Pazar, Ekim 27, 2013

CUMHURİYET


12 Eylül faşist darbesi mucibince, emperyalizme bağlılığın katmerleştirilmesini takip eden dönemde; Canım Yurduma bir yönüyle yeni bir nizam vermek diğer yanıyla da necip milletimizin kuvözdeki durumunu koruma adına; yok Avrupa Birliğine girdik giriyoruz, yok toplum sivilleşiyor, ahaa inanmazsanız bakın “MGK” (milli güvenlik konseyi) bile sivilleşiyor, askeri bürokrasi egemenliğinden ve askeri vesayetten de çok şükür kurtulduk, insan hakları gelişiyor, müesses nizam halk adına evriliyor, artık 1. cumhuriyet sona erdi yaşasın 2. cumhuriyet teraneleri arş-ı ala’ya ulaşıyordu, bu kendilerine 2. cumhuriyetçi adını veren rüzgârgüllerine göre durum tespiti budur… Gerçek niyetin türbanla gizlenmiş hali ise, ılımlı İslam ile motivasyon ve güdüleme konusunda dikensiz gül bahçesi yaratmaktır. Peki, gerçekten işin aritmetik tarafı doğru mu yani bunların dedikleri gibi, yeni ihdas edilen 2. cumhuriyet mi? Hadi biraz da biz fikir jimnastiği yapalım bakalım mezkûr konu üzerine…

Türk Dil Kurumu (TDK) güncel Türkçe sözlüğünde; Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi, şeklinde tarifi verilen “Cumhuriyet”; Aristo’da “Genelin menfaatini gözeten halk idaresi”, Montesquieu’de ise “yasama, yürütme, yargı erklerinin bulunduğu bu rejimde, bunların birbirlerine yönelik bağımsız tutumları ve karşılıklı denetim esasına yönelik işleyişi olan ve başında seçimle gelmiş yöneticilerin olması halidir” şeklinde tarif bulmaktadır. Feylesoflar cumhuriyetin mükemmel şeklini; çok partinin katıldığı genel seçimlerle parlamento çoğunluğunu elde etme ile iktidar sahibi olanların çıkardığı kanunlarla hiç bir özel bir gruba imtiyaz tanımadan kurgulanan bir devlete tekabül eden bir rejimdir diye tarif ederlerse de bunun ideal bir rejim olmadığını tüm ülkelerdeki pratikten anlamaktayız. Ancak görülüyor ki ve oluşan genel kanı, oy vererek vekil tayini ile halk idaresi oluşturulamayacağı yönünde olmuştur, hatta bu konuda dünya edebiyatının önemli yazar ve siyasal eylemcisi Emma Goldman, seçimlerin yani sandığın özgürlüğün tek yaratıcısı ya da aracısı olduğu savına karşı: “oy vermek bir farklılık yaratsaydı, oy vermemize izin vermezlerdi” diyerek yaşanan olumsuzluğa işaret etmektedir.

Canım yurdumun, Osmanlı’ya dayanan “hükümet-i cumhuriye” denemeleri bulunmaktadır, patinaj mahiyetinde, söz olarak cumhur hep ön plana çıkmış ve çıkmaktadır da, cumhurun kendisi bir türlü makûs talihini değiştirmeye muktedir olamamıştır. Bu cumhuriyet denemeleri canım Yurdumda “açık oy, gizli sayım” uygulamalarını bile görmüştür, ne yazık ki. Haaaa şimdi yahu geçmişte bu abukluklar yapılıyordu diye dalga geçmek, örnek göstermek yerine, bu güne kadar kullanmadığımız organımızı kullanıp azıcık tefekkür edersek, şimdiki seçimlerin de çok farklı olmadığını anlayabiliriz. Yunanistan’ın aynı kaynaktan temin edilen seçim sistemi programı ihalesini iptal ederek neden tekrar eski yönteme döndüğüne bile bakmak yeter, bu seçim sisteminin kullanılması neticesinde seçime katılım oranlarının % 110'lara vardığının ispatlanması üzerine de, yok elektrikler kesildi bilgi işlem sistemi çöktü, yok bu sapmalar genel temayülü değiştirmez gibi abukluklara yer verilmez, normal şartlar altında, ama... 

Eğer seçimler önem arz edecekse, cumhur’un bir oyunun bile değerlendirildiği bir sistem oluşturulmak zorundadır, sen şimdi, barajları savunacaksın ya da barajı kaldıralım ama yerine şunu getirelim diyerek daha kötü ve geri bir uygulama önereceksin, partilerin ön seçim yapsalar bile onlarda sistemin arkasına dolanarak üye kayıtlarını kendi oligarşilerince kontrol altında tutup oluşturuluyorsa ve hala daha cumhurun parası ile cumhura format atılıyorsa, seçim olsa ne olur olmasa ne olur, Allah aşkına… Kendi yaptığın siyasal partiler ve seçim yasaları gibi ince detaylar üzerinden, her türlü manipülasyondan nasip ve murat alarak, görece ahlaka ve adalete uygun hale getirilmiş bir cumhuriyet ise bahse konu, yapılacak herhangi bir şeyin kalmadığı noktada olduğumuz aşikârdır. Hele alavare-dalavere kabilinden hokkabazlıklarla oy kullanmayanların oranı %25 lere çıkmış ise, zaten acıklı halin pespayeliği sırıtmaktadır. Neyse olumsuzluklar üzerine daha binlerce kalem eleştiri yapabiliriz ama gerek yok, arif olan anlar…

İnsanlık adına cumhuriyetin tekamülü, ancak ve ancak, tarihte hatalı uygulamaların gün yüzüne çıkarılması ile tarihin tekerrür etmesinin önüne geçilerek yapılabileceği bilinci ile mümkündür yoksa hataların yarattığı başarıları muktedirleri güncel kılmak ve legalize etmek adına olamaz, ilaveten bu kabil çalışmalar öyle kıymeti ve hikmeti kendinden menkul tarihçi postuna bürünmüş, bildikleri yanıldıklarına yetmeyen, daha da kötüsü tahammüden doğruyu yanlışa, yanlışı doğruya tahvil edenlerin kılavuzluğundan medet umularak olamaz… Bugünlerde ortalıkta tarihçi diye takdimi yapılan bazı mühim zevat var ki bunların başında Mustafa Armağan, Mehmet Çelik ve Murat Bardakçı gelmektedir, bunların neyi doğru neyi eğri söyledikleri siyasal yelpazedeki konumlanmalarına ve günlük çekim merkezlerine o kadar bağlıdır ki, inanayım derseniz maazallah siyah olur beyaz, beyaz olur siyah…

Cumhuriyet’in ilk olarak 1776’da ABD de, 1789 da ise Fransa’da ilan edildiği herkesin malumudur ve oralarda cumhurun temsiliyeti görece iyidir ancak aynı cumhuriyet, yani seçimle belirli dönemler için hükümet etmeye gelme yöntemi, İran, Türkmenistan ve Irak gibi ülkeler içinde geçerlidir. Az şey mi buralarda da temsiliyet %90 ların üstündedir, örnek mi Kenan Evren, Saddam Hüseyin, Muhammed Gurbanguly vb. dönemleri gibi… Hani bir de İngiltere de krallık halen… Demek ki, cumhuriyetin, salt seçimlerle sınırlı tarifinden yola çıkılarak yapılan kutsiyet çalışmaları bir işe yaramıyormuş, ne yapmak gerek ilaveten, çoğunluğun yerine azınlığın haklarının, özgürlüğünün gerçekten ama gerçekten güvence altında olabildiği ve her bireyin özgür iradesinin kendini yönetme ve yönetim üstünde söz ve karar hakkının kurumsallaşmasının işe yarayacağının kabulü ile mümkündür.

Cumhuriyet rejimini benimsemiş ülkeler, mezkûr rejimin tatbikatında değişik uygulamalar yapmaktadırlar ve bu uygulamaların rehberi de anayasalar olmakta olup Cumhuriyetlerin nasıl olacağının tarifini yapan anayasalardır, öyleyse her anayasa bir yeni cumhuriyete tekabül eder yorumunu yaparsak fazla da sallamış olmayız herhalde, peki bu kılavuz ile de bakar isek;

20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen 1. anayasa “Teşkilat-ı esasiye kanunu” yani yeni kurulan devletin yeni anayasası, 20 Nisan 1924'te yürürlüğe giren 2. anayasa 1924 Anayasası ile 1. anayasa olan Teşkilât-ı Esasîye Kanunu yürürlükten kaldırmıştır, 9 Temmuz 1961'de kabul edilen 1961 Anayasası ile 3. anayasa kabul edilmiş, 1924 tarihli 2. Anayasa yürürlükten kaldırmıştır, 12 Mart 1971 tarihinde cumhura hiç dayanmayan “partiler üstü” bir hükümet ile 3. anayasa büyük ölçüde değişmiş ve 4. anayasa sayılacak bir anayasa yürürlüğe girmiş, 12 Eylül 1980 de 4. anayasa ilga edilerek 1982 yılında 5. anayasa kabul edilmiş, şimdilerde de ileri demokrasinin canım yurduma getirilmesi adına 6. anayasa hazırlıkları yapılmaktadır. Hayırlı uğurlu olsun…

Deyin ki 6. değil 26. cumhuriyet (bu anlamda anayasa), her birinde toplumun önemli bir kesimi buna tepki gösteriyor ise yani demokratik olmadığı sürece bunlar üzerine edilecek her kelam berhavadır. Kavramlar üstünden gidildiği ve sadece kavramın önem arz ettiği durumda; her kavramın tekabül ettiği anlam; zaman, zemin ve teknik terakki ile malul olacağından, kavramın anlamının genişletildiği ya da daraltıldığı zeminlere uygun yansımalar yeni elitleri öne çıkarır, elitlerin tayin ettiği vekâletler hâsıl olur, elitin muktedir olduğu yerde hoşnutluklara göre genişleme ve daralma öne çıkar, al sana kısır döngü, vs. vs.

Cumhuriyet bayramınız mübarek olsun…

Pazar, Ekim 20, 2013

GENERAL GİAP’tan HU AMCAMIZA

Vietnam’ı Vietnam yapan, emperyalist boyunduruktan kurtuluşa erdiren tüm savaşların stratejisinin ve taktiklerinin kurgulamasından uygulanmasına uzanan bir sürecin dehası ve bu yüzden başta Afrika ve Güney Amerika olmak üzere çok geniş bir coğrafyadaki kurtuluş ve devrim mücadelelerine ilham kaynağı oluşturmuş, tüm dünyada adeta “emperyalizme karşı mücadelenin sembolü” General Vo Nguyen Giap 102 yaşında vefat etmiştir. Dünyada askeri yüksek teknolojinin temsilcisi konumundaki ABD ordusunun, korkulu rüyası ve karabasanı haline gelen, adeta yerden adam fışkırıyor dedirtecek şekilde koca bir ülkenin baştanbaşa yeraltı geçit ve mağaraları ile donatılarak, hızlı ve kısa saldırılar ile gerilla savaşının, adeta küçük ama harekât kabiliyeti çok yüksek bir kedinin, gücün ve heybetin temsilcisi durumundaki fil ile savaşı halinde imkânsız gibi görünen ama kedinin galibiyet ile ayrılmasının mimarı olmuş, gücün timsali filin bir çevik kedi karşısında çöküşünün nasıl olacağını tüm dost ve düşmanlara göstermiştir. Tıp ve psikoloji dünyasına “Vietnam sendromu” olarak geçen, savaşın alçak yüzünün insanlar üzerindeki olumsuz etkilerinin anlaşıldığı bir sendrom olarak geçmesine neden olan bu savaş için söylenecek çok şey vardır ama yazımızın konusu açısından bu kadar ile iktifa etmekte fayda mülahaza etmekteyim. 
Vietnam, bugün yaklaşık 330.000 km2 lik yüzölçümü ve 80 milyon nüfusu ile verimli toprak ve zengin yeraltı kaynakları ile, komşuları Laos, Tayland ve Kamboçya ile birlikte Çin-Hindi (Hindiçini) yarımadasında yer almaktadır. Vietnam çok uzun süre Çin egemenliği altında bulunmasının ardından, 19. yüzyılda neredeyse tüm Asya ülkeleri gibi batılı sömürgecilerin hedefi haline gelmiş ve 1850 lerde Fransa tarafından işgal edilmiş ve 1930 dan sonra da artık yavaş yavaş bağımsızlık ve kurtuluş gibi dünyada o dönem itibariyle yükselen değer olan ayaklanmalar baş göstermeye başlamıştır. 2. paylaşım savaşı başlarında Fransa’nın Almanya tarafından işgali nedeniyle çekilmesi sonucu bu sefer de Almanya müttefiki Japonlar tarafından işgal edilmiş olan Vietnam, Japonları karşı ve bağımsızlık için ayrı ayrı mücadele eden tüm grupların “Viet-Minh” adı altında birleşmesi ile kurtuluşçu ve bağımsızlıkçı hareketlerin güçlü bir yapıya kavuşması ile neticelenmiştir. Japonların savaş sonu yenilgisi neticesi zayıflayan merkezi otoriteye karşı Devrimci lider, dünya devrimcilerinin “Hu Amca”sı Ho Shi Minh liderliğindeki Vietminh 2 Eylül 1945'te cumhuriyet ilan eder ancak 2. paylaşım savaşının galiplerinden ve yeniden ve de daha güçlü bir şekilde Vietnam’a yerleşen Fransa hükümranlık alanlarında bu kabil bağımsızlıkçı hareketlere izin vermeyecektir ve 1954 e kadar sürecek mücadele başlayacaktır. Ho Shi Minh liderliğindeki genç cumhuriyetin silahlı kuvvetleri olan Vietminh savaşçıları Vo Nguyen Giap yönetiminde, sonuncusu Dien Bien Phu olacak çok şiddetli ve kanlı savaşlar neticesinde Fransızları büyük bir yenilgiye uğratırlar ve Vietnam’ı terk etmelerini sağlarlar. 1954 yılında 14 ülkenin katılımı ile bir konferansta Vietnam’ın ikiye bölünmesi kararı alınır, bilahare gerçekleştirilecek bir seçimle de 2 ye ayrılmışlık son bulacaktır bu antlaşmaya göre, ama nerdeee, her yerde olduğu üzere burada da ABD her türlü fırıldağı çevirerek Güney Vietnam’a seçim için izin vermemiş, dünyanın her yerinde gerçekleştirmeye alışkın ve yatkın olduğu üzere, çok ses getirecek bir suikast ile Güney Vietnam lideri öldürülür ve hemen suçu Kuzey Vietnam yönetimine atmak için yoğun bir propaganda başlatır, artık ABD emperyalizmi açısından yeni cephe oluşur, ta 1975 e kadar sürecek kanlı bir savaş neticesinde, yaklaşık 1,5 milyon Vietnamlı ile yüz binlerce ABD askerinin hayatı sona erecektir.
ABD (Amerika Birleşik Devletleri), Vietnam'daki ulusal kurtuluş ve devrim mücadelesini bastırmak için, bazı kaynaklara göre yedi milyon ton (7.000.000) bazı kaynaklara göre ise onüç milyon ton (13.000.000) bomba atmış, bu rakam yine aynı ABD nin 2. paylaşım savaşında Japonya’daki Hiroşima'ya attığı atom bombasının 300 katına eşit olduğu uzmanlarca kabul edilmektedir ve bu bombalar arasında, kullanılması bir insanlık suçu oluşturan napalm, sinir gazı olmak üzere her türlü kimyasal silahı bulunmaktadır, ölenlerin ve kayıpların sayısı, asla ve kata tam olarak öğrenilemeyecekse de, Vietnam'ın tamamına yakını sivil halk olmak üzere yaklaşık birbuçukmilyon (1.500.000), ABD’nin yüzellibin (150.000) olarak tahmin edilmektedir. Bu alçakça saldırılardan geriye kalan, atılan bombaların açtığı çukurların adeta birer kriter gibi görünerek “ay yüzeyine” benzemiş bir Vietnam oluyor, özellikle savaşın 2. partisinde artık ABD emperyalizminin yenilme ihtimali ortaya çıkınca, verimli toprakların yok edilmesine yönelik, bitki yok edici bombalar kullanılması nedeniyle Vietnam ormanlarının önemli bir bölümü yok edilmiş, tarımın yapılmasını engellemek üzere milyonlarca lt. (yaklaşık 100 milyon) kimyasal tahrip edici kullanılarak savaş sonrası açlık sıkıntısı yaşanması planlanmıştır. ABD tarafından mayınlanan Vietnam limanlarının bugün bile hala tam olarak mayınlardan arındırılamadığı anlaşılmaktadır.
Vietnam halkının sembolü Vo Nguyen Giap; ulusal kurtuluş ve devrim mücadelesi süresince gerilla savaşının örgütlenmesini anlattığı kitaplarında askeri dehasının yanı sıra üst düzey politika bilgisiyle de, başta ve öncelikle örnek teşkil ettiği tüm devrimci önderler olmak üzere, yıllarca kendilerine karşı savaşan Fransızların ve Amerikalıların da çaresiz saygısını kazanmıştır.  General Giap; efsanevi devrimci olmasının yanında ne kadar dahi bir stratejist olduğunu ve aynı zamanda uygulayıcısı olduğunu, Fransızlara karşı Dien Bien Phu ve Saygon çarpışmalarında tüm dost ve düşmana göstermiştir. Sömürgeciliğe karşı mücadelesi daha öğrencilik yıllarında başlamış ve tutuklanması ile devam etmiş olan General Giap; hukuk öğretimi alır, aynı üniversitede ekonomi doktorası alır, tarih öğretmeni olarak çalışır, Vietnam Komünist partisinin yasa dışı ilan edilmesi üzerine ülkeyi terk eder, sürgünde Vietnam devriminin en önemli insanı Ho Shi Minh ile birlikte daha sıkı ve birlikte çalışmaya başlarlar. Bilahare Vietnam kurtuluş ve devrim savaşçıları için şiar olan “Ya hep ya ya hiç” sloganının yaratıcısı, sömürgeciliğe ve yerli işbirlikçilerine karşı 1940 lardan 1975 e kadar süren uzun bir halk savaşının askeri ve politik lideridir Giap tıpkı Vietnam devriminin diğer önderleri gibi, dönem itibari ile Amerikan rüyasının yaygın anlayışının sonucu yenilmez armada görünümlü ileri teknoloji sahibi koca bir orduya diz çöktürmüştür. Vietnam devriminin yaratıcısı olan bu kadro dünyanın en etkili ordularının bile gerilla savaşı karşısında nasıl çaresiz kaldıklarını tüm dünyaya göstermişlerdir böylece…
Efsanevi General “bir ülkeye kendi sömürgecilik emellerini dikte etmeye çalışan her kuvvet, önünde sonunda yenilmeye mahkûmdur” diyerek, işgalcilerin ve sömürgecilerin yenilmesinin kaçınılmazlığına işaret etmiş ve kendilerine karşı yürütülen bu alçak saldırıların nasıl savuşturulup, emperyalistlerin arkalarına bakarak kaçışlarını dayatan gerilla savaşı taktiklerini anlattığı “halk savaşının askeri sanatı” adlı birde kitap yazmış ve bugün hala geçerliliğini koruyan halk savaşı ve cephe taktiklerinin yaklaşık 40 yıllık tarihini gelecek kuşaklara detaylı olarak aktarmıştır. Gerilla savaşı ustası Giap'ın bu yapıtında, emperyalist saldırganlara nasıl unutamayacakları bir ders verildiğini, halk savaşı karşısında burjuva askeri teorisinin nasıl iflas ettirildiğini okuyoruz. “Amerikan saldırganlığına karşı mücadele, ulusumuzun büyük direniş savaşı, bugünkü çağda, en devrimci güçler ile en gerici güçler arasında en keskin bir güç denemesidir. Halkımızın zaferi, dünyanın devrimci güçlerinin ve ilerici halklarının genel zaferidir. Zafere kadar Amerikan saldırganlarıyla savaşmak, bizim kutsal ulusal görevimiz ve uluslararası ödevimizdir.”
Dönemin en fazla patırtı koparan direnişi ise, gelmiş geçmiş en önemli ağır siklet boks şampiyonlarından Muhammed Ali’nin “Vietnamlılar bize ne kötülük yaptılar ki onlara karşı savaşacağım” diyerek savaşa gitmeyi reddetmesini müteakip kendisine alınan tavırdır, kendisine verilen 5 yıl ve büyük para cezaları yanında tüm unvanları da elinden alınmıştır. Sonradan ABD devlet başkanı olan Bill Clinton'ın asker olarak gitmeyi reddettiği ancak uzun yıllar sonra ABD başkanI olarak gittiği bu ülke üzerine hala ABD Emperyalizminin en önemli araçlarından Hollywood savaşı kaybeden taraf olmalarına rağmen ABD yi cici gösterecek filmler çevirmeye devam etmektedir.
General Giap; bir halk kahramanı ve Ho amcanın devrimci yoldaşı olarak, kesintisiz devrim teorisinin takipçilerinin mitinglerini süsleyen önemli sloganlardan “ho ho ho chi minh, iki üç daha fazla Vietnam, ernesto'ya bin selam” ile sürekli anılır hale gelmiştir. Giap’ın yönettiği Vietnam kurtuluş savaşı tarihteki tüm kurtuluş savaşları gibi topyekün bir halk kalkışmasıdır, haklıdır ve onurlu bir tutumdur ve de gereklidir, tabii ki yine dünyanın her yerinde görülebilecek kadar eser miktarda “bağımsızlık, kurtuluş, devrim” gibi yaklaşımların karşısında olanlar vardır ve de bundan sonra da olacaktır. Varlıklarını müstevlilerinin siyasi emellerine tevhit etmiş dâhili bedhahlar eksik olmayacaktır, hele ki fırsatını da bulurlarsa bir avuç olmalarına bakmaksızın hayatı kendi bakış açılarından topluma dayatmaya ve yutturmaya devam da edeceklerdir.
Tüm Dünyanın devrimcileri General Giap’ı asla unutmayacaktır, eminim ki ona ve ülkesine düşmanlıklarını milyonlarca ton bomba olarak kusan emperyalistlerde unutmayacaktır, kimi dost kimi düşman olarak…

Cuma, Ekim 11, 2013

KURBAN


Tarih; 17 Şubat 1959, dönemin başbakanı Adnan Menderes, İngiltere yolunda ve 5’i mürettebat olmak üzere toplam 14 kişinin hayatını kaybettiği elim bir uçak kazası yaşanıyor, uçak kazasından sağ salim kurtuluyor, yaklaşık 2 ay tedavi gördüğü İngiltere’den geriye dönüyor, mucizevî kurtuluşun hem kendisinde hem de vatandaşta yarattığı sevgi patlamaları tüm yurtta ve tüm yıla yayılarak devam ederken, 5 Ocak 1960 tarihinde çıktığı Tarsus gezisi sırasında kendisini karşılayan büyük kalabalık içerisinden Ali Bayat adındaki kişi, “Başbakanın uçak kazasından kurtulması şerefine” 7 yaşındaki oğlunu kurban etmek üzere hazır vaziyette olduğunu herkes gibi şaşkın gözlerle izleyen başbakan hızlı bir hamle ile küçük çocuğu sapık adamın elinden kurtarır… Hatıralarını yazanların aktardıklarına bakılırsa, yaşanan bu şok karşısında başbakan aylarca yaşananların etkisinden kurtulamamıştır, hatta birkaç yurt dışı seyahatini bile ertelediğinden bahsedilir…

Tarihin en eski devirlerinden bu yana insanlar, anlamlandıramadığı, akıl yoluyla izah edemediği, karşı koyamadığı doğanın gücü karşısında her çaresiz kalışlarında, bu güç karşısında korunma içgüdüsü içinde, sıkıntılarından arınabilmek, şükür etmek, berekete mazhar olabilmek, fırtına, deprem, sel ve afet gibi doğa olaylarından korunabilmek için ve inandıkları dinin gereği tanrılarına adaklar adamışlar, kurbanlar kesmişlerdir. Her toplumun kendi inanışına uygun adak-kurban adetleri, ritüelleri olup, karşı karşıya kalınan olayların şiddetinin yarattığı değişik inanışların değişik ritüellerine binaen, başta genç kızlar, çocuklar olmak üzere insan ve çok çeşitli hayvan kurban olarak kullanılmıştır. Bu çok tanrılı sınır tanımayan kurban etme inanış ve ritüelinin bugün bile yansımalarını “başımdaki şu sıkıntıyı bir def edeyim, hemen bir adak-kurban keseceğim” şeklinde uzantıları devam etmektedir, beğensek te beğenmesek te… Görüldüğü üzere tarihin en eski devirlerinden gelen bir ritüel olan kurban olayı, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hint, Çin, İran ve İbrani tabiat dinlerinde yılın muayyen aylarında bayram kutlama ve kurban kesme tezahürü olarak Müslümanlıktan çok önceki devirlere uzanmaktadır. Günümüz insanına bugünkü akli filtreleri ile çok vahşice görünen, savaş tutsaklarının, bakire kızların ve genç erkeklerin kurban edilmeleri Aztek uygarlığının çok önemli bir davranışı olduğu bugün yapılan araştırmalar neticesinde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Anadolunun büyük uygarlıklarından Frigya’da hasat mevsiminde kafa keserek insan kurban edildiği, Sami ırklarında ve özellikle Araplar’da sabah tan ağarmadan deve yanında insan kurban edildiği ve bu ritüellerin kefaret ödeme, gönül alma, şükranların sunulması, af ve mağfiret dilenmesi gibi amaçlara dayanmaktadır.

Türk Dili’nin yüksek kültürünü yansıtan ve en eski sözlüklerinden Divan-ı Lügati’t-Türk’te “kurban” karşılığı olarak “yağış” sözcüğünün geçtiği,  “Yağış’ın, İslam’dan önce Türkler’in adak için, yahut tanrılara yakınlık elde etmek için putlara kestikleri kurban” olarak anlamlandırıldığını anlıyoruz ilgili eserlerden araştırma yapanların aktarımlarına dayanarak.

Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı Türkçe Sözlük’te ise:
1. isim, din b. (***) Dinin buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan
2. ünlem, İçtenliği belirten bir seslenme sözü
3. Bir ülkü uğrunda feda edilen veya kendini feda eden kimse
4. Bir kazada veya felakette ölen kimse
5. Maddi ve manevi bakımdan felakete sürüklenmiş, insani değerlerini yitirmek zorunda kalmış veya bırakılmış kimse
6. din b. (***) Müslümanlarda Kurban Bayramı
Şeklinde geçmekte olup, kısaca insanın tanrıya yakınlık elde etmek için adadığı candır, dersek fazlaca bir hata yapmış sayılmayız.

Ancak İnsanlık tarihinde en fazla konuşulan, referans verilen, yazımın başındaki olaya da kaynaklık eden kurban olayı, şüphesiz ki Hz İbrahim’in oğlu İsmail’i keserek kurban etmeye teşebbüs etmesidir. Sami ırkında, bir iman ve inanç gösterme seviyesi ya da kriteri gibi görünen çocukların kurban edilmesi, Hz. İbrahim Allah’a olan inancının seviyesini göstermektedir. Bilinen öykü; Hz. İbrahim oğlu İsmail’i gördüğü bir rüya üzerine kurban etmek üzeredir, ama bıçak her türlü çabaya rağmen kesmemekte ve aynı ayna rüyasının bu sadakatine istinaden Allah tarafından gökten kendisine büyük bir koç kurban edilmek üzere indirilir.

Kuran’da Saffat suresinde; “104. Biz ona: “Ey İbrahim!” diye seslendik. 105. Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız.” diye referans verilmektedir, kurban…

Görüldüğü üzere; hayvanların kurban edilmesi ile nihayet insanoğlunun çocuklarını kurban etmesinden, ister kimileri için dini bir emir isterse de kimileri için âdem oğlunun yarattığı uygarlığın sayesinde kurtulalım, her halükarda, görece daha iyi bir sonuca gelinmiştir. İyi ki İbrahim Peygamber vakası yaşanmış ta, artık bu gerçekten böylemidir, değimlidir demeden, her nasıl olmuşsa olmuş, çocuklarımızı kurtardık bu sapık çocuk kurban etmek isteyen babalardan…

Mısır’da çalıştığım yıllarda, uzun bir kurban bayramı tatili nedeniyle ailem de yanıma gelmişti, gezilecek çok yer olması nedeniyle yoğun geçen gezi programını takip ettiğimizden, bayramın 1. günü de erkenden kalkıp, 3. katta ve birkaç dairenin aynı merdiven sahanlığına açılan oturduğumuz evin kapısını açtığım anda, gördüğüm manzara karşısında irkilmiş ve hemen kapıyı çocuklarında aynı manzarayı görmemesi için kapatmış idim, çünkü kapı komşumuz maalesef kurbanını hemen kapı önünde kesmiş, kanlar her yana dolmuş, merdivenlere akmış ve tiksindirici bir koku her yanı sarmış idi, hemen telefonla birkaç yere ulaştık, gerekli temizliklerden sonra çıkabilmiştik apartmandan, ancak koku aylarca devam etmişti…

Her kurban bayramında, gurbetçilerimizin kurban kesimlerinden büyük rahatsızlık duyan Avrupalıları basına yansımış halleri ile görünce, yukarıda yaşadığım hikâyenin benzerini hissettiklerini düşünerek hep üzülürüm. Ancak, kim ne derse desin, kim hangi dini emir ve söylemlerin arkasına sığınırsa sığınsın bu kurban kesme ritüellerinin çok yavaş ta olsa, daha bir düzen ve özen içerisinde yapıldığı aşikârdır. Tarihi gelişimi içerisindeki kurban evriminin bu gidişatla, bugünkü trendlere ve iddialı söylemlere rağmen önümüzdeki yüzyıllarda devam etmeyeceği tahmini dar bir çevrede yapılıyor olsa da, gerçekleşecek gibi görülmektedir…

Eskiden tüm futbol takımları sezonu açarken kurbanlar kesilir, akıtılan kan parmakla futbolcuların alınlara sürülür, futbolcular sahaya koşarlardı, gerçi çok şükür, şimdilerde bu ritüel azaldı ya da yapılsa bile basına konu olmamaktadır, gerçi bu sefer de havaalanlarında deve keserek kutlamalara da rastlansa, giderek bu işin rahatsızlık verdiği insanlarımız tarafından kabul edilmektedir.

Pazar, Ekim 06, 2013

ALAÇATI


Birkaç yıl öncesi Ankara’da bir turizm şirketinin bayram programlarından birisine katılmak maksadı ile ilgili büroya başvurmuş, görevli ile konuşmakta iken, bir anda yan taraftaki kişinin sesinin yükselmesi üzerine dikkatimi o konuşmaya çevirmiştim. Müracaat eden muhteremin konuşmalarından, telefon ile Barselona turuna kayıt yaptırmış olduğunu ancak ödeme ve diğer prosedürler açısından da geç kalınması nedeniyle turun dolduğunu ve kendi müracaatlarının otomatikman iptal olduğunu anladım ve bu yüzden daha özenli bir şekilde kulak verdim hemen yanımda gerçekleşen ve artık herkesin ilgisini çeken diyaloga ve içerisinde Alaçatı sözü geçince de daha fazla dinler hale geldim. Muhterem, Barselona turuna katılmalarının iptal olması nedeniyle eşine ve de özellikle çocuklarına karşı çok mahcup bir duruma düştüğünü ve çok üzüldüğünü ısrarla beyan ediyor, bir telafi şansının olması için ısrarcı oluyordu ama ne yazık ki artık böyle bir şansı kalmamıştı ve buna kani olunca da, birden “madem Barselona’ya gönderemiyorsunuz bizi, o zaman mutlaka Alaçatı’ya göndereceksiniz, bak o da olmaz demeyin” gibi diretmeye başlamıştı, bilahare görevlinin sessiz konuşmasından diyaloğun nasıl bir gelişim gösterdiğini tam duyamamış ve sonucunun nasıl olduğunu tam anlayamamıştım, zaten sonucun ne olduğunun da bir önemi yok yazımız açısından…

Çok enteresan değil mi? Barselona ve Alaçatı… Adam madem Barselona olmuyor, o zaman Alaçatı olsun diye ısrar ediyor… Bu yaklaşım ve kıyaslama anlam ve sonuç olarak çok küçük gibi görünse bile, aslında müthiş bir durumdur, ayrıca her ikisini de bilen birisi olarak açıkça söyleyeyim ki, kıyası bile kabil olmaz, Barselona nere, Alaçatı nere… Ancak burada, adamın bilgisinin ne olduğunun, doğru söyleyip söylemediğinin, kıyaslamayı yapabilecek kadar konunun ilgilisi ve bilgilisi olmasının bir önemi olmadığı da aşikâr olup sonuçtan da bakılınca yaratılan turist ve destinasyon motivasyonunun gücü anlaşılmaktadır. Benim kişisel turizm anlayışıma uygunluğu açısından o kadar çok eleştirim, eksik ve yanlış tespitim olabilir ki saymakla bitmez ama dünyanın merkezi benim ayaklarımın dibi olmadığına göre genel geçer kabuller açısından konuyu değerlendirmekte kaçınılmazdır. Sonuç itibari ile Alaçatı turizmi, hâkim turizm anlayışı ve kültürü açısından, şüphesiz ki görece olarak “eğri gemi ile doğru sefer” yapılabileceğinin de nakısta olsa bir ispatıdır.

Alaçatı’lı arkadaşlarım; özellikle 70 yılların 2. yarısında turizmden yeterince pay alamadığından yakınarak, Çeşme’de ev pansiyonculuğunun gelişmesine karşın Alaçatı’nın evlerinin genellikle kültürel ve mali sorunlara dayalı olarak yenilenemediğinden, eski kaldığından, sokakların genişletilemediğinden yakınırlardı, o yıllarda tek Turizm aktivitesi Altın Yunus Otelinde bulunan yabancı turistlere haftada 1 gece düzenlenen Türk gecesi gibi bir adı olan ve Alaçatı merkezde bulunan kahvehanenin bahçesindeki eğlence idi, hele sunulan şaraplar ne kadar kötü idi hala o kötü tadı anımsar gibiyim, bu şartlar altında Çeşme’nin görece farkla imrenilir olduğunu her hallerinden belli ederlerdi. Bugün Çeşme turizminin lokomotifi durumuna gelmiş olan Alaçatı; buram buram tarih kokan, Arnavut kaldırımlı yollarında tarihleri 150 yıla dayanan evler arasında yürüyerek adeta o günlere yolculuk yapmak isteyenlerin ve herkes tarafından kabul gördüğü “Dünya sörf merkezi” olması yanında, “ot festivali”, “uçurtma günleri”, “Jazz rüzgârı müzik buluşmaları”, “balık yakalama turnuvası”, “bağımsız filmler festivali” gibi bir hayli başarılı organizasyonların tanığı olmak isteyenlerin uğrak yeridir.

Şimdilerde umuyorum ki geçmişte yakınma sahibi olanlar bu gelişmeler karşısında “iyi ki böyle olmuş, Alaçatı da Çeşme gibi dönüşmemiş” diyorlardır.

Bu yazının; Çeşme ve Alaçatı dışında, yayınlandığı internet gazetesi ve bloglarım üstünden de okuyucu kitlesine ulaştığı varsayımı ile kısaca da olsa Alaçatı’nın bilebildiğim ya da herkesin bildiği kadarıyla ve de önemine binaen kısaca tarihine de bakmakta yarar vardır.

8 Kasım 1864 tarihli Padişah Abdülhamit’in irade-i seniyesi mucibince Osmanlı idari yapısında yeni oluşan vilayet sistemine göre, Aydın vilayeti, İzmir sancağı, Çeşme kazasının 2 nahiyesinden biridir Alaçatı. “1. uluslar arası Çeşme tarih ve kültürü sempozyumunda” XIX. Yüzyılın sonunda Çeşme kazası başlıklı bir bildiri sunan Prof. Dr. Necmi Ülker “Alaçatının genel nüfusu 5.870 erkek, 5558 i kadın olmak üzere 11.428 dir. Nahiye nüfusu 4911 erkek ve 4779 u kadın olmak üzere 9.690dır. 2421 hanesi olan nahiyenin bir camisi olup, belediyenin geliri 50.000 guruştur. Nahiye merkezinde gece aydınlatması için 50 adet fener bulunmaktadır.” bilgisini ilgili salnamelere dayanarak aktarmakta ve ne kadar önemli bir nüfusun bulunduğunu ve belediyesinin hizmet seviyesine dikkat çekmektedir. Mevcut kayıtlara göre belediye teşkilatının 1873 yılında kurulduğu anlaşılan Alaçatı; son yüzyılda değişik nüfus hareketlerine sahne olmuştur, bu hareketleri ilgili salnamelerden, ciddi kabul edilebilecek çelişkilerine rağmen takip ettiğinizde, birkaç tarihi gelişmenin büyük etkileri görünmekte olup en önemlileri, Osmanlı’nın Balkan Savaşlarındaki yenilgilerinin ardından özellikle Arnavut, Boşnak ve Pomak nüfusunun akımı, 1919 Yunan işgali sırasında mevcutların tepki olarak Anadolu’nun içlerine doğru çekilmesi neticesi artan Ortodoks nüfus ve nihayetinde “Büyük Mübadele” ile Ortodoksların tamamen bu toprakları terk etmesi, Anadolu’ya çekilenlerin geri dönmesine ilaveten mübadeleye dâhil Selanik ve Karaferya tarafından gelen göçler oluşturmaktadır.

Osmanlı paşalarından Hacı Memiş Ağa Cezayir dönüşü çıkan fırtına nedeniyle sığındığı Alaçatı limanında, kendisine ulaşan büyük hastalıkların kaynağı olan derenin ıslahı taleplerine verdiği olumlu cevaba müteakiben planlanan kanalın inşası için adalardan getirilen Rumların 1850 – 1890 yılları arasında, mezkûr salnamede de izi görülen miktarda yeni ev yapımına girişilmiş ve tarihi 150 yıla dayanan bu evlerin büyük ölçüde bugün de korunduğu gözlenmektedir. Antik çağdaki adının Agrilia olduğu bilinen Alaçatı’nın bugün kimileri yukarıda bahsedilen yoğun imar faaliyetinin sonucu bol miktarda ve aynı tip evlerin çatılarının kırmızılığına, kimileri de Türk boylarından Alacaat aşiretinin buraya yerleşmesine istinaden bu adın verilmiş olabileceğini söylemektedirler.

Gençliğimizin ve şimdi de bugünkü gençliğin futbolda yaşanan polarizasyondan hareketle, yaratılmaya çalışılan gerginliğe rağmen ve bu gerginlik üstünden hareketle bugün de başka konulara da sirayet etmesi umulan, beklenilen sıkıntılardan hızlı bir şekilde uzaklaşmalıdır insanlar, bu gerginliğin ortak değerlerin yaratacağı kuvvete bir engel oluşturduğunun farkına varmalıdır. Bana göre, dünyanın en önemli derbisi olduğunu düşündüğüm, Çeşme-Alaçatı futbol takımlarının maçlarının sadece bir futbol maçı olduğu ve tüm yaşananların Ülke ve dünya düzeyindeki benzerlerinin kötü bir kopyası olma halinden kurtarılması gereğinin kavranması kaçınılmazdır. Bunun dışında her şeyin bir arada ve bir alanda olduğu bilinci ile aslolan kardeşliğin, senliğin benliğin olmadığı ortamda ayrıca bu senlik ve benlik polarizasyonunun sadece muktedirlere ve bu senlik benlikten beslenenlere güç verdiğini unutmadan, Çeşme ve Alaçatı’nın mütemmim cüz oluşturdukları gerçeğinden hareketle, ister bir belediye ister ayrı 2 belediye yönetimde olsun, gerçi kanunen tek belediye ile yola devam edileceği aşikardır ve bu nedenle ister Çeşme kökenli ister Alaçatı kökenli belediye başkanları olsun, yazının başında bahsettiğim “yaratılan turist ve destinasyon motivasyonunun” artarak devamı açısından; istikameti, beklentileri, çıkarları ve huzurları birlikten geçecektir.