Pazar, Temmuz 28, 2019

KÖSEM

Birkaç yıl önce gazeteler haberi şöyle veriyordu; “Van'ın Gürpınar ilçesinin Topyıldız Köyüne bağlı Yapraklı Mezrası yaylasında, sarp kayalık bir bölgede otlayan koyun sürüsü, uçurumdan atlayıp telef oldu. Kayalık bölgede otlayan sürüdeki bir koyun uçurumdan atlayınca, sürüdeki 500 koyun da peşinden atladı. Peş peşe 20 metre yükseklikteki kayalıktan atlayan koyunların hepsi telef oldu.”

Merak ettim, hayvan psikolojisi üstüne sordum soruşturdum, koyunların, akıl, izan, sosyal davranış, sürü davranışı, bireysel davranışı üzerine ciddi bir şeyler bulamadım, üzgünüm. Lakin bu arada eşeklerin develeri nasıl çekip çevirdiğini, eşek liderliğine develerin biatını ve bu manadaki devamlılığı üstüne epey bilgilendim. Lakin bunlar konumuzu oluşturmadığından buraya fazlaca takılmayacağım.

Evet, konumuz koyunların sürü psikolojisi ile davranışlarının araştırılması sürecinde “Kösem koyun” (kösemen) adlı bir kavram ile karşılaştım. Öncelikle Kösem koyunun sözlüklerdeki karşılığına baktım.

Türkçemizin etimolojisinin başyapıtlarından sayılacak Nişanyan Sözlüğü ile başlayalım;
Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak ve diğer örnekler)
[ anon., Câmiü'l-Fürs, 1501]
nehāz [Fa.]: Erkeç, yaˁnī keçinin erkeği (...) ve kösem ki koyunun önince yürür.[ Ahmed Vefik Paşa, Lehce-ı Osmani, 1876]
kösem, kösemen: Kavgacı koyun ve keçi (...) Türkīde kösen, aygır ve kösemen manasına.

Köken
Türkiye Türkçesi kösen veya kösem "sürünün önünden yürüyen koç" sözcüğünden Türkiye Türkçesinde +mAn ekiyle türetilmiştir. Bu sözcüğün kökeni belirsizdir.
Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğü ise;
a. hlk. Kösemen: Kösem koyun.
b. Çobana alışkın ve sürünün önünde giden dört yaşında keçi, ya da koyun.
c. Sürünün önünde giden koç, kösemen
d. Kılavuz, yol gösteren, rehber.
şeklinde gösterilmektedir.

Buradan da kolayca anlaşılacağı üzere; Van’da uçurumdan atlayan koyunların başlarındaki/önlerindeki kösem koyuna biat etmelerinden kaynaklı bir intihar söz konusudur. Koyunlar normal düşünebilseler, başlarına neler gelebileceğini görebilseler bu sonuç asla ve kat’a yaşanmazdı… Ama Kösem ve sürü koyunları ilişkisi her daim böyle sonuçlanır, bundan kaçış olmaz, olamaz… Şüphesiz şimdi akla neden çobanın bu intihar sürecinde aktif rolü olmamış ve zavallı koyunlar telef olmuş sorusu gelmektedir. Oysa araştırılınca görülüyor ki; Çoban burada sürüyü yönetme konusunda en büyük yardımcısı konumundaki Köseme fazlaca güvenmiş, kösemin bir delilik yapacağına ihtimal vermemiş ya da böyle bir sonuç akla hiç gelmemiş… Çünkü Çoban ve Kösem arasında yönetsel manada tam bir mutabakat var, kösem iyi eğitilerek ve öğretilerek donatılmıştır. Yani aslında Çoban sürüyü tek başına yönetmez öyle zannedildiği gibi değildir, sürü içinden yardımcıları vardır, ilk ve baş yardımcı kösem koyundur, kösem koyun çoban tarafından özel bir ilgi ile sevilir, okşanır, yemlenir, yemlemede ayrıcalıklıdır, öyle ayrıcalıklıdır ki bazen yem dışında şeker ile bile beslenir, kösemde bu özel ilginin karşılığını adeta mağrur bir lider edası ile sürünün önünden giderek gösterir. Sürünün hareketi ise tamamen bir hiyerarşik nizam oluşturur, en önde kösem, hemen arkasında sürünün güçlü koyunları, onun arkasında ise, yavaş hareket eden, nispeten zayıf ve cılız olanlar ile aksak, topal vs gibi sorunları olanlar sıralanır. Gerçi kösem için bazen kurt ve çakal gibi hayvanların saldırılarında, ki cepheden saldıran bu hayvanların ilk hedefi olma gibi bir risk vardır ama bu konuda köpekler iyi rol alırlarsa bundan da yırtar, ancak ilk saldırıda hedef olmaktan kurtulur ise sürü, geriye dönerek kaçmaya başlar ve maalesef yine geride kalan, hareket kabiliyeti az olan, aksak, cılız, topal koyunlara olan olur. Kösem koyun salhane merasimlerinde bile en öndedir, orada da kesilecek koyunların salhaneye tıpış tıpış girmesine ön ayak olur, gerçi önünde sonunda sıra kendisine de gelir ama artık orası tam manası ile kendisi adına çaresizlik noktasıdır, eee ne de olsa sürü kalmayınca köseme de ihtiyaç kalmamıştır. Sürü sürülüğünü sürdürür iken bu en önemli yardımcılık ve peşine takılanları kandırma görevini ifa eden kösem, çoban tarafından, şefkat, özel beslenme, özel muamele, haddinden fazla okşanma ile taltif görecektir elbette, bu ayrıcalık kösemi keyifli bir yaşam sürmesi konusunda taaa emekliliğe kadar uzanacak, sonuçta da eceli ile hayatı son bulacak bir süreç gibi yanıltacaktır lakin ömür mezbahada nihayetlenecektir kaçınılmaz olarak… Ama artık koyunlarda, kösemin peşinden uçuruma atlamayacaklarına dair ders almış görünmektedirler, en azından benzer bir vaka bir daha yaşanmadı, darısı diğer hayvanların başına, inşallah.

Çobanın sürü içinden olduğu gibi dışından da yardımcıları olacaktır, onlar sürünün kendi cins ve ırkından olmayan köpeklerdir ve sürünün zapt-ı raptının garantisidirler. Gerçi dış saldırılara da karşı koymak için eğitilmişlerdir ama asli görev yoldan ve hizadan çıkan, sürünün ahengini bozan koyunlara yöneliktir. Müesses nizam bu manada sürer gider ve öyle de görünüyor ki gidecektir de, bu doğru mu yanlış mı, ben bilemem, ben sadece gazete haberi üzerine merak neticesinde öğrendiklerimi paylaşıyorum…

Görüldüğü üzere kösem için yazılan rol, ya da iş tarifi; Çoban tarafından sürünün, gözlenerek, gözetlenerek, beslenmeden, barınmaya kadar adeta kaderinin tespit ve tayini mucibince çobanın himmet, hikmet ve iradesinin sürüye yansıtılmasından ibarettir.

Yalnız bu kösemin kelime olarak “Kösem Sultan”daki kösem ile bir ilgisi var mı, bilemedim, lakin alaka olmaması gerekir diye düşünüyorum.

Yazıyı, koyun metaforu ile koyunluğu harika betimleyen Nazım Hikmet ile taçlandıralım.

bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,

 

Pazar, Temmuz 21, 2019

KAHVE


Kahve insanoğlunun keşfettiği en enteresan bitkidir, kimi sabah, kimi akşam, kimi aç karnına, kimi tok karnına, kimi köpüklü, kimi köpüksüz, kimi telveli, kimi telvesiz, kimi sütlü, kimi sade, kimi sessizce, kimi höpürdeterek, kimi fal için, kimisi zevk için, kimi sabah erken kendine gelmek, kimi akşam geç saatlerde sindirim kolaylaşsın, kimi sinirlenince, kimi sakinleşince, kimi sıcak, kimi filtre ederek, kimi telvesinin sonuna kadar, kimi soğuk ve buzlu, kimi kafeini için, kimi kafeinsiz, kimi mistisizm, kimi çağdaşlık, kimi kahvaltının ayrılmaz parçası, kimi içki sonrası likör ile zevkin doruğu için, kimi fincanda, kimi çay bardağında (süvari-tarsusi), özetle kimi ayılmak, kimi bayılmak için içer görünüyor, tam da bu yüzden enteresan bitki oluyor zaten.

Kahve; Arapça kökenli bir kelime olup, “Coffea arabica” denilen kök boyasıgillerden, sıcak iklimlerde yetişen bir ağaç ve mezkûr ağacın meyve çekirdeği ve bu çekirdeklerin kavrulup uygun değirmenlerde çekilmesiyle elde edilen toz ve de bu tozdan farklı usullerde hazırlanan içecektir. Arapçada “bün” adı verilen kahve bitkisinin bu çekirdeği, mezkûr dilde ilk ne zaman kullanıldığına dair bir ize rastlamak mümkün olmamakla birlikte kullanımdaki ilk anlamlarının iştah kesici manasında “kahy” olması hasebiyle bugün kahve denilen içeceğe bu adın “ehl-i keyf” kimselerce verildiği de rivayet edilmektedir, bazı kaynaklarda. Ancak ciddi kaynaklarda; Kahve ağacının ilk keşfedildiği yer olan Habeşistan’ın “Kaffa” yöresinin Arapçadaki karşılığı “gahwah” kelimesinin önceleri keyif veren içecek veya şarap benzeri bir içecek olarak kullanılır iken, bugünkü terkibini 14. Yüzyılda kazanmış olduğu belirtilmektedir. Avrupa’da; cafe, caffe, koffie, coffee, koffie, kaffee gibi adlar almış olmakla birlikte Türkçemize de “kahve” olarak yerleşmiştir.

Kahve’nin anavatanı olan Habeşistan (bugünkü Etiyopya) olup, ülkenin yüksek yaylalarında yetişmekte ve önceleri yerli halk, doğal olarak yetişen yabani kahve bitkisinin tanelerini un haline getirip bir çeşit ekmek yapar iken, meyvelerini ise tıbbi amaçlı kaynattıktan sonra suyunu içmek suretiyle kullanarak ve "sihirli meyve" olarak adlandırıyordu. Kahve, keyf vermesi yönü ile ünlenince hızlı şekilde Arap Yarımadası'na yayılır ve yaklaşık 300 yıl boyunca Habeşistan'da keşfedilen yöntem ile içilmeye devam edilir. 14. yüzyılda ise yeni bir keşif ile kahve çekirdekleri ateşte kavrulup, un haline getirilmek sureti ve elde edilen unun kaynatılarak içimine başlanır.  Yemen, Arabistan, Mısır ve derken Türkiye ve oradan Avrupa kapıları önünde açılır. Yani “kahve Yemen’den gelir”, muhabbeti biraz tarih kısaltması ile elde edilmiştir, görüldüğü üzere…

Osmanlının Mısır’ı topraklarına dahil etmesi ile artık kahvenin de İstanbul yolculuğunun önü açılır. Saray mutfağının itibarlı ve tercih edilen içeceği olarak hemen sahne alır, tıpkı tüm diğer önemli yiyecek ve içeceklerin başına geldiği gibi, önce saray, sonra ayaktakımı… Sarayda büyük ilgiye mazhar olması hasebi ile saray hiyerarşisine “kahvecibaşı” diye bir makam veya rütbe ihdası gerçekleşir. Padişahın ya da bağlı olduğu devlet büyüğünün kahvesini pişirmekle görevli olan “kahvecibaşı”, sadık ve sır tutmasını bilenler arasından seçilir hatta Osmanlı tarihinde kahvecibaşılıktan sadrazamlığa yükselenler bile olduğu yazılır. Sarayda başlayan yolculuk, önce konaklara ve oradan da evlere ve sokaklara yayılır ve ahalinin sevgisini kazanır, artık kahve içmek bir statüdür, devr-i Osmani’de… Kahvehaneler de sahne almıştır, kahve hazırlama da gelişim gösterir, çiğ kahve tanecikleri, özel tavalarda güzelce kavrulan kahve çekirdekleri, dibeklerde ehven şekilde dövülür ve cezvelerde kömürde pişirilir hale gelmiştir. Bu bağlamda, ilk kahvehane İstanbul Tahtakale’de 2 Suriyeli Arap tarafından 1544 açılmış. Zaman zaman kahve haram olduğu gerekçesi ile yasaklanmış olmasına rağmen, kahve saltanatı genel manada hiç sarsılmamıştır. Ticaret için İstanbul’a gelen Venedik tacirleri, kahveyi Avrupa’ya taşır, önceleri sokak satıcıları tarafından satılan kahve, kahvehane saltanatına önce İtalya, sonra da sırası ile Paris ve Londra’da erişir. Kahvehaneler; kısa sürede sayıları hızla çoğalır ve diğer pek çok ülkede olduğu gibi özellikle sanatçıların, öğrencilerin ve her kesimden halkın bir araya gelerek sohbet ettikleri en gözde mekanlar olur. Türk Kahvesi, Mırra, Espresso, Cappuccino, Caffe Lungo, Caffe Americano, Ethipion Yırgacheff, Santos, Sumatran, Supremo, Wiennese, Macchiato, Caffe Latte, Latte Macchiato, Mocha Viennese, Filtre Kahve, French Press, Cafe au lait gibi çeşitli şekillerde hazırlanıp sunulan kahve, muhabbetlerin önemli bir parçasını oluşturmaya devam etmektedir

Başta Hollandalılar ve Fransızlar olmak üzere Avrupalılar dünyanın çeşitli yerlerinde kahve plantasyonları kurarlar, Endonezya, Doğu Hint Adaları derken, Brezilyalılar kendi çabaları ile bu işi geliştirirler, 1800’li yılların başında yaygın üretime geçilir ama ne geçiş ve geliştirme artık dünya hakimiyetini ele geçirecek kadar.

Diğer taraftan, dünyanın en pahalı kahvesi olarak bilinen Kopi Luwak, bilindiği üzere “Paradoxurus” adlı bir tür misk faresi sadece kahve çekirdekleri ile beslenir ve yedikleri bu kahveleri dışkıları ile dışarı atar, daha sonra işlenen kahveler paketlenerek dünyaya ihraç edilir. Bir de canım yurdumda kahvenin yokluğu dönemlerinde keşfedilen ve şimdilerde yeniden mode olan “menengiç kahvesi” vardır, dar günlerin eğlencesi kabilinden… Kahveye nohut ilavesi edilerek yapılan sahtekarlıklar da vardır canım yurdumda, ama neyse ona girmeyelim...

“Bir fincan kahvenin, kırk yıl hatırı vardır” gibi müthiş derinliği olan bir laf yarat ama müthiş bir küskünler toplumu oluştur, bu da canım yurdumun insanına nasip olmuştur, bu ne tezattır, rabbim. Kahveyi konu alan, “bana kara diyen dilber, ağalar, beyler içer kahve de kara değil mi?” Karacaoğlan’dan harika bir şiir bile bulunmaktadır. “Kahve Yemenden gelir” diye yine kahveye dokunan bir Urfa türküsü de vardır. Bu konu üstüne yazdığım bilgilerin çoğu tur rehberi kardeşimiz, Gökhan Gelibolu’ya ait, kendisinden bu ve başka konular üstüne çok şey öğrendik, sağ olsun… Laf çok ama yer bitti…

Cumartesi, Temmuz 13, 2019

BAYRAM ABİ


Biz karpuz kabuğu denize düşsün diye bekler iken, Kasım Hoca’nın oğlu, babamın arkadaşı, çocuklarımın Bayram Dedesi, Bayram Abim; yaz, kış, soğuk, rüzgârlı, fırtınalı, yağmurlu tefriki yapmadan, her sabah yaklaşık 1 saatlik yüzmesini gerçekleştiriyor. Yüzme disiplininin, hayat ve yaşam disiplinine evrilmesini her daim konuşma ve edasından kolayca görülebileceği Bayram Abi, herkes ile bir iletişim kanalı tesis edilebileceğinin örnek teşkil ettiği ilk insanlardandır, nezdimde. Arkadaşım Cumhur’un babası, uzun boyu, kara yağız ve atletik vücudu ve fazlaca güleç olmayan yüzü ve de yaşananların her birinden yeterince ders çıkarmış edası ile susarak “sus ki derviş bellesinler”, konuşarak “Konuşma, aklı kullanma sanatıdır” sözleri mucibince sözün ilaç gibi, gereğince sarf edilince faide, gereğinden fazlasının hasara sebep olması düsturunu ispatlamaya çalışırdı. Kendisini bu veçhe ile değerlendirenlerin başka anlam, değerlendirmeyenlerin ise daha başka anlamlar yüklediği eda, kendisini seven bizler için adeta bir “sireti surete yansımanın” canlı örneği idi. Bilginin derinliğinden alınan feyz’in nasıl olması ve nasıl olabileceğinin en önemli abilerindendir Bayram Abi… Bilgi sığlığının bilgi derinliğine nasıl dönüşebileceğinin ender örneklerindendir ve başkalarına nazire, bilgi edinebildiği kadardır düsturu şahsında tezahürdür vallahi. Öyle ne olur, böyle “abi” her yerde vardır yaklaşımını devam ettirmeyelim, onun kuşağının ve de özellikle kendisinin aleyhine bir durum oluşturması hasebi ile ciddi bir haksızlık oluşturacağı da aşikardır.

Çiftçilik ve hayvancılık ile uğraşır iken, Arka Deniz’in (Altın kum) başta ve ağırlıklı Almanlar olmak üzere tüm yabancılar tarafından keşfedilmesi ile yepyeni bir dünya çıkar önüne, işin hiç de kolayına kaçmadan, asli işini savsaklamadan, önüne çıkan yepyeni dünyada, kendine düşen rolü iyi oynamanın peşine düşer, rolünü oynar ve iyi hatırlanır olarak rolünü tamamlar. Çiftlik Köy’ün en önemli hayvan yetiştiricisi bayağı geniş bir ailenin çocuğudur, Balkan göçmenidirler, yeni vatana iyi ve sıkı tutunanlardandır. Artık yeni vatan burasıdır, burada başarılı olmak vardır kaderin dayatması olarak, Balkanlarda bıraktıkları kadar olmasa bile genç Cumhuriyet kendilerine ev, tarla ve arsa tahsis etmiştir. Bildikleri hem de iyi bildikleri, tarım ve hayvancılık burada da devam ettirilecektir. Başta buğday olmak üzere, arpa, yulaf, mısır, anason, tütün, kavun ve karpuz, başta koyun olmak üzere her türlü küçük baş hayvan yetiştirilecektir. Köyün, miktar olarak amca çocuklarınla adeta yarışırcasına bir büyüklükte koyun ve keçi sürülerine ulaşılır, Çeşme’nin timsali olacak, başta “Sakız Koyunu” ve “Malta Keçisi” olmak üzere sahip olunan sürüler dağda, bayırda serbest olarak otlatılır ve yayılır idi, dağda bayırda küçük kardeş Eşref ile zaman zaman yollar kesişir, kendi imalatları güzelim peynir ve ekmeklerden oluşan azıklardan birlikte karın doyurulduğunu da hatırlamaktayım. Ticaretin bu yaygınlığa ulaşmadığı dönem olması hasebiyle üretimin yerele ve özele hitabı söz konusudur ve kendin üret kendin tüket ağırlıklıdır adeta.

Bayram abi; neredeyse tüm akranları gibi, öğretimi ilkokulla sınırlıdır, ancak azmi hiç tükenmeyecek kadar geniştir, kendisine açılan yeni dünyanın farkındadır, içinde bulunduğu dar ortamı genişletme karar ve azmindedir. Mezkûr dönemin ve yerin mutat ziyaretçileri Alman Hippiler olunca, “Almanca” öğrenmek ve yaşamı bir seviye daha arttırmak kararı kendiliğinden oluşur, kısa zamanda Almanca öğrenilmiş ve Çiftlik’in ilk turizmcisi “Ayran Dayı” ve Altınkum’un ilk işletmecisi Turgut’un yerine ilave gelir, “Baba’nın Yeri” … Artık bugünlerde Altınkum’un önemli işletmesinin temelleri o yıllarda atılmıştır işte. Bayram Abi; öğrenmeye ve gelişime açıktır, şekle çok yansımasa da öze işlemiştir bu haslet… Artık yurt dışı bağlantısı vardır bu Almancı kampingciler ve çadırcılar sayesinde. Peki sadece Almanca mı öğrenilmiştir, hayatı ve işi yönetecek kadar İngilizce ve Fransızca da vardır…

Sağlığında; Çeşme dışında çalışıyor olunca sadece tatil dönemlerinde görüşmeye başlamış idik, çocuklarımın adeta sevgilisi olan “Bayram Dede” deniz ve plaj denince sadece onun yeri akla gelir ve mutlaka oraya gidilir idi. Çocukların plajdaki haylazlığına verdiği inanılmaz hoşgörülü tepki ve tavrı ile çocuklarımın gözünde kolayca “dede” mertebesine ulaşmıştır. Şimdilerde tıpkı Kâmil Karagöz’ün oraya ayaklarım beni götürmüyorsa, Bayram Abinin oraya da götürmemektedir, onu kaybettiğimizden beri ancak birkaç kez gidebilmişimdir. Demek ki ben de kaybettiklerimin yarattığı ruh hali ile yüzleşebilecek cesaret yok. Bu da benim hallerim herhalde.

Daha dün gibi sanki; genellikle öğlen vakitlerinde geldiği Çeşme merkezde çalıştığım yere uğrar, ama 5 dakika ama 10 dakika mutlaka sohbet edilir, çay, kahve içilirdi. Gerçekleşen ya da gerçekleşmeyi bekleyen planlar, beklentiler, hedefler üstüne anlattıklarını dinleyince çok işler gerçekleştireceği izlenimi vermesine rağmen anladım ki “yeter” demesini bilen tarafı daha ağır basarmış, “onu da başkaları yapsın” fikriyatı kendisine ayrı bir dinginlik ve vakar hal katmış. Gerçi bu hal turizmde gelişmenin önüne geçmiştir ama tüketme ve yetinme konusunda olgun bir hal oluşturmuştur kendisinde, kendisine mütenasip olarak. Başkası ne der ne demez bilemem, ilgilenmem de benim taraftan budur Bayram Abi, ve de öyle kalacaktır hatıralarımda. Gerçi sadece Bayram Abi’mi böyle idi, nerdeyse tüm akranlarının istisnalar hariç hepsi benzer haslet ve özelliklerle dolu olduğunu biliyoruz.

Denize girişlerin “karpuz kabuğunun suya düşmesinin” beklendiği tarihlerdir ama onun için böyle bir şey yok demiştik ya, o ister kabuk düşsün ister düşmesin yüzerdi, gerçi şimdilerde 12 ay, her mevsim karpuz da bulmak mümkün ama.

Şimdi de cennettedir ve oradaki arka denizde, “Altınkum”da kulaç atmaya devam ediyordur, buradaki Altınkum’u seyrederek, inanıyorum… Bu vesile ile kendisini bir kez daha hayırlarla anıyorum… Cennet mekan Bayram abi…

 

Cumartesi, Temmuz 06, 2019

ODTÜ’YE EFELENMENİN HAFİFLİĞİ


1954 yılında ABD ile girilen ilişkiler çerçevesinde, başta Türkiye olmak üzere, tüm Ortadoğu’yu kapsar biçimde “şehircilik ve planlaması, bölge planlaması, konut sorunu” üstüne araştırmalar yapmak üzere Pensilvanya Üniversitesinden bir Profesör, BM’nin görevlendirmesiyle canım Yurduma gelir, araştırma ve incelemelerinin sonucunda geniş bir rapor hazırlar ve mezkûr raporda özetle Türkiye’de “mimarlık, mühendislik ve planlama” eğitimi verecek bir enstitünün kurulmasını önerir. BM (Birleşmiş Milletler) 1956 tarihinde yine Pensilvanya Üniversitesinden Holmes Perkins’i mimar, mühendis ve planlamacıları yetiştirecek, Türkiye Millî Eğitim Bakanlığına bağlı ve İngilizce dilde öğretim yapacak “Orta Doğu İleri teknoloji Enstitü”sünü kurmak üzere görevlendirir. Türkiye ve diğer Orta Doğu ülkelerinin kalkınmalarına katkıda bulunmak, özellikle fen bilimleri ve sosyal bilimler alanlarında çalışan yetiştirmek üzere kurulan enstitünün açılışından önce dönemin Milli Eğitim Bakanı Ahmet Özel “Meclise sunulan tasarının kanunlaşması sonunda enstitü, Orta Doğu'nun en büyük teknik üniversitesi hâline getirilecektir.” diyerek enstitünün bir süre sonra üniversiteye dönüşeceğini beyan etmiştir. Ve bilinen meşhur ve Canım Yurdumun yüz akı üniversitelerinden birinin temeli atılmış olur böylece. Kuruluşu ABD tarafından gerçekleştirilen, zaman içerisinde gerek akademik kadro gerekse de öğrenci kitlesi tarafından ABD’nin isteklerine aykırı sonuçların ortaya çıkmasına yol açan Üniversitenin, kaliteli bir öğrenimle donanmış ve zeki öğrencilerin mezuniyetleri sonrası ABD’nin eleman ihtiyacına cevap vermiş ise de, son tahlilde ABD Emperyalizmi karşıtı insanların kümeleştiği bir yer olmuştur. Günümüzde de genellikle mezuniyet törenlerinde “orantısız zeka” örneği pankartlarla fakülte ya da bölüm tanıtımı ile muhalefetine devam eden bir öğrenci hakimiyeti söz konusu olup takdire şayan bir karine i haldedir. Türkiye sağının dönemsel farklılıklar göstermesine karşın açık ve gizli gündemi ve hedefi hep ODTÜ olmuştur. Varsa yoksa ODTÜ, yıkalım dese biri hemen eline kazmayı alır bu güruh… Şüphesiz burada en önemli etken ODTÜ’nün temsil ettiği değerler, hala ve çok şükür ki Canım Yudumun muhalif yönünü öne çıkarır olması onu hedef yapmaktadır, bunu olumlamak ya da olumsuzlamak manasında demiyorum, bu bir tespittir. Canım Yurdumun muhalif yanını temsil etmesi hasebiyle de “ne yapılsa azdır” yaklaşımlı hedeftir, ÖTK’sı ile katılımcılık, birlikte yönetim, karar alma süreçlerine katılım gibi bazılarının söylemeye bile dili varmayan bir gelenek tutturmuştur ya…

Bazılarına göre muhalefetin kıblesini oluşturan ODTÜ; ününü, tarihe Vietnam kasabı olarak geçen, ABD’nin Ankara Büyükelçisi, lakabı Hanço (kasap) ve bir CIA uzmanı olan Robert Komer’in, Üniversiteyi ziyareti sırasında, büyük bir protesto gösterisine neden olmuştur. Komer’in Üniversiteye geldiğini gören devrimci öğrenciler, Komer’in arabasını ters çevirip, arabanın deposundan aldıkları benzinle, arabayı ateşe verirler. Bu eylem devrimci öğrenciler tarafından unutulmaz atfedilirken, eyleme katılanları da iyi saatte olsunlar asla unutmadılar, kanlı takip sonunda bir kısmı öldürüldü bir kısmı da hapis cezalarına çarptırıldı. 1975 yılında ise Hasan Tan’ın rektör olarak atanması ile muktedirlerin açıktan ve direk hedefi haline gelmesine, Hasan Tan yönetiminde şeytanın bile aklına gelmeyecek hile, hurda ve desise çevrilerek Canım Yurdumun gündemine oturtturularak yok edilmek istenişi ve devrimci-demokrat öğrenci ve akademik kadronun bir direniş destanı yazdığı dönemdir. ODTÜ-ÖTK önderliğinde verilen amansız direniş ve mücadele tarihteki yerini almış, yaşanan kayıpların müsebbipleri de unutulmamak üzere tarihe kaydedilmişlerdir. ODTÜ yurtlarının devrimciler tarafından üs olarak kullanılmasını bahane ederek çok çeşitli askeri operasyonların hedefi olmuştur aynı zamanda…Her zaman bir genel arama seferberliği düzenlenmiş, öğrenciler “polisin” aramalara katılmasına direnirken “askerin” aramayı sürdürmesine rıza göstermişlerdir. Çünkü yaşanan provokasyonların ve olayların sorumlusu olarak siyasi iktidarların yönlendirmesi ile emniyet güçlerinin çok büyük rolü olduğu düşünülmektedir, öğrenciler tarafından. Stadında “devrim” yazar ya bunu asla kabullenememektedirler, bu üniversitenin adı; Deniz, Mahir, Hüseyin, Sinan, Ertuğrul ile anılmaktadır ya, vur beline kazmayı, her daim suni gündemler ile hedef tutulmaya çalışılmıştır. Öğrenciliğimiz döneminde ODTÜ’den mezun olan kızların hepsinin bekaret sorunu olduğu, tuvaletlerin bile kadın-erkek ayrımı yapılmadan kullanıldığı, yurtlarda kadın-erkek bir arada kaldığı, ahlakın bitirildiği yer gibi gösterilmeye çalışılarak tarihe “kara propaganda” şaheserleri kaydedildiğini hatırlıyorum. Hatta bir yarışma programında “Ot Derleme Toplama Ünitesi” diye taammüden adlandırıldığını hatırlıyorum. Bu kabil yaklaşımlara zamanın başta Tercüman olmak üzere tüm basını bir şekilde açık ya da gizli destek veriyorlar idi.

Oysa adam gibi kampüs ve üniversite ile canım Yurdum ODTÜ ile tanışmıştır, üniversite sözcüğü de bilindiği üzere Latince “universus=tüm, genel” sözcüğünden “itas” sonekiyle türetilmiş ve genel manada evrensellik ifade etmektedir ama kimin umrunda.

Şimdilerde bakıyorum da; Uluslararası güçlerin yerli ve yeni mümessilleri, bazı kanaat önderleri, gazeteciler, ODTÜ devlete memur yetiştirir, plan yapan eleman yetiştirir, gibi aptallık şaheserleri dizmekteler. Tam teşekküllü “uzanamadığı ciğere mundar” deme hali… Ama emin olun ki dert sadece buradan hareketle, memleketini seven, istikrarlı kalkınmayı, adil paylaşımı hedefleyen herkesi hedef tutuyor bu gafiller. ODTÜ ye neden genellikle Solcu öğrenciler giriyor idi emin olunmalı ki oraya sadece zeki çocuklar girebiliyorlar idi neden solcu olmayanlar giremiyorlardı ve neden ancak 1980’lerin sonundan itibaren girebilmeye başladılar, iddialar çok açık, ancak sorular çalınmaya başladığı andan itibaren girebildiler

Tabip Odalarında, Mühendis ve Mimar Odalarında, Barolarda hep demokrasiyi, ileriyi, çağdaşlığı, muasır medeniyeti temsil söz konusu iken diğer esnaf ve sanatkârlar odalarında ise sağ temsiliyet söz konusu, bu bile bir kez daha; “Ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum” diyen profesörün iddiasının neden bu olduğunun kanıtıdır.