür. Mücadelenin son derece çetin geçen yıllarında ELAS başta işgalci Almanya kuvvetlerine karşı olmak üzere Bulgaristan ve İtalya kuvvetlerine de özellikle Kuzey Yunanistan’ı deyim yerinde ise dar etmişlerdir. Dönem itibari ile yerli ve tüm yabancı Almanseverler durumu gizleyebilmek adına kırk bin takla atıp duruyorlardı. Esasen ilk direniş nüvelerini KKE (Yunanistan Komünist Partisi) örgütlüyor olsa da önderliğini yaptığı cephenin (EAM) içindeki en önemli bileşeni de eski subayların, köylü önderlerin, Andarte denilen çetecilerin kahraman komutan ve önder Aris Velouchiotis’in başını çekmiş olduğu ELAS’tır. İç savaş şartlarına taa 1770 Mora ayaklanmasından beri bir türlü son veremeyen Yunanistan istikrar arayışına son kez girdiği bu savaştan, ELAS direnişçilerinin davul ve borazan çalarak girdikleri köylerde,

“Tüfeğim omzumda

Şehirlerde, ovalarda ve köylerde

Özgürlüğün yolunu açıyorum” diye başlayan bir özgürlük marşı eşliğinde bir direniş ve özgürlük geleneği oluşturdular ve halkın katıldığı seçimlerle özyönetim yapılarını oluşturdular, askere almaları gerçekleştirdiler, vergi topladılar, yerel halk iktidarlarını oluşturdular (laokratia), bir manada da sonradan asri ve güçlü Yunanistan demokrasisinin temellerini attılar.

Bu gelişmeler, Yunanistan’ın, her daim kâh kendi eğitip gönderdikleri muhteremleri yönetimin başına koyarak kâh sinsice planlarla destekledikleri ekipleri başa getirerek, kaderini tayin eden İngiltere ve yerli İngilizlerin hiç hoşuna gitmemektedir. Mısır Kahire’de organize olmuş komutanlık karargâhı marifet ve delaleti ile fırıldakları çevirmeye başlamışlardır. Daha önceleri birkaç yazımda da bahsettiğim üzere Ege Adaları üzerinden Canım Yurduma sığınan Yunanlılar içinden münasip görülen kişiler, Ege Sahil Kasabalarının kodamanlarına güya armatörlermiş görüntüsü altında gemiler satın aldırtılarak Mısır’a gemiler dolusu bilahare de her biri birer ajan, birer asker ve gerilla olacak bu insanları kaçırmışlardır. Diğer taraftan ellerindeki silah ve para gücünü kullanarak Yunanistan Kurtuluş Cephesi (EAM) bileşenleri içinden ittifaklar buldular, silahlandırdılar, salt diğer bileşenlere üstünlük temin edip liderliği bozmak ve bilahare de ittifakları marifetiyle “Cepheyi “ele geçirmek üzere ellerinden gelen her türlü hinliği ve cinliği yaptılar. “Yeterince paranız ve gücünüz varsa yeterince hain yaratabilirsiniz” düsturu bir kez daha devreye giriyor maalesef. Aynı dönemde SSCB’de yürütülen “Barbarossa Harekâtında da” işler tersine dönmüştür, SSCB Almanya’yı geriye sürmeye başlamıştır. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri bir taraftan kendilerince “nihai düşman” sosyalist rejim tesis etmiş SSCB’nin yeterince güçsüzleşmesini bekleyerek ve dahi bu maksatla da ayak sürüyerek eften püften bahaneler ile savaşa katılmayı geciktiriyor lakin SSCB ile de çaktırmadan da paylaşım planları üstünde çalışıyorlardı. Maalesef Stalin liderliğindeki SSCB Yunanistan’da kurtuluş mücadelesi veren gruplara sözünü verdiği yardımların çok azını yaparak tıpkı İspanya’daki gibi onları yalnız bırakmış ve İngiltere de Yunanistan’daki yerli ve milli ortakları marifetiyle dengeleri değiştirip, deyim yerinde ise ipleri eline geçirmiştir. Bu arada olan Yunanistan’a oluyor, yaklaşık 7.000.000 nüfusu olan Yunanistan nüfusunun yaklaşık %10’unu yani yaklaşık 700.000 insanını kaybediyor. Büyük devletlerin “aslansın, kaplansın” numarası ile insanlar birbirlerini boğazladılar, maalesef…

İngiltere ve lideri Churchill, Yunanistan’da Yorgo Papandreu’yu binbir hile ve desise ile kurulan ilk meşru hükümette önemli konuma getirdi. Aynı zamanda İngiltere işbirlikçisi “ölüm mangaları” komutanı Grivas’ı bu çetelerin elebaşısı tayin ettirdi. Evet, bu katil sürülerinin başındaki Grivas X taburları ile sahnededir, netekim. Peki, biz nereden tanırız bu katil sürülerinin başı Grivas’ı, Canım Yurdumun Kurtuluş Savaşında işgalci Yunanistan kuvvetlerinin bir subayı olarak İzmir’de, işgal ilerleyince de taaa Sakarya önlerinde… Peki, başka nerede görürüz biz bu çete elebaşısını, Yavru Vatan Kıbrıs’ta görürüz, şüphesiz. Bu faşist katil Anadolu’da, Kıbrıs’ta hep İngiltere çıkarlarını koruma ordusu komutanıdır. Peki, bu sadece Türkiye düşmanı mıdır? Zinhar, bu kendi ülkesinde de yürütülen iç savaşta yine baş katil rolündedir. Diğer taraftan, “Yunanistan ve Birleşik Devletler arasında yapılan bir askeri anlaşmayla Yunanistan topraklarındaki Amerikan güçlerinin varlığı kurumsallaştırıldı.” diye not düşen ve durum özeti yapan kitaba fazlaca giremedik.

Kapetanios’lardan biri de, tıpkı Türkiye Kurtuluş Savaşında Trakya cephesinde direnişçi olan babası gibi direnişçi bir ruha sahip Mihri Belli’dir. Yunanistan iç savaşında güncel manada tabur komutanlığı gibi bir makama tekabül eden bir rütbeyle enternasyonal bir dayanışma ruhu mucibince “Kapetan Kemal” kod adı ile birkaç kez yaralanmasına rağmen tedavisini müteakip direnişe aralıksız katkı sunmaya devam etmiştir. Tıpkı çok sonraları İsrail’in Filistin üstüne terör estirmesine direnen Filistin halkına destek veren Deniz Gezmiş ve arkadaşları gibi… Sevelim, sevmeyelim lakin haklarını teslim edelim o dönemde de bu dönemde de moda olduğu üzere ve deyim yerinde ise “çene suyuna pilav” yapmak yerine canlarını ortaya koyarak direnişe katılmışlardır.

Dünyanın her tarafına aynı anda aynı duyarlılıkla bakabilme kabiliyetinin zirvesi olan usta şair Nazım Hikmet ile bitirelim.

Yarısı burdaysa kalbimin

Yarısı Çin'dedir, doktor.

Sarınehre doğru akan

Ordunun içindedir.

Sonra, her şafak vakti, doktor,

Her şafak vakti kalbim

Yunanistan'da kurşuna diziliyor.

Sonra, bizim burda mahkûmlar uykuya varıp revirden el ayak çekilince

Kalbim Çamlıca'da bir harap konaktadır

Her gece, doktor.

Sonra, şu on yıldan bu yana

Benim fakir milletime ikrâm edebildiğim

Bir tek elmam var elimde, doktor,

Bir kırmızı elma:

Kalbim...

Ne arteryo skleroz, ne nikotin, ne hapis,

İşte bu yüzden, doktorcuğum, bu yüzden

Bende bu angina pektoris..

Pazar, Kasım 12, 2023

ÇEŞME GÜMRÜK ve EŞYA TAŞIYICILARI

Çeşme’nin “karakter mesleklerinden” biri de “Gümrük Taşımacılığı” idi, bilenler gayet iyi bilirler. Bu meslek ne yazık ki bu mesleği icra edenlerin ebediyete intikalleri ile nihayetlenmiş ve artık unutulmuş durumdadır. Bilmeyenler için de kısa bir özet yapayım. Şüphesiz benim yazacaklarımdan fazlası ya da eksisi vardır lakin ben daha fazlasını bilmiyorum ve bildiklerimle iktifa edeceğim. Şüphesiz diyorum çünkü yine Çeşme’nin karakter binalarından sayılan ve benim en son “balık mezat yeri” olarak kullanıldığını duyduğum en eski Gümrük Binası ki şimdi yerinde sahilde “İsmet ve Mevhibe İnönü Heykelinin” bulunduğu alanda idi ve bilahare de yine karakter bina sayılacak ve maalesef yine yıkılarak yok edilen Çeşme Kalesinin önündeki 4 adet taş binadan birisi gümrük binası olarak kullanılmakta idi. Zaman zaman iki ülke arasındaki gereksiz ve maalesef ki karşılıklı iç politik mülahazalar gereği köpürtülen Türk – Yunan gerginliği dönemlerinde yavaşlasa ya da dursa dahi her daim az ya da çok yolcu taşımacılığı geçici dönemler harici hiç inkıtaya uğramamıştır. Az ya da çok bu devamlılığın bir de yasal prosedürlerinin tekâmülü açısından organizasyon gereklidir. Şimdiki mükemmele yakın organize olmuş alan ve ekiplerin eskiden olmadığını şimdi anlatacağım hikaye ile görüp ya nostalji yapıp hayıflanacak ya da bugünkü duruma şükredip alkışlayacaksınız… Şimdilerde bilet teminini müteakip, check-in işlemleri, güvenlik kontrolleri, gümrük kontrolleri, pasaport kontrollerinin ardışık ve aynı alanda yapılıyor olması bugünlere has işlerdir… Çeşme’nin eski hali ise, Gümrük Binası en son şimdiki Emniyet Müdürlüğünün deniz kenarına bakan yarısında yürütülür, Feribotlar ise şimdiki Askerlik Şubesinin ana giriş kapısının tam karşısında bizim “Küçük İskele” dediğimiz taş dolgu beton kaplama iskeleye bağlanırdı… Gümrük işlemlerinin yapıldığı yer ile Feribotlara yükleneceği yer arası yaklaşık 500 mt.lik bir mesafe demekti. Oysa Gümrük Binası diye tahsis edilen yer hemen bizlerin “NATO İskelesi” diye bildiğimiz "Büyük İskele" yanında bulunmakta olsa da bu iskele neden kullanılmaz idi, bilemiyorum. Çok muhtemel ki NATO İskelesinin denizdeki dalga ve soluganlardan ziyadesiyle etkilenmesi sebebi ile bu iş için münasip görülmemesi tercihte etkilidir. Gerçi bilahare hemen Gümrük Binasının arkasına bir iskele daha yapılmış ve bir sürede orası kullanılmış ve daha düzenli bir gümrükleme ve pasaport işlemleri hizmeti verilebilmiş idi… Esasen da kural olarak da bu işlemlerin dışarı ile irtibatsız ve temassız bir biçimde ve hızlı halledilmesi gerekmektedir. Lakin mezkûr devir hem zamanın hem de insanın bol olduğu devirdir. Ve nedense net hatırladığım bir şey söz konusudur, özellikle gümrük işlemlerinde, insanların tüm bavul ve çantaları itina ile ve tek tek açılarak ve zaman zaman gömlek, don ve fanila tefrikinden azade tek tek kontrol edilirdi… Şimdiki gibi, eğitilmiş köpekler, gelişmiş xray cihazları ve dahi termal aletler bilinmiyor idi… Tek usul de “vatandaşa da güvenilmez” saikı ile elden geçirme suretiyle itina edilerek, dikkat kesilerek kontroller tamamlanır idi. 

Şüphesiz başkaları da vardı lakin benim yegâne hatırladığım Gümrük Memurlarımız, halen adları zikredildikçe insanların hayır ile hatırladıkları ve Fikrîye Halamın kızları olan Saadet Uzgur Ve Şükran Uzgur ablalarımızdı. Ailenin yaş dağılımını ve büyüklüğünü ve kapsama alan genişliğini anlatması bakımından benim sülale önemli bir örnektir. Mesela Halamın Kızları dediğim ve abla diye de hitap edip ellerini öptüğüm Saadet ve Şükran Ablalar babamdan daha büyük idiler… Dedem merhum Hacı Mehmet Ağa birkaç kez evlenmiş olmasına rağmen mütemadiyen tek eşli kalmayı becermiş birisi imiş. Diğer taraftan babamdan büyük bir dolu da amcaoğullarım var idi…  

Neyse konumuza ricat; şimdiki Emniyet Müdürlüğünün deniz kenarındaki yarısında gümrüklenen çantalar sahiplerine verilemez tabii ki, yükleme yapılacak feribotta yaklaşık 500 mt mesafede, devlet bu işi üslenmiş ücreti ve dahi gerekli masraflarını karşıladığı benim bildiğim 4 kişilik bir taşıma müfrezesi kurmuş, Gümrük bu eşyalar mutemet 4 kişilik ekip tarafından bir şekilde feribota kadar yaz kış demeden soğuk sıcak demeden yağmur çamur demeden taşınmış. Yahu haydi anladık NATO İskelesinin kullanmayışınızı bir araç tahsis etsenize, değil mi? Yok böyle de olmaz, motorlu taşıt tahsis edilmez lakin bir at arabası ya da birkaç el arabası da tahsis edilmez. Peki, tüm bunların yanında temininde hiç zorluk çekilmeyen tek kaynak “işçi”… Tahsis edersin 4 kişi bunlar sırtına, koltuk altına, eline kuvvet tarzı taşıma yöntemi ile mezkûr işleri deruhte ederler…

Bu büyüklerimizin bir kısmının ki isimleri ve lakapları bende saklı olmak kaydı ile yaptıkları işi fazlaca anlatmaktan ve aktarmaktan hoşlanmadıklarını biliyor olmam nedeniyle yaz(a)mıyorum.  Bunlar devlete nasıl bir iş rejimi ile bağlı idiler bilmiyorum lakin gümrükteki bu taşıma işleri dışında da işleri olduğu hatırlıyorum. Mesela bir abimiz harika “tava ciğer” yapar ve sabah kahvaltısında çeyrek ya da yarım ekmek arası yemeye doyum olmazdı. Karışık yapılmaz sadece ciğer güzel soyulmuş ve temizlenmiş ve de mükemmel incecik kesilmiş vaziyette kısa sürede iyice kızmış yağda çevrilir ekmek arasına konularak servis edilirdi. Çay ve üstüne de su mükemmel yakışırdı. Şimdilerde artık kendini yakınlarda emekli etmiş Tatayi (Tatai) Mehmet bu işin efsanelerinden olup, halen devam başkaları da vardır.  

Bu büyüklerimiz gerek devlet nezdinde gerekse de Çeşmeliler ve diğer tanıdıkları nezdinde her biri adeta birer “mutemet” kişi olup, enteresan hikâyeler vardır kendileri ile ilgili… Bunlardan birisi; Sakız Adasından Feribot Afrodit’in sahiplerinden Stamatis’ten, dostumuz “Çeşmesever Hüsnü Karaman” tarafından aktarılır ki bana göre muhteşemdir. Bir gün Stamatis karaya çıkarken Yakup Abi ile hal hatır sorarken, Stamatis işlerinin çok kötü olduğunu söyler, karşılıklı bu minvaldeki muhabbetten sonra ayrılır ikili, akşamüzeri Stamatis Sakız’a dönüş için feribota girerken, Yakup Abi yanına yaklaşır ve gazete kâğıdı içine güzelce sarılmış o gün bankadan çekilen bir miktar para getirmiştir. Bunu gören Stamatis çok duygulanır, gerçekte böyle bir ihtiyaç yok iken bir şaka denemesi neticesi imrenilir bu hareket karşısında, gözleri dolar… Stamatis Yakup Abiyi “her gümrüğün bir Yakup’u olmalı” diye her daim anmıştır sonraki her konu açıldığında…

Çarşamba, Kasım 01, 2023

GÜNEŞ KARABUDA; ÇEŞME’DE BEYNELMİLEL BİR BELGESELCİ

Güneş Karabuda’yı ilk gördüğüm yer Çeşme Ertan Oteli önüdür. Sene muhtemelen 1974 ya da 1975 idi. Çeşme’nin İsveçliler tarafından deyim yerinde ise gerçek manada “yabancı turizm” ile tanıştırıldığı zamanlar. Yıldız bir turizm acentesi var idi. Benim açımdan olmamakla birlikte kabul görmüş turizm acente kuralları ve uygulamaları açısından, “Vingresor”, genellikle İsveç, Norveç ve Danimarka gibi kuzey ülkelerinden tur düzenliyor ve dönem itibari ile anlaşmalı olduğu “Altın Yunus Otelini” ve “Ertan Otelini” son derece hareketli ve canlı tutuyordu. İşte bu gerçek manada turizm anlayışı diye kabul edilen bu anlayış sonuç itibari bir hayli Çeşmeli gencin İsveç ve Norveç’e yaşamak ve çalışmak için gitmesine vesile olmuştur. Ben kendi adıma “sosyal demokrasinin altın ülkesi” diye tanıtılan lakin çok da öyle olamadığını sonradan anladığım bu ülkenin insanları vasıtası ile önce sosyal demokrasi ve bilahare de demokrasi kavramları ile hızlıca ve uygulamalı olarak tanışmış oldum. Evet, yazımın konusunu oluşturacak Güneş Karabuda mezkûr yıllarda artık İsveç’e yerleşmiş, Canım Yurdumun sinema ve edebiyatına katkıları da artar bir biçimde oradan devam etmiştir. Bu fasıldan olduğunu zannettiğim yoğun çalışma programları arasında Çeşme’yi ziyaret edip dinleniyor ve tatil yapıyor idi. Tüm tanımışlığım ve görmüşlüğüm de ancak bu düzeydedir, dönem itibari ile… Özellikle de dönemin komik ve komedi sanatçısı Öztürk Serengil ile sıkı temas ve muhabbet içinde oluyor olmasının bizim tarafa yansıması ise bu öteki mahallenin sıkı taraftarı ve destekçisi sanatçı ile irtibatı çok olanın bizim için sıradanlaştığı manasındadır. Lakin azıcık sonra bunun böyle olmadığını, kendisinin çok önemli bir gazeteci, fotoğraf sanatçısı, belgesel film yönetmeni, görüntü yönetmeni ve de yazar olduğunu öğrenince hemen gözümüzdeki değeri ve manası o genç yaşımızın kıvraklığı içinde değişiverdi. Özellikle de dönemin önemli filmlerinden Tunç Okan’ın yönetmen olarak ilk filmi “Otobüs” afişinde kendisinin adını görünce, görüntü yönetmeni Güneş Karabuda ve filmin müzikleri de Zülfü Livaneli’den olunca merak ve ilgimiz artmış oldu. Hele hele de filmin uzun yıllar yasaklı filmler listesinde olması daha da bizi araştırmaya yöneltmiştir. Filmi sonradan da izlemiş birisi olarak hala neden yasaklanmış olduğunu bir türlü anlayamamış idim. Film, İsveç’e bir otobüs kaçak işçi götürülmesi ve İsveç’te hepsinin meydana terk edilmesi, kendi köyü dışında bir yerler görmemiş insanların bu ziyadesiyle modern şehirde yaşadıkları şok, şaşkınlık, çaresizlik hikâyelerini anlatıyor. Bunun nesinden rahatsız oldular zamanın muktedirleri bilemedim. Oysa aynı tarihlerde Şener Şen ve İlyas Salman’ın da “Banker Bilo” adında bir filmi var, hiç sıkıntısız gösterildi, üstelik o filmde insanlar vaatlerin hilafına Türkiye dışına bile çıkarılmamışlardı. Otobüs filminde hiç olmazsa götürülecek yere götürülmüşlerdi. Neden kızıldı, insan kaçakçılığına mı, gariban insanların şaşkınlığına mı, yaşadıkları şoka mı, neden, belli değil, sansürcüler öyle buyurdu, işte… Yoksa kaçakları yolda bırakmak bize daha uygun bir tavır olarak mı görülüp filmler karşısında ikili tavır sergilendi, nedendir bu kabil tavırlar anlayana aşk olsun… Neyse biz konumuza dönelim… 

Güneş Karabuda ve eşi Barbro Karabuda tüm hayatları boyunca hayatı anlamlı kılmanın bu uğurda tarafsız durabilmenin yolunu her daim bulmuş insanlar olarak tarihteki yerlerini almışlar. Öğrendiğim ve anladığım kadarı ile, 60’lı, 79’li ve 80’li yıllarda; dünyadaki neredeyse tüm kurtuluş, özgürlük ve demokrasi mücadelelerine tanıklık edip, tanıklıklarını da tarihe not düşürecek muhteşem röportajlarla belgelendirmişler. Sonradan yerleşilen İsveç’te hatırı sayılır gazeteciler ve seyyahlar olarak İsveç Televizyonu adına Şili’yi 2 yıl boyunca yerleşerek izlemişler, Castro’lu Küba’ya, Allende’li Şili’ye, ABD Emperyalizmi markalı Endonezya katliamına, 68’in Paris’ine kadar siyasal ve sosyal olayların takibi ile Afrika Kalahari Çölü ve Amazon Ormanları başta olmak üzere yüzlerce yer gezilmiş, fotoğraflanmış, belgesel filmi haline getirilmiş, vs. vs… Kocaman, verimli, anlamlı ve ahlaklı bir hayat, ne mutlu onlara ve takipçilerine ve dahi yakınlarına…


Kanlı Pazar provokatörü ve organizatörü diye bilinen ünlü yazar Mehmet Şevket Eygi’nin 31.10.1967 tarihli Bugün Gazetesindeki köşesinde komünistlere hıncını kusarken; “artık Müslümanlara düşen vazife uyanık ve hazırlıklı olmaktır. Önümüzde taze ve ümit verici bir örnek vardır; Endonezya’daki komünist kıyımı; Yüzbinlerce komünist öldürüldü. Karada vahşi hayvanlar, denizde balıklar insan etine doydu. Korkunç bir komünist kıyımı oldu, fakat Endonezya kurtuldu.” diyerek ellerini ovuşturup, sıranın kendilerine gelmesi duaları etmektedir. 

Onun umurunda mı, 1.000.000 insan katledilmiş, ölenler insanmış, adamın derdi değil ki, onlar küffar muamelesine tabi tutulmalıdır, katli vaciptir, vahşi hayvanlar ile balıkların insan etine doymuş olmasına öylesine memnun bir görüntüde ki, Allah selamet versin… Allahtan ki dünyada sadece bu kabil herifler yok, insanlar da var, insanın insan tarafından katledilmesine alkış tutmayanlar da var, bunlardan ikisi Barbro ve Güneş Karabuda’dır… Onlar ki insandırlar ve insanın katli karşısında titrer ve itiraz ederler, tüm gördüklerini kameraları ve kayıtları ile tanıklıklar ansiklopedisine not düşerler… Tüm bu insanlık dışı uygulamaları ve gözlemlerini gözlerini budaktan esirgemeden 10 Haziran 1969 tarihli ANT Dergisine aktarırlar. Uzakların ötesinde kitabında da yer alır tüm bu tanıklıklar…

Dünyaca ünlü yazarımız Yaşar Kemal; Güneş Karabuda için bakın ne diyor; “Güneş’i elli yıldır tanırım. Onu önce fotoğrafçı olarak tanıdım, sonra da kameraman... Bu elli yılda Güneş şaşırtıcı bir hızla dünyayı dolaştı, filmler yaptı. Endonezya’da bir milyon kışı öldürülürken Güneş oradaydı. Şili’de Allende öldürülürken o oradaydı. Dhofar gerillaları Arabistan’da çarpışırken Güneş gene oradaydı Güneşin maceraları saymakla bitmez. Güneş elli yıldır dünyanın her yerindeydi. Güneş, Türkiye’de doğmuştu. Ülkesini seviyordu. Dünyanın neresine giderse gitsin onun çantasında bir parça Türkiye mutlaka vardı. O dünyayı, savaşları yıkımları yaşarken ülkesinden de ayrılmıyordu. Her yıl birkaç kez yurduna uğruyor, Türkiye üstüne bir film yapıyor ya da Türkiye üstüne bir kitap yazıyordu. Eşi yazar Barbro ile kendilerini ne kadar sanatlarına, işlerine adamışlarsa o kadar da Türkiye’ye adamışlardı. Kalıbımı basarım ki, Türkiye’nin dünyada tanıtımına onlar kadar çok az kişi yardım etmiştir. Onlar Türkiye için canlarını dişlerine takmış çalışırlarken, bizimkiler onları yargıyla, hapishanelerle, karakolların gözaltılarıyla ödüllendiriyordu...”

Bu vesile ile artık aramızda olmayan ve çok büyük işlere imza atmış bu iki kişiyi saygı ve minnetle yâd ederken, giderek azalan bu kabil koca yürekli insanlara ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu bir kez daha söyleyelim.


Çarşamba, Ekim 25, 2023

RÜSTEM ŞENKUL, İZ BIRAKAN BİR MUHTAR

Uzunca bir dönem Çeşme’nin 2 nahiyesinden birisi olarak ve Cumhuriyet döneminde ise 1980’lere kadar geçmişteki görkemli günlerinin mirasına layık olarak korunabilmiş bir yer iken başta siyasal ve toplumsal olmak üzere her alanda bir altüst oluşun her türlü kötü ve olumsuz yansımasından nasibini almıştır, Çiftlik Köy, maalesef… Osmanlı’nın farklı dönemlerinde “Aşağı Çiftlik”, “Yeni Nahiye”, “Çiftlik-i Kebir” ve  “Katopanagia” adlarıyla maruf Köyümüz, sahip olduğu sosyal ve kültürel zenginliğe mütenasip evleri, sokakları ve sokak kaplamaları, çeşmeleri ve su şebekesinin bakiyeleri, İskelesi, Kilisesi, Maşatlığı ile Anneannem Hacer Karagöz’ün ifadesiyle Ege’nin Paris’i olarak hatırlanmaktadır. Kendi belediye teşkilatının da varlığını Evliya Çelebi’nin meşhur Seyahatnamesinden bildiğimiz Çiftlik Köy, önce abuk subuk bir değişim dalgası ile zedelenmiş ve bilahare de siyasal statüsünün bile diğer birçok yer benzeri gibi siyasi planlara ve beklentilere kurban edilerek mahalle düzeyine indirilmiştir. Bu değerlendirme benim şahsi görüşüm olup aykırı düşünenlere katılmasam da saygı duyarım.

Evet, böylesine kısa lakin muhteşem bir tarihe sahip köyümüzün “Efsane Muhtarı Rüstem Şenkul” benim çocukluğumun çok önemli kişilerindendir. Rüstem Şenkul büyüğümüz tıpkı Çeşme Musalla Mahallesi eski muhtarlarından Ali Tunar benzeri sanki “ezelden ebede” muhtar olunur görüşünün bendeki fikri tezahürüdür. Rüstem Abimiz, son derece medeni ve asri beşeri ilişkileri içinde Ayhan Işık ve Clark Gable ortalaması bir yakışıklılıkta izlenim veren, Mark Spitz sportmenliğinde faaliyette bulunan, bir muhtar olarak da dönemine mütenasip olgun, doygun, bilgin ve vakur bir kişi olarak benim hatıralarımda saygın bir yer tutar. Köyümüzün bir diğer efsane ismi Bekçi Recep Bozkurt (devlet) ile birlikte yegâne kravatlı kişileri olarak hatırlanmakta olup sahip olduğumuz fotoğraflar da birer tevsik belgesidir adeta… Dönemin en fazla taklit edilen Ayhan Işık bıyığı, her daim temiz ve titiz ütülü giysileri ile "bu köydenim ve köylüyüm lakin temsiliyetim benim böylesine bir görünümde olmamı gerektirmektedir" çağdaşlığı içinde oldu her daim, Rüstem Abimiz.  

Baba, Mustafa Şenkul, nam-ı diğer TAFO ise Balkan göçmenidir, çoğu köylümüz gibi… Çiftlik Köyümüzün her ailesi gibi tarım toplumuna mütenasip şekilde çok çocuklu bir aile, geldikleri yerlerdeki faaliyetlerin devamı niteliğinde büyük çaplı hayvancılık ve buna uygun çiftçilik faaliyetleri hep en öndedir. Dönemin Çiftlik Köyünde her ailenin birbirlerini çok iyi tanımışlıkları yanında özellikle derenin kuzey doğusundaki ya da Güney batısında kalanlar sanki birbirleriyle biraz daha yakın gibi gelirlerdi bana ya da ben öyle hatırlıyorum. Biz de Yukarı Mahalle diye hatırladığım Kuzey Doğu bölümünde TAFO ve ailesi ve dahi kardeşi Kasım Hoca ve ailesi ile biraz daha yakın ilişkiler yürütüyorduk ya da yine bana öyle geliyordur. Tam hatırlamıyorum şimdilerde… Lakin TAFO’nun küçük oğullarında İlhan Abi ile dönemin de ruhuna mütenasip olarak tabanvay seyahatlerin yaygınlığı içinde Çeşme ve Çiftlik Köy arasında ve normal yoldan ziyade Karadağ’ın ters istikametinden yani Çolak Ali tarlaları tarafından çokça seyahat etmişliğimiz vardır. TAFO’nun tüm çocukları köyün diğer yaşıtlarıma benzer bana da her birisi abi olmuşlardır. Rüstem Abi ile bir İlhan Abi muhabbeti tutturamamış olsak bile gayet içten ve samimi küçük küçük hasbıhallarımız olurdu.

Bilindiği üzere, bugün bir torunun da adını taşıdığı baba Mustafa Şenkul’un lakabı TAFO idi. TAFO’nun ne anlama geldiği konusunda birkaç rivayet olmakla birlikte benim okumalarımda ve araştırmalarımda şahit olduğum üzere özellikle Balkan Göçmenlerinin ziyadesiyle yaygın kullandığı sahip olunan gerçek adın orta ya da son hecelerini hoş bir biçimde kırparak sevimli bir hale getirdikleri yönündedir. Mesela; Azize bir anda Ziza, Abdullah Dula, Emine Mino, Hafize Fiza, Hasan Sani olduğu üzere Mustafa da Tafo oluveriyor. Burada sürekli olarak aile içindeki bebek ya da çocukların seslenişlerinin sevimli ve keyifli halinin büyükler tarafından taklidi esası ve birkaç hecenin bazen ön tarafındaki bazen de son tarafındaki sesli harflerin değiştirilmesi halinde tezahürü söz konusudur. Ve kanımca da bu uygulama son derece güzel ve keyifli olup adları da bir o kadar sevimli ve sevilir hale getirmektedir. Ve yine okumalarımdan anladığım kadarı ile bu uygulamanın en yaygın olduğu coğrafya Kosova ve Arnavutluk olup göçmenlerinin de hala yaygın olarak gittikleri yerlerde bile bunu takip ettikleridir. Zaten Mustafa Şenkul büyüğümüz de bir Arnavuttur. Diğer taraftan benzer bir durum torun Mustafa Şenkul’da da devam etmiş olup gelenek korunmuştur. Sevgili arkadaşım Mustafa, ki halen Afa olarak bilinir ve anılır Köyümüzde. Evet, açıkçası son derece sevimli ve akılda kalıcı bir hale dönüşmüştür, Mustafa iken Afa oluşu

Rüstem Abimiz için Mark Spitz benzetmesi de yapmış idim ya, onunla ilgili bir hatırladığım var, müthiş bir örnek alınası girişim… Çiftlik Köy’den Yunanistan’ın Sakız Adasına çıplak ve korumasız yüzmesi… Şimdi net hatırlayamadığım bir kabotaj bayramı mı yoksa bir Ulusal Bayram gününde mi muhtemelen de kabotaj bayramında oldu bu geçiş… Hatırımda kalan maalesef sadece bu yüzme eylemi ve “barış ve dostluk” temalı olması… Hangi gün idi, korumalı mı idi, Sakız’a ulaşılabilmiş mi idi, hafıza kayıtlarımda bunlar yok…

Dayım Yaşar Karagöz’ün 2. evliliğindeki nikâhını da Rüstem Abi kıymış idi… Çok küçük olduğumdan hayal meyal hatırladığım bu tören neticesi Rüstem Şenkul yetkili ve etkili bir insan olarak koltuğunun altındaki “defter-i kebir” ile eve gelişinin, görevini yapmasının, bilinçaltıma çakılmış olması… Dönem itibari ile muhtarlık ve muhtar gerçek manada önemli makamlar idi, şimdiki gibi değil ne yazık ki… O devir etkin olup, şimdiki dönem edilgin olması devletin başkaca ali menfaatlerine mütenasip bir yapılanmanın tezahürü olsa gerektir.

Neyse; bu yazı vesilesi ile artık aramızda olmayan başta TAFO (Mustafa Şenkul) ve Rüstem Şenkul olmak üzere tüm diğer büyüklerimizi derin bir saygı ile yad ediyor, Rüstem Abinin oğulları dostlarım Muhittin ve Mustafa Şenkul’lara da uzun ve mutlu bir hayat diliyorum… 


Cuma, Ekim 20, 2023

KİRAZ AĞACI

Gökçer Tahincioğlu’nun “Kiraz Ağacı” adlı kitabını okuduğumu gören bir dostum, genellikle kitaplar üstüne yaptığımız sohbetimiz arasında mezkûr kitap hakkındaki yorumumu sormuş idi, yazacağımı söyleyerek geçmiştik, işte şimdi yazıyorum, gecikmeli de olsa… Kitap; dayatılan her şeyin “bila kayd ü şart” kabul edilmesi ile muhataplarının reddi dilemması içinde tarihe “hayata dönüş” diye insanların boğazlanmaya çalışıldığı bir dönemin tekmili birden hikâyesidir. İlaveten de sanıklar/tanıklar; Hivda ve Deniz’in yaşanan bu “devletin kerim hali” dayatması sürecinde yakalandıkları amansız “Korsakoff” rahatsızlıklarının üstünden hatırlamanın kutsiyeti dün ile bugün arasındaki haliyle kaçınılmaz yaşanacak geliş gidişlerle yaşananlara büyüteç tutulması hikâyesidir bana göre…

Hatırlamanın, hatırlatmanın ve bunların üstüne düşünmenin ve konuşmanın zinhar bir yerlere de sığınmadan tüm bunların yapılması gereğinin tebarüzü gibi görünmektedir Gökçer Tahincioğlu’nun bu romanı… Kendine has üslup ve tarz ile okunası bir kitap… Kahramanların ve anlatıcının anılarının öncesi ve sonraları arasındaki münasebetin ayrışma ya da kesişmelerinin, esasen de bir “yok oluşun” neden ve nasıl bir “var oluşa” dönüşeceğinin metaforu kiraz ağacı tespiti ile gönendirilmesinin çok anlamlı bir anlatımıdır. Kiraz metaforu bir anlamda da hayatın devamının zımnen kiraz ağacı ile hayatın nihayetlenmesinin ise sakura Ağacı ile ifadesi gibi gelmektedir bana… Nihayetinde her ikisi de kiraz lakin fahiş fark devamlılık ve nihayetlenme…  

Kitaptaki kahramanlardan ikisinin, Hivda ve Füsun’un babaları Sadık’ın kızları için gecekondunun bahçesine diktiği kiraz ağacı için söyledikleri de ziyadesiyle manalı ve hayatı, sevmeyi hele de aşk üstüne yarattığı mecazı itibariyle… “Kiraz da güllerdendir. Biliyor musunuz kızlar? Gül ailesindendir kiraz. Açtı mı bahar geldi demektir. Kuşlar bunların çekirdeğini taşıya taşıya bütün dünyaya sevdirmişler kirazı. Gülün meyve halidir kiraz. Meyvelerin hası. Nazlıdır, ne çok soğuğu sever, ne çok sıcağı. Çok suyu bile sevmez. Öyle kırılgan. Kışın bunun üzerini kapatacağız, çok soğuk almasın. Yazın suyuna dikkat edeceğiz, çok kurumasın. Sonra baharda bırakacağız kirazı. Çiçeğe durduğunda bileceksiniz ki aşık oldu kiraz ağacı. O sırada yağmur yağmasın diye dua edeceksiniz. Aşk gibi işte, onu yaşarken kimse ilişmeyecek size. Ölenlerin ruhu geçermiş kiraz çiçeğine. Erken yaşta ölenleri… Beş-altı yıl sonra meyveye duracak bu fidan kızlar. Kirazlarını toplarken konuşacağız hayatı. Bakalım nasıl akmış hayat…”

Kitap, büyük kentlere göç, gecekondu iş ve işsizlik, devletin kanatları altına sığınarak hayatı idame ettirme itirazın ise nelere mal olacağının da bir tebarüzü gibidir. Esasen göç ve gecekondu ve sosyolojisi üstüne “Ancak taşra kentlerini gördüğünde anlamıştı bunun mümkün olabileceğini. Orada da birkaç ailenin ilk yerleştiği yer, kapanın elinde kalıyor, o aileler kendilerini güvende hissedebilmek için benzerlerini yanlarına getiriyorlardı. Başta birbirinden habersiz büyüyen sokaklar, mahalleler, diğer mahalleden haberdar olduğunda görülmez çitlerle ayrılıyorlardı. Herkes yerini biliyordu artık. Daha hızlı büyüyen, daha çok güçlenen ya diğerini yıkardı ya da olası bir saldırıya karşı koyabilirdi. Bu bitmez düşmanlık, zamanla birbirine bir kıvılcım çakana kadar ilişmemeye dönüşmüştü. Sonradan yapılan uzak mahalleler ise o iki mahallenin zenginlerini birleştirmiş, artık aynı apartmanın kapısından girip çıkmaya başlayan insanlar da birbirleriyle iyi geçinir hale gelmişlerdi. Hoşgörü dedikleri yalancı bir örtüydü.” diyerek benzerlerin polarizasyonu tespitini geliştirmektedir. Tüm bu gelişim ve sonuçlarının toplumu ve de bireyi adeta kuşatarak bazılarını alabildiğine duyarlı bazılarını ise her yol mübahçı noktaya sürüklemesi de kaçınılmazdır. Göç ve gecekondu gerçeğinin her çevrede farklı değerlendirmeye tabi tutulduğu toplumumuzda ise, tarif ve tespitlerinin sade birer aritmetik figür ötesine geçememesi gerçeği bir yana sonuçlarının günümüzde doğurduğu kentsel dönüşümler ise bahçeli ve tek katlı gecekondulardan çok katlı gecekondulara sıçrama platformudur. Eee bu da az bir şey değil tabii ki…

Esasen de; hala aydınlatılamayan ya da aydınlatılmak istenmeyen tarihin en karanlık sayfalarından biri olarak kayda geçirilen “hayata dönüş operasyonu” kitabın, göç, gecekondu, iş ve işsizlik, yoksulluk, devrimci mücadele, hak arama, düzen ya da düzensizlik sorgulaması, tutuklamalar, işkenceler, sürgünler, ağır hapishane şartları, direnişler, bastırmalar, sindirmeler, korkunç sonuçları ve görüntüleri olan direnişler, yeni cezaevi tipleri, devletin en önemli yatırımı yeni cezaevleri, bu yatırımlara sevinen canım yurdumun insanları, istihbarat çalışmaları ve çalışanları, tüm bunların üstünden yüksek politika oluşturulması gibi detaylar arasından öne çıkan ya da çıkarılan bölüm. Operasyonun siyasi karar vericilerinin bile, başta Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk olmak üzere, yıllar sonra nedamet göstererek “ölçünün kaçtığını” itiraf edenlerin bile olduğu bir kara düzen ve kapkara sonuçları, gözlerimiz dolarak izlediğimiz ve bugün hatırladığımızda bile yüreğimizi burkan görüntüler yaşandı… Ölenler, sakat kalanlar, psikolojisi bozulanlar, kalıcı rahatsızlıklara neden olan bu acımasızlığın, hoşgörüsüzlüğün dibine kadar yaşandığı sürecin bu abuk subuk “kerim devlet” dayatmasının mirasıdır ve bugün hala bu olumsuz izler silinmemiştir. Tüm bu yaşananları savunanların içeridekilerin silahlandıkları, başkaldırdıkları iddialarının bini bir para yalan dolanın haddi hesabı görülmedi görülemedi ve görülemeyecekte. Buna inananların bolca, gülen karakargaların da azca olduğu bu kocaman süreçte, yahu bu içeride silahlar vardı iddiasının bir türlü nasıl oraya girdiler, girmişler, kim aracı olmuşa evrilememiş hali gözümüzün önünde ve halen de kimseleri rahatsız etmemektedir. Oysa operasyona gelinceye kadar kocaman bir süreç yaşanıyor, içerideki insanlar o günkü siyasal inanış ve kavrayışın temsilcileri tarafından günahkâr tayini ile hiçbir insani haktan yararlandırılmama konusunda kararlı bir şekilde tehdit ve tenkil edilmektedir. Tüm bunlara da ilaveten böyle mi davranırsınız alın size daha da beteri denilip yarattıkları insanın yok edilmesinin aracı sayılacak F tipi cezaevlerine nakiller başlatılmıştır. O günün muktedirleri ve akıl daneleri başta da sosyal demokratların ya da demokratik solcuların piri muhterem olmak üzere mahkemelerin size verdiği cezalar azdır ilaveten biz de kafamıza göre cezalar vereceğiz dayatması ile yaktılar, yıktılar. Demokrat Solcuların piri muhterem “o operasyonları yap(a)masaydık IMF ile ikili anlaşmaları yapamazdık” diyerek adeta cezaevlerinin dışındaki muhaliflere de aba altından sopa gösteriyordu. Biz seyredenlerin çoğu da yahu devlet böyle intikam tarzı cezalandırmalar yapar mı diye sormadık zinhar… Ölen tutuklular, kolları, bacakları kopan tutuklular, bir daha asla iyileşemeyecek kadar sakat kalan tutuklular ve dahi ölen askerler olmuş kimin umurunda, varsa yoksa yağma hasanın böreği düzeni korunsun… Ve dahi dışarıdan tutuklu aileleri ve yakınları düşman hukukuna tabi, ya böyle bir şey var mı diyen bir avuç sanatçı ve bilim adamı dışında kimse yok ortalıkta…

Aslında kitabın ele aldığı dönemin olaylarını kronolojik olarak sıralamak mümkündür lakin gerek var mı diye baktığımda da; “hepimiz oradaydık” her şeyi tüm çıplaklığı ile gördük, ayıp olur şimdi bunları sıralasam hatırlayanlar için hatırlamayanlara da zaten yapacak bir şey yok, onlara iğne, ilaç ve doktor kâr etmez, övendire bile hatta Roma mızrağı bile az gelir…

Cuma, Ekim 13, 2023

ARDIMDAKİ YILLAR ve İYİ SAATTE OLSUNLAR

Yazar Yıldız Sertel’in “Ardımdaki Yıllar” adlı anı kitabını okuyorum, neredeyse tamamını okuyarak öğrendiğimiz ve bildiğimiz sosyal ve siyasal çalkantıların yazar tarafından görüldüğü biçimi ile anlatımı… Değerli bir kitap… Hele hele SSCB’nin her dönem en önemli isimlerinden olmuş Molotof’un anıları ardından taze taze okununca… Türkiye, İngiltere, Amerika, Çekoslovakya, Avusturya ve Almanya üzerine bölümlerinde enteresan gözlemler ve anılar olmakla birlikte ben kitabın Sovyetler Birliği bölümü üstüne yazılanlarını bu yazıda ele almak istiyorum…

Bilindiği üzere yazar Canım Yurdumun basın tarihi ve sosyal mücadeleler açısından yaşanmışlıkları çok önemli bir aileden gelmekte olup esasen de kitabın tanıtımında da yapıldığı üzere; “uzayan bir sürgünlüğün, sıkıntıların, anne ve baba acısının her anlamda tarihe düşülmüş notları… Entelektüelin gönüllü sürgünlüğünün yanına, siyasi baskıların, ayrılığın, yarım kalmış yaşamların acısını da katan bu kitap” ile, 1950’lerin başından 1990’lara kadar olan yaklaşık 40 yıllık sürgünlüğün bunun da yaklaşık 20 yılının geçtiği “sosyalist ülkelerdeki” şahit, muzdarip ve muhatap olduğu hayat ile muazzeb ve müteellim ademoğullarının tekmili birden hikayesi babından… Sovyetler Birliği anıları da çok uzun kendi içinde, Moskova, Bakü ve tatil yerleri olarak bölümlenmiş olmakla birlikte benim uzun yıllar sonra çalışmaya ve gezmeye başladığım bölümlerine kadar sarkmış boyutunu siz isterseniz tsunamisi deyin isterseniz tortusu deyin ben de mirası dediğim bölümü çok önemli benim için…

“Ardımdaki Yıllar”, bir bakıma sosyalizm, Sovyet Sosyalizmi ve TKP (Türkiye Komünist Partisi) ile uygulamaya yönelik sonuçların üstünden bir kavga ve hesaplaşma görüntüsü vermektedir, adeta. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmin fahiş bir bürokratizme dönüşmesinin şahitlikleri üstünden kendisinde oluşan hayal kırıklığı ve bu nedenle de bazı isimleri hedefe alarak buradan ciddi kızgınlıklar aktardığı bir süreç. Sadece Sovyetler Birliği değil, Demokratik Almanya, Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan, Romanya ve Çin’e dair gözlemleri de vardır. Lakin özellikle de TKP ve TKP SSCB temsilcisi Marat (İsmail Bilen) üzerinden ülkeye yönelik yaratılmış cennet görüntüsü nedeniyle SSCB’ye gelmiş Türkiyeli komünistlerin yine Marat’ın sekter, kayırmacı ve gayri hümanist yaklaşımları sebebiyle yaşadıkları, özellikle de Sibirya sürgünlükleri konusu görünen o ki karşı mahallede ciddi tepkilerin oluşmasına sebep olmuştur. Buradaki iddia o ki; Marat ile ters düşen herkesin yolu Sibirya’dan geçmiş… Artık doğrusu nedir, eğrisi nedir, tüm bunlar tarihçilerin, araştırmacıların vazifesi… İsteyen de “Gulag Takımadaları” kitabı yazarı Soljenitsin’e küfür etmeye istemeyen de alkışlamaya devam edebilir… Lakin sosyalizm ile çok erken yaşlarda tanışmış ve TKP saflarına katıldığı bilinen yazarın bu noktaya gelmesinin de hiç de öyle hafife alınacak bir yanı olmadığı aşikârdır. Öyle karşılıklı mevzilenip pasa “ver mermiyi” ile de bir noktaya gelinemediği yeterince sarihtir…

Kitabın “Erivan Radyosu’nun hikâyeleri” başlıklı bölümü benim açımdan enteresan çünkü çok çok sonra da olsa benzerlerinin kişilerde yarattığı alışkanlıkların halen devam ettiğine şahitlik ettim. “Türkmenistan’a Benzemek – 13 Altyn Asyr” başlıklı 28 Kasım 2021 tarihinde yayınlanan yazımda olduğu üzere “Türkmenistan’ın ne yazık ki; kamuyu ilgilendiren, kamunun ilgi gösterdiği hiçbir şeyin özgürce konuşulamadığı bir ülke olduğunu, vatandaşların “kulaktan kulağa” fısıldama konusundaki maharetinden kolayca anlayabilirsiniz. İlaveten yine bu mazlum vatandaşların “işaret dili” konusundaki mahareti hiçbir şekilde gözden kaçmaz. Mübarekler bir parmak ya da el işareti ile bir sayfalık meram ve murat ihzar eylerler ki evlere şenlik.” şeklindeki benzer tespitlerime istinaden derhal hafıza tazelemesini gerçekleştirdim. Ne diyor, Yazar kendisine anlatılan ve gayet hoş bir hikâye ile başladığı bölümde, evvelemirde hikâyeyi bir yazalım ki, konuyu anlamakta müşkülata düşmeyelim.

“Yaşlı adam bir birahaneye gitmiş. Tezgâhtaki adama sormuş:

-        Kaç fıçı biran var?

-        100

-        Kaç para eder?

-        500 Ruble

-        Al 500 Rubleyi. Kapıya bir ilan as: “bira bedavadır”

Adam ihtiyarın dediğini yapmış. Biranın bedava olduğunu duyan halk üşüşmüş. Kuyruklar büyümüş. Kavgalar olmuş, masalar devrilmiş, camlar kırılmış. Sonunda bira bitmiş, birahanede ne sağlam bir eşya ne bir bardak kalmış. Herkes çekilmiş. Birahane sahibiyle, ihtiyar karşı karşıya kalmışlar. Adam, ihtiyara sormuş;

-        Ben sana ne kötülük ettim ki, birahanemi bu hale getirdin?

-        Görüyorsun ki ben yaşlı bir adamım. Bu işin sonunu göremeyeceğim. Bilmek istedim, sosyalizm aşamasını geçip, komünizme (parasız topluma) ulaştığımız vakit, nasıl olacak.”

Bu hikâyenin anlatıldığı zaman orada bulunan bazıları “komünizm düşmanlığı yapıldığını” iddia etse de hikâyeyi aktaran adamın da “ben de komünistim” demesi ile görece yumuşamıştır ortam.

Yine kitabın aynı bölümünden devam edelim, “Bu kabil hikâyeler kulaktan kulağa dolaşıyordu. Buna “Erivan Radyosu” diyorlardı.”  “Erivan Radyosu’nun Kafkaslar’da dolaşan bir hikâyesi de şuydu: Türkiye’li bir Ermeni, Erivan’a gelmiş. Trenden inince cimadanini (bavulunu) yere bırakmış. Eğilip, toprağı öpmüş, “vatan” demş, başını kaldırmış, bavulu yok, Kahrolsun böyle vatan!” demiş.”

Bu bavulun kaybolması hikâyesi aklıma sözleşme imzaladığımız ilk iş için kurulan şantiye düzeneğinde, işçilerin sabah şantiye girişleri akşam çıkışları esnasında üst baş araması yapılmasını da görünce “insan haklarına aykırı” hatta “insana hakaret” ediliyor derhal bu uygulamayı terk edin demiş idim. Sonuçta uygulamayı başlatan arkadaşlarımın ne kadar haklı olduklarına şahitlik etmiş idim.

Neyse kitaptan “Erivan Radyosu” hikâyeleri aktarmaya devam ediyorum. “Moskova’da otobüste biletçi yoktur. Herkes, parasını atıp, biletini alır. Bir otobüste şöför yolculara seslenmiş:

-        Yurttaşlar, biletleriniz alın!

Bir yolcu sormuş:

-        Neden yurttaşlar diyorsun da, yoldaşlar demiyorsun?

Sovyetler Birliği’nde devrimden sonra, “bey”, “hanım” sözcüklerinin yerini “yoldaş” almıştı. Hemen de herkes birbirine “yoldaş” der. Bu bir nevi komünizm yolunda beraberlik, komünistlik anlamına gelir. Komünist partisine girmek bir imtiyazdır. Şöför cevap vermiş:

-        Yoldaşlar otobüse binmez de ondan.”

Bir başka hikâye; “Paris’te bir grup ermeni gidip Ermenistan’a yerleşmeye karar veriyorlar. İçlerinden bir tanesi evvel davranıyor. Ona tembih ediyorlar: “gidince, oradaki durumu bize bildir.” Sansürü, istediğini yapamayacağını düşünerek de, şöyle bir parola tertip ediyorlar. Mektup yazmayacak, fotoğraf gönderecek,. Eğer fotoğrafta, oturuyorsa durum fena, ayakta duruyorsa, durum iyi. Fotoğraf gelmiş, adam yatıyor.

Aaaaa, bunlar korkudan oluşan iletişim şekli değildir diye iddia edenler varsa da, onlara da bu muhteremler “kelimeleri lüzumsuz tüketmeden ekonomik” kullanıyorlarmış diye bir izah hakkı tanıyalım.  Bu manada artık bir yanı göçmüş dünyada, tek yanı ile yol bulmaya çalışan mazlumları zapt-ı raptı altında hizaya ve sigaya çekme uzmanı dünya liderlerine muhteşem bir örnek teşkil etmekte olanlara da bin selam. Nihayetinde oralarda her türlü abukluk âsâr-ı kudsiye artık”

 

 


Cumartesi, Ekim 07, 2023

İLK ŞİKEDEN BİR ÖNCEKİ ŞİKE YİNE MALUM TAKIMLAR

Futbolda ilk şikeciler diye bloğumda bir yazı yazmış idim oysa o günde bildiğim üzere bunun bir öncesi vardı lakin öyle yazmamış idim çünkü o gün yazdığım Fenerbahçe Beşiktaş şikesi 23 Mayıs 1943 yılının bir diyeti idi ve diyetinden başlayalım istemiştim. Bugün de ilk şikeye değinelim, Fenerbahçe o gün Beşiktaş’ı yen(e)meseydi Galatasaray şampiyon olacaktı ama “Galatasaray düşmanlığı” behemehâl devreye alınır “şike kardeşliği” tertip ve tesis edilir, sezon içinde 3 kez karşılaşıp 3 kez galip gelen Beşiktaş o gün sahaya yenilmek üzere tertip edilmiş bir takım ile çıkar ve 4-1 yenilir… Murad tesis edilmiş Fenerbahçe şampiyon olmuştur… Nasıl bir şampiyonluk… Nasıl bir şike… Şikeden sözde kim şikâyetçi bugün yıldız yarışında geride kaldıkları için şüphesiz Beşiktaş ve Fenerbahçe… Yalan dolan işler işte… Kendilerininki hep normal… Mesela Fenerbahçe’de, Beşiktaş’ta daha lig organizasyonu yapılmamış iken oynadıkları maçlardan bile “yıldız” devşirmeye daha doğrusu aşırtmaya çalışıyorlar, kaldı ki Beşiktaş bunu becerdi de… Buna alet olmaması gerekenler de dilsiz sağır rolüne abanmışlar maşallah… Tam bir kara propaganda misali…  

Döneminin playof’u niteliğindeki “Milli Kümenin” İstanbul Futbol Ligi’ni ilk 4, Ankara Futbol Ligi’ni ilk 2, İzmir Futbol Ligi’ni ilk 2 sırada tamamlayan takımların katılımıyla, toplam 8 takımın 10 haftada 14 müsabaka yaparak mücadele ettiği 1942-1943 sezonunda, Fenerbahçe şampiyon olur… Görünüşe göre zaten 14 müsabakanın 11’ini kazanma becerisi göstermiş, toplam 30 gol atmış, 6 gol yemiş, hali ile tabelanın birinci sırasına oturmuş… Evet, tabela böyle iken tek tek maçlara ve maçların hakem ve kadrolarına bakınca durum bambaşka bir hal alıyor. Mesela Beşiktaş İstanbul Bölgesel Liginde 14 maç 69 gol, Milli Küme maçlarında ise 14 maç 47 gol atma becerisi gösterdiği mezkûr sezon Fenerbahçe’yi 3 maçta da yenme becerisi göstermiştir.

Hani, Türkiye Futbol tarihine “şerefli ikincilik” deyimini sokanlar var ya, mezkûr müsabakada salt Galatasaray şampiyon olmasın diye “has” kadrosunu sahaya çıkarmayan esasen de dönemin Canım Yurdunun en önemli golcüsü Şeref Görkey’siz sahaya çıkıp ertesi günkü gazete manşetlerini de “Beşiktaş sahaya Şeref’siz çıktı” ibarelerinin eziciliğinin utancına bir baksınlar lütfen…

Şimdi denilebilir ki, bu kadar geriye gitmenin ne manası ve faydası var, bugüne bakalım… Bugün tabii ki bu adil ve ahlaki olmayan davranışlar kümülatif artış ile Türkiye Futbolunu yok edecek hale gelmiş gibi durmakta esasen de tüm Dünya Futbolunun temellerine dinamit koymaktadır. Diğer taraftan da dün ne olduğu, nasıl olduğu, kimler başrol aldı gibi soruları sormaz isek bugünü anlamakta zorlanır iken bize anlatılan masallara inanmaya devam ederiz, maazallah… Bugün bu konuda kim ne diyorsa, ben dâhil, her söylenen tetkike muhtaç durumdadır… Nihayetinde istedim ki; bilinen bu gerçeği herkes yeniden bir hatırlasın ve “şikeci” diye başparmağı ve işaret parmağı dışındaki üç parmağını kısıp işaret parmağı ileriye uzatmak suretiyle karşısındakini itham edenlerin “cemaziyelevvelleri” bir kez daha tespit ve tescil edilsin… Nihayetinde de kısılan o dört parmak da kendinizi göstermektedir derler adama maazallah…

Şimdi bugünlerden de, bahsedelim derken hemen akla “bir yıldız ilavesi” geliyor… Kayden ve hukuken Beşiktaş’ın şampiyonluk sayısı 14’tür. Bu manada formasının göğsünde ancak 2 yıldız olması gerekir, değil mi? Peki neden Beşiktaş formasında 3 yıldız var… Bana inanmayanlar açarlar 1959 kurulan “Milli Ligin” şampiyonlarını tek tek sayarlar… İsterseniz ben sayayım bilgi eksiği olanlar da tamamlasın. 1.(1959-60), 2.(1965-66), 3.(1966-67), 4.(1981-82), 5.(1985-86), 6.(1989-90), 7.(1990-91), 8.(1991-92), 9.(1994-95), 10.(2002-03), 11.(2008-09), 12.(2015-16), 13.(2016-17), 14.(2020-21)… “Milli Lig” de 1959 kurulmuş ve ilk şampiyon Fenerbahçe olmuş… Oradan itibaren parmak hesabı ile sayalım ki sağlam olsun dedik, ahada bulduğumuz, sonra da sağlaması için sondan başa bir kez daha parmak hesabı, hayret sonuç değişmiyor. Peki, her 5 yıl şampiyonluk 1 yıldıza denk geliyorsa Beşiktaş’ın yıldız sayısı nedir, basit aritmetik 2 diyor.  Acaba dönemin güçlü ismi MİT Bölge Başkanı, meşhur ajan Mahir Kaynak irtibat subayı Süleyman Seba’nın, dönemin ünlü TV programcısı Cenk Koray, ünlü polis şefi (adını vermeyeyim isteyen beni arayarak öğrenebilir) destekli propagandalar ile “hoooppppp bir yıldız ilave” mi oldu? Hani bir de istihbaratçılıktan emeklilik de olmaz düsturu kulaktan kulağa söyleniyorsa… Şimdilerde de alavere işleri kardeşliğinin öteki cephesi Fenerbahçe “elli bin dereden su getirerek” şu yıl şampiyonluğumuz sayılmadı, yok bu yıl da vardı, çocuksu mızıldanmaları ile yıldız sayısı arttırmaya çalışıyor… Beşiktaş’ın bu cingözlüğünü “yahu kardeşim ne oluyorsunuz, aritmetik var” demeden, aritmetik hata yapmış çocukların ruh haliyle itiraz etmeden karşılayan TFF yöneticileri hiç vicdan azabı çekmiyorlar mı? Dahası “haydi oradan kayıtlar sizi yalanlıyor” demeden gelen iddialara onay vererek basit aritmetik kurallarını dahi bilmediklerini zımnen kabul etmişlerdir, bana göre…

Evet, sonuç olarak Türkiye futboluna şikeyi soktukları konusunda fahiş karineler bulunan 2 takım ne yazık ki Beşiktaş ve Fenerbahçe’dir. Aaaa bu dediklerimi inandırıcı bulmuyor musunuz? Buyurun o tarihteki gazetelere bakın, futbol arşivlerini gözden geçirin her iki takımın da namus erbabı takipçilerinin anılarına bakın, ne dediğimi anlayacaksınız. Zinhar bu dediklerimden sadece bu iki takımı hedef aldığım anlaşılmasın bu kadar kontrolsüz ve ederinden çok fahiş paraların döndüğü, bahis olaylarının bu kadar prim yaptığı, hele hele de muktedirlere sosyolojik bakımdan katkıları bu kadar mühim iken diğer takımların bu bataktan azade tutulması düşünülebilir mi? Zinhar, meşhur deyim ile “hepiniz oradaydınız” ve dahi oradasınız derler adama… Lakin hız radarına yakalanmış sürücünün “abi herkes hız limitini aşıyor ama bizi yakalıyorsunuz” serzenişi benzeri, araba bagajlarında bavullarla para yakalanır, soyunma odalarında maç öncesi paralar dağıtılır iken de “ama diğerleri de şike yapıyor” haykırışları yükselir, işte meşhur “Mart mahlûku” davranışı… Netice itibari ile Türkiye Futbol Tarihi arşivleri bize şikenin Canım Yurduma duhul oluşunun müsebbipleri olarak bu iki takımı daima hatırlanacaklar listesinin başına koymamıza sebep olacak karinelerle doludur.

 

Cumartesi, Eylül 30, 2023

ÇEŞME FESTİVALİ ve DEVAMI

 Çeşme Belediye’sinin “Çeşme Festivali” spotu altında sunduğu ve andığı festival kendi program içeriği içinde gayet yoğun ve eğlenceli geçti. Ben gece programlarının tamamına katıldım, aksatmadan… Öncelikle festival için içerik, kapsam ve ilerleme açısından söylenecek çok şey olduğunu anlıyorum, yazılanlara ve söylenenlere bakınca… Diğer taraftan da organize edenlere de bakınca son derece başarılı, verimli, eğlenceli dolu dolu bir üç gün geçti. Bu konuda organize edenlerin tecrübelerine bakınca fazlaca söze gerek olmadığını söylemeliyim, ben bu işleri bilmeyen birisi olarak da fazlaca detaya giremeyeceğim. Lakin hemen şunu söylemeliyim ki, bu festivalden ziyade bir müzik şöleni denilebilecek kadar müziğin ziyadesiyle öne çıktığı diğer aktivitelerin maalesef gölgede kaldığı bir süreç oldu bana göre. Kendi adıma; Prof. Dr. Vasıf Şahoğlu’nun “Urla Liman Tepe ve Çeşme Bağlararası Kazıları” üstüne yapmış olduğu söyleşilere katılamamış olmayı ciddi bir eksiklik olarak not ediyorum amel defterimin günah bölümüne. Yeri gelmiş iken, daha önce defalarca yazdığım üzere eski Belediye Başkanı Nuri Ertan döneminde başlatılan “Çeşme Sempozyumlarının” devam ettirilememiş olmasını da ciddi bir eksiklik olarak gördüğümü de not düşeyim… Belki de gelecek dönemlerdeki Çeşme Festivallerinin omurgasını bu kabil çalışmaların oluşturacağı, dinlence ve eğlence faslından da araya müzik konserlerinin serpiştirilmesi düşünülebilir.

Belediye Başkanı Ekrem Oran’a göre Çeşmeliler “kendisinin büyük ailesidir” ve sağ olsun bizlere seslenirken de “Çeşme Ailem” diye kapsayıcı ve kucaklayıcı bir deyim kullanır. Kendisinin takdiridir şüphesiz hangi mekânda ve zamanda ve dahi hangi sayıda ve genişlikte Çeşmeliyi kast ettiği… Ama “aile” olmak kolay iş değil ve olmadığı da aşikârdır… Şimdi sen hepi topu ve dahi en fazla 5.000 kişilik bir amfinin hem de üç gece üst üste yaklaşık artılı eksili 4000 kişilik kısmının dolabildiği hatta gelenlerin de neredeyse %60’ının civar ilçelerden geldiği bir konserde bile ailenin bir kısmını esas ve bir kısmını üvey tayin eden separatörlerle yaklaşık 400 kişiyi bir tarafa ve diğerlerini de öte tarafa koyacaksın, nasıl izah edilecek bu aile düzeni gayri… Bu nedenle kimse bana “efendim protokol gereği” gibi hikâyeler anlatmasın, biz biliriz o protokol hikâyelerini ve unutulmasın ki protokol başkanlığı ve genel müdürlüğü ihdas eden bir ırkın ahfadıyız Alimallah… Esas aileye yönelik üstelik sadece separatörlerle değil ilaveten separatör üstü bantlarla da tahkim edilmiş bir ayrım… Oysa benim devamen gittiğim 3 gece de Başkanı sevenler ve destekleyenler oradaydı, ne vardı da hep beraber ve karışık oturma düzeni ihdas edilse idi. Tamam anladık, Belediye Başkanı erkenden gelip yer kapacak hali yok elbette “biz ötekiler” gibi, kendisine belki Kaymakama, belki Savcılık, belki Emniyet Müdürü, belki Jandarma Komutanlığı makamına bir sıra ayrılır gerisi karışık olsa idi ne kaybedilirdi, bilmiyorum. Gerçi ahir ömrümde Belediye Başkanının bu kabil bir şölende orta ya da arka sıralarda oturabileceği tevazuyu gösterebileceği ümidimi gayri yitirdim… Anlıyorum hayatının bundan sonraki bölümünde bizimle birlikte bir yerlerde oturmayacaksın lakin bizimle birlikte oturduğun yerlerden oralara gittin… Bu sadece Başkan için mi geçerli, hayır tabii ki, Kaymakam da, Emniyet Müdürü de, Savcı da aynı durumdadır bence… Belki bilmediğim işlere ziyadesiyle dalıyorum lakin benim gördüğüm bunlar ve de yazıyorum, belki doğru, belki eğri… Lakin aklıma şeytanın dediklerinin doğru olabileceği gibi şeyler gelince de, biz bu filmi hep izledik, izliyoruz ve izleyeceğiz, tebarüz bu… Aklıma hemen çok ünlü Beatles Grubunun çok çok ünlüsü John Lennon geliyor; hani İngiltere Kraliyet Ailesinin de bulunduğu bir konserde biraz da iğnelemek maksadı ile “siz arka koltuklarda oturanlar avuçlarınız patlayana kadar alkışlayın ama siz öndekiler mücevherlerinizi şakırdatın yeter” diyor ya, işte öyle…

Enrico Macias’ın performansı bir harika idi müziği ve kalitesini değerlendirecek durumda değilim şüphesiz, değerlendirme işini uzmanlarına bırakıyorum ki zaten onlarda yeterince değerlendirmiş durumdalar, adamın 84 yaşında yaklaşık 1,5 saatlik sahne performansı bir küçük takılma dışında muhteşem idi… Esasen 1970’li yıllardan itibaren başlayan söylentilere bakılırsa bize zaten çok da yabancı değildir ablamız tarafından akrabamızdır kendileri. Mesela konseri sonuna doğru organizasyon tarafından misafir sanatçı babından Ajda Pekkan’ı da beklemiş idim. Ne de olsa yakın geçmişte Ajda Pekkan’da Çeşme’de sahne almış idi. Ama Allahtan kimin aklına geldiyse, kutluyorum, kâğıda bakarak da olsa Türkçe ve Ajda Pekkan tarafından ziyadesiyle meşhur edilmiş bir şarkı ile final yapıldı… Enrico Macias’ı beğenerek dinlemekle birlikte, ne gençliğimde, ne de şimdi “ne çalalım abimize” diye bir soru gelse müzisyenlerden, “J’ai quitté mon pays” (ülkemi terk ettim) diye başlayan “Adieu mon pays” gibi acı, duygu ve hüzün dolu parçası çok güzel olmasına ve çok seviyor olmama rağmen, ne yazık ki ilk olarak aklıma gelmez… 

Bizim Sevgili Başkanımız, Müzik Festivali için Akdeniz temalı dese de pek öyle ol(a)madığı açık bence, daha çok Fransız baharı temalı olmuş gibi, hani iyi mi, kötü mü manasında değil sadece tespit etme adına yazıyorum. Başkan’ın çok iyi Rusça, İngilizce ve Yunanca konuştuğunu biliyordum lakin Fransızcası da varmış ve her ne kadar ben bu konuda ölçme değerlendirme yapacak durumda olmasam da bende iyi bir Fransızcası olduğu yönünde kanaat oluşturacak kadardı… Esasen de final gecesinde “Chico and Cypsies” grubu ile konuşurken Fransızca yerine “Romanca” konuşmuş olsa idi en azından benim gözümde tam “polyglot fenomen” olacaktı. Neyse ilerleyelim önceki minvalde… Akdeniz teması olunca şüphesiz organizasyonu yapanlar daha iyi biliyordur, engelleri, zorlukları, maliyetleri de, mesela Yunanlı neden yoktu, İtalyan neden yoktu, Mısırlı neden yoktu, Lübnanlı neden yoktu, gibi gibi…

Sevgili Başkan Ekrem Oran hangi gece olduğunu şimdi hatırlamıyorum lakin bir takdim konuşması içinde; ki her sanatçı performansı öncesi bir takdim ve hatırlatma konuşması yaptı, bu hitapların birinde “bu organizasyonları sizin paralarınızla” yapıyoruz gibi bir kelam edince, değerli Başkanın affına sığınarak ve dahi bundan da cesaret alarak bakıyorum ve soruyorum güzel mi oldu bu işler diye… Evet, bence güzel oldu mu sorusuna verilecek yegâne cevap, “evet, çok güzel oldu hatta muhteşem” peki bu ekonomik şartlarda hele hele de Belediye bütçesinin gelir kalemlerinin detaylarını birazcık bilen birisi olarak da “ne gereği var idi bu harcamaların” demeden de edemiyorum. Aaaa şüphesiz ben gördüğümü söylüyorum, belki de bizim belediyemizi “çok sevenler” finanse etmişlerdir, belki de sanatçıların hiç birisi hiçbir bedel almadan sahne almışlardır, bilemiyorum, ne de olsa Başkanın her bir sanatçı ile 14 yaşından beri tanışıklığı var, şimdi de 52 yaşında olduğuna göre, dile kolay 38 senelik bir tanışıklık… Buna burun kıvıranlar olabilir lakin ben Başkanın kabiliyet ve maharetlerinin bu konserleri bu şekilde de düzenleyebileceği kanaatını taşımaktayım… Eğer öyleyse de kocaman bir alkış, eski Çeşmelilerin klasik deyimi ile “alkışım alasın”… Değilse de bir sonrakini iptal ederek telafi edilebilir bir durum oluşmaktadır, çok da fazlaca dert etmemek gerek… Ayrıca karar merciinde de O var, saygı… Yine de Belediye bütçesinin münasip ve fazlada olduğu dönemlerde düzenlenmesinin lakin içerik, kapsam ve sanatçı seçimleri ile sürelerinin yeniden gözden geçirilmesinin hülasa gerçek manada “festival” tadının ortaya çıkarılmasının güzel olacağı kanaatımı korumaktayım.

Finalde seyircilerden “2024’te de birlikte festivali düzenleyecek miyiz sorusunu” hararetle sorarak yeniden adaylığına bir vurgu yapsa da izleyicilerin tepkilerine bakınca Başkanın niyeti subliminal mesaj olarak yerine ulaşmış gibi göründü bana… Zaman zaman basın üstünden kendileri ile tatsız diyaloglar yaşamış olmasına rağmen önceki dönem Belediye Başkanları Nuri Ertan ve Faik Tütüncüoğlu’na da teşekkür etme nezaketini göstermiş olmasına da ayrı bir mim koymamız gerekmektedir. Sonuçta fena mı oldu, koskoca Erkan Özerman geldi ve organize etti, Enrico Macias, Dany Brillant ve Chico and Gypsies söyledi, millet eğlendi…

Şimdi de 8. si düzenlenen “Ovacık Tarım Ve Sakız Koyunu Festivali” var, orada daha başarılı sonuçların çıkacağı şüphesiz benim açımdan çünkü söylemine, iddiasına, yerel faaliyetlere yönelik sunumuna mütenasip bir yerlilik söz konusudur.