Salı, Mayıs 25, 2010

EFENDİLERE DİRENEN KÜBA

Kapitalist dünyanın efendi yöneticileri, kendini büyük toprak sahiplerinden, aristokratlardan, bankacılardan ve her türlü sömürgeci ve sömürücüden, demokrasiyi hiçe sayanlardan kurtaran, dünyaya çok önemli bir örnek teşkil eden büyük bir devrim sonucu doğan Küba’yı içlerine sindirmeye hiçbir zaman yanaşmamışlardır, yanaşmamaktadırlar ve de yanaşmayacaklardır bu çok açıktan görülmektedir. Kendileri açısından dünyayı ve kendi sistemlerini tehdit ettiğini düşündükleri bu sisteme dolayısı ile de bu ülkeye karşı hiçbir zaman, (ancak görülebildiği ölçüde) olağan sayılacak ekonomik, siyasi ilişkiler kurulabilecek bir ülke gözüyle bakmamaktadırlar ve bu uğurda yapılan hiçbir davet ve öneriyi olumlu değerlendirmemektedirler. Bu aşağılanan, horlanan ve efendilerine karşı büyük bir üstünlük sağlayan bu ayak takımının yarattığı devrimi boğmak için, her türlü uluslararası zorbalığa varacak ölçüde, ekonomik ve ticari ambargo yanında silahlı saldırılar, planlı-örgütlü sabotajlar, her fırsatta uluslararası çağrıları ile yıkım müteahhitleri edasıyla yaklaşım devam etmektedir ve edecektir taa ki kendilerince nihai maksat hâsıl olana kadar. Kendilerinden olmayanların yıkılması, yaşamaması hülasa örnek teşkil etmemesi açısından, bu efendilere göre her yol mübahtır, hatta maksadın hasıl olması açısından Makyavelizm olmazsa olmazdır.

Küba devrimi destanından sadece Che ve Fidel’i akılda tutarak onları ön plana çıkaranların maksatlarının bu açıklığı karşısında, sanki devrimin ömrü onların ömürleri ile ölçülecektir ve sınırlıdır ince ve hain dayatmaları karşısında bütün uyanıklığını gösteren Kübalıların başarısının daim kılınması ve hatta benzer ülkelerinin sayılarının artması, Kapitalist dünyanın efendilerinin pervasızca ve ahlaksızca saldırıları ve dünyanın tek hâkimi rolünü oynamalarına engel oluşturacağı gerçeğinin dünya halkları tarafından bilinmesi gerekmektedir ve hatta bu uğurda elden ne geliyor ise yapılmalıdır. Elbette Kübalılar, dün sıtmadan kırılır iken, doktor bulamamazlığın ilaç bulamamazlığın bulsa da alamamazlığın, nüfusun çok önemli bir bölümünün okur-yazarlığının olmamasını ve bu yüzden sömürünün katmerleştiği dönemi unutmayacak ve bugünün kadrini bilecek kadar bilinç açıklığı ve uyanıklığı gösterecek gibi görünse de; unutmayalım ki karşılarında ki “tek dişi kalmış canavar” “su uyur düşman uyumaz” şiarı ile kendi disiplini içerisinde hamle sırasının kendisine tekrar gelmesini avuçlarını ovuştura ovuştura beklemektedir.

Sonuç olarak; insanlığın konuya “ya siyah ya beyaz” yargısı ile bakabilmesi ve toptancı bir yaklaşım temini amacı ile Dünyanın şu an ki efendileri tarafından yapılan büyük propagandalara rağmen Küba’nın siyahları olmasına rağmen beyazlarının sayısının önemli miktarda olduğu gerçeğini de yadsımadan, Küba pratiğinin dünyamıza ve insanlığa kazandırdıklarını göz ve kulak ardı etmeksizin yaklaşım göstermek her insanın her şeyden önce en temel insanlık görevidir. Büyük nefretlerin ve suçlamaların hedefi haline getirilmeye çalışılan bu ülkenin bu anlamda bir nişan tahtası olmasına izin verilmemelidir. Verilmemelidir ki; demir yumruklu diktatörlerin ülkelerinde uluslararası sömürünün, tüyler ürperten cinayetlerin, tenkilin, işkencenin, soygunun ve insanı haklarının ihlalinin ve insanın yok sayılmasının ve bu uğurda da kapitalist dünyanın efendilerinin değirmenine su taşınmasının önüne geçilebilmesinin bayrağı yükseltilebilsin. Yine uygarlığın temsilcisi unvanı kendinden menkul bu efendiler; yaygın bir biçimde Küba devriminin saygın önderlerini dünyanın en kanlı diktatörleri olarak simgeleşen bazı kişilerle birbirlerine yakın uygulamaların insanı olarak göstermek konusunda hiçbir utanmazlığa ve aymazlığa düşmeden çaba göstermektedirler ve bu benzeştirme çabalarının ki bunlar artık saldırıların birinci sırasında tutulmaya çalışılıyor ve bu hileli ve defolu yaklaşımla kişiler üstünden de sistemleri lekelemeye çaba göstermektedirler. Belli ki bu çabalar neticesinde her yerde ve her koşulda; demokrasiyi, insan haklarını, özgürlüğü sağlayacak en iyi sistemin kendi sistemleri olduğunu beyinlere yerleştirmeye çalışıyorlar ama unutuyorlar bizim unutmadığımızı daha yeni komşumuz Irak’ta yaptıklarını, nerede ise 1.000.000 dan fazla insanı öldürdüklerini veya ölümlerine neden olduklarını, nasıl bu kadar açıktan yalan söyleyebilirler ama biz biliyoruz ki bunlar propagandanın babası sayılan Göbells’in torunlarıdırlar ve onlara göre “yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur” her zaman tek ve geçerli yoldur ve yine biz biliriz ki her sistemde olduğu üzere teorik öngörüler ile pratik sonuçlar arasındaki makas açıktır ne yazık ki…

Kapitalist dünyanın efendilerinin olağanüstü önlemlerine rağmen varolma savaşı verilen bu ada ülkesinde yine kapitalist dünyanın efendilerinin bir tek karşı çıkmadığı hatta el altından da olsa desteklediği ekonomik faaliyet var o da turizm. Bu efendiler turizmin nasıl bir mikrop ve virüs olduğunu iyi bilirler ve bilirler ki bu yolla bir ülkeyi içten en kalıcı biçimde yok etmenin en etkili yoludur ve işte bu yüzden bu konuda niyet gösteren her ülkeyi sonuna kadar desteklerler ve bunu yaparken de hiç bir şeyden imtina etmezler. Örneğin Türkiye’de 24 ocak kararlarının siyasi lokomotifi 12 Eylül faşist cuntası ise sosyal lokomotifi de uluslararası entegrasyon adına turizm olmuş ve uluslararası efendiler ile yerli işbirlikçileri başta Turgut Özal olmak üzere ilgili sektörü hiçbir destekten azade tutmamışlardır. Ama biz yine biliriz ki; uluslar arası her kurum ve kuruluş ne yazık ki bu efendilerin himayesi altındadır hatta bunlardan karşıt olduğu izlenimi verenler bile öyledir ki örneğin Unesco kültür mirasına Trinidatın girmesi Havana’nın girmemesi bile sadece değerlendirme neticesi değil, ayrıca bir ayıp değil nasıl bir şartlanmışlık olduğunun ve dünyanın efendilerinin kontrolü altında olan her kurum ve kuruluşun nasıl hinlik ve cinlik ve ince düşmanlıklarının da merkezi olduğunun çok açık bir göstergesidir. Böyle iddialı iddialı biz biliriz diyorum ama bunları bilenlerin sayısı mı azdır yoksa bilip ses çıkarmayanlar mı çoktur işte bu ciddi kaygı unsuru olup bilmeyenlere öğretmenin kolay olduğunu bilerek ses çıkarmayanlara ise yapılacak bir şeyin olmadığını da iyi biliriz.

Cuma, Mayıs 21, 2010

YANLIZLIĞIN PAYLAŞILDIĞI YER: NEZİR’İN KULESİ



Şimdi sizlerle gündemde olmayan ya da olamayacak bir konuyu paylaşmak istiyorum. Çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği Çeşme’nin şimdiki kadar ünlü olmayan Dalyan(Köste) köyünün değeri temsilinden ve önemi temsil ettiğinden olan “Nezirin Kulesi” olarak bilinen harçsız taş duvar olarak örülen yapısından ve bu yapının mühendisi-müteahhiti-kontrolü olan Nezir’den bahsetmek istiyorum. Neden kuleden bahsetme işi bugüne kaldı diye sorulunca geçenlerde Çeşme’ye gittiğinde o kulenin tehlike arzettiği gerekçesiyle arsa komşularının şikayeti üzerine Belediye tarafından yıkıldığını içim burkularak öğrendim. Arsa komşusu vatandaşın gösterdiği korku ve tedirginliği anlamak mümkündür ancak Belediyenin bunu yıkmış olmasını anlamak mümkün değildir hatta sorulur kendilerine mademki vatandaşın dediği doğru ve kule yıkılma ihtimali olan bir durumdadır neden o zaman yıkılmasını engelleyecek önlemler almadınız da kolay olanı tercih ederek yıktınız. Oysaki bu kule sadece yapılış anlamı bile ön plana çıkarılarak değerlendirilse yıkılmaması gerekirdi bence, çünkü Çeşme ve köyleri Dalyan(Köste) ve Çiftlik’te kendisine zavallı ve çaresiz muamelesi yapılsa bile kendisini hiç öyle hissetmeyen, babayiğit, tarlalarda, inşaatlarda ırgat olarak çalışmanın sonucu Herkül’e benzeyen iri kıyım vücut yapısı ile tuttuğunu koparan güçlü kuvvetli ahraz delikanlısı Nezir’in destanımsı öyküsünün eseridir bu kule belki de uzun vadede Çeşme-Dalyan köyünün de en önemli turistik figürü olabilirdi. Nezir tarafından Sakız adasını gözetlemek ve Aşığını görebilmek umudu ile inşa edilen bu kule merdivensiz olup yaklaşık 30 mt yüksekliğinde olan bir yapıdır ve merdiven olarak ta sadece bir portatif ahşap merdiven kullanılmıştır çıkışlarda inişlerde. Ve artık ne yazık ki yok.

Oysaki Nezir bu kuleyi inşa ederken şimdi nasıl olduğunu hatırlamadığım bir tanışma neticesinde sırılsıklam âşık olduğu Sakız adasından bir Rum kızının, Maria’nın (bazılarınca Tinika bazılarında Evdokia olarak söylenir ama ben Maria diye hatırlıyorum) aşkına ithafen yaptığı söylenir ve bu kuleye çıkarak bir taraftan biricik aşkı Maria’yı görmeye çalışır bir taraftan yalnızlığını onunla orada paylaşırdı.

İşte bu kule ve kayık imal etme işi Nezir’in aşkına kavuşabilme mücadelesi idi aynı zamanda anlaşıldığı kadarı ile… Hele birde bu yağız delikanlının başına türlü belalar gelmesine rağmen karşı kıyıya, Sakız adasına gitme huyundan vazgeçmemesi de bir başka tarifsizliktir aşkı uğruna ve kimsenin denemeyi bile akıl edemeyeceği yöntemler kullanarak defalarca da gidip gelmiştir. Bir defasında ise yakalandığı Yunan polisi, ne pasaportsuz gelişini, ne ahrazlığını (sağır-dilsiz) ve de ne sevgisinin her şeyi göze alabilecek boyutta olduğunu anlayamadığından günlerce ajan şüphesi ile eza-cefa ve işkencelere tabi tutmuştur kendisini ancak geçte olsa durum anlaşılınca da Nezir’i Türkiye’ye göndermiştir. Peki bu yaşadıkları aşkına kavuşma sevdasını sonlandırmışmıdır? Asla. Sürekli denemiştir Nezir bu Sakız adasına gidiş gelişlerini.


Nezir her defasında farklı kayıklar ve araçlar üreterek sürdürmüştür bu gidiş-gelişleri, bir defasında şambriyele oturup uçurtmayı da yelken olarak kullanarak gitmesi de hem kararlılığını hem de bu konuda ne kadar araştırmacı olduğunu göstermiştir hatta bu tarzı da sonraları çokta gelişecek “kitesorf” olarak bilinen uçurtma sörfünün öncülüdür aynı zamanda.

Nezir aynı zamanda bisikleti ile inanılmaz uzun yolculuklara çıkan birisidir ve haftalarca bisikleti ile süren bu seyahatlerde Anadolu’nun içlerine kadar pedal çevirdiği söylenmektedir ki bir defasında şimdi kim olduğunu hatırlamadığım bir Çeşmeli onu Konya yakınlarında bisikleti ile yol alırken gördüğünü söylemişti. Nezir işte bu kadar seyahate düşkün birisidir aynı zamanda da bir sergüzeşttir. Kule yanında Nezir’i tanımlayan bu bisikleti de enteresandır kendi imalatı ahşap frenleri olan ve kendi imalatı bir sürü aksesuarı vardır aynı zamanda. Nezir eğer çalışmıyorsa kesinlikle bisikletle bir yerlere gidiyordur. Nezir’i abartma olacak ama uyurken ve dinlenirken kimse görmemiştir benim bildiğim.

Sürekli birlikte dolaştığı ve zaman zaman da birlikte çalıştığı kişinin Deli İzzet olması hasebiyle kendisininde deli olduğu düşünülse bile kesinlikle son derece akıllı, çalışkan ve araştırıcı idi Nezir. Sadece o yıllarda küçük bir sahil kasabası olan Çeşme’de ahraz olmasının sonucu kendisi ile kimsenin arkadaşlık etmemesi nedeniyle Deli İzzet kendisinin ekürisi durumundadır.

Ve nihayet birgün o çok sevdiği bisikleti ile kendisine bir aracın çarpması sonucu geçirdiği trafik kazası sonucu hayata gözlerini yummuştur. Toprağın bol olsun Nezir.

Pazar, Mayıs 16, 2010

KIRMIZI RENGİN YAKIŞTIĞI ŞEHİR: HAVANA

Bu yıl Jose Marti Küba Dostluk Derneği’nin düzenlediği Küba gezisi çerçevesinde katıldığım “Uluslararası Çalışma Tugayları” programı ile dünyada kırmızının zirve yaptığı ve hep yapmasını dilediğim mübarek 1 Mayıs işçi ve uluslararası dayanışma bayramını kutladık. Hem de ne kutlama, inanılmaz bir şölen, Küba'nın başkenti Havana'daki Jose Marti Devrim Meydanı'nda düzenlenen törenlere yabancı ülkelerden başta sendikacılar olmak üzere binlerce insan katılırken Kübalılarında Bayraklar ve pankartlarla mitinge yoğun katılımı ile yaklaşık 1.600.000 insan büyük bir coşkuyla kırmızı rengine yeni bir zirve yaptırmıştır. Peki, sadece kırmızı mı zirve yapıyor tabii ki hayır bir başka zirve de Che afişlerinde yaşanıyor. Biz de kendimizi çok da özel hissettiğimiz tribünde; Honduras, El Salvador, Şili, Peru, Nikaragua, Venezüella, Arjantin, Brezilya, Nijerya, İngiltere, Kanada, Avustralya, Rusya, Tacikistan, Yunanistan, Paraguay, Meksika, İrlanda, Fransa gibi ülkelerden katılan ve kampdaşlarımız olan sevdalılarla birlikte kimimizde kırmızı kimimizde mavi olan dağıtılmış üstünde yaşasın 1 mayıs yazan fanilalarımızla, kimimizde gözyaşları kimimizde de büyük bir sevinç ama hepimizde büyük bir gurur; önümüzden kilometreler halinde ve yine öğrendiğimiz kadarıyla 34 ülkeden ve 159 organizasyon ve dayanışma hareketinin temsilcileri akıyor, hem de nasıl akmak bir renk ahengi ve cümbüşü… Ah birde; zulme ve emperyalizme karşı ezilen halkların direnişinin bayrağı ve devrimin efsanevi lideri Fidel Castro orada olsaydı ve “Hasta la Victoria siempre” ve “patrio o muerte” diyerek şiirsel İspanyolcayla o müthiş konuşma üslubu ile bizlere seslenseydi. Açıkçası bende geçen yıl çok istememe rağmen gidemediğim bu mübarek törenlere katılır iken umuyordum, bekliyordum, çok istiyordum katılmasını ama mümkün olmadığı yönünde de haberler duyuyorduk ama umut fakirin ekmeği işte...

1 Mayıs işçi ve uluslar arası dayanışma bayramı mitingine katılmak için güneş doğmadan yola dökülen Küba halkının heyecanını ve kıpır kıpır oluşunu güneş doğmadan yollara düştüğümüz için çok yakından izledik, yine Küba halkının yabancı delegelerle omuz omuza coşkulu, ahenkli ve renkli kortejler oluşturarak Devrim Meydanı'na ilerleyerek geçiş yapmaları ise görülmeye değer bir olay idi. Havana’daki İşçi Bayramı kutlamalarının yanında öne çıkan en önemli konusu; “The Cuban Five” olarak ve diğer taraftan “Miami five” olarak bilinen, Gerardo Hernandez, Antonio Guerrero, Ramon Labanino, Fernando Gonzalez ve Rene Gonzalez isimli Kübalı 5 kişinin ABD de uluslararası hukuka aykırı tutuklanarak yargılanmaları neticesinde aldıkları cezaları haksız bulmaları ve ceza infazının hukuk dışı olması ön plana çıkmış ve konuyla ilgili çok sayıda döviz ve pankarta yer verilmiş ve ABD ve Yöneticileri protesto edilmiştir.

Diğer taraftan bu geçit törenindeki benim için en büyük sürpriz ise; bol miktarda Türk bayrağı ile ülkemin burada da temsil edilmesi olmuştur. Duyduğum kadarıyla; isimleri zikredilince Beşiktaşlı olmamama rağmen kendilerinin hayranı olduğumu gizleyemediğim Beşiktaş spor Kulübü taraftar grubu “Çarşı” da yerini almış ama ben göremedim bu açıdan da üzüldüm diyebilirim.

Kırmızı; bana göre Devrimin özgün ve tılsımlı rengi olmalı ve böyle de tescil edilmelidir. Edilmelidir; çünkü benim hayatımda sürekli olarak kırmızı beni yansıtan temsil eden en iyi renk olmuştur diyebilirim, tamda bu yüzden siyasal hayatımda olduğu gibi sporda, futbolda bile tercihlerimde etkili hatta yönlendirici olmuştur. Zaten kırmızı yanlışa isyan ve yanlışı kabullenmeme ifadesi yanında aynı zamanda tutkulu aşk ifadesi, canlılık, dinamizm, ataklık, sonuna kadar gitme vs. gibi olarakta genel kabul görmüştür. Bunun sadece benim için değil herkes için böyle olduğunu zannediyorum. Yukarıda bahsettiğim üzere ülkemin bayraklarını da görmüş olmam belki bu yüzden beni sevindirmiştir. Eee ne diyelim kırmızı olsun işte.

Kapitalist dünyada devletler kutlamaların önüne geçilmesi ya da engellenemiyorsa da sönük geçmesi için bu da olmuyorsa kamuoyunu fazlaca meşgul etmemesi ve medyada fazlaca yer almaması için ellerinden geleni yaparlarken ve de en önemlisi geçen yıllara kadar bizim ülkemizde “iç harb önlemleri” ile geçiştirilirken Küba’da ise en önemli fark olarak devletin “1 Mayıs işçi ve Uluslar arası dayanışma bayramının” kutlanabilmesi için her türlü ehven ortamı yaratmasıdır. Diğer taraftan ise ülkem hala, aradan geçen 33 yıla ve değişen onlarca değişik parti hükümetlerine karşın 1 Mayıs 1977 katliamının düzenleyicilerinin ve tetikçilerinin açığa çıkarılamaması daha da önemlisi bu uğurda hiçbirisinin en ufak bir çaba göstermemesinin utancını yaşamaya devam etmektedir.