Pazar, Ocak 28, 2018

YETMEZ AMA EVET. ALLAH VERDİKÇE VERİYOR


Futbolcu Rıdvan, Arda gibilerine kızanlara, kızdıkları noktanın üstünde duranların tekmili birden kısa bir hikâyesini yazmak şart oldu, gerçi bu bir anlamda kendime de bir telkin manasındadır ya…

Tek Parti’den kurtulma planları yapılan dönemde “demokrasi” ve “özgürlük” vaat edilerek, siyaseten yedeklediği, dümen suyuna çekilen aydın geçinen zümrenin sefaleti, ne yazık ki belli dönemlerde canım Yurdumun gündemini oluşturma gayretindeki bir kısım aydınların makûs talihi olmuştur, “benim oğlum okur döner döner okur” döngüsü kırılamamış, memleketin de siyaseten mümbit topraklarının katkısı ile tarihten de hiç ders alınmayarak devam etmiştir. Aslında bu bir “yetmez ama evet” başarı hikâyesi olup, bu cenahtan da nasıl sözde muhalefet ede ede güç odaklarının yedeğine düşünülürün, acıtan, iç burkan bir özetidir.

Evet, DP (Demokrat Parti) saflarında direk yer almaksızın, perde arkasında, en azından bugünküler kadar cesaret göstermeksizin, utangaç ve mahcup görüntülü sınırlı ve sorumlu desteklerini esirgemeyip, “erbabı yaparsa çarşaf bile kıpırdamaz” babından oluşan tuzağı bile görememişlerin ve onların bugüne taşınan ardıllarından bahsediyorum. İlgili kaynakların bulunup, bahse konu bilgilerin teyidinin çok kolayca yapılacağı üzere, dönemin birçok sosyalist eğilimli, demokrat veya tek parti baskılarından bıkmış, usanmış ama asla muhafazakâr olmayan, faşist olmayan muhteremleri, kâh finansmanı iyi saatte olanlar tarafından yapılacak dergilerde sözde bağımsız yazılar yazmak, kâh başka bazı ikballer ya da ehven koşullar önerilmesi numaraları ile yedeklenmiş, anlı şanlı muhteremleri görmek mümkündür. “Tek parti ve Milli Şef İnönü’ye karşı, özgürlük ve demokrasiyi savunan yeni bir siyasal hareket ortaya çıkıyor. Senin de bizimle olmanı istiyoruz” oltasının peşinden, kimileri başlangıçta birlikte olmak kaydı ile kimileri sonuna kadar, yeni bir tarz ve ABD’ye bağımlı despotik rejimin oluşmasının yelkenine rüzgâr olmuşlardır. Peki, kim mi idi bunlar, Zekeriya Sertel, Mehmet Ali Aybar başta olmak üzere Niyazi Berkes, Pertev Boratav, Behice Boran gibi geniş kitlelerce bilinen isimler sayılabilir.

Hadi bunları anlayalım diyelim ki son güne kadar tek parti yönetiminin ve onun baskıcı rejiminin kadrine uğradılar ve demokrasi havarisi gördükleri muhteremin peşine takıldılar, tıpkı fareli köyün kavalcısının peşine takılan çocuklar gibi ama bugüne yansıyan ardılları nasıl izah edilir tüm bu yaşananlara rağmen, bu kadar entelektüel birikimi olan kendilerine bir şeyler vehmedenler nasıl bu trene binerler, anlaşılır gibi değil. Bunların önemli bir kısmı akademik kariyerleri ile insanları fikren ve ruhen ezecek durumdadırlar, çocuklarımıza üniversitelerde ders verirken, yazdıkları kitapları bize sunarken ettikleri cilalı laflara bakarsanız… Strateji, Taktik, Ahlak, Etik gibi değerlerin öne çıktığı yüzlerce eser yaz, tek eserin esirine teslim ol… Demezler mi adama, yahu siz daha bu küçücük ayak numaralarını göremiyorsunuz, farkında değilsiniz şu basit çalımların…

Hani bizi etkilemese, geleceğimizi ipotek altına alma riski taşımasa, çok komik olur bu koca koca akademik ünvanlı heriflerle maytap geçmek ama mesele ciddi, gelecek kaygılı…

Ne diyor anlı şanlı matematik profesörü Ali Nesin; “Tabii ki “Yetmez ama evet” diyecektim. Ben doğrusunu yaptığıma inanıyorum. Bugün olsa bugün de aynısını derim”… Süper laf yok… Ne diyor, anlı şanlı siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler profesörü Baskın Oran “ne kadar değişse o kadar sevap”… Bravo, şimdi hala daha utanmadan panelist oluyor konuşuyor sağda- solda, utancından adam yerin dibine girer be… Ne diyor anlı şanlı, yazar, akademisyen ve siyaset aktivisti Murat Belge “merkezinde Kemalistlerin olduğu cephe nefretlerini hayır diyerek kusuyor”, vay ki vay… Eeee tabii ki böyle yapacaksın, pigme boyun ve aklınla, kimselerin erişemeyeceği süslü kelamlar edeceksin… Ne diyor anlı şanlı gazeteci ve yazar Ahmet Altan “her çıkan evet bu zalim düzenin temeline şahmerdan gibi vuracak”… Vay ki vay aşk romanları yazarı, babasının yolunda… Ne diyor anlı şanlı gazeteci Mehmet Altan; “hayır diyenlerini ayıplıyorum” eee vallahi doğru… Uzatmadan özetleyelim, yeniden, Şahin Alpay “bin kere evet”, Cengiz Çandar “hukukun üstünlüğü için evet demekten başka yol var mı”, Orhan Pamuk “evet diyeceğim, darbecilerle hesaplaşmanın yolu açılıyor”, Adalet Ağaoğlu “evet diyerek hakkımızı aramanın yolunu açıyoruz” ,Sezen Aksu “tabii ki evet diyeceğim ve evet demeye de devam edeceğim”, Sinan Çetin “bir daha darbe olmasının önüne geçmek için evet diyorum”… Yaaa işte sahip ol böyle aydına, düşme hiçbir kaygıya… Bu zevat bu işin sıradan ve sunulduğu biçimi ile bir anayasa referandumu olmadığını bile anlayamadı, bravo… Herkes tarafından kandırılanlar sadece bu muhteremleri kandırıyor… Bükemediğin bileği öpmek gerek ama biz yine de yapmayalım… Ama Rıdvan’a, Arda’ya, Burak’a, ben dâhil kızarız ya, aslında bunları akılları bu kadar ve çaktırmadan büyük para kazanmaktan başka hiçbir özelliği olmayan bu çocuklar kabulü ile kızmadan ve de kıyısından kenarından eleştirmeliyiz.

Unutmamalıyız ki; ÖDP’nin ilk genel başkanı Ufuk Uras’un “örtünme insanın özgürleştirmektedir” yaklaşımı ile başlayan, HDP’nin tarafsız kalma manasındaki boykotuna uzanan bir sürecin geleceği nokta her zaman kaçınılmaz olarak burası olur.

Bizim gazetenin patronu Aydın Korkmaz; “ben 12 Eylülde hayır dediğim anayasaya neden şimdi değişmesin diyeyim” diyerek lafzi parlak ama muhteva kofti açıklamalar yapmış idi… Üstelik adı bile Aydın… Yahu aklımız karıştı bu kafalardan yorulduk vallahi… Ancak canım yurdumun toprakları da mümbit be, verdikçe veriyor…

 

Pazar, Ocak 21, 2018

ÖLÜMÜN ARDINDAN SÖYLENENLER


Ölüm; hangi yaşta olursa olsun zordur, ama ne yazık ki bu zorluk ölen için değildir, geride kalanlar içindir. Diğer taraftan; doğum ile başlayan süreç, ölüm ile kaçınılmaz ve doğal olarak sonlanan süreç, inançları gereği öteki dünyaya inananlar için, tanımlanmış sonsuz ve kutsal âleme göç ebedi yaşama merhaba, inanmayanlar için de sonsuz sessizlik ve yıldızlara yolculuk, başka bir şeye dönüşüm manasında son olarak tanımlanmakla birlikte, kimileri için toprağın altında kalmak, kimileri için yakılmak mukadder son olmaktadır. Ama her canlının başına, er geç, ama mutlaka gelen korktukça yaklaşan, omuz silktikçe nispeten uzaklaşan ya da umursamadıkça çok ta kötü görünmemeye başlayan bir vaka… Ayrıca ölümün kutsanması da, başta gerek siyasiler, gerek din adamları, gerekse de şair ve ozanlar tarafından kutsanması da, ne yazık ki engellenir bir şey olmaktan çok uzak. “Şehadet şerbeti içmek” için cihat bir tarafı gaza getirmenin, öne sürmenin şiarı olurken, diğer tarafta bağımsızlığın, sömürüye karşı dik duruşun şiarı “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin… Savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi” olarak öne çıkmaktadır. “Kır kalemi, kes cezamı, yaşamayı neyleyim” gazına gelmeden, Nazım Hikmet ustanın “yaşamak güzel şey be kardeşim” noktasına terfi edilmesi farz olunmalıdır.

Gerçekte, ölen bir yakınınızsa teskin etmek üzere taziye babında söylenenler, sizce kocaman bir hiçtir… Çünkü bıçak ağzınızı açmamaktadır,  beyniniz öylesine ağırdır ve zonklamaktadır ve çenenize öylesine basınç yapar ki, kulaklar işitmez, gözler görmez ve diller söylemez olur… Taziyelerden, teskin edici sözlerden sonra yalnız kalmaya başladığınız anda, 3 duyunuzun başına gelenlere ilaveten her şey farklılaşır, kaybettiğiniz yakınınızla konuşur gibi kendi kendinize konuşmaya, gözyaşlarınız arasında boğulmaya başlarsınız. An itibariyle son görüşmeniz gerçekleşiyor gibi düşünerek, söylemek istediğiniz ya da gerektiğinde ve zamanında söyleyemediklerinizi usta bir şair kabiliyetiyle anlatmaya çabalarsınız.

İnsan hayatının 3 önemli evre ile tanımlandığı söylenir ya,
1.    Anaaaa ne kadar da büyümüş
2.    Aaaaaa vallahi hiç değişmemişin
3.    Hay Allah hiç haberimiz olmadı, tam da o durum, ama başkaları için…

Neyse; konuya yönelik söyleyeceklerimizi söylemeye geçelim… Ve taziye babında toplumumuzda taziye ve baş sağlığı için söylenen sözlere geçelim. Cenaze mazından itibaren başlayan, kimisi dualarla, kimisi alkışlarla uğurlanırken, 7’si, 40’ı ve 52’si ve de seneyi devriyelerinde söylenen sözler;

Eğer zamanlı ve sıralı bir son ise, genellikle, Allah taksiratını affetsin, Mekânı cennet olsun, Allah rahmet eylesin, Nur içinde yatsın, Toprağı bol olsun, Hakkın rahmetine kavuştu, İyi bilirdik, Hepimizin gideceği yer orası, Rahmetli efendi adamdı, Nurlarda yatsın, Allah gani gani rahmet eylesin, Allah sevenlerine sabırlar versin, Ruhu şad olsun,
Eğer yaşamın erken döneminde yaşanmış bir son ise, Yolun açık olsun, Acımız büyük, Derslerinde çok başarılıydı, Okumayı çok seviyordu, Doktor olmak istiyordu, İçimizde,
Eğer amansız bir hastalık nedeni ile yaşanmış bir son ise; Ölenle ölünmez, Çok hastaydı kurtuldu acılarından, Allah'tan çok çekmedi rahmetli, Kurtuldu be adam, Seni çok özleyeceğiz,
Eğer sanatçı birinin vefatı ise; Son şakasını yaptı, Işıklar içinde uyusun, Yıldızlar yoldaşı olsun, Işıklarda kalsın, Yıldızlara uğurluyoruz, Yapma be Niyazi, Ah ulan Rıza, İyi insanlar güzel atlara binip gittiler,
Gibi başta olmak üzere daha da birçok şey söyleniyor, bugün bizlerin söylediği bu sözler, mutlaka eninde sonunda bir gün bizim de arkamızdan söylenecek olan sözlerdir. İyi de bu sözler, söyleyenin ve söylenenin nezdinde nasıl karşılanmaktadır, işte asıl mesele bu. Başkasına söyleyeceğiniz sözü söylüyorsunuz, çekip gidiyorsunuz, söylenen dinleyip geçebiliyor mu peki, nerde… Ahhh “ateş düştüğü yeri yakıyor”. Söyleyenler için, bir ölüm, bir mefta, bir şehit ama söylenenler için bir ateş topu…

Genel manada; “Arap hava yollarına bindi”, “imamın kayığına binmek” ile başlayan tanımlamalar yapılırken, “daha dün beraberdik”, “insan şaşırıyor”, “inanılır gibi değil”, “sanki gelecekmiş gibi”, “Allah’ın takdiri” tanım ve tarifleri ile ölümü kısaca ve fikrimce toparlamaya çalıştım. Ne gereği vardı dediğinizi duyar gibi oluyorum, bence tam da gereği ver… Çünkü; “pisi pisine gitti Niyazi” sözü de sıkça kullanılan bir sözdür.

“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.”
Diye başladığı şiirinde Cahit Sıtkı Tarancı, şiiri şöyle bitirmekte,

“Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.”

Son olarak büyük Şair Nazım Hikmet’in Taranta Babu’ya mektuplar başlıklı şiirinde, onuncu mektupta anında ruhuna uygun olarak şöyle sesleniyor;

Ne tuhaf şey Taranta-Babu;
bizi kendi topraklarımızda öldürmek için
kendi topraklarımızın
                      baharını bekliyorlar.
Ne tuhaf şey Taranta-Babu;
belki bu yıl Afrika'da
yağmurların dinişi,
renklerin, kokuların
gökten yere bir şarkı gibi inişi
ve güneşin altında ıslak toprağımızın
derisi tunç yaldızlı Gallalı bir kadın gibi gerinişi,
bize senin
                memelerin
                              gibi tatlı yemişlerle beraber
                              ölümü getirecek.
Ne tuhaf şey Taranta - Babu!
Kapımızdan içeri ölüm
kolonyal şapkasına
               bir bahar çiçeği takıp girecek...

Salı, Ocak 16, 2018

ZEKİ, ÇEVİK ve AYNI ZAMANDA İYİ AHLAKLI…


Yıllar önce, Can Dündar’ın şu anda adını hatırlayamadığım bir kitabını okurken, tam da bir ibretlik farikası kabilinden bir hisse, sonraları başka kaynaklarda da bulunan bu hikâye, “takıldığı zaman karşınızdaki kızları çırılçıplak gösteren gözlük” spotu ile satışa arz edilen ve satıcılarını anladığım kadarı ile ticari olarak bir hayli mutlu eden bir çalışma…
Abuk subuk gazetelere verilen reklamda; “Karşınızdakileri çıplak görmek istemez misiniz? Bu hayalinizi bir gözlük satın alarak gerçekleştirmeniz mümkün!..” spotu ile bir reklam kampanyası yürütülür… Aslında kül yutmadığını zanneden canım yurdumun zeki, çevik ve iyi ahlaklı insanlarını yoldan çıkarma hedeflenir… Aslında canım Yurdumun insanı, asla böyle bir beklenti içinde değildir ama ahlaksız ticaret erbabı insanlar vardır ve zeki, akıllı, bilgili, iyi huylu, müşfik, temiz duygulu, safiyane düşünceli, yüksek ahlaklı, namuslu insanımızı yoldan çıkarmaya ahdetmişlerdir ve şimdi onlar sahnededir. Yoksa bizim zeki, çevik ve iyi ahlaklı insanımızın aklında ve fikrinde bu tür sapıkça düşünceler barınamaz, zaten söylendiğine göre toplumumuzun %90’ını da Müslüman, Müslüman toplumlarda bu olmaz, siz bakmayın öyle pedofili, zoofili, nekrofili, ensest durumların anlatıldığına, olmaz zinhar olmaz bu topraklarda… Su damacanası ile olan ilişki bile ziyadesi ile yalan ve abartıdır… Varsa yoksa kötü niyetliler, ajanlar, provokatörler ve yoldan çıkarıcılar… Ne yapıyorsa onlar yapıyor… Yalancı ve abartıcı basın da üstüne üstlük…

Neyse bu faslı fazla uzatmayalım, bana yalaka diyen olursa şimdiden söyleyeyim ki kendileri benim tam iki katımdır… Gelelim yaşananlara…
İsmi saklı bir şirket, büyük boy gazete ilanları ile veriyor bu güzel müjdeyi... Reklam “Karşınızdakileri çıplak görmek istemez misiniz? Bu hayalinizi bir gözlük satın alarak gerçekleştirmeniz mümkün!...” Reklama bakınca, istenilen miktar paraya kıyıp üstelikte filan tarihe kadar acele davranıp sipariş verişeniz büyük tenzilat ta cabası, satışa sunulan bu özel gözlükten satın alıyorsunuz, etrafınızdaki insanları giyinikken, takıyorsunuz bu özel ve tılsımlı gözlüğü, aniden insanları çıplak görme şansına kavuşuyorsunuz. Artık kimsenin giyinik olması size sökmüyor, bu özel gözlüklerle kıyafeti delip geçecek gözleriniz, karşınızdakinin teninin en mahrem ayrıntılarıyla buluşturacakmış sizi... Hayatı bütün çıplaklığıyla görebilecekmişsiniz… Canım yurdumun insanına ne hoş bir hayal, ne hoş bir fantezi… Gazete bu ilanı yayınlayamayız, ahlaki, sosyal ve ticari sakıncaları vardır demiyor, yayınlıyor, ilanı gören ya da bu tür abuk subuk ilanları takipten keyif alan bir grup abuk subuk insan da, yahu böyle bir şey olur mu sorgulaması yapmadan, yahu etrafımda anam var, bacım var, komşum var, teyzem var, kardeşim var demeksizin, sunumun tılsımına kapılıp derhal satın alıyor… El insaf… Tabii ki bir de böylesine seviyesiz, terbiyesiz ve utanmaz, gözü paradan başka bir şey görmeyen, ticaret erbabı var… Peki tüm bunlar olurken, kanun uygulayıcıları neler yapmış, bilmiyoruz ama muhtemelen serbest piyasa biz bir şey yapamayız denilip, izlenmiştir olay aman aman bir arbede, bir kavga ve bir cinayet olmasın diye…

Şimdi de satın alanların, satın aldıktan sonra neler yaşadıklarına bakalım. Bu tılsımlı gözlük yaklaşık 125 bin kişi tarafından satın alınıyor, sadece 16’sı gözlüğü iade ediyor, işe yaramadığı, dolandırıldıkları nedeni ile 587 muhterem ihbarda bulunuyor, peki ya kalan yaklaşık 124 bin 500 kişi ne yapıyor? Bence onlar açısından dört ihtimal görünmekte;  

Birinci ihtimal; tılsımlı gözlük gerçekten işe yaradı ve etrafındaki insanları çıplak gösteriyor. Mutlular. Bu başarıya ulaşan on binlerce vatandaş şu anda yurdumun sokaklarını bir çıplaklar kampında bulunuyor gibi adımlıyor. Onlara göre bu 16 kişi “gözlüğü kullanmayı beceremediğinden, başarılı olamadı” ya da “gözlükler bozuk çıktı” dediler ve gözlükleri iade ettiler.

İkinci ihtimal; Gözlükler, ne yazık ki vaat edileni göstermiyor ama gözlük gelene kadar “röntgen yapma” fikri onları teslim alıyor, fikrin ağır basması nedeniyle sunum-beklenti gazının kudretiyle hala gözlüğün çalışmasını bekliyorlar.

Üçüncü ihtimal; muhteremler, gözlükleri takıp, çıplak görmeyi hayal ettikleri kişinin yanına gittiklerinde nasıl bir kazık yediklerini anladılar, ama “aptal” ya da “keklenmiş” diye damgalanmamak için seslerini çıkarmadılar.

Dördüncü ihtimal; eee bu işlerde böyle iş kazaları olur, ya çalışsaydı, yaşamıştım, edasıyla verdikleri paranın da üstüne, kayıp-kazanç kardeştir düşüncesi ile bir bardak soğuk su içtiler.

Satın alan uyanıkların ne kadar zeki, çevik ve ahlaklı olduğu bir kenara, kimse satın alan bu puştlara “yahu utanmıyor musun da insanları çıplak görmeyi arzuluyorsun” dememiş te anlaşılan. Çok muhtemeldir ki, parayı denk getirip satın alamayanlar ise hala hayıflanıp durmakta ve bunu alacakları güne yönelik hayal kurmaya devam etmektedirler.

Sonra sen, Aziz Nesin, çoğunluğa bir sıfat yükledi diye mahkemelere koşacaksın, yine bir film aktristi ya da manken bir kızcağız, kendini çoban ile kıyaslayınca kızacaksın, hadi oradan…

Bu minvalde son günlerde dinlediğim en güzel hikâye de; Gazeteci Yılmaz Özdil’den; “Playboy yıldızı Anna Nicole Smith, haftada bir gün sırf zevk için Edirne Genelevi’nde ücretsiz hizmette bulunuyor sayın seyirciler” diye haber yaptılar. Kapıda kuyruk oldu iyi mi? Hâlbuki... Özel televizyon furyasıyla başlayan abuk sabuk habercilikle alay ediyorlar, programın başında sonunda, bangır bangır “bu bir şaka programıdır, mizahtır” diye anons yapıyorlardı. Ahaliyi ikna edemediler kardeşim... Hatta şaka olduğunu Vali’ye bile inandıramadılar. Edirne Valisi, Anadolu Ajansı aracılığıyla resmi açıklama yaptı: “Öyle bir hanım Edirne genelevinde çalışmamaktadır...”

Yer kalmadığından “sokak röportajları” adlı programda “Mısır Piramitlerinin” canım Yurdumun limanlarından Mısır’a nasıl kaçırıldığını tarih öğretmeni ağzından anlatamadım… Bir daha ki sefere inşallah… Yine de “deli olmak” güzel be, düşünsenize akıllısınız bu ortamda… Hay Allah…

Pazartesi, Ocak 08, 2018

TENİMDEKİ ÜLKE NİKARAGUA


Adım attığı genç kızlık girişinin küçük burjuva, nihayetinde de Nikaragua’nın özgürleşme sürecinde başından sonuna devrimci yaşam, deyim yerinde ise bluejean ve tshirtle başlayan, haki askeri elbise ve postallarla nihayetlenen bir yaşam ve şair ve yazar, Gioconda Belli’nin “Tenimdeki Ülke Nikaragua” kitabını okuyorum, konu devrim, silahlı mücadele, propaganda ve kadın ve kadının büyümesi, anneleşmesi ve aşk, bir sevdalı ve nihayetinde de kadın ve iktidar ilişkisinin hikâyesi… Kadının postalları ile devrime katkısı ve romantizmi ve de Nikaragua’nın 70’li yıllar boyunca yaşadığı iç savaş ve bu iç savaşı dün gibi hatırlayan, kendisini emperyalizmin jandarması tayin eden ABD’nin kayıtsız şartsız desteklediği faşist Somoza iktidarı ve onun ordusu ve askerileşmiş sivil kontralar eli ile yaptığı katliamları yüreğinde ve vicdanında hissetmiş,  devrimin başarısı ile de gururlanmış, bizlere de nostaljisini yaşatmaktadır mezkûr kitap… Dünyaya, “dünya’nın beş’ten” büyük olduğunu gerçek manada ispatlamış olan, dünyayı değiştirmenin mümkün olduğunu ya da hiç değilse bunun için hayatın vakfı, bilahare de devrimin kendi çocuklarını yemesi ve sonra da belki de çoğumuza ironik gelecek bir şekilde bir ABD’li ile evlilik ve mezkûr ülkede yaşamaya başlamak… Halkına ve Devrime aşık Gioconda Belli, devrimci bir yazar ve şair olarak, pek çok devrimci hareket önderleri yanında Küba lideri Fidel Castro’dan, Panama Diktatörü General Omar Torrijos’a önemli pek çok ülke lideri ve Gabriel Garcia Marquez gibi önemli yazarlarla tanıştı, onların dönemine ve önderliklerine tanıklık etti, günün ruhuna uygun sohbetleri oldu, işte bu yaşanmışlıkların önemli bölümü de bu kitapta yer almaktadır.

“Hayatımda iki şeyin kaderimi belirlediğini düşünüyorum; ülkem ve cinsiyetim” diye hayat özeti çıkaran Yazar Gioconda Belli; kitabın önsözünde, “Çok ağladım bir o kadar da güldüm. “Ben”den feragat ederek “Biz”i kucaklamanın sevincini keşfettim. Hiçbir değere bağlı kalmamamızın vaaz edildiği, kolayca yılgınlığa kapıldığımız, inancımızı yitirdiğimiz ve hayallerimizi inkâr ettiğimiz bugünlerde hayatı -hatta ölümü- değerli kılan türden bir mutluluğu savunmak adına bu anıları yazıyorum." demektedir. Nikaragua’daki Sandinista hareketinin, hareketi oluşturan eğilim ve unsurların birlikteliğinin yarattığı müthiş enerji ile yerle bir edilen ABD emperyalizmi ve yerli ortakları, siyasi liderliğini Somoza’nın üstlendiği oligarşi, Sandinista hareketi tarihinin yeniden ve içtenlikle, yükselişi ve çöküşü, nihayetinde de kişiselleşmesi temelindeki gelişimi, Gioconda Belli’nin siyasi hayatı, devrimin yüklendiği propaganda faaliyetlerinin iç içe geçmişliği çerçevesinde son derece öğretici bir biçimde yazılmıştır mezkûr kitapta. Kitaptan akılda kalanlar, “Herkesin mutluluğu için verilen mücadelede, her şeyden önce insan kendi mutluluğunu buluyordu.” İle bir adanmışlık, “Dünyayı değiştirmek gibi bir hayaliniz varsa, onu gerçekleştirebileceğinizi hissetmenizden daha üstün bir güç yoktur ve o gün, orada her şey mümkündü, gerçekleşmeyecek hiçbir hayal yoktu. İle bir inanmışlık, “Birden düşünme, düşüncelerimi yansıtma özgürlüğüne sahip olmuştum. Mutluluk arayışının devrim yapmak kadar meşru bir amaç olduğu fikrindeydim; aklımı kendi mutluluğumu kazanmakta kullanamazsam, dünyayı kurtarmaya nasıl kalkışabilirdim? ile idealistlik, “Asıl üstesinden gelinmesi gereken kendine uygun eşi bulmak değil, bir yere yerleşmeyi, eksiğiyle, kusuruyla birbirini kabullenmiş iki varlığın özverili emeğiyle toprağı işlemeyi, köprüler kurmayı ve toprağın ilk titreyişinde kaçmamayı göze almaktı. İle bir mutlu gelecek tarifi yapılmasındadır, bana göre…

Kitaptan altını çizdiğim bölümlerle baş başasınız.

Devrim’in olumlu yanlarını göstermeye çalışıyorduk. Küçük başarılar bile enerjimizi yenilemeye yetiyordu. Kimin yazdığı bilinmeyen bir Vietnam şiiri benim düsturum oldu.
"Bombaların açtığı çukurları dolduruyoruz
Yeniden şarkılar söylüyoruz
Yeniden ekip biçiyoruz
Hayattan ümit kesilmez çünkü."

Öylesine bir yalnızlıktı ki ölüm! Ölülere başkalarıyla yola çıkma tesellisi bahşedilemezdi. Hayatta kalanlara ise nihai, mutlak çaresizliğin ıstırabını tahayyül etmek düşüyordu sadece.

Kitap düşüncedir. Toplumun içinde özgürce dolaşması gerekir. Bilginin sadece onu satın alabilenlerin tekelinde olmasından büyük rezalet olamaz. Bilgi evrenseldir. Hepimizindir.

Bir fikir uğruna, başkalarının özgürlüğü için canlarını vermelerini mümkün kılan nasıl bir dürtüydü? Kahramanlık güdüsü nasıl böylesine güçlü olabiliyordu? En çok hayret ettiğim ve olağanüstü bulduğum, adanmışlıkla birlikte gelen gerçek mutluluk ve doyumdu. Hayat, benzersiz bir anlam, amaç ve yön kazanıyordu. Dört başı mamur bir duygu, olağanüstü bir dayanışma, içten, duygusal bir bağ, tanımadığın yüzlerce insanla, kalabalıklarla paylaşılan, yalnızlığın ya da tecrit edilmişliğin buharlaştığı bir yakınlık,

İktidar, erkekleri hak sahibi olduklarına inandırıyor. Başlarını döndüren bu güçlü inançla göğüslerini şişirip halklara ve kadınlara saldırıyorlar.

Barışın ve dirliğin doğasında var olan ulaşılabilir, gündelik, bizi her an ölümle tehdit etmeyen, ama hayatın her imkânını değerlendirmemiz, aynı zaman içinde bir değil birkaç hayat yaşamamız için mücadeleyi gerektiren bir kahramanlık türü de vardı. Kişinin zaman ve uzamda çok yönlü bir varlık olduğunu kabul etmesi modern hayatin bir gereği, teknolojinin yabancılaştırıcı değil özgürleştirici bir güç olarak benimsendiği bir çağda yaşayanların faydalandığı imkânlardan biriydi.

Ben de bunun için mücadele etmiştim; kızlarım Che'nin dediği gibi, "Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir insana karşı yapılan, herhangi bir haksızlığı yüreklerinde duysun." diye mücadele etmiştim.