Cumartesi, Ocak 25, 2014

BİR OSMANLI İHRACAAT LİMANI ÇEŞME


“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna” sunulan ve Prof. Dr.          Feridun M. Emecen tarafından kaleme alınan “Çeşme İskelesi hakkında bazı bilgiler” adlı bildiride; “Bu durumu Evliya Çelebi’nin Karaburun yoluyla Çeşme’ye giderken Çarpan Boğazında karşı karşıya kaldığı bir eşkıyalık hadisesi de doğrulamaktadır. Burada Karaburun ormanlarının eşkıya yurdu olduğu vurgulanmaktadır. Çeşme sadece kara eşkıyası ve yerli-yabancı korsanların değil zaman zaman Osmanlı’larla savaş halinde bulunan Venediklilerin de saldırısına uğrama tehlikesiyle çeşitli defalar karşı karşıya kalmıştı. Bu sebeple buranın kalesine büyük önem verilmiş ve Çeşme, XVII. Yüzyıldan itibaren bir ticaret limanı oluşundan ziyade Osmanlı donanmasının bir askeri üssü olarak tanınmaya başlandı. Özellikle 1570 Kıbrıs ve ardından İnebahtı mücadelesi sırasında Batı Anadolu’nun sefere eşmekle görevli sipahileri Çeşme’den gemilere binmişlerdir.”

Yukarıdaki satırlar Evliya Çelebi’nin “Seyahatname” adlı eseri refere edilerek aktarılmaktadır ve kolayca da anlaşılacağı üzere, birkaç öneme haiz bir durum tespiti ile karşı karşıya olduğumuzu bize anlatmaktadır.

Eşkıya varsa, ciddi bir hedef yani konu özeline göre de soyulacak kervan var demektir, iddia ve diyalektiğinden hareketle kolayca anlaşılacağı üzere, büyük ormanlık alana yayılmış bu şekavet hareketini, üstelikte Osmanlı’nın çok büyük önem verdiği güvenlik oluşumuna rağmen, tatmin edecek, miktar ve büyüklüklerde kervan trafiğine sahip olunmuştur. Bu kabil büyüklük ve miktarlarda kervan hareketi mevzuubahis ise, varılacak yerinde çok önemli bir merkez olması gerekmektedir doğal olarak, ya nüfusu ve endüstrisi bu ihtiyacı doğurmuştur ya da bir toplama ve dağıtım merkezi olması hasebiyle… Yine mezkûr eserler ve bildirilerden anlaşıldığı üzere, Osmanlı salnamelerinde tespit edilen gerek nüfus, gerekse de gümrük vergilerinin büyüklükleri göz önüne alındığında Çeşme’nin çok önemli bir ihracat limanı olduğu çok açıktır. Yine mezkûr bildiride “Çeşme’ye ait gümrük gelirlerinin XVI. asır boyunca geçirdiği değişim, iskelenin ticari kapasitesi hakkında belirleyici bir unsurdur. Yapılan tespitlere göre gümrük gelirleri 1547’de 600.000 akçeyi geçmiştir” tespiti yapılarak ihracat büyüklüğüne de vurgu yapılmaktadır. Burada, sarp ve sıkıntılı bir yol izleyerek, üstelik daha kolay ulaşımı olan diğer İzmir civarı limanlar mevcut iken, Çeşme’nin öne çıkmış olmasının izahı yapılırken, Sakız Adasının fethedilmemiş olması ve ihracatının talepkarı yabancıların bu adada ikamet ediyor olması enteresandır. Diğer taraftan bir ihracat merkezi olan Çeşme Limanının bu önem ve ehemini teyit edecek 2 önemli unsur daha öne çıkmaktadır, Çeşme Kervansarayı ve Çeşme Kalesi; biri konaklamaların yoğunluk ve büyüklüğüne, diğeri güvenlik unsurunun önem ve büyüklüğüne delalet etmektedir. Ayrıca bu ticari büyüklüğün ve önemin uluslararası güçler tarafından dikkatten kaçırılmayacağı da aşikârdır, Osmanlı ile sürekli bir savaş hali içinde bulunan ve yer yer de deniz korsanlarının hamiliğine soyunan Venediklilerin de hedefi olmuştur sürekli olarak.

Tüm takip ve tedibe rağmen eşkıyaların saklandığı, barındığı ve üs olarak kullandığı alanların ciddi bir orman alanı olduğu vurgulanmaktadır ki, bugüne kadar çeşitli nedenler gösterilerek defalarca yakılmış olmasına ve bir vadedir de sanki başka yer kalmamışçasına ve yangından mal kaçırırcasına RES (rüzgâr enerji santrali) yapacağız adı altında kesile kesile yok edilmeye yüz tutmuş olsa bile bakiyesi bile ciddi bir öneme haiz çam ormanları mevcuttur.

Diğer taraftan; kayıt altına alınan ihracat ve ithalatın varlığı kadar kaçak ve gayri yasal ticaretinde geliştiğini anlıyoruz mezkûr bildiri ve benzer yayınlardan, zengin tacirlerin ve bu zenginliğe mütenasip kervanların varlığının yarattığı iştah, her daim olduğu ve olabileceği üzere kolay geçinme yolu arayan eşkıyanın hedefi olmuştur ve gasp edilen mal ve eşyaların kendi ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde bir durum oluşturduğu da aşikârdır ayrıca. Gasp edilen bu zenginliklerin ve emtianın gayri yasal ticaretini yapmak üzere depolandığı ve yabancı bandıralı gemiler ile sevk edildiğini tarih itibari ile merkezi otoritenin yerel kadılara yazdığı talimatlar ve araştırma ve takip taleplerinden anlaşılmaktadır. Nitekim mezkûr bildirinin 27 sayılı dipnotunu oluşturan paragrafta; “sekban, eşkıya ve firketecilerin faaliyetlerinden ve bunların yöredeki kasabalarda sakin yatakçılarından söz edilmektedir” denilerek dipnotta da;  Osmanlı devlet işlerine ait sadr olan hükümlerin ve fermanların tarih sırasına göre özetlenerek kayıt altına alındığı Mühime defteri LXXI sayı sahife 258 refere edilerek “Seferhisarlı Muslihitdin’in kara ve deniz eşkiyası ile işbirliği yaptığı, bunların çaldığı malları depolayıp sattığı ve eşkiyayı koruduğu belirtilmektedir. Aslında bu zatın eşkiyanın başı olduğu söylenebilir” bilgisi verilmektedir.

Çeşme Limanının; mezkûr sempozyumda ihracat limanı olarak öne çıkmasının yanında, başka kaynaklardan öğrendiğimiz kadarı ile sahip olunan, kaplıca ve ılıcalar nedeniyle de gerek tedavi gerekse de rehabilitasyon açısından önemli bir destinasyondur aynı zamanda. İzmir merkezli Gemi Acentelerinin Çeşme Ilıcaları hedefli turlar düzenlemelerinin yanında, Ege Adalarından da yoğun bir trafiğin olduğunu anlamaktayız kayıtlardan, yayınlardan… Bu amaçla yapılan ve işletilen, bugün hala izleri ve işleri olan otellerin varlığı da bu görüşleri teyit etmektedir.

Çeşme Limanı; İonia’nın önemli kenti Erythrai’inin limanı olduğu tarihlerden itibaren, bir taraftan Osmanlının Sakız Adası fethinin yarattığı atalet diğer taraftan da 17. yüzyıl ortalarında İzmir’in muhteşem yükselişine kadar önemini korumuş olup bilahare de askeri bir üs olarak hizmet vermeye devam etmiştir. Şimdilerde ise, Çeşmelilerin çok benimsememesine rağmen birkaç oldubitti, deyim yerinde ise, tam bir cinlik ile ihale ve özelleştirme numaralarının ihdas edilmesi sonucu, ULUSOY tarafından RORO iskele işletmeciliğinin önemli bir merkezi haline getirilmiştir. Şimdi bir kesim zevat ta çıkar der ki; bu sayede Çeşme otoyola kavuşmuş ve kolay ulaşılabilir bir yer olmuştur ve bu yüzden de turistik değeri artmıştır, bu da bir tercihtir ama katılmasam da katlanırım.

 

Cumartesi, Ocak 18, 2014

ÇEŞME KENT MÜZESİ


Bir vadedir, Çeşme’nin ihtiyaç projeleri arasında sayılan, Kent Müzesinin gerçekleşmesine kendimizi yakın hissetmemize neden olan sıcak gelişme ve konuşmalar yapıldığı herkesin malumudur. Bilindiği üzere, kentlinin kent hakkını gözetmeyen, oluşacak kent ve kentli belleğini hiçe sayan, tepeden bakan, nobran bir anlayışın yansıdığı bir alan değildir kesinlikle kent müzesi… Çünkü kent müzesi aslında ve esasen diğer müzelerden farklı olarak kentliyi ve kentli ruhunu birleştiren, farklı unsurları birbirine bağlayan bir volan kayışı işlevi görür, bize geçmişi anlatırken, bugünü belgeleyerek arşivler ve gelecek için nasıl bir kent olmalı hayalini kurmamıza olanak sağlar ve Kent insanına ve olma niyetinde olana kentin geleceğine dair senaryolar kurma şansı tanır.

Kent müzesi her şeyden önce ve esasen ve de öncelikle kentliye ait olmalı ve bağımsız bir yapısı, bilim insanlarından, bilge ve çelebi insanlardan oluşan bir yaşatma, danışma ve yönetim yapısına sahip olmalıdır. Aksi takdirde başka hesapları olan kimselere ve kurumlara, varolan ilişkisi ve alış verişi nedeniyle göbeğinden bağlı hale gelir ve maazallah bugünkü nobran anlayışın yarattığı rüzgârla da mezkûr kişi ve kurumların cüzü haline gelebilir. Bu kabil gerekçe ve çekincesi olmayan kent müzelerinin de kent müzesi olabilme imkân ve ihtimali yoktur. Bugün artık modern dünyanın geldiği nokta itibariyle kent müzelerin, genel olarak insanı ve özel olarak ta kentliyi ilgilendiren her konunun ve unsurun yer alabildiği bir çalışma alanı olduğu aşikâr olup, adeta kentli için birer toplumsal yaşam ve bellek alanı olarak ta, “bu alanımıza girer şu girmez” tefriki yapmaksızın ilgili her temayı içselleştirir ve forumuna dâhil eder ve etmelidir de… Geçmişin bugüne, bugünün geleceğe taşınarak geleceğin şekillendirmesine kentlinin tanıklığında, katılımcı, paylaşımcı ve demokratik, özgür bir yaklaşımdır kent müzesi, en önemli sunusu bizatihi kentin kendisi ve kendini kente ait hisseden insanlar olmalıdır mutlaka. Müzeler, sahip oldukları tarih, doğa, kültür içeriklerinin; genel manada çoluk-çocuk, yaşlı, genç için, en önemli buluşma, öğrenme, paylaşma, hatırlama ve bilgi mekânları olup, geçmişimizi geleceğimize taşıdığımız ve bu uğurda geleceğimize bıraktığımız yaşam renk ve ahenklerinin yansıtıldığı yegâne miras mekânlardır.

Kent müzeleri kentliyle birlikte kurulur, onları kucaklar, katılımcı olmayan bir mantığa teslim edilemeyecek kadar yaşamımızda etkin ve önemli mekânlardır, değilse de mutlaka olmalıdır. Kentliyi dinleyen daha da önemlisi kentin önemli bir parçası kabul eden, kentliyi şekillendirmeye yönelmeyen, tam tersine kentliyi kabul eden bir yaklaşım göstermelidir kent müzesi… Tabulara sığdırmaya çalışmayan, kentlinin değişkenliğini kabul eden bir öngörü ile hareket etmelidir yani… Bilgiyi işlemenin kaçınılmazlığını bilen, antropoloji ve sosyoloji bilimini göz ardı etmeyen, kentin bellek ve ruhunu yansıtan değerlerin korumacılığını asla ve kata göz ardı etmeyen bir yaklaşım olmalıdır bu yaklaşım… Hülasa halk, ama tamamı “şucu ve bucu” terfiki yapılmaksızın bu projede bulunması, projenin içinde olması, olmazsa olmazdır…

Peki; bu değerlendirme peşrevi neticesinde, “Kent Müzesi” nerede yani hangi mekânda bulunmalıdır sorusunun cevabına geldi sıra… Kent müzeleri genellikle bulundukları kentlerde simge olmuş, kentlinin hafızasında yer etmiş, hikâyesi çok bilinen ve kentliyi yok saymayan, üzmeyen ve bezmeyen, dışlamayan ve bölmeyen mekânlarda kurulması gerekirden hareketle, Çeşme’nin bu kabil binasının tayini yapılmalıdır.

Bu uğurda; Belediye yönetimine aday olan başta, Hakan Kerman, Mehmet Görgün, Reşat Akbaykal, Ekrem Oran gibi arkadaşlarımızla yaptığımız sohbetlerin bu boyutunda hem fikir olduğumu büyük bir sevinçle gördüm ve sizlerle de paylaşıyorum. Diğer adaylarında mezkûr konuda fikri ve projesi olabilir ama bir kısmı ile hiç ve bir kısmıyla da bu konuyu konuşma fırsatımız olmamıştır, eğer konu ile ilgili bir proje ya da fikirleri var ise buradan duyurmanın görevimiz olduğunu da biliyor olmaları gerekir. Fikri ve projesi olanlar arasında Ekrem Oran bir adım daha ileri hamle yaparak nereyi ve nasıl bir kent müzesi olarak hazırlayacağını söyleyerek konuyu ne kadar sahiplendiği hissettirmiştir.

Kent müzesi oluşumuna tartışmasız siyasi destek yapılmalı ancak, yönetimine “biz destek veriyoruz, biz her şeyine karışırız” demeden olmalı, siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranın canının çektiği biçimde yönetebileceği değil tam tersine kentsel ve toplumsal bellek oluşturmak adına bilinen geçmişten bugüne her şeyi ama her şeyi içine alan kollektif bir sonuç oluşturmalıdır.  Çünkü bugüne kadar yaşanılan pratik, ister yerel ister genel olsun, tüm yönetimlerin bir türlü vazgeçemediği vesayetçi ve dayatmacı tavrın hiç eksik olmadığını göstermiştir, işte tam da bu nedenle, bari ve en azından oluşacak kent müzesinde karar alma süreçlerinin şeffaf tutulması ve katılımcı bir yönetim anlayışının temin edilmesi en büyük beklentidir ve hedef olmalıdır. Kent müzesinin ilgi alanına giren ve konusunu oluşturan her detayın, rakiplerle mücadele aracı olmadığı bilinciyle yapılmalıdır tüm planlar, tüm detay ve düzenlemelerin ideolojik yakınlık ve uzaklıklarla illiyeti kurulmaksızın özenli bir çalışma yürütülmelidir.

Peki, yönetime aday olanların bahse konu detaylarda kafa yorması yeterlimidir acaba, yanıt şüphesiz ki hayırdır ve kent müzesi kurulması ile yetinilmeden, behemehal “Kent Konseyi” adam gibi ve ahlaklı çalıştırılmalıdır. Kent müzesinin oluşturulmasının bir boyutuyla lokomotifi olacak bu konseyin çalıştırılma süreci, yönetime seçilmiş insanların kendilerini, seçilme gerekçelerini kendilerinin her haltı iyi bildiklerinden değil de, kendilerine ayak takımları tarafından süreli ve görev bölümü mucibince tevdi edilen bir ödev gözü ile bakmaları biçimi ile mütenasip olmalıdır. Aksi takdirde ve bugüne kadar ki pratik benzeri olacaksa tüm bu olacaklar, olmaması evla sayılabilir.

Pazar, Ocak 12, 2014

ÇİFTLİK - KATOPANAGİA


“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna”, Prof. Dr. Necmi Ülker tarafından sunulan “Aydın vilayet salnamelerine göre XIX. Yüzyılın sonlarında Çeşme Kazası” başlıklı bildiriden, Çeşme’nin 2 adet nahiyesi olduğunu öğreniyoruz; biri alaçatı diğeri de Çiftlik ki, “Aşağı Çiftlik” ya da “yeni nahiye” ya da “Çiftlik-i kebir” ya da  “Katopanagia” adıyla bilinmektedir. Tüm adlarda bir şekilde çiftlik geçmekte olup, bunun da Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlamış ve son döneme kadar yörede bazı insanların tapularında “Melek Paşa vakfiyesi” şerhi de taşımasına neden olan, Melek Paşa’nın büyük arazilerinin olmasının neden olduğu bilinmektedir. Yine aynı bildirinin ilerleyen bölümünde, “Çeşme’nin güneyinde, Alaçatı’nın batısında, kuzeyi Adalar Denizi, batısı Sakız Boğazı ile sınırlanmıştır. Köyü yoktur. Belediyesinin geliri 15.000 guruştur. Nahiye merkezinde gece aydınlanması için 15 fener vardır. Diğer adı Çiftlik-i kebir olan nahiye araba ile Çeşme’ye 4 mil, denizden 6 mil uzaklıkta ve batı tarafındadır. Nüfusu 1.691’i erkek, 1.562’i kadın olmak üzere, 3.253’dür.” şeklinde verilen bilgilerden, Çiftlik’te “Belediye” teşkilatının olduğu da anlaşılmaktadır. İlerideki yazılarımda, Çiftlik’in nasıl bir belediyecilik ile yönelmiş olmasının izlerinin; gördüklerim, duyduklarım ve okuduklarımın eşliğinde, yazmayı planlamaktayım.

Çiftlik; dönem itibariyle ve bugüne aktarılan izlerinin sağlıklı, adam gibi ve ahlaklı takibi neticesinde görülür ki, Çeşme merkez limanının askeri amaçlar için kullanılması nedeniyle adalar denizine açılan çok önemli bir limandır ve tam da bu nedenle daha 40 yıl öncesine kadar izleri dimdik ayakta bulunan, şimdilerde ise ancak ve ne yazık ki her yere kalkınma adına balıkçı barınağı yapma sevdalısı yönetimler tarafından balıkçı barınağı dolgularının altında kalmasına neden olunan, muhteşem iskelesinin bir benzeri yakınlarda bulunmamaktadır. Yine kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla; “Gümrük Kompleksi” ki bugünlere arta kalan cüzü olan ve bugün artık kültürel ve eğitim faaliyetleri için kullanılan antrepo niteliğindeki binasıyla hayale değer bir durumdadır. Çeşme bölgesinin ticari bir limanı olması görüntüsü yanında mezkûr kayıtlardan anlayabildiğimiz kadarıyla da “Çiftlik” aynı zamanda yukarıda “Melek Paşa Çiftliği” olarak belirtildiği üzere sahip olduğu mikroklimatik özelliklerle de nicelik olarak olmasa bile nitelikli bir tarım bölgesi olup üzüm ve anason ön plana çıkmaktadır. Diğer taraftan belki de dikkatlerden kaçan bir başka ama önemli tarafı da, bazı evlerde halı dokumacılığının, iplikten bez, peşkir ve perde üretiminin de yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu ekonomik faaliyetlerin niteliğinin şehircilik ve imar faaliyetlerine birebir yansıdığına da tanıklık etmemizi sağlıyor bu kayıtlar, ağırlıklı taş olmakla birlikte Bağdadi denilen kompozit yapılarında bir hayli yüksek olması, Melek Paşanın buraya sadece bir Çiftlik gözüyle bakmadığının da bir göstergesi gibi durmaktadır sanki… Şimdilerde sokaklarda bir yürüyüş yapmanız halinde mezkur evlerin, cumbaları, balkonları, pencere ve kapılarının restorasyon bekleyen hallerinin imdat seslerine tanıklık etmenize vesile oluştururlar adeta…

Köyün merkezine su taşıyan ve Değirmen dağından döşenen ve pişmiş topraktan mamul künklerle döşenmiş su hattının ve mezkûr çeşmenin yerinde yeller esmektedir şimdilerde, çocukluğumuzda “yukarı çeşme” dediğimiz Çeşme ise Çeşme Belediyesi tarafından restore edilmiş olup meraklılarına nostalji yaratmaya devam etmektedir. Yine son yıllara kadar yolların güzelim “Arnavut kaldırımı” taş kaplaması ile kaplanan yüzlerinin beton sevdalılarınca tahrip edilmesi de gerçekten hayıflanacak bir durum oluşturmaktadır.

Gayrimüslim Osmanlı Tebaası tarafından ağırlıklı bir nüfus oluştuğu yine kayıtlardan anlaşılmakta olup nüfusa mütenasip şekilde de ibadethane dağılımı da söz konusudur. Pencere ve kapı sövelerinin mermer kesme taşlarla yapıldığı ve kaplamaların da ağırlıklı mermer olduğu yaşı 60’ın üstündeki herkes tarafından bilinen 2 adet kilisesinden bugün geriye ne yazık ki bir şey kalmamıştır. Geriye sadece “Maşatlık” olarak bilinen mezarlığın, kemik saklama odasının ve mahzeninin bir bölümü yıkık dökük olarak muktedirlerden restorasyonu adına merhamet beklemektedir ancak kültür bitkisi tütün ve kavun tarlalarını uzun vadede yatırımlarının ikbaline evrilmesi adına koruma altına almaktan fırsat bulunamayacağı da aşikâr görünmektedir.

İşte Nezir’in kulesini yıkan anlayış görev başındadır üstelikte “Ecdadımızı ve Osmanlı’yı günümüze taşıyan biziz, Osmanlıyı yaşatan ve yaşatacak biziz” diye diye her türlü geçmiş bağımızı koparmaktadırlar, peki bu konuda sadece onlar mı böyle düşünüyor, ne yazık ki hayır, bu örümcek kafaya uygun bir de seçimden seçime noter görevi yapan geniş kitleler yaratılmış durumdadır. Allah selamet versin, onlara ve şakşakçılarına…

Çiftlik, bugün artık üzüm, buğday, arpa, yulaf, anason ve tütün üretilmeyen, sadece meşhur “Çeşme kavunu” üretiminin yapıldığı buna mukabil geçimin yazlıkçı turizmi ve balıkçılık ile yürütüldüğü bir konumdadır. Ama Allah vergisi, denizi ve kumu da bu beklentileri fazlası ile karşılamaktadır.

Karşıda Yunanistan’a ait Sakız adasının yüksek dağları, keraat vakti dediğimiz güneşin kavuşmasına mızrak boyu kaldığında, inanılmaz bir şekilde mor renge bürünür, Çiftliğin akşamını yavaş yavaş erguvandan eflatun’a dönüştürür, Herodot’un Ege Denizi üstüne şarabın rengi Ege ve renklerin dansı tanımlamalarını adeta günümüze taşıyarak, denizin şarkılarını balık restoranların içine getirir… Mezkûr renkli akşamları denizin şarkıları ile yaşamanın ayrıcalığını tadanların bu anının tutkuya dönüştüğü yerdir işte burası… Günün ortasındaki deniz lacivertinin akşamüstü eflatuna dönüşmesinin keşfedilmesi insanoğlunun kendisine en büyük ikramı olacaktır ki bunun yegâne mekânı da Çiftlik’tir dersek fazla abartmış olmayız herhalde… Gün batımı rengi diye bir renk bilmiyenler açısından Çiftlik kaçınılmaz ve kaçırılmaz bir destinasyondur… Akşamüzeri keraat vaktinde denizi işgal eden “şarap renginin tanığı olun Çiftlik’te” demenin bir reklâm olduğunu bilmeme rağmen yazıyorum ve yazacağımda, çünkü çok şükür ki böyle… Bu yazdıklarımı sadece bir güzelleme diye nitelendirenler olacaktır şüphesiz ki, ancak, inanıyorum ve biliyorum ki bu güzelliklerden nasiplenenlerin, kesinlikle hem fikir olacağı bir yaklaşımdır tüm bu kelamlar. Canım Yurdumda, Barbun balığının en güzeli Çeşme’dedir, Çeşme’nin en güzel Barbun balığı da Çiftlik’tedir diye iddiaların olduğunu duymayan kalmamıştır kanımca, sizlerde duymuşsunuzdur, bunun test edilmesi herkesin elindedir, bu konuda çok iyi olmasam da bende aynı görüşteyim…

İster tüm yaz sezonu, isterse kısa süreli tatil sezonu olsun, sahiden insanın ömrüne ömür katabilecek bir yerdir Çeşme ve özellikle de Çiftlik, her şeyden önce zaman burada sanki diğer yerlere göre daha yavaş akıyor ve siz akışı gözlerinizle izliyorsunuz adeta bir güneş saatini izlercesine… Çeşme’de sürekli yaşamaya başladığım andan itibaren saatinde akışını takip etmiyorum artık, hatta saat ta takmıyorum, hatta saatin akmış olmasını da kafama takmıyorum.

Çarşamba, Aralık 25, 2013

ÇEŞME TARIMINA SAHİP ÇIKILMALI


“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna” sunulan bildirilerin kitaplaştırıldığı ve 1997 yılında “Çeşme Belediyesi” tarafından basılarak dağıtılmış olan kitap, bilim adamlarının ve araştırmacıların tamamının görüş birliğini sağlayamamış olmasına rağmen büyük ölçüde bu kitap en ciddi Çeşme araştırmasıdır. 1995 ve 1997 yıllarında 2 bölüm halinde yapılan bu çalışmaların toplandığı bu 2 ciltlik çalışmayı şimdilerde edinmek çok kolay değildir ne yazık ki, anlaşıldığı kadarı ile bu çalışma Belediye tarafından pek sahiplenilmemiş ve sadece eski yönetimin bir çalışması gibi durmaktadır. Çeşme konu ise bilinmeyen çok olduğundan bu tür çalışmaların yapılmasını, ama kim yaparsa yapsın önemsemeden desteklemenin gerektiği düşüncesiyle konuya sahip çıkılmalıdır.

Mezkûr sempozyumda; Prof. Dr. Necmi Ülker tarafından sunulan “Aydın vilayet salnamelerine göre XIX. Yüzyılın sonlarında Çeşme Kazası” başlıklı bildiride; 1317 H/1899–1900 tarihli salnameye atfen, Çeşme kazasında 8061 hane, 1121 dükkân, 2 han, 2 hamam, 54 un değirmeni, 9 yağhane gibi konut ve ticari binanın yanında resmi ve dini bina olarak ta 1 hükümet konağı, 14 cami, 1 mescit, 1 tekke, 40 kilise, 3 havra, 1 rüştiye mektebi, 1 ibtida-yı zükür (erkek ilk mektebi), 1 ibtida-yı inas (kız ilk mektebi), 4 gayri müslim mektebi bulunmakta olup yine aynı yıllara ait genel nüfus 30.706 olup 15.871 erkek ve 14.835 kadından oluşmaktadır. Sevgili dostum Taner Morova tarafından hediye edilen; 1914–1918 yılları arasında Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın 1959 basımı “Hatıralarım” adlı kitabında Çeşme’nin nüfusuna yönelik “İlçenin 45 bin nüfusundan 40 bini Rum’du ve Türkler kasabada olduğu gibi, bütün İlçede de azınlıkta idi” şeklinde düştüğü not, Osmanlı salnamelerindeki belirtilen rakamları yaklaşık teyit etmektedir.

Yukarıda sıralanan rakamlara bakıldığında, nasıl güçlü bir üretim, ticaret ve nüfusun varlığının yarattığı büyüklük göz kamaştırıcı olmaktadır. Üretim denince dönem itibariyle de anlaşılması gereken şeyin tarımsal olması gerekir ama un ve yağ fabrikalarına ve burada bahsedilmemiş tütün işleme atölyelerine de bakılınca tarım endüstrisinin de hiç geri olmadığı anlaşılmaktadır. Bugün artık ne yazık ki numunelik bile olsa açık bir zeytinyağı ya da un fabrikası bulunmamaktadır, gerçi artık tarım da çok sınırlı bir şekilde yapılmaktadır ya, Çeşme turizm ile geçinecektir rüyasına mı kapıldı, peki turizm, tarım eskisi gibi artarak devam ederek yapılamazmıydı da böyle oldu, bilemiyorum… Bu sorulara herkes farklı cevap verebilir yani doğru cevabı çok olan bir soru muamelesi yapılabilir.

Mezkûr salnamelerden aktaran Prof. Dr. Necmi Ülker; 1878–79 yıllarına münhasıran; başlıca mahsulün çekirdeksiz ve razakı ve siyah üzüm olup buğday ve diğer hububat ziraatının da azımsanmayacak miktarda yapıldığı, bilahare 1870’lerde anason ve kökboya tarımına da başlanılmış olduğunu belirtmektedir. 1877 yılında 51.200 kg anason ve 225.600 kg kökboya üretilmiş olduğundan bahisle, ada soğanı ve şeker tarımından da herhangi bir üretim miktarı belirtmeden bilgi aktarılmaktadır. Yazıyı daha çok rakamlara boğmamak adına kısa keserek, tüm üretilen tarımsal ürünlerin detaylı incelenmesi sonucu, Çeşme’nin en önemli ürününün üzüm olduğunu anlıyoruz, o kadar ki 1884 yılında 10.000.000 kg kuru üzüm rekoltesine ulaşıldığı tespit edilmektedir.

Çeşme’nin mikroklimatik iklimi; enginarı, Çeşme kavunu, Çeşme anasonu, üzümü, Çeşme limonu, Çeşme mandalinası, Çeşme soğanı, sakızı, zeytin hurması yetiştirilmesi konusunda nicelik olmasa bile nitelik açısından mükemmel bir vasat oluşturur, ancak Çeşme tarımı maalesef yazlıkçı turizmine kurban edilmiştir. Tarımı gözden çıkaranların en önemli iddiası, Çeşme mandalinası için o mükemmel aromasına rağmen çok çekirdekli, Çeşme limonunu o muhteşem lezzetine rağmen kalın kabuklu, bin derde deva diye takdimi yapılan meşhur Çeşme soğanını göz yakıyor diyerek, burun kıvrılması olmuştur maalesef, küçük bir grup Çeşmeli her şeye rağmen bu ürünlere sahip çıkmaktadır. Sakız ve Antep fıstığı tarımına gönül vermiş Çoşkun Vural’dan dinlediğim kadarı ile bilinenin aksine Çeşme sakızının Sakız Adasının sakızından daha değerli olduğunu bu yüzden de daha pahalı olduğunu öğreniyoruz.

Gençliğime denk gelen dönemde; şimdilerde restorasyonu tamamlanarak kültürel faaliyetler için kullanılan “Kilise”nin, Çeşme’nin ilk üretici hali olarak hizmet gördüğünü ve rahmetli Ahmet Sinan, İbrahim Gören (manav) tarafından yürütülmüş olduğunu dün gibi ve üreticiden gelen büyük miktarda meyve ve sebzelerin o günkü ilçenin nüfus ve otel sayılarına göre inanılmaz boyutta olduğunu hala hatırlarım. Bilahare, bugünkü “Kervansaray’ın” karşısına inşaatı yapılmış, üretici hali, öncekine göre bir hayli büyük olmasına rağmen üreticiden gelen ürünlerle dolar taşar hatta önündeki meydanı taa Kervansaray’a kadar doldururdu, mezkur dönemde üretici hali faaliyetleri İbrahim Gören (manav), Sadullah Kanyılmaz tarafından yürütülmüş, şimdiki üretici hali artık yukarıda bahsedildiği nedenlerle iyice azalmış üretime bağlı olarak Çeşme Otogarı arkasında küçücük bir yere, adeta Belediyenin himmetiymişçesine sığınmış durumda olup, Mustafa Ertemiz tarafından yürütülmektedir ve görünen o ki ismi zikredilen arkadaşımızın bu işi bırakması halinde de bu işin defterinin dürüleceği aşikârdır. Hele o Kervansaray önündeki hal dönemini hatırlayanlar bilir, dönem itibariyle Çeşme’de 3 otel, 4 kamp ve 4 manav bulunmakta ve nüfus da ancak 5.000’ler düzeyinde olup, binlerce kavun-karpuz, yüzlerce kasa domates, biber, patlıcan, taze fasulye, acur, bamya, börülce vb. vb. ürünler en geç saat 13:00’e kadar satılırdı… Evet, o günlerden, bu günlere tarımsal üretim nerdeyse 50 kat azalmıştır. Bu gelişmelerin müsebbipleri, bu yazdıklarımı bir nostalji olarak değerlendirecektir eminim ki, ama bilsinler ki bizatihi kendi geleceklerinin teminatı, tarımı eski haline kavuşturmaktan geçmektedir.

Çeşme; gerek ekonomisinin rotasını turizme çevirmesi, gerekse de buna uygun kentleşme süreci, ne yazık ki tarımsal ürünler konusunda yukarıdaki tespitlerimizi yapmamızı gerektirdi. Tarımın bu denli tukaka edilmesi sonucu, Canım Yurdumun; önümüzdeki uzun vadede sıkıntılı süreçlerden geçmesi de kaçınılmazdır. Bu konuda her meyve ve de sebze birer yazı konusu oluşturabilecekken, şimdilik bununla iktifa ediyorum.

Sonsöz; Anason ürününün kalitesine delalet etmesi bakımından da, Çeşme’de üretilen Arak (Rakı) kalitesinin tecrübeyle ispatlandığı iddia edilmekte olup bir sonraki yazımın konusunu oluşturacaktır.

Cuma, Aralık 20, 2013

BİR 12 EYLÜL HİKÂYESİ


Türkiye; 1970’li yılların sonunda sıkıntılı bir süreçten geçmekte benzeri hemen hemen gelişmekte olan her ülkede (yarı sömürge-yeni sömürge) olduğu üzere, canım Yurdumda mevsim sonbahara evrilirken politik ve sosyal yaşam ise kutup kışına hazırlanmaktaydı, Amerikanın içimizdeki çocuklarının elleriyle… Çeşme ise çok etkilenmiş görünmese de ciddi ipuçları vardı yakında kopacak fırtınanın, ama önemli bir kesim bunun farkında değiller idi, ne yazık ki…

Çeşme’nin Belediye yönetiminde Saim Ertürk ile bulunan milliyetçi cenah, aslında gözlerinin önünde ülkenin nereye sürüklendiği görebilecek durumda idiler ama içinde bulundukları rüzgâr nedeniyle ellerinden de başka bir gelmemişti… Ancak, bir tarafı ile komşumuz Yunanistan ile genel politikalar gereği gerilen ilişkileri, Belediye yönetiminin turizme olan inançları nedeniyle yumuşatma adına komşumuzun bize çok yakın adası yönetimi ile ortak bazı faaliyetler planlamakta idiler, diğer tarafı ile… Turizmin gelişmesinin, 2 ülke arasındaki yumuşamanın olmazsa olmazı olduğuna inanan Belediye Başkanı Saim Ertürk, Çeşmespor ve Sakız adası futbol takımları arasında bir maç organize edilmesi için çok uğraşır ve sonunda başarır, tarih konusunda yanılmıyorsam 14 Eylül 1980 de maç Çeşme’de oynanacaktır. Tüm hazırlıklar buna uygun yapılmaktadır.

Tarih itibariyle; Canım yurdum kendi ordusunun yönetiminde bulunan uzaklardakilerin çocukları önderliğinde darbe yapmış, ülke genelinde yapılanların herkes tarafından iyi bilinmesi nedeniyle tekrarlamaya gerek yok, Çeşme cephesinde seçilmiş Belediye Başkanı derhal görevden alınarak gözaltına alınmış, dolayısı ile organize edilmiş olan futbol maçı ikinci bir emre kadar iptal edilmiş, ancak Sakız Adasından da kafile Çeşme’ye gelmiş bulunmaktadır. Futbolcular ve resmi kafile Ertan Otel’e yerleşmiş, ancak seyirci olarak kafilede bulunanlar da mezkûr otel dışında bir yerde kalmak için arayış içindeler, bu amaçla dolaşılırken Yunancayı oldukça iyi konuştuğu bilinen dostum Hüsnü Karaman ile kesişiyor yollar, konuşulacak ortak bir dil de olduğuna göre, muhabbet koyulaşıyor kısa sürede…

Hüsnü Karaman; an itibari ile canım yurdumdaki gelişmeleri anlatırken, o anda karşılığını “darbe” yerine “ihtilal” olarak çevirince ya da söyleyince, hemen atılan ve mesleği arkeolog olan misafir “ne ihtilali vre, tam tamına bir darbedir bu” diyor, diğer konuk ressam “evet bizim güzel yurdumuzda aynı şeyi yaşamıştı bir süre önce” deyip, kapitalizmin krizlerinde yaşanan zorlukların tüm faturalarının az gelişmiş ülkelere nasıl kesildiğinin kısa bir özetini yapmıştır. Canım yurdum; daha evvel yaşananların üstüne adeta vites yükselterek yaşanacak dramların henüz başında iken, hatta daha 12 Mart askeri faşist darbesinin üzerinden 10 yıl geçmişken, 12 Mart açık faşizminin ataleti hala yaşanırken üzerine 12 Eylül askeri faşist darbesinin yapılması neticesinde adeta dizlerinin üzerine çökertilmiştir. ABD’nin içimizdeki çocukları; içinden çıkanlar vasıtasıyla içinden çıkılan halka ağır bir terör saldırı ortamını yaratmış, bu sırada her zaman olmasa da barış oluşturmanın en iyi araçlarından biri spor diye tutturulmasına göz yumar mı, zinhar… Peki, turizm onlar için önemli mi, zinhar… Onlar için varsa yoksa “bu kış komünizm gelecek” fikrinin seslendirilmesine aracılık edenlerin okyanus ötesi ağababalarının emperyal düşünceleri ve beklentilerinin karşılanması…

Darbe konusunda tecrübe sahibi Sakızlı misafirler, ertesi sabah kalkıp kahvaltı sonrası futbol maçına gidecekleri biçimiyle programlanmış seyahatin, 12 Eylül darbesi ile altüst oluşu üzerine, Çeşme, Alaçatı ve Urla’yı hızlı bir şekilde gezelim planı üstüne, sabah erkenden kalkıp kiralanan araba ile yollara düşerler. Bir önceki gece, kendilerine bu seyahatten söz edilmediği için gönüllü rehberlik etmeyi içinden geçirmiş Hüsnü Karaman, erkenden pansiyona gitmeyip misafirlerin daha uzun ve iyi dinlenmelerini temin etmeyi de düşünmüştü. Ancak; artık yeteri kadar dinlenmişler düşüncesi ile misafirlerin kaldığı pansiyona gidince, çok hızlı bir tur için ayrıldıklarını öğrenir ve darbenin ardından neler yaşanabileceğini iyi tahmin ettiğinden de hemen o da arkalarından arkadaşı Yalçın Günen’in otomobili ile yola düşerler ve onlarla Urla’da karşılaşırlar ve herkes iyi ve her şey yolundadır. Artık Çeşme’ye doğru dönüş başlamış ve bir taraftan zamanın ilerlemesi diğer taraftan yoğun bir program izlenmesi nedeniyle, susanmış ve acıkılmıştır da… Bugün de o gün de Uzunkuyu ovasına hakim ve harika bir manzarası olan, insana huzur veren tepekahve’deki kahvehaneden bozma lokantada mola verilir ve yenilecek şeyler sipariş edilir, yemekler yenilir, çaylar içilir ve muhabbette koyulaşır, hesap ödenir ve kalkılır. Yemek ve edilen koyu sohbet üstüne çöken rehavet ile birlikte artık dönme zamanı geldiğinden yola düşülmüş ancak tarafların hepsi “mübadil” olduğundan ortak geçmiş ve yaşananlar üstüne yeni yeni sohbetler açılmaktadır. Doğrusu mübadil olmanın acılarının birkaç kuşak atlaması ile kolay kolay geçmeyeceği aşikâr olup, muhtemelen birkaç kuşak daha canlı kalacaktır ya da unutulamayacaktır yaşananlar, görünen o. Doğaldır ki; yaklaşık 1.500.000 Ortodoks’un Anadolu’dan Yunanistan’a, yaklaşık 750.000 Müslüman’ın Yunanistan’dan Anadolu’ya göçü dönemin ulaştırma olanakları taraf ülkelerin konuyla ilgili güç ve kapasiteleri ile teknolojik seviyeleri göz önüne alındığında bu nüfus değişiminin sıkıntılı, sancılı ve acılı olması kaçınılmaz olup bunlarında sohbet konusu olması daha uzun yıllar sürer gibi duruyor.

Dönüş yolunda, Çeşme’ye yaklaşmış iken dönemin önemine binaen askerler tarafından aralıksız yol kontrolleri yapılmaktadır, tam Germiyen köyü yol sapağına gelinince asker Yunanlı misafirleri ve onlara gönüllü rehberlik yapan Çeşme’lileri durduruyor ve çile başlıyor. Darbecibaşı’na benzemeye çalışan onbinlerce asker bulunuyor olması, bu kontrollerde sürekli sıkıntılı anlar yaşanmasına neden olduğu dönemi yaşayan herkesin malumudur, etraf küçük küçük binlerce Kenan Evren kopyası ile doludur ve onlara göre herkes suçludur. Yunanlı misafirler, Çeşme’de yapılacak dostluk maçı için gelmiş olduklarından genel vize kapsamında gelmemişler ve seyahat hakları da sınırsız değildir, Çeşme dışına çıkmış olmaları ciddi bir fırça yemelerine neden olmuştur. Israrla turist olduklarını, maç için geldiklerini maçın iptal olması nedeniyle Urla’ya atalarının geçmişte yaşadıkları toprakları görmek için geldiklerini anlatıyorlar ama askeri timin başındaki küçük Kenan Evren, kısık gözlerle kızgınlık enerjisini karşısındakilerin gözlerinden taa beyinlerinin derinliklerine kadar işleyen bakışlar atarak bu insanları sindirmeye çalışırken, adamcağızlar da “do you speak english” diye tekrarlayarak iletişim yolu aramaktaydılar ama karşısındakinin böyle bir derdi hatta niyeti yoktu… Ama küçük Kenan kükrüyordu; “Bir çarparım görürsünüz do you speak’i”…

Nihayetinde Çeşme’de karakol’a gidilir, yaşananların yarattığı utancın da sıkıntısını yaşayan Hüsnü Karaman’ın gayet olumlu girişimleri ve anlatımları ile anlayışlı komutanında iyi niyetle yaklaşımı nedeniyle konu tatlıya bağlanır ve maç için gelip maç yerine gezi ile iktifa edenler faşist cuntanın estirdiği rüzgârın etkisinden kurtulur ve ülkelerine dönerler…

Cuma, Aralık 13, 2013

KANDIRALI (AKARCA) DERESİ


Kandıralı deresi; şimdiki İzmir-Çeşme otoyolunun Çeşme çıkışından Marina’ya ulaşan yolun refüjünde yer alan ıslahı tamamlanmış, adı için başvurduğum büyüklerimizin bile adını söylemekte-hatırlamakta ittifak edemedikleri, kimisinin Kandıralı, kimisinin Akarca, kimisinin Kuşyeri ve kimisinin de Karadağ deresi olarak hatırladıkları, son tahlilde iklim değişiklerine dayanan gerekçelerden ötürü artık eskisi kadar su taşıyamayan adeta önceki taşımışlıkların yorgunluğu nedeniyle su taşıma işinden kaytarmıştır. Bilindiği üzere Çeşme Limanından otoyol girişine doğru gidilir iken, kısa Çeşme vadisi birden arkası Ovacık köyüne dek uzanan tepe ile 2 ye bölünmekte ve sol bölümde uzayan bölümüne Akarca, sağ tarafa uzanan bölümü ise Kuşyeri adı verilmekte ve bilahare de meşhur Çeşme kavunlarının da yetiştiği Ovacık ovasına ulaşılmaktadır. Mezkûr derenin en önemli su gelirini oluşturan Akarca mevkii olup buradan gelen dere tarla aralarından gelen ama sadece kış ve bahar ayları su veren dereciklerle beslenerek, kuşyeri tarafından gelen hatta askeri amaçlarla yapıldığı söylenen bir Çeşmesi olan Kandıralı Çeşmesi adıyla maruf çeşmenin de oluşturduğu dere ile birleşir ve artık adı “Kandıralı deresidir” ve oradan daha güçlü bir şekilde, yine şimdiki Otogar’ın oradaki dere, sonrada artık imar uygulamasına kurban edilerek kapatılan bahçelerarasından gelen diğer dereyi de gelirine ekleyerek denize ulaşmaktadır. Artık kolayca anlaşılacağı üzere gerek yağışların azalması, gerekse de Çeşme’nin su ihtiyacını karşılamak adına açılan derin su kuyuları nedeniyle su seviyesi çok derinlere inmiş olmasından ötürü dere artık çok yorgundur ve suyu taşımaktan vazgeçmiştir. Eskiden yaz kış demeden su akışı olan bu dere, denize yaklaştığı yerde yani şimdilerde yerinde yeller esen kemerli taş köprüye gelmeden önceki bölümünde, çalı türünden boyları birkaç mt ye kadar yükselen pembe ve mavi çiçekler açan hayıt ile kayıtkargı da denilen boyları 3-5 mt ye kadar varan kargılar arasında yer alırdı. Yaz ayları, şu anda sepet örmekten gayrı faaliyetlerinin ne olduğunu pek hatırlayamadığım göçerler gelirdi Çeşme’ye ve babama ait Karadağ eteklerinde bulunan bir taşlık tarlada konaklarlardı, derenin bizim tarlamıza bitişik yerlerindeki, gerek hayıt gerekse de kargıları kesen ya da kestiren babam, bu hayıt ve kargıları mezkûr göçerlere verir, bahçede yetiştirdiği sebzeleri müstahsil haline taşımakta kullandığı büyük sepet adı verilen köfün ve sepetlerin imalatını, üretilenin yarısı göçerlere kalmak kaydıyla yaptırırdı. İmalatı tamamlanan köfün ve sepetler, üstüne büyük bir itinayla, yağlı boya ile YC yazılır, tüm yaz boyunca kullanılırdı.

 
Derenin denize karıştığı yerde, derenin taşıdığı organizmalar ve orada oluşan planktonlarla beslenen, bol miktarda kefal balığı bulunurdu, kargı ve misina kullanılarak yapılan ve oltaya yakın yerde oltanın yüzeyde kalmasını sağlayan mantar ile takviyeli “kargılı” dediğimiz oltalarla, balık yakalardık. Derenin denize açıldığı yerde, derenin 2 tarafındaki muhtemelen yıkılan binaların kalıntıları olan taşlar üzerinde durarak, yine aynı düzenekle yakaladığımız “isparozlar” hala aklımdadır. Diğer taraftan, derenin ortasından geçtiği küçük verimli Çeşme ovasındaki tarlalarda bulunan “dolap kuyuları” (hazneleri büyük olan keson kuyular) sulama amaçlı olmasına rağmen, derenin taşıdığı su ile deniz suyunun karıştığı yerde bulunan kefal balığı yavrularının yakalanarak balık yetiştirilmesine yönelik kullanılmakta ve bunlardan en önemlisi hatırlayabildiğim kadarıyla, amcam Murat Çilek’e ait olup, bu yavru balıklar kısa sürede derya kuzusu haline dönüşerek masalar süslemekte idi.

Burada yapılan oyuncak yelkenli tekne yarışlarını da büyük bir özlemle anmak zorundayız derenin önemine tebarüz açısından, yelkenli teneke oyuncak kayıklarımız, teneke kıvrım yerleri, genellikle geçen büyük gemilerden artık olarak atılan, düşen ve deniz kenarlarından zar zor bulunup toplanan ziftler ile izole edilir, teneke dediğiniz de peynir ya da gaz tenekesi olup tekneler bu tenekelerden yapılırdı, hele bu teknelere yelken de yapılmaz mı idi, o güzelliklerin her biri sanki mimari birer değer gibi idiler. Teneke bulmanın hiç te kolay olmadığı bir dönemden bahsettiğim hiç unutulmamalı çünkü 3 bakkalla dönen bir tüketim yelpazesi ve Ilıca’da bir adet akaryakıt istasyonunu söz konusudur. Tenekeler büyük bir özenle kesilip, kıvrılır, zift ısıtıp su izolasyonu yapılır, yelkenler yerleştirilecek hatta önlerine isim yazılacak kadar ciddiye alınan işlerdi bunlar ve mahallenin çocukları arasında en önemli rekabet konusu tenekeden tekne üretmek idi, dönem itibariyle… Bu teknelerin mucitlerinin bir bölümü bilahare o yokluk sürecinde bezden balıkçı tekneleri üretimine terfi etmişlerdi, bilenler bilir…

Eski devirlerde derenin üzerinden karşıya geçip ulaşımı temin etmek üzere inşa edilmiş “kemerli taş köprü”, ne yazık ki otoyolun limana bağlanan bağlantı yolu nedeniyle dönemin Belediye yönetimince yıkılmasına göz yumulması olabilecek kötülüklerin başında gelebilecek durumdadır. Çocukluğumda taşıt trafiğine bile hizmet vermiş bu köprünün yıkılması ya da yıkılmasına göz yumulması, şüphesiz kötü niyetle açıklanacak bir durum olmamakla birlikte, bir gaflet anıdır herhalde. Mezkûr köprü, 1. derece deprem bölgesi olan Çeşme’de bulunmasına ve öğrenebildiğim kadarı ile de karşıya geçişte tek köprü olmasına rağmen, 1980 li yılların sonuna kadar doğaya direnmiş ama ne yazık ki insanın insafsızlığına ve vefasızlığına direnememiştir.  Kaplaması Arnavut taş kaplama olan köprü, Çeşme’nin geçmişi ile oluşturulacak en önemli bağlardan biri olarak, paha biçilmez kültürel kimliğimizin ve medeniyetimizin yansıması olarak değerlendirilmesi gerekirken, ne yazık ki tarihin çöplüğüne gönderilmiştir, hem de tarihimiz, kültürümüz üstüne methiyeler düzenler, Bosna’daki Mostar köprüsüne ağlayan ama bu köprünün yıkılmasına alkış tutanlar tarafından, şüphesiz Mostar köprüsü ile kıyaslanamayacak önem ve büyüklüğe haiz olmakla birlikte, Çeşme’mizde başka bir örneği olmaması hasebiyle önemi yadırganamayacak durumdadır ve bu durum hayrete şayan bir tenakuzdur…

Kemerli taş köprü; varlığını sürdürürken hayatın hızlanan akışına cevap verememesi nedeniyle deniz tarafına, önce ahşap bilahare de çelik ve beton karışımı kompozit bir köprü yapılmış ve bu 2 köprüden de bugün artık eser kalmamıştır, bu köprülerin bir tarafında; halen varlığını sürdüren bir çam ağacı ve yeri değiştirilen ehven eller tarafından yapılmaması nedeniyle de aynısı olmasa bile yine de bir benzeri, yer değiştirilerek yeniden yapılan “çeşme” olup bunun da bir kazanç olduğu kabul edilmelidir.

Çeşme için bir fikrim var kapsamında olur olmaz fikirlerin taklası neticesinde cazibesi ancak kendinden menkul 3-5 proje önerenlerin aklına bu dere ve üzerindeki kemerli taş köprünün ihya edilmesinin gelmemiş olması da bir kayıp hatta ayıptır…

Cuma, Aralık 06, 2013

KAHROLSUN KOMÜNİZM DİYE DİYE KÜÇÜK AMERİKA’YA DÖNÜŞME RÜYASI


Amerika; Marshall yardımı kapsamında özellikle ilkokullarda dağıtılmak üzere, Canım Yurduma “halis muhlis” süttozlarını sevk etmiştir ki necip Türk Milletinin necip evlatları bu dünya nimetinden mahrum kalmasınlar… 1960’lı yıllarda da devam eden; ilkokullarda sabah saatlerindeki genellikle de 2. teneffüslerde, canım Yurduma Amerikan yardımı olarak sevk edilen süttozu, büyük kazanlarda kaynatılan suyun içerisine konulup karıştırılarak süt elde edilirdi, hatta bazen de tüm bu karıştırmalara rağmen dağıtıldığı sırada bardaklarımızın dibine çökerdi, bedava olarak öğrencilere dağıtılmıştır. Ancak şimdi bu konuyu anımsarken bile, yüzümün burulduğunu hissettiğim bu süte benzeyen gıda, çok ağır bir kokuya sahip olması hasebiyle de pek sevilmeden hatta “beslenme saati zorunluluğu” nedeniyle, içmemek adına her öğrencinin çeşitli bahaneler bulmasına rağmen, mecbur olması yüzünden nefret edilerek içilirdi. Bana hiç denk gelmemesine rağmen bazı öğrencilerin tüketim fazlası gibi duran süttozlarını evlerine götürdüklerini hatta bu sütten yoğurt bile yaptıklarını duyardık… Şimdilerde ise; Çok Şükür ki, sütler bozuk mu idi?, bayat mı idi?, çocuklar zehirlendi mi?, yoksa bu çocuklar “besin intoleransı” nedeniyle alerji mi olmuşlardı? diye tefrik etmeksizin durum, o günkü Amerikalıların yerli ortakları eliyle millileştirilmiş ve kefere oyunudur bahanesine de yer kalmamıştır.

Okullarda çocukları süttozları ile beslenen necip Türk milletinin; sabah kahvaltılarında yine ABD ekonomik yardım paketinden çıkan “eritme peynirler” ile karın doyurmaları uzun vadede canım Yurdumun ekonomisine ve bilahare de siyasetine sirayet eden bir düşüncesizlik kaynağı olmuştur. Yuvarlak teneke kutular içerisinde evlerine ulaşan, tadı hiçte alışık olmadığı bir tat olan, bu turuncu renkli peynirler, “bedava sirke baldan tatlıdır” şiarı ile beyinlere nakşedilince de, artık elin “conisi” pek te bir sevimli gelmeye başlamıştı.

Çocuklar okullarda bu tadı rezil süttozunundan üretilen sütü içmemek için çeşitli numaralar çevirirken ebeveynler evlerde şenlik yapıyorlardı, ne de olsa bedava süt, bedava peynir, bedava balıkyağı idi söz konusu olan… Bunların ambalajlarının hepsinin üstünde, birinde Türkiye bayrağı, diğerinde Amerika bayrağı bulunan tokalaşan 2 el bulunurdu, daha ne olacaktı, akşam yenilen hurmaların ertesi gün ilgili organları tırmalaması dışında…

Okul hayatı ve mutfak çalışmaları için bu kadar kolaylık yaratmış olan muktedirler, “bedava sirke baldan tatlıdır” şiarını edinmişlerin sevindirik olmaları üzerine, bunların okullarına da Amerikan dilini öğretmek üzere kendilerine “Barış gönüllüleri” denen bir eğitim ve öğretim ordusu ihdas edilmesi, yağlı yemek üstüne bol şıralı tatlı gibi olacaktı. Ne gam ne tasa, o gün bunların CIA ajanı olduklarını iddia edenlerin mapuslarda çürütülmüş olması küçük bir topluluk dışında kimsenin görmediği bir olay olmuş, belgelerin gizlilik süreleri dolup ta ortalığa saçılması ile de her şey herkes tarafından öğrenilmiştir ama o gün alkış tutanlar dut yemiş bülbül numarasına yatıyorlardı artık…

Sabah kahvaltı da ABD peyniri, okulda ABD süttozundan süt, okullarında “barış gönüllüsü” öğretmenler olurda, okul dışı insanların eğitimsiz bırakılması mümkün olur mu, asla, kütüphane de her akşam kısa metrajlı ABD yapımı ve ABD tarımını ve hayvancılığını dolayısıyla da özendirmek adına Amerikan sosyal hayatını öven filmler gösterilmelidir. Büyük hayranlıklarla izlediğimiz bu filmler sayesinde, çalışkan ABD köylüsünün ne yaman ve işbilen olduğunu görür, hayatında yüzlerce ineği bir arada ve büyük damlarda fenni şartlarda görmemiş, uçsuz bucaksız tarlalarda yetişen muhteşem buğdayların hasatı insanımıza izletilir ve hayranlığımızın kalıcı olması temin edilmeye çalışılırdı ve ne yazık ki bu komedi 1970 li yılların ortasına kadar da sürmüştü. Artık utançlarından mı yoksa ihtiyaç kalmamasından mı bilinmez daha fazla sürdürülmemiştir.

Dönemin yandaş ve candaş gazeteleri de, özgürlüğün ve demokrasinin beşiği ülke betimlemeleri ile Amerikan güzellemelerini durmaksızın beyin yıkama ritüelleri olarak yaparlardı, bugünkülerin öncülleri olarak… Hani konu sanki Menderes ve yönettiği Demokrat Partinin sorunuymuşçasına, 27 Mayısçılar tarafından da tam hız ve gazla sürdürülen bu politikaların, bazı sol adına konuştuğunu söyleyenler tarafından gösterilmemeye çalışılması da tam bir halüsinasyon yaratma çabası gibi duruyor açıkçası… Diğer taraftan, Amerikan yardımları alınırken “Amerika’ya karşı çıkmak komünistliktir” diyen komutan geleneğinden gelen dönemin muktedirleri, Amerika’nın kendilerinden artık hizmet almayacağı beyanına müteakip hiç öyle olmamasına rağmen yandaşları tarafından bize “Amerika’ya karşı geldiler diye başlarına gelmedik kalmadı” diye sunulmaları da, olsa olsa kara mizahtır…

Bilindiği üzere tüm bu trajikomik yaşananlar ve başımıza gelenler, II. Paylaşım (Dünya) Savaşı sonrasında, 1948 te yürürlüğe konan yeşil kuşak projesi kapsamında yaşanır ve başta Türkiye ve Yunanistan’ın bulunduğu 16 ülkenin gizli işgalini hedefleyen ABD’nin dönem itibariyle dışişleri bakanı George Marshall’ın adını taşıyan “Marshall ekonomik kalkınma yardımı” adı altında yürütülen bir operasyonun parçalarıdır. 16 Ülke arasında Marshall yardım planına kendi isteğiyle katılan, hatta bir hayli fazla kapı eşiği aşındırarak dâhil olmanın başarıldığı dersek ayıp ve yanlış yapmayız ve ABD’nin yeni sömürgecilik prensipleriyle teçhiz ettiği işte bu paket canım Yurdumun artık bir daha asla ve kata kurtulamayacağı bir bağımlılığın başlangıç noktasıdır. Başlarda ABD emperyalizminin “baş düşman” ilan ettiği Sovyetler Birliğine karşı mezkûr bölgede askeri bir üs yaratma çalışması gibi görünse de, bilahare ve özellikle de 1950 den sonra iktidar direksiyonuna geçen Celal Bayar ve Adnan Menderes hükümetleri tarafından hazırlanan ortam sayesinde, başta Petrol ve madenler olmak üzere iğneden ipliğe bir ekonomik ketenpereye ve zapturapta dönüşmüştür. Ancak muktedirlere dönemin aklıselim insanları ve devrimcileri tarafından, sonucun hüsran olacağına yönelik dikkat çekici karşı duruşlar, aydınlatma çalışmaları, bugün de izleri şekil değiştirerek sürdürülen “komünist uydurmaları” kara propagandası üzerinden büyük tenkil ve tedip hareketleri ile bastırılmaya çalışılmıştır. Ancak artık iş işten geçmiş, halkın üretim ve tüketim alışkanlıkları değişmiş ve yaratılan işbirlikçi siyaset erbabı vasıtasıyla da canım yurdum dizlerinin üstüne çökertilmiştir.

Diğer taraftan; mezkûr dönemde dağıtılan bu sütlerin, peynirlerin tüketilmesi halinde da insanların şakayla karışık boylarının kısa kalacağı iddia edilmiş idi, ancak boylarda bir kısalma gözlenmemiştir ama beyin diye taşıdığımız organa çok ciddi şekilde dikkat kesilmeliyiz. Çocukluğumda hemen hemen ilk baskılarından okuduğum, Fakir Baykurt’un “Amerikan sargısı” diye bir kitabı vardır; mezkûr Amerikan yardımlarının kendini, süttozu, peynir, balıkyağlarıyla gösterdiği yıllarda, canım Yurdumun, damızlık hayvanları ve tohumları ile karakterinin tamamen değiştirilme çabasındaki tarımının ve yukarıda kısaca değindiğim yardımlar ile de siyasi ve kültürel yapısının Amerikalılaştırılmaya çalışılmasını hicveder burada yazar… Ve bu ahlaksız teklif ve yaklaşımlara direnilemeyen canım yurdumda, siyasi ve ekonomik yatırımların uzun yıllar sonra sonuçları şimdi gözümüzün önündedir, Amerikanperverlere hayırlı uğurlu olsun…

Son söz; kahrolsun komünizm diye diye ABD ye öykün, küçük Amerika olacağız de, sonra da git Türkmenistan’a benze, tam bizim meşrebe uygun bir durum.

Pazar, Aralık 01, 2013

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK - 3


16 Ağustos 2011 tarihli gazetelerde yer alan flaş bir haberle konu kamuoyuna malolmuştu; Türkmenistan da Fettullah Gülen Cemaati’nin bu ülkedeki okullarını kapattı.” Sonra konu diğer ülkeleri de kapsayan bir kapatmalar serüvenine dönüşmüş idi…

Haberlerin detaylarına bakınca, “Türkmenistan Devleti, Cemaatin Türkmenistan’da yarattığı dini ortam ve türbülans ile cemaat mensuplarının ABD adına gizli emeller besleme iddiaları ve bunların daha da artacağına yönelik duyduğu kaygılar yüzünden 1990 yılından beri bu ülkede faaliyet yürüten cemaate ait tüm Türk Okulları diye bilinen okulların faaliyetlerini sonlandırma kararı” aldığını görmekteyiz. Haber Ajans’larının haberlerine göre, söz konusu Türk okullarının öğretim ve eğitim faaliyetleri yanında ülkede mezkûr okullardan mezun olan ve yetişmiş öğrencileri kilit mevkilerdeki görevlere atamak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadığı hatta bu uğurda büyük rüşvetlerin bile verildiği anlaşılmaktadır. Hülasa Türkmenistan Devletinin açıklamasının Türkçe ve direk meali; bu okullarda ABD için casus olarak çalışacak elemanlar yetiştirildiği ve bu elemanlar vasıtasıyla devletin idari yapısına sızılarak müesses nizamın bu yönde tesisi ve yerleştirilen bu kabil kişiler vasıtası ile de seviyesi yükseltilmeye çalışılan kapitalizmin üzerinden emperyal amaçlara uygun ortam oluşturulmasına karşı çıkıyoruz, diye anlaşılabilir…

O günleri dün gibi hatırlıyoruz; okulların kapatılmasına şiddetle karşı çıkanların, başta da Gülenperverlerin iddiası; “Casus yetiştirme ile ne ilgisi var, ABD Emperyalizmine hizmet te nereden çıkarılıyor, külliyen palavra ve kara propagandadır” değerlendirilmesi ile “aslında tam tersine bunlar Rus emperyalizmine hizmet edenlerin faaliyetidir, ABD ile Türkiye’nin 80 yıldır birlikte hareket etmelerinden ötürü böyle değerlendirme yapılamayacağı ama bu kabil değerlendirmeler Türkiye düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek isteyenlerin faaliyetidir” biçimiyle şekillenirken, alınan karara “Asya enerji kaynaklarının ve yollarının tam kontrol altına alınması girişimi olan ABD emperyalizmine bir karşı duruş, kış uykusundan uyanarak doğru işi Türkmenistan yaparken, Türkiye bu cemaate teslim oluyor, zaten bunlar ABD’ye casus temin ediyorlar” yorumuyla, AKP ve Gülen Cemaatı muhalifleri destek veriyorlardı…

Bilindiği üzere; Fettullah Gülen tarafından gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde, 120 ye yakın ülkede 500 lise ve benzeri okul, 6 üniversite, yüzlerce dil eğitim ve öğretim merkezi açılmış ve yaklaşık 100.000 civarında öğrenci tedris edilmiştir. Yapıldığı; kulaklara fısıldanan bir çalışma neticesinde, mezkûr okullarda ABD vatandaşı olan birkaç bin eğitmen ve öğretmen bulunduğu söylenmekte, ayrıca diğer taraftan özellikle Orta Asya cumhuriyetlerinde Hükümetlere yönelik anormal girişimlere bu kadrolardan devşirilenlerin, her ne kadar sürekli tekzip edilse bile, hep karışmış olmasından hep dem vurulur…

Yaklaşık 3 yıl öne Türkmenistan tarafından gerçekleştirilen operasyonun bir benzeri “Türkmenistan’a benzemek” adına şimdi canım yurdumda sahne almaktadır, üstelik ufak tefek tenakuzların dışında son derece uyumlu götürülen AKP- Gülen Cemaati koalisyonunda taşları yerinden oynatırcasına ses çıkartacak bir şekilde…

Bilindiği üzere; AKP Hükümet’i tarafından alınan bir kararla “Dershanelerin” kapatılmasının gündemde olduğu kamuoyuna açıklanmıştır, gerçi ve her ne kadar çalışmanın belli bir grubu hedef almadığı, kapatılma çalışmalarının 10 yıldan beri gündemde olduğu açıklamaları yapılsa bile, hedefe yerleştirilen kurum ve kişilerin “kardeş” olduğu defaatle açıklansa dahi konunun can yakıcı boyutta olduğu ve aslında dershaneler üstünden yürütülen kavganın nelere türban olduğu da pek anlaşılamamaktadır gibi. Konu ile ilgili derin analizler yapmak değil meramımız, sadece yüzümüzün batı yerine doğuya çevrilerek nelerin, nerelerden örnek alındığının altını çizmek olacaktır…

Hani birde bunu diğer alanlarda yaptıklarının devamı olan dönüşüm olarak açıklamıyorlar mı, ahaa orada Allah canımızı alsın daha iyi. Adama sorarlar; siz YGS ve KPSS sınavlarının sorularını bugün karşı durduğunuzu beyan ettiğiniz cemaatin dershaneleri üzerinden dağıtılması iddialarını “soruşturma açtık, soruşturuyoruz, suçluları cezalandıracağız” teraneleri ile aklayacaksınız, sonra da her şeyi dönüştürerek düzelteceğiz iddiasını ortaya atacaksınız, kayıkçı kavganızı bize allayıp pullayacaksınız, hadi ordan… Öğretim hayatını içinden çıkılmaz problemlere gark ederek 4+4+4 uydurmacısını ve abukluğunu yaratıp başımıza musallat edenlerin dershanelerin kapatılarak eğitimi ve öğretimi düzelteceğiz demesine inanmıyorum, inanalar olursa da, onlara da Allah Selamet versin… Bende lise hayatımı, bu dershanelerin yaygın sahipliğini yürüten ekibin öncülleri tarafından (kestehane pazarı öğrenci yetiştirme derneği destekli)  kurulan bir okulda hem de yatılı olarak geçirmeme rağmen, uzun yıllar önceki versiyonu olması hasebiyle bugünkü kadar rol almamış olmalarından da olabilir, sinsiliğin ve ince detay çalışmaların etkisinde kalmadan ama onların ne olduğunu iyi bilerek geçirmiş idik yıllarımızı. Şimdi bakıyorum ve anlıyorum ki, dershaneleri kaldırma niyetini beyan etmişlerin de, dershanelere sahip çıktığını haykıranlarında özellikle ve tahammüden yanlış yaptıklarını düşünmekteyim…

Peki; gerçekten dershaneler üstünden yürütülen bir savaş mıdır söz konusu olan, yoksa çok önceleri seslendirilen ve “süpürmeyin” çıkışıyla ertelenen ABD’nin Gülen cemaati üstünden AKP ile oluşturduğu koalisyonu şimdi sona mı eriyor? Gerçekte canım Yurdumun siyasetine; Sarıgül’ün liderliğini yaptığı TDH (Türkiye değişim hareketi) ile CHP koalisyonu üstünden yeni şekil verme çalışmaları mı var kavganın arkasında? Yani bu güne kadar yani yaklaşık 50 yıldır devletin verdiği eğitimin dershaneler açarak baltalanması konusundan hiçbir rahatsızlık duymadan dershaneleri kuran zihniyetin birden öğretimin irtifa kaybetmesinin nedeni tayini herhalde kayıkçı kavgası olsa gerek… Acaba bugünlerde ABD ye gitmekte olan bir muhalefet partisi lideri üstünden canım Yurduma yeni bir çeki düzen verme çalışmalarının yapılmasını engellemeye yönelik bir baskı aracımıdır, bu dershane kapatma işi… Utanmadan; adının önünde “milli” sözcüğü bulunan 2 bakanlıktan birinin son 50 yıldır içini boşaltan bir ırkın afadı olacaksın, bidayette devletin dayattığına karşı çıktığın beyanıyla okullar gebersin dershaneler ve özel okullar gönensin, kapitalizmin ve emperyalizmin sömürü çarklarına karşı duymayacak bir nesil için çalışacaksın, sonra gak guk…

Daha 3 yıl bile dolmamış olmasına rağmen; dün Türkmenistan’da Fettullah Gülen cemaatine bağlı okulları kapatırken burada alkış tutanlar şimdi bakıyorum AKP Hükümetince aynı cemaate bağlı dershanelerin kapatılmasına ateş püskürüyorlar, anlamak mümkün değil vallahi… Ama sonuç itibariyle, onların 3 yıl önce yaptığını buradaki takipçileri nihayet ve eksik biçimiyle yerine getirmektedir…

Son söz acaba; dünyayı değerlendirmede de olduğu üzere dershane kapatma konusunda da “dost-düşman” tefrikinde yanlış kılavuzlar mı takip edilmektedir, konu üstüne ister konunun uzmanı ister hiç bilmeyeni olsun mutlaka ve mutlaka tefekkür etmelidir?

Cumartesi, Kasım 23, 2013

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK–2


Sınırlar arasında program kuşağı kapsamında “Türkmenistan’ın altın asrı” adı ile bir program yaparak yağdanlık oluşturan bir ünlü gazetecimiz var, Banu Avar; bir sürü ihtiyaç malzeme ve servisi sayıyor ve bunların hepsinin bedava olduğu bir ülke var mı diye soruyor ve hemen cevaplıyor “evet var”, işte sizi böyle bir ülkeye götürüyorum diye söze başladığı programın bir yerinde, 1993 te ekmek bulamayan Türkmenistan 2008 de buğday ihraç ediyor demesin mi, bu arkadaşımıza göre sanki Türkmenler önceleri buğday üretmiyorlar ve ekmek yemiyorlardı, bu ne saflık allahaşkına, koskoca Karakum Çölüne göl yapılıyor diyor, tabii Stalin döneminde gerçekleştirilen, bu göllere su taşıyan, Özbekistan sınırındaki Amuderya nehrinden alınan bir kol ile oluşturulan yaklaşık 700 km lik yapay nehri ya da kanalı es geçiyor, tabii ki bilerek, maksat yağ olsun, Rusya bunların doğalgazını eskiden gasp ediyordu deniliyor ya da ona getirilmeye çalışılıyor ama şimdi bağımsızlar yine oraya satıyorlar acep neden diye soran yok, 600 sene devletimiz olmadı biz uyuduk, uyutulduk, sömürüldük diyor bir yetkili ve Banucum atlıyor üstüne hemen,  Sovyetler olmasaymış Afganistan’dan farklı olacakmış sanki de, ama ne gam yağa devam, ne diyor diktatörü takdiminde; şair, yazar, edebiyatçı, mühendis Türkmenbaşı, Sovyetlerin dağıldığında en yoksullarından ve yokluklar ülkesiydi diyerek diktatörün bu gelişmeler sayesinde siyasi totaliretisini olumluyor, hele Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarına benzetmiyor mu, bunları bu haliyle yayınlayarak TRT de niye iyi bir kadroda programcı olduğunun adeta izahatını veriyor, bir yerde bazı insanlarla röportaj yapıyor özellikle emeklileri kastederek “onlar emekli maaşları ile rahat geçiniyorlar” demedi mi geberdim kahrımdan, batılıların politik haklar ve özgürlükler konusunda “kötülerin en kötüsü” diye nitelendirilen bir ülke olmuş olması Banu kardeşimizi hiç rahatsız etmiyor tabii ki.. Çileli bir yaşamdan derlenmiş diye nitelendirdiği “Ruhname” adlı, Türkmenbaşı’nın yazdığı kitap için güzellemeler yazan Banu Avar, Türkmenistan’ı öyle bir anlatıyor ki, bilmeyenler için sanki bir cennet, bir özgürlükler ülkesi…

Oysa dün büyük hayranlık beslediğini bildiğimiz Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer “Türkmenistan’a gitmem çünkü orası bir diktatörlüktür” dediğinde bu sözü de önemsediğini tebarüz ettiriyordu bulunduğu kanallardan…

Banu Avar en azından bu yaptığı program ile yanlış işaret fişeği olma görevini yerine getirmiş gibi görünüyor… Haydi, şimdi bizde oraları iyi bilenlerden biri olarak bakalım, nasıl bir ülkenin bize sunulduğunu ya da sunulanın doğru olup olmadığını anlamaya çalışalım…

Gurbanguly Berdymuhammedov; internete de düşmüş bir toplantıda, Türkiye’den gelen inşaat firmaları üstünden canım yurduma ciddi ciddi salvolar sallamakta iken, birden arkasındaki bakanlara dönerek, “burada aranızdan birileri sigara içmiş, kim olduğunu bulacağım, duydunuz mu beni” deyip elindeki sopayı büyük bir hınçla sallıyor ama tüm en önemli zevat yani koca koca bakanlar, deyim yerindeyse süt dökmüş kedi gibiler… İşte mezkûr gazetecinin bize allayıp pulladığı ülkenin Başkanının tavrı ve bakanlarının süt dökmüş hali, tam bir tek adam tiplemesi… Türkmenistan; çok abuk yasakların uygulandığı ülkedir tüm benzer ülkeler gibi, mesela 35 yaşın altındaki kadınların yalnız yurt dışına çıkmaları yasaktır, bu yasak ancak büyük rüşvetlerle aşılmaktadır ama sorsanız zinhar böyle bir yasak söz konusu değildir. Bakın yazılı olmayan bizzat yaşadığım bir ince yasak olayını ve tepkilerini anlatayım size, ülkeye girmeden önce pasaportumu yeni değiştirmiş ve pasaporta yapıştırılan fotoğrafta top sakalım bulunmaktaydı ancak ülkeye gidince top sakalın yasak olduğunu öğrenmiş ve hemen kesmiş idim, birkaç gün sonra ofise 2 polis geldi ve çalışma ve oturma izinlerim ile ilgili bir çalışma yapacaklardı, pasaporta bakınca sakalımı neden kestiğimi sordular bende yasak olduğunu duyduğumdan ötürü kestiğimi söyleyince, nasıl sinirlendiklerini ve böyle bir yasağın zinhar olmadığını, buranın özgür bir ülke olduğunu bir hayli sinirli ve yüksek sesle söylemiş ve gitmişlerdi.

Yöneticilerin kolayca zenginleştiği gerçekte halkın fakir olduğu Türkmenistan, genç insanların büyük ölçüde ayrılmak istedikleri bir ülkedir ne yazık ki, Rusları pek sevmezler ya da öyle gösterirler ama başları sıkışınca da başvurdukları yegâne ülkedir Rusya… Rivayet odur ki; 2 asker silahları ile birlikte askerden firar ederler, uzun takipler sonunda başkent Aşkabat yakınlarında inşaatı devam eden bir bina içinde bulundukları ihbarı üstüne, bina sarılır ama yaklaşık 1 haftalık çatışma ve bekleme sonunda hala askerler yakalanamaz, bakıyorlar ki olmuyor, Rusya’dan özel bir uçakla özel bir ekip getirtilir, 15 dakika sonra sorun çözülür… Ama bu konu kime sorulursa sorulsun, sus pus…

İşletmelerin genel olarak “kerhane”, silahın genel olarak “.arak” diye adlandırıldığı ülkede (Türkmenistanın kerhanesi ya da Türkmenistan. araklı kuvvetleri gibi),  erkekler 62 kadınlar 56 yaşında emekli olabiliyor, görüldüğü üzere öykünülen kapitalist batı gibi, ortalama ömürler de dikkate alındığında mezarda emeklilik bu ülkede de mukadderat, dolayısıyla mezkur sistem insanları iyi bir işleri olduğu dönemde, emekliliklerini de düşünerek daha iyi birer iş bitirici yapmaktadır. İş bitirici olamayan ama son derece vefakâr ve cefakâr bu güzel Türkmen kardeşlerimizin de sabırlarına olan hayranlığımızı tıpkı bizimkilere olduğu gibi bir kez daha belirtmemde fayda vardır.

Şimdi Banu kardeşimizin “onlar emekli maaşları ile rahat geçiniyorlar” takdiminin doğru olmadığını bilmediğini düşünüyor olmanın bir zul olmasından ötürü itirazımı baştan belirtmeliyim. Çalışanlardan çalıştıkları dönemde, özellikle de yabancı firmaların kadrolarında çalışanlardan %20 lere varan ciddi ciddi emeklilik kesintisi yapılmasına rağmen, emeklilik döneminde alabilecekleri emeklilik maaşı ne yazık ki 70 ABD Dolarını aşamamaktadır, kısacası anlayacağınız altı var üstü yok, öyle kimse işkembe-i kübradan sallamasın… Ve bu ülkede ne yazık ki tablo bu iken başkent Aşkabat’ı “ak şehir” yapacağım diye yola çıkıp, gerekli olup olmadığına bakmaksızın baştanbaşa beyaz mermer kaplı bir şehir yaratıp, gerisinin önemli olmayacağı yorumuyla, ülkenin tüm geliri nerdeyse buralarda harcanmaktadır, ama Banu kardeşimizin kullandığı gözlük ancak bu kadar gösteriyor. Gerçi bu yazının konusunu Banu hanımın program eleştirisi oluşturmayacak, bu ülkenin canım yurdum ile benzeşen yönlerinin tespiti ana fikirdir. Bir önceki yazımda da bahsettiğim üzere, kızlı-erkekli yaşam üstüne iz takip ettiğimiz sarih olup, emeklilik içinde rakamsal farklılıklar olmakla birlikte satınalma güç ve pariteleri açısından durumun çok farklı olmadığı da ortadadır. Tüm dünyada olduğu üzere bu ve benzer gerçeklere rağmen diktatörlerin çılgın proje paranoyalarının kurbanı olmaktadır bu güzelim ülkeler, ama ne gam, ne keder… Zaten şeffaflığın, denetimsizliğin artmasına ters orantılı bir sonuç doğmaktadır, refah ve sosyal-kültürel gelişmeler açısından, yaşamın dinamiği görmek isteyenlere bunu çok açık bir biçimde sunmaktadır. Sonuçta ileri demokrasi ile yönetilen bir ülke der isek herkes meramımızı anlayacaktır, benzerlikler açısından. Bu tür benzerlikleri küçüklü büyüklü anlatmaya devam edeceğim, durmak yok…

 

Cumartesi, Kasım 16, 2013

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK–1


Geçenlerde gazetelerden birinde okuduğum bir haber vardı ve anlayabildiğim kadarı ile de “Türkmenistan’da kadınlar artık restoranlarda kadın kadına içki içemeyecek” şeklinde idi, sıradan küçük bir haber gibi durmaktaydı. Mezkûr ülkede bir dönem çalışmış biri olarak kesinlikle yadırgamadım, çalışma ve sonraki seyahatlerim süresince sürekli yeni bir şeyler uydurulup toplumun zapt-ı raptının dozajının arttırıldığına tanık oldum. Gerçi, Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) 2003 verilerine göre 1 yıl içerisinde kişi başına tüketilen alkol miktarı İsviçre’de 11 lt, İngiltere’de 12 lt iken Türkmenistan’da 1,2 ve Türkiye’de 1,4 lt gibi ciddi kaygılar uyandırmayacak boyuttadır, ama dert o değil ki, amaç toplumun zapt-ı raptı adına her başlık sonuna kadar kullanılacak ve zorlanacaktır, durmak yok yola devam…

Şimdi birileri çıkar da, ne var bunda son derece masumane bir durum, biz beğenmiyor olsak ta bir ülkede hayat üzerine bir tasarruf oluşturulmuş ve uygulamaya konulmuş, diyebilir… Bilemiyorum, belki öyle belki değil, ama ben canım yurdum ile bazı benzerlikleri, bazı kesişmeleri görünce bir not düşülsün istedim… Acaba Türkiye de Türkmenistanlaşıyor mu? Herkes muasır medeniyet batıdadır diye düşünürken…

Türkmenistan’da da tıpkı bizdeki gibi hayatın doğal akışına uygun olmayan, hayatla uyuşmayan ve sosyal yaşamı gerileten kararların her gün uygulamaya konuluyor olması hiçbir zaman için sürpriz olmaz ve kimse de tepki göstermez, neden böyle oluyor gibisinden… Her türlü yasağın en abuk haliyle bile karşılaşsanız itiraz etmeyeceksiniz ya da şaşırmayacaksınız, örneğin bu ülkede açık alanda sigara içilmesi yasak ama kapalı alanda içilmesi serbesttir. (Çilim çekmek gadagan). “Yaşulu” diye adlandırılan Devlet Başkanının geçtiği yollarda evlerin kaçıncı kat olursa olsun yola bakan pencerelerin geçiş saati öncesi açılması yasaktır vs. vs.

Türkmenistan’ın doğalgazdan sonra en önemli ekonomik faaliyeti inşaat işleridir, çok şükür orada da 2 dönemdir bulunan yürütmenin başı olan muhterem zatlar, her 2 si de inşaat işlerinden çok iyi anlarlar ve bu faaliyetleri tek başlarına üstlenir ve yürütürler, bakanlar ve kurumların başlarında bulunan zevat yürütme açısından bir önem arz etmez, bakanlar kurulu toplantılarında ilgili zatların çocuk gibi azarlanmalarına rağmen, istifa ya da işten ayrılma ya da küsüp ben oynamıyorum deme şansları yoktur, hemen hemen hepsinin sonu işten alınmak/atılmak ve sonunda da kamuda çalışan herkesin yolu medrese-i yusufiye, onların deyişiyle “türme”… Orada da önemli zevat başkalarına yedirilmez ancak kendisi kolayca yer… Bugün Bakan olan yarın bakanlıkta işçi olarak karşınıza çıkabilir rahatlıkla, bu durumu da kimse yadırgamaz. Yaşuli ya da yaşulu diye anılan Devlet Başkanı (President) toplamış tüm Bakanları güncel konular tartışılıyor, koca koca adamlar, hani sürekli karşınıza Bakan diye çıkan zevat var ya, her birinin elinde ajanda toplantı süresince “aman bir kelime atlamayayım” korkusu ya da edası içinde pasa kalem ayakta olmak üzere tıpkı ilkokul çocukları gibi not alırlar, sorulabileceği ve tekrarlanamayacağı korkusu ile kelimesi kelimesine alınır bu notlar… Karayollarının nereden geçmesi gerekiyor, köprü ya da viadük mü yapılacak bir nehre, konut ya da işletme binalarımı yapılacak, fabrikalar mı yapılacak, enerji santralleri mi yapılacak, hastane mi yapılacak, hastaneye hangi tedavi amaçlı makineler alınacak, hangi TV kanalları seyredilecek, nereye akaryakıt istasyonu yapılacak, binaların kaplamaları kaç cm kalınlığında ve nereden getirilecek mermerle ile kaplanacak, nereye havuz yapılacak, nereye fıskiye yapılacak, parklar nerede ve nasıl olacak, havaalanı inşaatı nerede ve nasıl olacak, nereye hangi tür ağaç dikilecek, Türkmen ne yemeli ne içmeli, Türkmen kaç çocuk yapmalı, Türkmen nasıl yaşamalı vb. hepsinin kararı yürütmenin başı “Yaşulu” (President) tarafından kararlaştırılır, sakın yanlış anlaşılmaya, ben bunları eleştiri olsun diye değil, çünkü bu eleştiriye değer bir konu olamaz maazallah eleştiriye ayıp olur, sadece bir durum tespiti adına yazıyorum. Diyelim bir idare ile sözleşme imzaladınız, bu sözleşmenin geçerli olması için “yaşulu” (President) onayı gerekmektedir, aksi takdirde geçerli değildir, peki “Yaşulu” (president) onayı aldınız işe başladınız, sonra birden mermer beğenilmedi, oraya konulan buzdolabı beğenilmedi, binanın önüne konulan bayrak sayısı sözleşmede olmasına rağmen yürütmenin başı tarafından eksik bulundu, bina tüm projeleri onaylı olmasına rağmen beğenilmedi, yandı gülüm keten helva, haydi her şey baştan bedeli mi o nu da siz düşünün… Eeeeeeee tabii ki “Hörmetli President”imiz her konuda bir bilge düzeyinde karar verebilen bilgi donanımına haiz ya, sözleşmeye ne gerek her adımda kendisi görür, değiştir der, kendisi fikir değiştirir haber gönderir vs vs, fetva hazır “gatı gowvu bolmalı”… Bu konularla ilgili olmak üzere birkaç kez daha yazma planım olduğundan şimdilik bunlarla iktifa ediyor, bizde de çok güncel ve sıcak olan bir konu üstünden benzemeye çalışma çabalarımızı sizlerle paylaşmak istiyorum… Benzeme olup olmadığı tespiti ise keyiflerinize kalmıştır şüphesiz, evet çok benziyor ya da hadi ya hiç benzemiyor diyebilirsiniz, darılmam ve üzülmem…

Doğru olup olmadığı kolay teyit edilemeyecek olsa da uluslararası kuruluşlarca yapılan çalışmalar neticesinde, işsizliğinin %60 lar civarında olduğu, “istihdam” sıralamasında ise dünya çapında sondan 2. olduğu anlaşılmakta olup, çalışanların yarısının polis ve asker diğer yarısının da onlara bilgi aktardığı, ciddi yanıltıcı sonuçlar yayınlanmasına rağmen toplam gelirin % 8i tarımsal üretiminden (pamuk-buğday) geri kalanının sadece doğalgaz ve petrol ürünlerinden oluştuğu tevatür edilen mezkûr ülke, özellikle Türkmenbaşı (Saparmurat Niyazov) döneminden sonra, hayatın bu kabil ciddi ve önemli sayılabilecek sıkıntıları dururken, dikkatler yabancıların Türkmenistan kızları ile birliktelikleri konusuna yoğunlaşmış ve adeta sadece ve sadece bu önemliymiş gibi, yürütme taa yukarıdan aşağıya bu işlerle iştigal eder duruma getirilmiştir. Varsa yoksa evlerde kızlı erkekli yaşam var mı yok mu takibi, soruşturulması ve kovuşturulması… Hem de başşehrinin adı Aşkabat olacak hem de bu konuda büyük bir yüksünlük içinde çırpınacaksınız, adama derler, dalga mı geçiyorsunuz diye. Bilindiği üzere Aşkabat; aşk ve abat sözcüklerinden oluşur ki abat şehir anlamında kullanılır yani sonuçta aşk şehridir… Türkmenbaşı (Saparmurat Niyazov) döneminde kendisine sürekli anlatılan ve Türkmenistan kızlarının yabancı erkeklerle olan birlikteliklerinden ya da beraberliklerinden yakınılan konu ile ilgili fetva vermesi istenince, “dişi köpek kuyruk sallamazsa erkek köpek peşine takılmaz” diyerek konuyu büyük ölçüde hafifletmiş ancak ölümü ile birlikte yerine gelen Gurbanguly BerdyMuhammedov, abuk subuk davranışların gösterilmesine ön ayak olan fetvasını vermiştir, artık herkesin görevi ya bu durumu ihbar etmek, ya yakalamak olmuştur. Konu ekmek parası kazanmaya gelmiş, turist olarak bu ülkeye gitmek neredeyse olanaksızdır kaldı ki turistin ne işi olur burada o da ayrı konu ya, ancak buradaki güzel kızların duygulu ve samimi duruşları karşısında da gerek evlenmek üzere gerekse de birlikte yaşamak üzere karar veren ve görece iyi geliri olan yabancılar olunca, konu ile ilgili kanun uygulayıcılarına da gün doğmuştur artık… Sonuçlar ise, ya büyük ölçüde rüşvetlerle konunun üstü örtülmekte ya da uygulayıcıların kabul edebileceği kadar rüşvet verilmesine rıza gösterilmediği anlarda da, 15 günlük hapis, para cezası ve sınır dışı edilme şeklinde tezahür etmektedir. Yabancıların da ağırlıkla Türkiye’den gidenler olduğu göz önüne alındığında, doğal olarak artık polisin ve ispiyonların gözü bizim topraklardan gidenlere çevrilmektedir.

Türkiye’den gidenlere o kadar kötü muamele ederler ki, bu kötü muameleyi tüm Türkiye polisi başta olmak üzere tüm devlet büyüklerimiz bilir ama kör-sağır numarasına yatarlar, bu konuda konuştuğum, konuyu bilen ve özelliklede mütekabiliyet konusu üstüne tefekkür eden her polis ne yapılması konusunda fikir beyan eder ama siyasi otorite suspustur, sınırdışı etme (deport) işlemi o kadar yaygın ve yoğundur ki, nerdeyse 1.000 yıl önce bu topraklardan ayrılan ataları gibi gruplar halinde göç etmektedirler.

“Dünyanın her yanına kargo taşıyoruz” diye övünen DHL’in bile çalışma izninin iptal edildiği bu ülkeye, öykünerek ne kadar benzedik ya da benzeme niyet ve kararımız var, etrafınıza şöyle bir göz atarak karar verin bakalım.

Pazar, Kasım 10, 2013

GALATASARAY DEĞERLERİ


TV kanallarında kimsenin sayısını bilmediği spor programlarının değerleri sadece kendilerinden menkul yorumcularının neredeyse tamamı, başta da Şansal Büyüka, Ahmet Çakar, Sinan Engin, Rıdvan Dilmen gibi en abukları olmak üzere, Galatasaray’ın teknik direktörünün işine son verilmesi üzerine açtılar ağızlarını yumdular gözlerini, hepsi farklı taraflarından bakarak yorum yaptı iseler de hepsinin birleştiği nokta; “efendim bu hareket Galatasaray değerlerine uygun düşmedi”. Yani bunları tanımayan birileri izliyor olsa, kesin her biri için “derin Galatasaray uzmanı” derler hatta derin feylesof, derin ulema, derin hoca bile diyebilirler, oysa biraz izleseler kararları hemen “bildikleri yanıldıklarına yetmiyor”a evrilecektir, çünkü bilgilerinin sığlıkları, çapsızlıkları karşıdan hemen sırıtmaya başlıyor bu zevatın ama ne gam…

Fatih Terim nasıl olurmuş ta “eleman” olurmuş, tabii ki bu çocuklar ilkokulu bile torpille bitirmişler, ortaokulu ise nasıl bitirdikleri hala belirlenemeyen, sonra artık önemi kalmaması itibariyle de gerisi gelmiş olduğundan, bu sözcüğün bile anlamını bilebilecek bilgilere haiz olamadıklarından, bildiklerini zannettikleri ile ancak evlerinin ve ceplerinin yolunu bulmaya yarayabilecek kişiler ta başından itibaren, her neden olduğu pek bilinmiyor gibi zannedilse de dedikodusu kulaktan kulağa yayıldığından akla uygun bir durumu olan izaha dayalı bilinen konuda kayıtsız şartsız diretiyorlar… Yahu bu adamlar anlaşılmaz (ama tahmin edilebilen) bir biçimde Terim’ci olmuşlar, ısrarla ve koro halinde “madem Fatih Terim’i getiriyorsunuz, kulübün anahtarlarını ona vereceksiniz” teranesini tekrarlar dururlar, bunlara göre “eleman” kelimesi o kadar kötüdür ki, duyduklarında zührevi hastalıktan söz ediliyormuşçasına bir hal almaktadır yüzleri, ısrarla sarfedilen cümleye göre ortaya çıkan anlama bakıp konuşmak gerekiri bile göz ardı ederek, bu sözcükten anladıkları anlayabilmeleri ile sınırlı olunca yapılacak bir şey kalmıyor…

Mersinidmanyurdu maçından sonra, soru soran birinin basın mensubu olmadığı gerekçesiyle de tüm gazetecilere de fırça atarak basın toplantısından ayrılırken “bunu da çek” diyerek sadece evde göstermesi ya da görmesi gereken yerlerini göstermiştir ama kendisini imparator yapanlardan “gık” çıkmamıştır, eee tabii ki, bunlar gücü yaratıp güce tapan cinsinden olan Şansal Büyüka, Sinan Engin ve Rıdvan Dilmen gibiler ise söyleyemezler ve ilaveten mezkûr gazeteci de başta olmak üzere bu terbiyesizce tavra diğerlerinden ses çıkmaması da bir basın ayıbı olarak yazılacaktır tarihe… Tabii ki yazının başında belirtilen zevat başta olmak üzere tüm benzerleri için, “bunu da çek” Galatasaray değeri oluyor ve herkes yine hep beraber susuyor… Yuh olsun size be yuhhhhhhh… Hala yaşanan bu kötü olayın üstünden bu kadar zaman geçmesine karşın, bakıyorum da bazı Terimci kalemşörler ve kelamşörler, ki bunlar ciddi biçimde suyun başını tutmuş durumdalar, lafı eğip bükmekle, kelimeleri durumu kılıfına uydurma noktasında sündürmekle meşguller, ne diyelim seviye bu işte… Yine bu köşe başlarına oturmuş, yağdanlıktan kaleler, yok oradaki gazeteci değilmiş, miş, miş deyip duruyorlar, yahu güldürmeyin insanı be yalakalar, peki Osman Tamburacı da mı gazeteci değildi, ne yaptınız peki o konuda… Ben kendi adıma, kavli beladan beri bir Galatasaraylı olarak, Galatasaray değerleri, tenasül organlarını gösterip bunu da çek demek ise, bu yaklaşımı şiddetle ret ediyor ve bunu sindirenlere de yeniden kocaman bir yuhhh diyorum… Ayrıca, anlaşıldığı kadarı ile yasalara uygun olmakla birlikte, yine anlaşılabildiği kadarıyla da borsada alavare dalavere çevirerek, bütçesel rahatlamalar yaratılmasının da ahlaklı bir davranış olmadığını iddia ediyor ve bunu olumlayan Galatasaraylılara da yahu benzer kötü bir şey başınıza gelmeden de karşı çıkmayı başarabilmelisiniz önerisinde bulunuyorum. Anlayın gari biraz da az kelam ile yetinin…

Galatasaray’dan giderken bir daha asla teknik direktör olarak dönmem dedi ama geldi, gelirde, iddia ediyorum yine de gelecektir, canım yurdumun insanlarının hafızası bu kadar kısa olunca, adam da nasıl olsa unutuluyor kabilinden işkembe-i kübradan sallıyor gitsin, bir önceki yazımda, ne sözler verdi ve neleri yaladı yuttu konusunda bir hayli fazla örnek vermiş idim, tekrar etmeyeceğim, bir Galatasaraylı asla düşünmeden konuşmaz, konuştuğu şekilde de davranış gösterir olmalıdır diyorum… “Milli takımı ve Galatasaray’ı çalıştırmış ve çalıştıran bir teknik direktör, herhangi bir eleştiri karşısında kendini bu kadar kaybediyorsa, kaybettiği anda da terbiye sınırlarını çoktan aşmışsa, hatta normal şartlarda mahkeme konusu olacak hakaretleri ediyorsa sağa sola, o kişi, hangi başarıyı elde ederse etsin, artık Milli Takımın ya da Galatasaray’ın başında kalmamalıdır” diyemedi bu köşe başlarını tutmuş somun pehlivanları, oysa ne demeleri gerekirdi yeter artık bu kadarına da pes vallahi… İsviçre, Belçika ve Ermenistan maçlarında yaşanılan utanç manzaraları sonunda yapılması gereken buydu, hadi olmadı Mersinidmanyurdu maçında olmalı idi, o da olmadı… Eeeee tabii ki bunlar futbol değerleri idi, Galatasaray değerleri idi ya, olmaz tabi ki…

Kafalarda soru kalmayacağını iddia ederek düzenlediği basın toplantısında diyor ki adam; “bende burada telefon kayıtlarını mı çıkarayım, bende telefon kayıtlarını mı göstereyim” aman kalsın beyefendi, sen basın mensuplarına gösterdin göstereceğini, onlardan da ses çıkmadığına göre gördüklerinden de memnunlar ya… Diğer taraftan görünen ve anlaşılan o ki tarafların birbiri hakkında söylediklerinin hepsi doğru, sadece taraflar karşı tarafta kendi gördüklerini söylüyorlar ama bizim tarafımızdan da görünen şu ki; “birbirleriniz hakkında söyledikleriniz olayın tamamını teşkil ve teşmil ediyor”

Tabii Galatasaray değerleri; bir başkanın çıkıp bir yönetim kurulu üyesi için bir futbolcu transferinden 50.000 euro komisyon aldığını iddia etmesi karşısında, mezkûr yönetim kurulu üyesinin de mezkûr başkanı hedef alarak kulüpten aldığı 2.000.000 doları Galatasaray menfaatleri için kullandığını umuyor olmasının söylenmesinin üstünden neredeyse 5 yıl geçmiş olmasına rağmen, ne Galatasaray kongresinden ne de bu mezkûr ahlak komitelerinden ses çıkarılamamış ise, zedelenmiştir, irtifa kaybetmiştir ve ne yazık ki, artık Galatasaray değerleri adına tabii ki diyecek ilave bir şey kalmıyor… Canım Yurdumda liderlik kursu verecek adam kalmamış gibi, magandalığın, sığlığın ve hatta küstahlığın temsilcisi birisinin TÜSİAD üzerinden tüm işadamlarına hitap etmesi ve ağızlar açık vaziyette dinlenilmesi gibi abukluklar yaşanıyorsa ve dolayısıyla her şeyin bu kadar değersiz olduğu günümüzde “Galatasaray değerleri” nasıl olur da değişmez, bükülmez ve eğilmez olur. İşte oldu, siz çok yaşayın… Artık kimse 3 kuruş para kazanıyor diye bizi uyutmaya kalkmasın, artık ne Galatasaray ne Fenerbahçe ne Beşiktaş değeri kalmıştır ne de futbol değeri, Allah Rahmet eylesin… Futbolumuza artık tam bir magandalık, cehalet ve bilgisizlik ve de ilaveten saygısızlık, sevgisizlik ve hoşgörüsüzlük hâkim olmuş durumda, ne dersek diyelim durumda değişmiyor, çünkü gündemi bu seviyedeki muhteremler belirliyor ve bunların da asla ve kata “değer” gibi bir dertleri yok, bunlar için sadece dönen para önemli, buradan ciddi manada nemalanıyorlar ya, onlar için her şey mubah, yeter ki musluklar akmaya devam etsin… Bunlara sorun bakalım, ne oluyor bu doping hikayeleri, ne oluyor bu şike hikayeleri, hemen yalan ya da zinhar yok diyeceklerdir. Sahibinin sesi bu guguk kuşlarından “değer” öğrenecek kimse olabileceğini düşünemiyorum… Varsa da, Allah selamet versin onlara…

Salı, Kasım 05, 2013

İHTİYACA BİNAEN YENİDEN


Gündemi tam anlamıyla yansıtacağını düşündüğüm, 17.12.2012 tarihli yazımı tekrar yayınlıyorum.

 

İNADIN, TELAŞIN ve HAYALKIRIKLIĞININ LİDERİ FATİH TERİM

İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir Fatih TERİM, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur ama ne yazık ki bunun ne kendi farkında nede aklı bir karış havada olan ve imparator yaratıp önünde diz çökmeye hazır basın mensuplarından, siyasetçilerden ve işadamlarından oluşan taraftarları farkında. Ama asıl şaşılası durum ise, bir insan şansıyla, lobisiyle ve siyasi yardakçılarıyla da olsa bu kadar çok başarı elde eder ve bu kadarda gündemde kalır da, nasıl hala olgunlaşamaz, hoşgörü sahibi olamaz, işte bunu anlamak mümkün değil… İnadın, telaşın ve hayalkırıklığının lideridir, komplekslerin ve şişinmenin imparatorudur, dedim ya, Milli takımı çalıştırırken kendi takımlarında oynamayan oyuncuları milli takıma seçerek, şimdi de Galatasaray’da formsuzları, hadi diyelim seçti güvendiği için ama her maçta şapkadan tavşan çıkarmak uğruna onlara sonuna kadar katlanıyor olması hiçbir zaman anlaşılmamıştır hatta anlaşılamayacaktır. Galatasaray’da çalıştığı 2 dönemde de teknik direktörüne güvenen aslında kendilerine güven(e)meyen yönetimlerin büyük bedeller karşılığında kendisine teslim ettikleri büyük ve geniş kadroları yönetme konusunda son derece etkisiz birisi olduğunu dünya aleme ispatlamış ama ne gam Canım Yurdumun iş adamları kendisini “liderlik” paneline çağırıyor, neyin liderliği ise bu, toplamda 24 futbolcuyu yönetmekte zaaf göstermektedir.

Aslında okuma yazma kursuna göndermeli onu, Galatasaray yönetimi, sahaya bir takım sürüyor tuttu tuttu, tutmazsa yapacağı ve yaptığı bir şey yok, oyunu okuduğunu yalaka basın bize yutturmaya çalışsa da okuma bilmediği sırıtmaktadır, yaptığı oyuncu değişiklikleri de tesadüfen sonuç getirince basında ki Terim goygoyları başlıyor tılsımı anlatmaya, yahu kim bu takımı sahaya sürse bu sonuçları alır diye düşünen yok… Hele maçlardan sonra, sanki bindirilmiş kıtalar görüntüsü veren basındaki ekipten gelen ve genelde yenilgilerden sonra futbolcuların aslanlara atılmasının çanağı durumundaki sorulara cevap verirken futbolcuları korur görünen ve adaletli baba edasıyla asıl iplerini çekmesi yok mu, insanı çileden çıkartır cinstendir vallahi…

Kendisinden çok şey beklenen ve arkasına sığınılarak yöneticilik yapılabileceği inancındaki yönetim; 2002 yılında deyim yerindeyse kulübün anahtarları teslim edilerek koca bir takımı olduğu gibi değiştirerek büyük bir ekonomik krize neden oldu, şimdi de tüm takımı değiştirdi sanki bu çocukları kendi transfer etmemiş gibi yeniden transfer istiyor, Terim’in GS yi sokacağı kaos “yaptıklarım yapacaklarımın garantisidir” in ispatıdır ama Allahtan bu sefer yönetim para ve borsa oyunlarını iyi bilenlerden oluşuyor da, bir denge görüntüsü oluşturuluyor.

Adam harcama konusunda bir uzman olan; üretmekten çok yıpratmayı iyi bilen bir taktisyen, tıpkı siyasetteki benzerleri gibi şişinip duruyor, neymiş penaltı çalıştırmazmış, istatistiklere inanmazmış, seçilmezmiş seçermiş, ders almazmış ders verirmiş, Vallahi haklı ne diyelim!!!

Galatasaray’dan giderken bir daha asla teknik direktör olarak dönmem dedi ama geldi, gelirde canım yurdumun insanlarının hafızası bu kadar kısa olunca, adam da nasıl olsa unutuluyor kabilinden işkembe-i kübradan sallıyor gitsin, hadi bu çok uzun geçmiş, daha geçen sene ne dedi, tam da Orduspor maçından önce, “Arda’nın gideceğini bilseydim, Culio’yu göndermezdim” peki sonuç, kadroda değişen bir şey yok, o kanada yeni oyuncu da alınmadı ama Culio yine gönderdi…

4 yıl şampiyonluk konusunda eski bir yazımda bahsettiğim detaylar üstüne kısa bir hatırlama yapalım;


1. 1996-97 sezonun 30. haftasında Beşiktaş – Galatasaray maçında son dakikalarda Beşiktaş kalecisi Fevzi topu ayağının altından kaçırıp maç 1-1 berabere biter ve Galatasaray şampiyon olur. Fatih Terim  şampiyon olur, kahraman olur, imparator olur. Peki Fevzi o golü yemese idi ve Beşiktaş şampiyon olsa idi, eminim ki bu basın mensuplarına göre Rasim KARA imparator olacaktı.

2. Bülent Korkmaz, Ulrich Van Gobbel, Iulan Filipescu, Georghe Hagi, Gheorghe Popescu, Taffarel, Tugay Kerimoğlu, Okan Buruk, Ümit Davala, Hakan Ünsal, Suat Kaya, Ergün Pembe, Ufuk Talay, Hakan Şükür, Adrian Ilie, Arif Erdem, Adrian Knup gibi dönemin müthiş futbolcuları olmamış olsa idi, tıpkı Ankaragücünde elde ettiği başarıları elde edebilirdi ancak…


4. 1996-97 sezonu Galatasaray’ın şampiyonluğu ile sonuçlanınca; hemen yukarıda röntgeni verilen basın tarafından 2. yarıya 9 puan geriden başlayan Fatih Terim, Türkiye’ye takımı 9 puan geriden alıp şampiyon yapmıştır diye servis edildi; sanki 9 puan geriye de bir başka teknik direktör düşürmüş gibi hayret… Faruk Süren ve ekibini, Mehmet Ağar faktörünü, o dönemdeki rakiplerin kötülüğünü kimse hatırlamak bile istemiyor ya, hayret vallahi…

Geçmişte kendisini; Milli Takımı çalıştırırken başarısız sonuçlar üzerine eleştiren bir basın mensubunu telefon ile arayarak, “senin bıyığını s….…” demiş ama kendisine basın mensubu denilen, ama canım yurdumun durumunu yansıtan, bu güruhtan ses çıkmamıştır.

Son olarak ta, Mersinidmanyurdu maçından sonra, soru soran birinin basın mensubu olmadığı gerekçesiyle de tüm gazetecilere de fırça atarak basın toplantısından ayrılırken “bunu da çek” diyerek sadece evde göstermesi ya da görmesi gereken yerlerini göstermiştir ama kendisini imparator yapanlardan “gık” çıkmamış, mezkûr gazeteci başta olmak üzere bu terbiyesizce tavra diğerlerinden ses çıkmaması da bir basın ayıbı olarak yazılacaktır tarihe… Milli takımı ve Galatasaray’ı çalıştırmış ve çalıştıran bir teknik direktör, herhangi bir eleştiri karşısında kendini bu kadar kaybediyorsa, terbiye sınırlarını çoktan aşmışsa, o kişi, hangi başarıyı elde ederse etsin, artık Milli Takımın ya da Galatasaray’ın başında kalmamalıdır. İsviçre ve Belçika maçlarında yaşanılan utanç sonunda yapılması gereken buydu ama nereden başlanırsa erkendir lafı öngörüsüyle şimdi zamanıdır.

Şimdi merakla bekliyorum başta spor basını olmak üzere tüm basın kuruluşları bu olay karşısında nasıl davranacaklar, olayı görmezden gelip ya da gak guk diye mideden konuşarak unutacak ya da unutulmasına mı hizmet edecek, yoksa basın mesleğine hakaret kabul ederek, Terim’in peşini bırakmayacak mı? Peki; Futbol Federasyonu ne yapacak acaba yaşanan bu ayıp hatta ahlaksızlık karşısında? Peki, Galatasaray kulübü ne diyecek? Ne yapalım o da insandır sinirlenebilir, onun da sabrı sınırsız değildir diyerek savuşturacak mı, yoksa ahlakın spordaki vazgeçilmez kuralını hatırlayıp, Terim hakkında gereğini yapacak mı? Bu spor yazarları nasıl adamlarmış be kardeşim, adam hepsini çocuk azarlar gibi azarlar bir Allahın kulu bir şey demez, yazıklar olsun vallahi… Bunu bir kenara koyun, tam tersine yalaka basının yalaka üyeleri 2. yarıda kazanılan maçlarda özellikle “devre arasında soyunma odasında ne dediniz de takım iyi oynadı”, o da kasınarak “ne korkuyorsunuz, korkmayın arkanızda ben varım” diyerek kendine pay çıkarıyor, ha be adam madem senin bu lafın bu futbolcular üstünde çok etkili maça başlarken söylesen bu lafları da kimse ekranları başında ölüp ölüp dirilmese demiyor, yazıklar olsun vallahi… Terim’e bakıyorum artık 60 yaşının olgunluğu beklenirken normal olarak, üslup, tavır, çalım, kasınma aynı, o öfkeyle karşılık veren öfkeyle yaşayan birisine çok benziyor, ondan alınan ilham ve feyzle, eleştiriye öfkeyle karşılık veriyor, önüne gelen herkese ders vermek sanki kendisine ilahi bir görev…

Hele Avrupa Kupası finalleri sırasında “biz liyakatı halktan aldık” demez mi? tam bir rezalet ve daha büyük rezalette kendisine ne yapıyorsun diyemeyenlerden gelmekteydi, “yahu Fatih sen seçimle mi geldin de liyakati halktan aldık” diyorsun diyemeyenlerden. Kendisini besbelli ki çok fazla şişinmesinden olsa gerek haddinden fazla önemsemektedir, ama bilmiyor mu ki liyakati Futbol Federasyondaki lobisinden aldığını dünya âlem biliyor.

Belki birileri çıkar ve benim Galatasaray düşmanlığı yaptığı söyleyebilir ama asla ve kata böyle değildir, ama Fatih Terim Galatasaray’a gelmeden önce de Galatasaraylıydım şimdi de, ama onun Galatasaray’a gelmeden önce Galatasaraylı olmadığını tanıyan herkes bilir.

Bütün bunları neden Fenerbahçe galibiyetinden sonra yazdığımı insanlar merak edebilirler, şimdi kompleksler imparatorunun maçı nasıl kazandığı üzerine, bir sürü koca koca adam destanlar yazacak ya da anlatacaklardır, ben de şimdi soruyorum, eğer Fenerbahçe’yi Fatih Terim yendiyse, acaba 1461 Trabzon’a kim yenildi? Kardemir Karabükspor’a kim yenildi acaba? Kurtlar vadisi dizisinden fırladığı her halinden belli olan felsefesinin sığlığının ifadesi olarak basın toplantısında söylediği sözdür; “büyüdükçe küçülmesini bilmeliyiz”. Gülüyoruz ve yemeye de devam ediyoruz üstüne de hemencecik unutuyoruz… Böyle başa böyle tarak işte, ne diyelim…