Çarşamba, Kasım 26, 2008

MİLLİ PİYANGO ÖZELLEŞTİRME VE ŞANS OYUNLARI VE AKP

MİLLİ PİYANGO ÖZELLEŞTİRME VE ŞANS OYUNLARI VE AKP

Zaman gazetesi; 27.eylül 2008 tarihli nüshasında “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, yuva yıkan, intiharlara yol açan sanal kumar sorununa el koydu. Gül'ün talimatıyla Cumhurbaşkanlığı'na bağlı Devlet Denetleme Kurulu (DDK), sanal kumarı tüm yönleriyle araştırıyor” diye bir haber yayınlıyor. Şimdi necip Türk milletinin birer ferdi olarak; bu haberleri okuyunca zannediyoruz ki, sosyal bir hastalık olan kumara bu iktidar ve destekçileri ya da yardakçıları karşılar, oysa durumun öyle olmadığı o kadar açık ki; olsa olsa bu kumardan “hanot-mano-ip” alamadıkları için karşılardır diye düşünmemizi gerektirecek o kadar çok delil mevcuttur ki bunların uygulamalarında. Peki, inanmıyor musunuz, buyurun o zaman aşağıdaki yazı tam da sizi ilgilendiriyor.

ÖZELLEŞTİRİLMENİN DAYANILMAZ ÇEKİCİLİĞİ VE KUTSANMASI
Özelleştirmenin erdemleri; 2. cumhuriyetçiler, muhafazakârlar, dinciler, liberaller, sol liberaller gibi siyasi yaftaları boyunlarına takan önemli bir zevat tarafından yaklaşık 25 yıldır sayıla sayıla bitirilemedi, satılacak kamusal mal kalmadı ama olsun erdemleri sıralamaya devam etmekte fayda var aman ha bazıları yanlış yapıldığı sanısına kapılabilir alimallah. Neydi bu zevata göre özelleştirmenin erdemleri ve faideleri, işletmeler verimli çalıştırılacak, işletmeler daha şeffaf olacak, esasen de şeffaflık demokrasi demektir eee o zaman durmadan ne var ne yok satalım, yaşasın her şeyi sattık artık bir şeffaf ve bir demokratik ülkeyiz ki sormayın gitsin. Eeee özel sektör ne demektir, iş verimliliği demektir, yeni yatırımlar demektir, yeni istihdamlar demektir. Ne diyor bu zevatın ulu temsilcisi; Maliye Bakanı Kemal Unakıtan,
“Biliyorsunuz Çinliler komünist. O komünistler bir özelleştirme yapıyorlar aklınız durur. Bana Güler Sabancı anlattı; demişler ki “bak burada ne kadar istersen işaret et orayı sana vereceğiz” Bizim komünistler bana hala (ne özelleştirme yapıyorsunuz) diye soruyorlar”

KUMAR OYNATILMASI DA ÖZELLEŞTİRİLİYOR
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB), Milli Piyango’nun hâsılat paylaşımı yoluyla 10 yıl süreyle özelleştirilmesi için ihale ilanına çıktı. Karşılığı nakit olmak üzere şans oyunlarının planlanması, tertibi ve çekilişlerinin düzenlenmesi hakkının devrini kapsayan lisans verme yoluyla özelleştirmeye ilişkin ihalenin ilanı Resmi Gazete’de yayımlandı. Buna göre açılan ihalede teklifler 27 Şubat 2009’da alınacak. İhaleyi kazanan şirket, 10 yıl süreyle şans oyunları işletme ve yeni oyun oynatma hakkını elde edecek. Böylece Milli Piyango’nun elde ettiği hâsılatın, ikramiye ve zorunlu ödemeler dışında kalan yüzde 17’si özel sektör eline verilecek.

ÜLKEMİZDEKİ BAHİS VE TALİH OYUNLARI
Milli Piyango İdaresinin düzenlediği bahisler yada şans oyunları;
Milli piyango: Her ayın 9, 19, 29 unda çekiliş yapılıyor yani özel çekilişler hariç ayda 3 yılda 36 defa
Sayısal loto; Her hafta cumartesi akşamı olmak üzere haftada 1, ayda 4 ve yılda 52 çekiliş yapılıyor,
Şans topu; Her hafta çarşamba akşamı olmak üzere haftada 1, ayda 4 ve yılda 52 çekiliş yapılıyor,
On numara; Her hafta pazartesi akşamı olmak üzere haftada 1, ayda 4 ve yılda 52 çekiliş yapılıyor,
Süper loto; Her hafta perşembe akşamı olmak üzere haftada 1, ayda 4 ve yılda 52 çekiliş yapılıyor,
Spor toto kurumunun Futbol oyunu üzerine bahisleri;
Süper toto; hafta sonları yapılacak futbol müsabakalarına yönelik haftada 1 kez yılda 52 kez
Süper loto; hafta sonları yapılacak futbol müsabakalarına yönelik haftada 1 kez yılda 52 kez
Gol toto; hafta sonları yapılacak futbol müsabakalarına yönelik haftada 1 kez yılda 52 kez
İddia; her gün ve maalesef her gün olabilmesi içinde dünyanın dört bir yanını kapsar şekilde futbol müsabakalarına yönelik günde bir kez yılda 365 kez;
Jokey kulübünün düzenlediği bahis oyunları;
At yarışları; İzmir 129 gün, İstanbul 126 gün, Adana 66 gün, Bursa 65 gün, Ankara 68 gün, Elazığ 24 gün, Şanlıurfa 26 gün olmak üzere yılda toplam 504 gün oynanmaktadır.
Görüldüğü üzere; Devlet aracılığı ile oynatılan şans, talih ve bahis oyunlarının yıllık oynanma toplamı 1169 dur yani yaklaşık olarak necip Türk milletinin her ferdi günde isterse şüphesiz; 3 kez kumar oynama şansına sahiptir.

KUMAR ŞANS OYUNLARI VE İSLAM
Nasıl sonuçlanacağı önceden belli olmayan ihtimalli bir şeye bağlı kalarak para yada mal vermek yada ikramiye dağıtmak, adı ne olursa olsun bu şekilde oynanan her oyun ve ortak bahis kumardır İslama göre. Kolay yollardan yada emek harcamadan mal edinmek veya kaptırmak olduğu için Kur`an`da "meysir" denilen kumar, kolaylık anlamındaki "yûsr" kökünden gelmekte olduğu da görülür kolayca basit bir araştırma sonucunda. Birey ve toplum yaşamında telafisi çok zor olan ve unutulmaz ve umulmaz yaralar açtığı için de kumarın her türlüsü İslâm dinine göre haram kılınmıştır.
Bu konuda Kuranda;
"Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle ve batıl yollarla yemeyin" (Bakara, 2/188; Nisâ, 4/29).
"Ey inananlar, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şüphesiz şeytan içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah`ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister (Mâide, 5/90, 91; Hamdi Yazır, Hak Dini Kur`an Dini).

Diğer taraftan; öbür dünyada bu dünyada yapılan haksız servetlerin, emeksiz kazanılan servetlerin ve mal varlıklarının hangi yollardan kazanıldığı sorgusunun yapılacağını mealen yapan bu zevatın; ülkemizde yılda yaklaşık 1200 kez ve günde en az 3 kez oynanan kumarın tabir yerinde ise manoculuğunu yapması acaba kendileri açısından bir zul değilmidir?

Bu islamın temsilciliğini yaptıklarını iddia edenler, hatta o kadarki Müslüman Cumhurbaşkanı seçtiklerini beyan ederek kasım kasım kasılanlar, İslamın bu konudaki tavrını bilmezler mi ki? Yoksa bilirler bilmesine de bunlar onların pek işine gelmez mi acaba? Acaba bunların Müslümanlıkla bir ilgisi mi yok acaba? Yoksa bunlara göre bunlar kumar faslında sayılmazlar mı acaba? Yoksa bunlar oradan devletin kontrolündeki Kızılay, SHÇEK gibi bir takım kurumlara kaynak akıtıldığı için artık haram sayılmazlar mı acaba? Yoksa bu akıtılan kaynaklarla aslında harama türban mı taktırıyorlar acaba?

SON SÖZDEN BİR ÖNCEKİ SÖZ
Evet, işte size; Müslüman ve İslamın temsilcisi olduğunu iddia edenlerin; o kadar ki Müslüman bir Cumhurbaşkanı bile seçtikleri için kasım kasım kasılmak ve övünmekten nerede ise çatlayacaklar, kumar olması nedeni ile dinen haram olmasına rağmen, Milli piyango, Süper loto, Sayısal loto, Şans topu, On numara başta olmak üzere her türlü bahis oyunlarının özelleştirilmesini sağlayarak, verimliliği arttırma çalışma iddiaları işte bu mezkur zevatın harama kılıf geçirmeleri ve onların dincilikleri. Yurdum insanının değerlendirmesine kalmış bir durum daha ne diyelim. Hatta o kadar ki özelleştirme sonucu ihaleyi alacak firmaya, yeni bahis ve talih oyunları ihdas etme hakkı da tanınarak nerede ise hayatımızın tamamını kumara bağlayıp dayayacaklardır. Hatta şaka gibi olacak ama milli piyango idaresinin düzenlediği bahis ve talih oyunları kuponlarının bile vatandaşlara maaşlarının bir kısmı olarak verilmesi bile düşünülebilir makul bir vade içerisinde, hazır kriz de varken alın size bir kaynak paketi daha…
Yahu insaf etmek lazım; bir taraftan hayatın nerede ise tamamı kumar olmuş durumda ve sesiniz çıkmıyor bırakın ses çıkarmayı yeni ihdaslarda bulunuyorsunuz, sonra da kalkıyorsunuz kumara karşıyız diyorsunuz ve ciddi önlemler düşünüyoruz, hatta sıkı takipteyiz, filan idarelere ve teşkilatlara talimatlar verdik, bunu önüne geçilecek kesinlikle geçilecek gibi baba laflar ediyorsunuz, ama sorun sizde değil bunlara babalar gibi inananlarda…

SON SÖZ
“Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur”
demiş ya meşhur Faşist Göbells.
İşte o…..

Pazar, Kasım 02, 2008

KÜÇÜK YAŞTA KIZ ÇOCUKLARININ EVLEDİRİLMESİ

29.EKİM.2008 Tarihinde Hürriyet gazetesinde Anadolu Ajansı mahreçli içler acıtan bir haber yayınlandı;

“Aksaray'da merkeze bağlı İncesu beldesinde 13 yaşında imam nikâhıyla evlendirildiği iddia edilen bir kız çocuğu, 14 yaşında anne oldu. Aksaray Şammaz Vehbi Ekecik Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesine bu sabah doğum yapmak amacıyla gelen A.Y, burada bir bebek dünyaya getirdi. Annenin 14 yaşında olması nedeniyle hastane yetkilileri, durumu polise bildirdi. Polis yetkilileri, olayla ilgili soruşturma başlattı. Bu arada, imam nikâhıyla birlikte yaşadığı kişinin kısa süre önce çalışmak üzere yurt dışına gittiği öğrenilen A.Y'nin, geçen yıl 13 yaşındayken evlendirildiği öğrenildi.”

Hürriyet İnternet gazetesinin bu haberi üzerine; Necip Türk milletinin temsilcileri çok değişik yorumlar yapmışlar hele bunlardan biride bu uygulamanın “İslam öncesi cahiliye dönemi uygulaması” olduğunu beyan ederek bu yazının kaleme alınmasının yolunu açmışlardır. Ancak bu konu ile ilgili, şöyle hızlı ve hatta yüzeysel düşünürsek göreceğiz ki; bu davranış modeli maalesef çok yaygın olup, sadece bir dini inanışın davranış modeli olmayıp Dünyanın değişik yerlerinde, değişik dini inanışlarında, toplumsal ve ekonomik olarak gelişmiş ya da gelişmemiş toplumlarda bu ve buna benzer davranışlar görülmektedir, şu farkla ki; bazı dini inanışlara göre kurulan icazet makamları vasıtası ile deyim doğru olur mu bilemem ama “nikâhlı tecavüz” sayılabilecek şekilde legalize edilmektedir, işte tehlikeli olanı da budur. Bu davranışı sadece bir inanışın yayıldığı alanlarla sınırlı tutarsak ya da kabul edersek, Gelişmiş Avrupa’nın çeşitli şehirlerinden uzak doğu’ya küçük çocuklarla yapılacak seks âlemlerine uçaklarda yerlerin bulunamaması izah edilemeyecektir, yoksa… Doğu toplumları dışında bu ve buna benzer davranışlar neredeyse tüm toplumca telin edilmektedir ve yasal yaptırımları çok ta yakıcı olmaktadır ancak; doğu toplumları öyle mi ya?

İslam dininin önemli nüfus alanlarını etkisi altında tutan ve bu konuda genellikle de İslami Liderliği yürüttüğü iddiasında bulunan Selefi ve Vahabi düşüncesine mensup toplumlarda da küçük kızlarla evlenmek gibi tavizsiz bir gelenek vardır, hatta konu ile ilgili olarak bir hadis-i şerif referansı ile (Sahihi Buhari, Kitabu Menakıb Ensar; Hadis no:1553) Hz. Ebubekir'in kızı Hz. Ayşe'nin Hz. Muhammed ile evlendiğinde yaşının 9 olmasına dayanılarak bu tür evliliklerin dinen de caiz mütalaası hatta fetvası ile tüm İslam coğrafyasında benzer evliliklerin makul karşılanması beklenmektedir. Son yıllarda başta Suudi Arabistan olmak üzere zengin Körfez ülkelerin zenginleri özellikle Mısır, Afganistan, Pakistan başta olmak üzere gelir düzeyi düşük ülkelerde fakir ailelerin yaşı çok küçük kızlarını para karşılığı satın almaları ve dini nikâh kıymaları maalesef çok yaygın karşılaşılan bir hadisedir artık.

Peki, Türkiye’de durum nedir diye bakılınca, Ülkemizdeki meri Medeni Kanuna göre; erkekler 17, kızlar 15 yaşını bitirince, anne-baba izniyle evlenebilirlerken Erkek 15 yaşından büyük, 17 yaşından küçük, kız 14 yaşından büyük, 15 yaşından küçük ise ancak mahkeme kararı ile evlenebilir amir hükümleri çerçevesinde nerede ise bir sürü çocuğun bırakın evlilik sorumluluklarını yerine getirmelerini, evliliğin daha ne olduğu bilmeden ve daha da korkuncu kanunun evliliği sadece bir cinsellik algılaması içinde olmasının makul karşılanması anlaşılır gibi değildir.

Ancak yaşanan benzer olaylar üzerinden giderek toplumlarda oluşan polarizasyonun nasıl şekillendiğine bakarak, kimler bu kabil davranışları olumlu görüyor kimler olumlu görmüyor, bunu tespit etmekte başlarsak ta hangi tür düşüncelerin ve düşünce sahiplerinin bu olumsuzluklara açık ya da gizli destek verdiğini görürüz. Ve daha korkuncu anlı-şanlı politikacılar eli ile yapılan bu kabil yasal düzenlemeler; mezkûr politikacıların müritleri tarafından sanki bu uygulamalar normalmiş gibi algılanmakta ve maalesef nikâhlı ya da nikâhsız tecavüzlere varan bir sürü abuk sabuk davranışlara zemin hazırlanmaktadır. Tabii ki sizin toplumunuz, dini inanışlarınız, ananeleriniz ve görenekleriniz buna cevaz veriyorsa, sapıklık boyutu da hemen bu sınırdan başlamaktadır.

Maalesef yukarıda bahsedilen yasal durumlar içine yerleştirilerek makul göstermeye çalışılan ama son günlerde en fazla gündemi işgal eden konudaki gibi abuk sabuk hale gelebiliyor kolaylıkla;, gençliğinde “Allaha inanmıyor” diye Gazeteci Ahmet Emin Yalman’a suikast düzenleyen Hüseyin Üzmez, 76 yaşına basmış olmasına rağmen “cinsel dürtülerinin esiri olmaktan kurtulamadığı” için, fakirliğinin yarattığı açmazdaki gariban bir annenin düştüğü bu durumundan faydalanarak, bizatihi kendi ifadesine göre de torunu yaşındaki küçük kıza sulanan yazar, velev ki şeytana uydu diyelim, ama yazarı bu davranışında “âdet görmüş kız, 14 yaşında olsa bile ona nikâh düşer” fetvasının arkasına sığınarak korumaya kimler aldı, Necip Türk Basının Dindar, ahlak abidesi Ümmetçi, Tarikatçı geçinenleri değil mi? Allah’ı ve Peygamber’i en çok saydığını ve sevdiğini söyleyenler bunlar değil mi, “din, ahlak, ahiret, iman, gelenek, maneviyat, mukadderat, dua, Allah, Kutsal Kitap, Peygamber, Cennet, Cehennem” sözlerini, ağızlarından-yazılarından eksik etmeyen bunlar değil mi? Peki bu eylemi yapanla bu eylemi doğru bulan, bu eylemi “tecavüz yok, taciz var” diye sanki konunun özü değişmişçesine yazılarında kamuoyu nezdinde mazur göstermeye çalışan zımmi de olsa moral değerler ve ahlaki açıdan suçlu sayılmaz mı? Peki, bu “münkir ve sübyancı” yazar Hüseyin Üzmez’in, hem de “ne yapayım güzel ve küçük kızlara karşı zaafım var” açıklamalarını bolca yaptığı dönemde; bazı kesimlerin yere göğe sığdıramadığı Turgut Özal’ın hükümetinde sağlık bakanlığı müşaviri yapılmış olması “bir taltiftir” algılaması olarak değerlendirilse ne denir acaba?
Hürriyet gazetesine elektronik ortamda iletilen “yurdum insanı” yorumlarına ve yaklaşımlarına bakarsak, anlaşılan o ki bu insanlar cehaletin tutsağı olmuşlar… Şimdi konuyu salt cehaletten kaynaklanmış bir sonuç olarak değerlendirir ve cehaleti de sadece ve sadece mektep okumamak ile tanımlarsak, tarihte milyonlarca örneği olan bu uygulamanın; en son cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra yeni “First Lady” için yapılan tanıtım yayınlarında; “14 ünde nişanlandı 15 inde evlendi” şeklinde sanki çok önemli bir şey yapılmışçasına ve maalesef özendirici tarafı da hiç azımsanmayacak olan bu evliliği nasıl değerlendirmek gerekecektir.

SON SÖZ:
“şeytana uydum şeytan beni kandırdı, şeytana ve nefsime yenildim” deyip bu durumdan kurtulacaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar, kesinlikle ileride çok muhtemel ki şeytan onlara “hadi oradan ….ir git!!! bu senin yaptıkların benim bile aklıma gelmezdi” diyecektir.

Ve nihayet sözleri Aysel Gürel’e, Müziği Onno Tunç’a ait ve Sezen Aksu’nun seslendirdiği türküyü de anımsamadan bu konu bitirilemezdi…

ünzile insan dölü
On kardeş beşi ölü
Büyüdükçe unufak
Ve gelir de görücü
İnci gibi dişi
Görücü bilir işi
Söğüdüm ağlar gider
Olur, hatun kişi

Varmadan sekizine
Ergin oldu ünzile
Hem çocuk hem de kadın
onikisinde ana
Bir gül gibi al ve narin
Bir su gibi saydam ve sakin
Susar kadın ünzile

Yağmuru kim döküyor
ünzile kaç koyun ediyor
Dayaktan uslanalı
Hiçbir şey sormuyor

Korkar durur gitmez
Köyün en son çitine
İnanır o sınırda
Dünyanın bittiğine

ünzile insan dölü
Bilinmezlere gebe
Sırların mihnetini
Yükleyip de beline

Varmadan sekizine
Ergin oldu ünzile
Hem kadın hem de çocuk
onikisinde ana
Bir gül gibi al ve narin
Bir su gibi saydam ve sakin
Susar kadın ünzile

KISSA:
''Kadının özgürlüğü, tüm insanlığın özgürlüğü gibi, yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır'' Clara Zetkin.

Cumartesi, Kasım 01, 2008

"ARMUDUN İYİSİNİ AYILAR YER" Doğan Cüceloğlu yazısı

Aşağıda Doğan Cüceloğlu'nun bir yazısı bulunmaktadır.
RMÇ
Kaliforniya' da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi' nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, 'Armudun iyisini ayılar yer' düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi. Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor. Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:
'Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?
'Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini'
'Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?
Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally'nin mahremiyetine 'burnumu sokuyordum.' Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, 'O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim' dedi. O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, 'Sen benim kahramanımsın' duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum
ve o kişiyi kıskandım.
'Nasıl yani?' dedim.
'Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor.'
Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu 'ayı' olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally'nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım. Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, 'Armudun iyisini ayılar yer' diye düşündüm? Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık, sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally'nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı. Birkaç hafta sonra Sally'e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles'in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. 'Kendilerine bir sorayım, eminim
Sizinle tanışmak isteyeceklerdir, ' dedi ve iki gün sonra, 'Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler,' dedi. Dört-beş hafta sonra San Francisco'ya gidecektim, Sally'nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim. Bu planımı Sally'e söylediğimde Sally, 'O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz, ' dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach'ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally'nin ağabeyi Brian'ın evine vardık. Sally'nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian'ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı. Ziyaret ettiğim bu güler yüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally'nin babası George'un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally'ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. 'Evet' yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum.
'Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz', dedi. Tüylerim diken diken oldu.
Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George'a 'Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz! ' dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, 'Tabii, onlar küçük insanlar!' yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki 'Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?' diyordu.
O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.
Bu güler yüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally'nin ağabeyi Brian'ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles'ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14'te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle açıkladı: 'Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat baş başa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary'le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.
Brian'ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian'ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir 'keşke' olmayacak.
Sally'e sordum: 'Baban seninle randevulaşır mıydı?'
'Evet', dedi, 'yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla baş başa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, 'Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!'. Gülümseyerek, 'Nereden biliyorsun?' diye sordum.
'Biz Frank'le konuştuk' diye cevap verdi. Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.
Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.
Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, 'bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, 'Ne yapabilirim? ' sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally'nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally,
İçinde yetiştiği ailede, var oluşun beş boyutunu da doya, doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, 'Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın', mesajı alır ve çocuğun CAN'ı beslenir.
Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, 'Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim', mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel