Cumartesi, Şubat 22, 2014

İMO İZMİR ŞUBE SEÇİMLERİ

İnşaat Mühendisleri Odaları bu yıl seçimli “Genel Kurul”larını tamamlıyor, bu süreçte özellikle Genel Hükümetlerin bir türlü hoşlanamadığı, sindiremediği ve dayanamadığı açıktır; üstelik Mühendis ve Mimar Oda yönetimlerin de tıpkı kendileri gibi seçimlerle yönetime gelmelerine rağmen, her gelen ama her gelen, ilgili odaların görev, yetki, sorumlulukları konusunda, biraz daha nasıl zapturapt altına alabiliriz saikiyle hareket ederek, üstelik depremler her geçen gün canım Yurdumu bu boyutta tehdit ederken, yasal düzenlemeler ile Mühendislik mesleğinin, sağlıklı ve yaşanabilir konut üretimine, çağdaş şehirciliğe ve ulaşıma, yeterli ve sağlıklı ve de düzenli su ve elektrik teminine katkılarının önüne set çekmişlerdir. Ama her şart ve ahvalde Mühendis odaları genelinde olduğu üzere, bidayetten beri edinilen katılımcı ve demokratik geleneklerine uygun bir biçimde, muhalif ya da muvafık tefriki yapılmaksızın görüş açıklayarak yaratılan demokrasi şölenine yani yetkili kurulların oluşumuna yönelik eşit ve adil seçime, her defasında olduğu üzere bir kez daha tanıklık ettik. Muhtemelen diğer Mühendis Odalarında da olduğu üzere, mensubu olduğum odamızın genel kurulunda, daha önce belirttiğim demokratik şölen ortamında, tüm meslektaşlarımızın mesleki ve teknik alandaki sıkıntıları üzerine ve mesleğimiz dolayısıyla canım Yurdum adına yeni kazanımların edinilmesine yönelik görüşlerin açıklanmasının asıl olmasının yanında, yönetime aday olanların ilaveten de, yurt ve yurttaş sorunları üzerine hassasiyetlerine binaen, canım Yurdumun içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve toplumsal durum ve seviyenin kamu yararına uygun olarak nasıl tavır alınması gereğinin vurgulandığı bir süreçtir.

Yukarıda da bahsedildiği üzere; Meslektaşlarımızın mesleklerini icra ederken, hür irade ve vicdan ile mesleki bilgi, birikim ve ahlakının proje üretme ve uygulamasına yansımasının gücünü zayıflatan, anti-demokratik yasa ve yönetmeliklerle, muktedirlerin ruh halini ve siyasal ahlakını tariflediği ölçüde ve de mezkûr zevatın ihtiyaçlarına binaen hatta kuşatma zannı yaratan durumun sonucu, zorlu ve sıkıntılı günler yaşadığımızın analizi neticesinde, örgütsel dayanışmanın ve evrensel yaklaşımların ete kemiğe büründüğü değerlendirmeler manzumesi oluşmuş, Odamız ve üyelerine ve de mesleğimizin itibarına yakışır bir süreç yaşanmıştır. Bu ortamın yaratılmasını temin eden, buna katkı sunan muhalif olsa da sonuçlarına demokrasi gereği katlananlar kocaman bir teşekkürü hak etmekte olup, başka şubelerimizdeki süreçlerde ise, içlerindeki kini bir türlü yok edemeyenleri, kini kusanları, öfkelerini unutmayanları da, kazanmak adına her türlü fırıldağı çevirme, hile, hurda ve desise peşinde olanları ise asla ve kata unutmamak gereğini aklımızdan çıkarmamalıyız. TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği)ne bağlı Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları Odaları Belediyeler ile uzun yıllardır birlikte çalışarak, işbirliği yaparak başarılı uygulamalara imza atmışlardır, ancak mezkûr oda üyelerinin muktedirlerin rant yaratma uğruna her türlü kuralsızlığına başvurmasına muhalif tavırlarından ötürü de hep hedef olmuşlardır.

İnşaat Mühendisleri Odası; özellikle “Gezi parkındaki” önderlik tavrı nedeniyle son dönemde bir kez daha cezalandırılıp, Şehircilik Bakanlığının bir birimi haline getirilmeye çalışılmış olup, muktedirlerin bidayetten beri meşreplerine uygun tavrı gereği, her yaptığı açıklama, her açtığı yürütmenin durdurulmasına yönelik dava, sadece bir meslek odası davranışı dışında ülke sorunlarına karşı ülkenin aydın tavrını göstermesi nedeniyle hep itilmiş, hep itibarsızlaştırılmıştır ne yazık ki… Şimdi birileri de çıkar “efendim, Mühendis ve Mimar Odalarının denetimi bakanlık tarafından sadece mali ve idari bir denetlemedir” diyebilirler, böyle bir savunma tutturabilirler, ama asla samimi davranmadıklarının izlerini silemezler, çünkü siz kendinize yönelik hiçbir denetim kabul etmeyeceksiniz ve bunu yaparken de seçilmiş olduğunuzu söyleyeceksiniz sonra da buna inanılmasını bekleyeceksiniz, adama sorarlar yahu buralardaki yönetimlerde seçimlerle geliyorlar üstelik herhangi bir baraj ve kota olmaksızın… Mühendis ve mimar odalarının bu iddialar ve niyetlerle denetlenmek istenmesi neresinden bakarsanız bakın, kanuni yaptırımların elde tutularak siyasi, teknik ve ahlaki bir vesayet rejimi oluşturmaktır.

Kimse topluma, bu denetimin arkasında, HES, RES, Termik ve Nükleer Santralara karşı olmanın, Kentsel Dönüşüme karşı adil olmadığı gerekçesiyle itiraz edilmesinin, Otoyolların geçeceği yerlere karşı durmanın, tarihi kültürel değerlerimiz ile arkeolojik alanların talanına karşı çıkmanın, Gezi Parkında planlanan talana karşı çıkmanın olduğunu gizlemeye kalkmasın, tüm bunların karşısında biz böyle bir plan yapmadık mavalını anlatmamalıdır, tüm halkın sahibi olduğu aşikar olan; madenlere, sulara, ormana, ovalara, denizlere ve dağlara yönelik bu tutumun adı dünyanın her yerinde aynıdır… Siz bu siyaset kurumunun tasarrufuna karşı liderlik mi yapıyorsunuz, ahaa bizde katliniz vacip içgüdüsüne türban giydirerek canınıza ot tıkayacağız demenin Tunguzcasıdır bu yapılanlar, bizi aptal yerine koymayı bırakıp, delikanlıca bunu ifade etmek gerekir…

Günümüzün moda deyimi ile “Mücahitlerin Müteahhite evrildiği” bu süreçlerde, müteahhitlik jargonundan mülhem olduğu aşikar yaklaşımla yapı denetiminin piyasalaştırılarak kamusal denetim sayılmasının önüne geçilmesinin, Anayasadan, yasalardan, yönetmeliklerden, kendi iç mevzuatından, bilimsel ve teknolojik araştırmalardan, birikimlerden edindikleri uzmanlıklarını icra etmenin men edilmesinin, muktedirlerin ihtiyaçlarına binaen tekrar tekrar ihya edilen anti demokratik tüm uygulamaların behemehal durdurulması gereğinin, genel siyasi atmosferin yarattığı sorunların mesleki sorunlarımızın da kaynağı olduğunun bilinmesinin her yerde ve ortamda açıklanmasının, daha fazla kar edinilmesi adına ve uğruna yaratılan imar rantına, kent kültürü ve kimliğinin yok edilmesi sonucunu doğuran çapulculuğa sessiz kalınmayacağının, boyun eğilmeyeceğinin sürekli ve cesur olarak açıklanmasının bir mühendislik ve yurtperverlik görevi olduğu bilincinin yaratılacağı gün, daha iyi bir güne gidişin başlangıcı olacaktır.

Dünyanın ve Ülkemizin an itibariyle yaşadığı ağır koşullar bu kadar açık seçik iken, Mühendislere ve Mimarlara dayatılan görünürde anlamsız ve salt bir inat uğruna yapılan bu düzenlemelerin, olsa olsa yoğun talan ve rant yaratma ve sömürü düzeninin yürütülmesi için dikensiz gül bahçesi yaratmak olduğunun bilinmediğini ve görülmediğini zannetmesin kimse.

Cumartesi, Şubat 15, 2014

12 EYLÜL TÜRKİYE’SİNİN MENGELELERİ

İçimizdeki Amerikalılar tarafından 12 Eylül 1980 de; “halkın sosyal ve siyasal gelişmesinin işbirlikçi burjuvazinin ekonomik gelişmesinin önüne geçmesi” gerekçesi ile yapılan faşist darbe neticesi halktan yana kim varsa, gözaltına alınmış, Pentagon ve Panama’daki özel harp enstitülerinde rahle-i tedrisattan geçmiş işkenceciler tarafından şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlerle yok edilmeye çalışılmıştır. Bu alçak işkencecilerin görevlendirildiği tüm cezaevlerinde icraatlarını rahat rahat icra ederlerken, kendilerine bu alçak faaliyetleri esnasında bir grup alçak doktor da lojistik destek vererek, sözde insanların işkencede ölmeden, sağ kalarak olabildiğince uzun yaşayıp sorgulanabilmesi için sahipleri adına hizmet vermişler, doktor gözetiminde, işkence görenlerin maksimum ne kadar tuzlu maya yiyebileceği, elektrik akımına ne kadar dayanabileceği, falakaya ne kadar dayanabileceği, Filistin askısında ne kadar süre kalabileceği, ne kadar jop darbesine direnç gösterebileceği konusunda fiziki dayanım, işkence görenlerin iradelerinin ne zaman kırılabileceği, ne zaman bülbül kesilecekleri konusunda ise psikolojik “derin çalışmalardan” geçirilmişlerdir.

Ahlaklarının ve akıllarının, ceplerinin doldurulması iştahına ve isteğine yenilmesi neticesinde, ruhunu satmış bu doktor müsveddeleri işkencehanelerde verdikleri hizmetler yetmezmişçesine, tutsakları yıldıramayacaklarını, yok edemeyeceklerini anlayınca, tutsakların rızaları hilafına ya da habersiz olarak sistematik şekil ve yöntemlerle “kobay” olarak kullanma projelerini gerçekleştirmenin çok önemli bir parçası sayılabilecek hafıza derinliğine sızma amacıyla “zihin kontrolü ve yönlendirmesi” başlıklı bir kimyasal müdahaleler ve mücadeleler zincirine girişmişlerdir. Tüm bunların yanı sıra, utanmadan, arlanmadan daha henüz patenti alınmamış ilaçların ve radyoaktif elementlerin devrimci tutsaklar üzerinde denenmesi konusunda herhangi bir tereddüt göstermeden sözde bilimsel deneyler yapma konusunda yoğun çalışmalar götürmüşlerdir. Bunlara tanıkmısınız diye bir soru olursa da, maazallah, sonra adama siz daha neler var neler, tanıklık gerektirmesine rağmen inandığınız diye sorarlar… Bu konuda çok ciddi yayınlar vardır, ne yazık ki hiçbir şekilde de itiraz ve temyiz edilmemişlerdir.

İçimizdeki Amerikalıların başı Kenan Evren ve 5li çeteyi oluşturan generaller, bir tarafıyla aldıkları eğitimler ve telkinler ya da başkaca da olabilecek gerekçelerle yaratılan kanlı diktatörlüğün 2000li yılara kadar varlığını sürdürebildiği ehven ve vasatta, muhtemelen ve ilaveten de hiyerarşideki şefleri sayılabilecek gizli misyon şefleri tarafından yönlendirme neticesinde, bir taraftan yeni yöntemler ihdas edilirken diğer taraftan da öncülleri olan faşistlerin eskimiş yöntemlerine de başvurmuşlarıdır. Kimyasal uygulamaların babası sayılan ve Nazi –Faşist Almanya’sının başta Yahudiler olmak üzere komünistleri, sosyalistleri, sendikacıları hülasa kendilerine biat etmeyen her kim varsa topladıkları toplama kamplarında cansiperane çalışan ve normal bir insanın aklına asla ve kata gelemeyecek, insan vicdanının ve aklının asla kabul edemeyeceği, isyan edeceği yöntemleri uygulayan ve tarihe “ölüm meleği” diye geçen Nazi doktoru Joseph Mengele şahsında tüm işkenceci doktorları da örnek almaktan geri kalmamışlardır.

Bilindiği üzere; Nazi-Faşistlerin organize ettiği en önemli toplama kampı Auschwitz’te görevlendirilen Doktor Joseph Mengele, gaz odalarında ölen insanın davranışının nasıl olduğu, narkoz kullanmadan insanların bazı organlarını keserken nasıl davrandığı, böbreksiz insanın, kalbi çıkarılan bir insanın, karaciğeri alınan bir insanın davranışının, suyun içerisinde nefes almadan bir insanın ne kadar yaşayabileceğinin tespiti ile tüm bunların nasıl olacağı gibi alçakça yapılan ölümcül deneylerin baş sorumlusu olarak tarihe geçmiştir. Tüm bu insanın kanını donduranlar yapılırken de utanmadan arlanmadan bu olanların adına “bilimsel çalışma ve araştırma” diyen, bunları kabul eden, bu ahlaksız ve namussuzca elde edilen verilere bilimsel veri diyen, tüm bu alçaklıklara ses çıkarmayan bir grup ta, sözde bilim adamı endamı ile ortalıkta gerdan kırıyorlardı, tarihi kayıtlara göre… Sözde bilimsel çalışmaların en önemli finansal destekçileri de dev ilaç tekelleri olup, en başında da “Bayer” gelmekteydi, en azından kayıtlar böyle diyordu…

İçimizdeki Amerikalıların başı Kenan Evren ve 5li çeteyi oluşturan generaller tarafından, CIA’nın Türkiye kuruluşu olduğu büyük ölçüde ispatlanmış HZİ (Hafize Zehra İtil) vakfı ve başındaki Prof. Dr. Turan İtil ve Prof. Dr. Ayhan Songar görevlendirilmiş olup, kendilerine salt bu nedenlerle “12 EYLÜL TÜRKİYE’SİNİN MENGELELERİ” adı verilmiştir, İlerici, Demokrat ve Devrimci çevrelerde… CIA marifeti olan bu kuruluş eliyle cezaevlerindeki tutsaklar üzerinde, Nazi –Faşist Alman doktoru Mengele’yi aratmayacak, bir dolu yöntemi denemişlerdir. 5Lİ çete tarafından mezkur bilim adamlarının yetkilendirilmesini müteakip, HZİ Vakfına getirilen tutsaklara, başta da kullanıma çıkmamış ilaçların testlerinin yapıldığı, elektroşok uygulamalarına dayalı testler yapıldığı uzun süre iddia edilmiş ve bilahare de gerek Sağlık Bakanlığı gerekse de TBMM ilgili komisyonlarınca yapılan incelemeler sonucunda mezkur suçun işlendiği tespit edilmiş ve, bunu engelleyecek bir yasa yoktur denilerek konunun üstü örtülmüştür.

2005–2012 tarihleri arasında Amerikan Hava Kuvvetleri Araştırma Merkezi'nde, Nörofizyoloji ve Psikofarmakoloji araştırmaları İkinci Başkanı olarak görev yapmış Prof. Dr. Turan İtil; “Bunların elinde olmayan bir şey var, içgüdüleri var, bunu anlayabilmek için iki tanesini görmeniz kafi, üç taneye gerek yok. Öyle bir şey ki bunlar, buluttan nem kapan insanlar, kontrol edilemeyen bir kızgınlıkları var. Terörist olmasalardı da katil olurlardı. Bir araştırma yaptık, Türkiye’nin çeşitli hapishanelerindeki teröristlerle görüştük, üstelik bu araştırmanın güvenilir yanı kim terörist kim değil diye bir kuşkunun olmayışı. Bu teröristler için kesinlikle en iyi ilaç yaştır. Kimse 40 yaşından sonra terörist olmaz. O halde kırka kadar beklemek gerek. 40 yaşına kadar içeride hapishanelerde tutulmaları gerekir. Pahalı bir yöntem ama idamdan daha iyi.” benzeri bir rapor hazırlarken, bir “terör semineri”nde ise, “Hapishane düzeni değiştirilmeli. Koğuş sistemi yerine teröristlerin küçük topluluklar halinde 5-6 kişilik hücrelerde tutulması uygundur.” diyerek bilahare oluşacak ve tarihe büyük bir ayıp diye geçecek F tipi cezaevlerinin fikir babası olmak gibi bir şerefe haizdir. Bir başka şeref te; “solcuların genetik olarak suçlu olduğunu” gibi garabet saptamalar yapan Prof. Dr. Ayhan Songar’a aittir. Tüm bu subuklukları aklı başında olan herkes tereddütsüz reddetmelidir.

Ama Kapitalist düzene satılmış bu kabil anlı şanlı sözde “bilim adamlarının” gerçek yüzleri, neye hizmet ettikleri ortadadır ve 12 Eylül faşist darbesinin bir karabasan gibi tüm halkın üzerine çöktüğü mezkûr süreçte, tutsaklara cuntacıların işkencehane ve zindanlarında insanlık onurunun ayaklar altına alındığı testleri uygulayanları tarih unutmayacaktır. 

 

Pazar, Şubat 09, 2014

ÇEŞME ANASONU ve RAKI ÜRETİMİ


“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna” sunulan ve Ege Üniversitesi İzmir Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Necmi Ülker tarafından kaleme alınan “Aydın vilayeti salnamelerine göre XIX. Yüzyılın sonlarında Çeşme Kazası” adlı bildiride; Salname-i Vilayet-i Aydın 1296 shf. 97 referansı ile, “Çeşme’de üretilen arak’ın (rakı)  kalitesinin tecrübeyle ispatlandığı iddia edilmektedir” şeklinde aktarılan bilgi bizleri rakı üretim sürecinin en önemli 2 ayağı olan Anason ve Üzüm konusunda, Çeşme’nin önemine bir kez daha dikkat etmemizi gerektirmektedir. Daha önceki yazılarımda da aynı kaynaklardan aktardığım bilgiler ile mezkûr ürünlerin üretim rekoltelerindeki tespitler, Çeşme’yi sadece bu ürünlerin ihracatçısı olmaktan öteye taşımış olmalıdır fikrini doğurmaktadır nitekim konu gerek yazılı gerekse de sözlü kaynaklardan incelendiğinde müthiş bir rakı üretim çeşitliliğinin söz konusu olduğu görülmektedir. Çeşme’nin mikroklima ortamının önemini anlayan ve üretimde buna uygun atılımların yapılması gerektiğini sürekli öne çıkaran, Coşkun Vural büyüğümüzün, konu ile ilgili anlatımları daha derin incelemelerin yapılmasının zaruretine işaret etmektedir.

Çeşme’nin özellikle de Çiftlik’in, dünyada bir eşinin sadece ABD de Kaliforniya yakınlarındaki bir bölgede olduğu söylenen, mikroklimatik ortamının Rakının önemli katkılarından anason için çok uygun bir ortam oluşturduğu bilinmektedir. Zaten biraz literatür karıştırıldığı, özellikle “Büyük Larousse” ilgili maddesine bakıldığı zaman da Çeşme Anasonunun kıymetli bir ürün olduğu ortaya çıkmaktadır. Çok eski devirlerden bu yana; anason, tıbbi nedenlerle mide bağırsak rahatsızlıklarında, hazımsızlık giderici, idrar söktürücü, iştahsızlık giderici ve sakinleştirici gibi rahatsızlıklarda doğal tedavi aracı olarak kullanılmasının yanında rakı başta olmak üzere bazı alkollü içkilerde tatlımsı tadı ve özgün kokusu nedeniyle çeşni katmak amacıyla kullanılmaktadır. Bilindiği üzere anason tohumlarındaki yağ, anasonun mezkûr tadını ve kokusunu temin eder ve alkolde kolaylıkla çözünür ve bu nedenle de anasonlu içkiler suyla karıştırıldığında beyazlaşır. 

Çeşme’nin bu güzel esanslı ve aromalı anasonu Rakı üreticilerinin her zaman tercihi olmasına rağmen neden yok olmuştur ya da yok edilmiştir, burada bir plan varmıdır, yoksa kendiliğinden turizmin öne çıkması ile birlikte geneldeki Çeşme tarımının gerilemesine paralel bir gerilememidir sorun, çok bilemiyoruz, belki hepsi… Yine araştırmalardan anlayabildiğimiz kadarı ile Dünyanın en kaliteli olan bu anasonunu ki, rakının 100 kg sine 4 ya da 4,5 kg ilave edilirken, Denizli anasonundan aynı miktara 11-12 kg ilave edilmesi gerekmekte olup dünyanın en büyük üreticilerinden olan İspanya’nın anasonundan da yaklaşık miktarlar kullanılmaktadır.

Diğer taraftan; yine bilinen başka bir gerçek daha, Çeşme’nin kaliteli üzüm yetiştiriciliğine en uygun iklime sahip olduğu ve üzüm yetiştirilen arazilerin teraslanmış tepeler olması hasebiyle de denizden esen rüzgârların üzüm üzerine eşit miktarda etkisinden ötürü de bu üne kavuştuğudur. Kaliteli üzüm üreticiliğinde de gerek şart olan bu klimatik ortamın, üzümün fermantasyonu ile mezkûr anason birlikteliği olan rakı imalatına uygun bir coğrafya oluşturduğu da aşikârdır.

Bu bilgilerin toparlanması sırasında öğrenebildiğim kadarıyla; Osmanlı’da Çeşme bir arak(rakı) üretim merkezi iken, aynı yoğunluk Cumhuriyet döneminde de devam etmektedir ve başta “Kabadayı”, “Gelincik” gibi markalar olmak üzere tam tamına 12 adet üreticinin varlığı tespit edilmektedir. Ayrıca; kayıtlara göre merkezi İzmir Bornova olan ve Çeşmeli Behçet adlı bir üreticinin varlığı da anlaşılmaktadır, üretilen “hayat rakı” Çeşme’nin ünlü anasonundan imal edilmiştir ibaresiyle satışa sunulmakta imiş ama bu imalatçının Çeşme ile olan bağı tarafımca anlaşılamamıştır.

1925 tarihli bir gazetede Alman İmparatoru Wilhelm’in, Almanya’da severek içtiği Halk Rakısını, yerinde doya doya içmek üzere İzmir’e gideceğine dair sözlerinin yer aldığından bahsedilmektedir ancak bunun doğruluğu kanıtlanmış değildir.

Moskova’da “votka müzesini” gezerken, ev üretimlerinden, küçük imalathanelere oradan da kocaman bir sanayiye dönüşümün muhteşem tarihini öğrenme fırsatını bulmuştum. Türkiye’de de benzer gelişmelerin Osmanlı’dan itibaren yürütülememesinin bugünkü oluşan vurdumduymazlığa ve savsaklamaya kadar gelmesinin sosyal, kültürel ve dini izahları vardır şüphesiz, ama halen Fransa’dan etil alkol ithalatının, canım Yurdumun üzümün üretim miktarları açısından 2. si iken, ihracaatçı olarak da 74. sü olma gerçeğinden bihaber dolaşmaktadır ortalık yerde kasım kasınarak, bu tarımı geliştirdik diyenler… Ayrıca; muhtemelen genç Cumhuriyet ekonomik tercihleri nedeniyle ve ülkenin yeni yöneticilerinin sermaye sahipleri arasında tercih yapma hissiyatlarından olsa gerek 1926 yılına kadar devam eden üretimler, çıkarılan “İnhisar kanunu” ile oluşan “Tekel” tarafından özel sektöre verilen üretim serbestliğini bitirmiştir. 2000li yıllarda alkollü içeceklerin üretimi üzerinden tekelin nihayetlendirilmesi ve kamuya ait işletmelerin özelleştirilmesi neticesinde rakı üretimine yönelik özel sektör ilgisi canlanmış iken, bu seferde siyasi ve dini mülahazalarla önce reklâmına, sonra satışına kısıtlamalarla ve nihayetinde de oluşturulacak kırmızı alanlarla kent dışına taşınmak istenen alkollü içecek satan yerler yaklaşımı ile konu gündemdeki yerini korumaktadır. Ama özelleştirmeler sırasında, 180 milyon dolara satılan fabrikaların sonra 800 milyon dolara yabancılara satışına bilahare de bir başka yabancıya yaklaşık 2 milyar dolara satılması gibi kısa sürede oluşabilen büyük rantların komisyonlarının iştah kabartmaları insanoğlunun aklında hep canlı kalacaktır, biline…

Bu yazıda aslında rakı ve alkollü içecek üretimini öne çıkarmak istemedim ama Çeşme tarımının dünyaca ünlü anasonunun giderek yok olmasına dikkat çekmek ister iken mecburen anasonun ilgili süreçlere katılımı ve katkısını da anmak gerekmekteydi. Bazı rakı şişelerinin üzerinde “Çeşme anasonu” ibaresi var ise bu bizim için öne çıkarılabilecek bir detaydır çünkü Çeşme tarımının kurban edilmiş olması beni çok üzmektedir, hele de konu dünyanın en güzel esanslı ve aromalı anasonu ise.

Rakı zararlıdır diyenlere, önce bize rakıya katmak üzere daha az zararlı su kullanma imkânı vermeleri gerektiği söylenmelidir. İlaveten de, sakın birileri çıkıp ta alkol kötüdür zararlıdır gibi subuk kelamlar etmeye adama sorarlar, sizin alkol ve domuz eti konusundaki hassasiyetiniz neden, altın madenciliği yüzünden doğanın arsenik zehrine gömülmesine, imar rantı uğruna direk insan hayatını tehdit eden derelerin kapatılarak sel baskınları tehdidine, radyasyon tehlikesi ile insan hayatının tehdidine, vs. vs. gelince birden ortadan kalkıyor…

Pazar, Şubat 02, 2014

ÇEŞME ILICA ve KAPLICALARI


Tarih boyunca ve de özellikle Roma İmparatorluğu ve Osmanlı döneminde öne çıkan, şifalı su ve çamur banyolarından faydalanılan Çeşme-Ilıca, kayıtlardan anlaşıldığı kadarı ile çok sayıda hastanın şifa bulduğu bir yer olarak anılmaktadır, o kadar ki karayolu ile ulaşımın bir hayli zor ve meşakkatli olduğu bu alana düzenli “Gemi seferleri”nin yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu şifa bulanlardan en ünlüsünün de Mısır Hidiv’inin oğlu Tosun Paşa olduğu bilinmekte olup, yürüyemez vaziyette geldiği Ilıca’lardan gayet sağlıklı ayrıldığı ve bulduğu sağlığın hürmetine binaen de kendi adıyla anılan bir çeşme ve cami yaptırdığı yine bu kayıtlardan anlaşılmaktadır. Zaman içinde buranın ününün çok arttığını ve önemine mukabil cazibe alanı olduğunu tevsik edecek miktarda otel yapılmıştır ki bunların bir kısmı hala o günlerdeki adları ile anılmakta ve restorasyonlarını müteakip halen hizmet vermektedirler.

“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna” sunulan ve Ege Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Bölümünden Şule Sevinç Kişi tarafından kaleme alınan “Çeşme Ilıcaları” adlı bildiride; “sözcük anlamı olarak Ilıca ya da Kaplıca, “maden sularından yararlanma amacıyla kaynarcaların çevresinde kurulan tesislere verilen genel ad” ya da “kaynak sularının tedavi amacıyla kullanılması için kurulan ve hekimlik, sağlık ve konaklama tesis ve araçlarını içeren kurum” olarak tarif edilmektedir. Bununla birlikte Ilıca, sıcak maden suyuna verilen ad olup, Kaplıca sözcüğü de ılıcanın üstüne bir hamam yapılması sonucunda ortaya çıkan tesisin “kaplı-ılıca” biçiminde tanımlanmasından türemiştir.” denilerek, konuya iyice anlaşılması açısından giriş yapılmıştır. Görüldüğü üzere, tarihin her döneminde Ilıcalar birer sağlık, şifa kaynağı ve hekimlik aracı olarak görülmüştür.

Çeşme-Ilıca’daki termal suları bence en geniş şekilde ele alan ise; “Geçmişten günümüze Çeşme Termal Suları” adlı kitabı yazan İsmail Gezgin olmuş ve mezkûr eserinden de olabildiğince ve ulaşabildiğince arşiv ve kaynak taraması yapmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu eserde, birçok kaynak taranırken öne çıkan ise, Yusuf Cemal’in eseri gibi görünmekte olup, termal su tedavisinin tüm Avrupa’da yükselmesinin yansımaları olarak, Anadolu’da da başta Çeşme-Ilıca termal suları olmak üzere öne çıkmış bir dolu ılıca-kaplıca bulunmakta ve görece ulaşım kolaylıklarından ötürü ise de Çeşme-Ilıca’nın payitaht tarafından da tercih edilir hale geldiği anlaşılmaktadır. Aynı esere dayanılarak ulaşım içinde şu bilgiler verilmektedir; “İstanbul’dan direk olarak Çeşme ve Sakız’a uğrayan vapurlar olmasının yanı sıra İzmir’den de Çeşme’ye düzenli vapur seferleri düzenlendiğini söyleyen Yusuf Cemal bazı şirketlerin de adını vermektedir. Nemçe, Pnadeleon, Hacı Davud ve Bulgar Kumpanyalarının vapurları, İzmir-Çeşme arasında muntazam seferler düzenliyorlardı. Bu nedenle de Çeşme’ye ulaşım genellikle deniz yoluyla yapılmaktaydı. Bununla birlikte Çeşme’den Ilıca’ya ulaşımı sağlayan arabalar çalışmaktaydı. Ayrıca yoğun olan yaz aylarında Nemçe ve Bulgar vapurları yolcuları direk olarak Ilıca’ya indiriyorlardı”  Ayrıca yine başka kaynaklardan bazı Avrupalı başta da ‘Lloyd Triestino’ isimli firma olmak üzere pek çok firma vapur seferleriyle Çeşme’ye yolcu taşırdı.

Cumhuriyet döneminde ise; Ilıca’nın şifalı su ve çamuru yörenin denizgüzelliğiyle birlikte yeniden keşfedilmesi 1950li yılların sonrasına rast gelmekte olup, bu farkına varma anlamındaki keşfetme sonrası bugünlere kadar sürecek turizm çalışmalarının merkezi haline gelmiştir.

1960lar sonrası ise; Doktor Halis Temel’in yoğun çaba ve çalışmaları neticesinde, yerli şifa arayanlara Avrupalılarda katılmış bu çerçevede Ardıç Oteli, Şifne Oteli tesisleri gerçekleştirilmiştir. Sahipsiz ve bakımsız haldeki Şifne termal suları ve çamur banyoları ile şifa veren içme suları uzun bir aradan sonra yeniden yükselen değer haline gelmiş ve yerli ve yabancı turistler için bir çekim merkezi olmuştur. Doktor Halis Temel’in, Çeşme’ye katkılarından sayılacak ağaçlandırma, kamping ve termal turizmine açılma gibi çalışmaları başta olmak üzere diğer tüm çalışmalarını bir başka yazı konusu yapmak üzere bu bahsi burada nihayetlendiriyorum. Ancak termal sular konusunda mevcut tesisler yeterlimidir, uygun kalite ve teknolojik donanıma sahipmidir diye sorulacak olursa, bir ikisi dışında kayda değer bir şey yoktur, hele Çeşme Belediyesine ait olan ise tam evlere şenliktir.

Diğer taraftan; Ilıca’nın Eylül başı ile Ekim sonu arasında özellikle de Manisa, Akhisar, Turgutlu, Ödemiş taraflarından yaz hasadının tamamlanmasını müteakip gerek yazın yorgunluğunun atılması gerekse de çetin geçecek kışa daha zinde girilmesi hazırlığı için yoğun bir yerli turist akını olurdu ve bu yaklaşık 80li yılların ortalarına kadar sürmüş ancak Çeşme ve Ilıca’nın turizm profil değişikliği ve bağlı olarak burada tatil yapmanın maliyetlerinin bir hayli yükselmesi ile de nihayetlenmiş olup behemehal yeniden kazanılmalıdır.

Termal turizminin 90lı yıllarda unutulmaya yüz tutmuş olmasına karşın, başta yapılan yatırımlarla turistik otellere kadar termal sularının hazırlanan iletim şebekeleri ile dağıtılmasının yarattığı turistik reklam artışları, gerekse de başta Dr. Ilgaz Nacakoğlu gibi bu işe gönül vermiş insanların önderliğinde yoğun tanıtım çalışmalarının yapılması yeni bir trend yaratmış görünmektedir. Hele ki; Dr. Ilgaz Nacakoğlu’nun sunumlarıyla, Yunanlı coğrafyacı Pavsanyus’un Ilıcadaki bu termal suları, deniz kenarında hatta içlerinde bulunması ve ihtiva ettiği sodyum klor benzerliğinden hareketle “deniz Ilıcaları” diye tanımlaması, belki de nihai noktası olacak “thalassoterapi” gibi başlı başına bir turizm figürü ortaya çıkmıştır. Bilindiği üzere kısaca; sıcak ya da ısıtılmış deniz suyu ile tedavi olarak anılan Thalassoterapi, Roma döneminden beri kullanılan bir teknik olmakla birlikte günümüzde hem fiziksel hem de psikolojik rahatlamalar yaratması nedeniyle tekrar trend olmuştur. Konunun uzmanlarının çoklukla bahsettiği üzere, sinir ve dolaşım sistemi üzerindeki olumlu etkilerinin yanında romatizmal ağrılar, selülit ve toksin atma gibi tedavilerde 10 – 12 günlük terapilerle gayet başarılı sonuçlar alınmakta imiş. Yine Dr. Ilgaz Nacakoğlu’nun daha önceki yazılarından anladığımız kadarı ile Ilıca ve Şifne yöresindeki termal suyun; deniz suyunun magmaya kadar inmesi ve doğal yollardan ısınarak tekrar yeryüzüne çıkması nedeniyle, ısıtılmış deniz suyu tercihinde 1. sıraya oturmakta ve bu anlamdaki şifa değerinin diğer bölgelerinkilere göre yüksekliği söz konusu olup esasen de bu kaynakların denize yakın bulunmaları kıymetlerini arttırmaktadır. Stres, Gerginlik, Uykusuzluk, Yorgunluk, Enerji azlığı, Şişmanlık, Selülit, Ödem, Adale ağrıları, Kramp, Artozi Kireçlenme, Sakatlıklar, Romatizma, Astım, Hazımsızlık, dolaşım bozuklukları, Karaciğer, Pankreas, Böbrek, Şeker, Cinsel isteksizlik, Lumbago, Siyatik, Kısırlık, Sedef, Egzama, Mantar, Menepoz gibi zihinsel ve bedensel hastalıklarında önlenmesinde ve giderilmesinde ciddi katkılar sağladığı da beyan edilmektedir.

Bugün, Ilıca termal sularının yeniden öne çıkarılma çalışmalarının yerel ve merkezi yönetimler tarafından kayıtsız şartsız desteklenmesi gerekmekte olup, Çeşme’nin eşsiz ve uçsuz bucaksız plajlarının yanı sıra termal sularının da gereken ilgi ve yatırıma kavuşması sağlanmalıdır.