Perşembe, Mayıs 28, 2020

DAYIM – YAŞAR KARAGÖZ – 2

Dayımı anlatmaya devam… Sevgili dayım askerliğinin önemli bir bölümünün geçtiği Pozantı Jandarma Karakolunu büyük bir gururla anlatırdı, kendisini gurura gark eden boyutu ise özellikle bastıra bastıra söylediği karakol komutanlığı icrasıdır. Dayım “Karakol Komutanlığını” hangi askeri öğretim ve eğitimine dayandırdığını bir türlü açıklamamış idi, en azından bana, gerçi her fırsatta “jandarma çavuş” olduğunu vurgulardı bu yüzden de bu anısı benim nezdimde çok inanılır gelmemişti, şüphesiz o günün koşullarını tam manası ile bilmediğim için anlamlandıramıyor olabilirim. Ancak bazı Pozantı kökenli arkadaşlarımdan öğrendiğim kadarı ile her ne kadar kurtuluş savaşı döneminde Adana Fransızlar tarafından işgal edilmiş ve bu nedenle il merkezi Pozantı’ya taşınmış olsa da dayımın askerliği döneminde Karaisalı’ya bağlı bir bucaktır. Gerçi bundan daha detaylı anlattığını da çok hatırlamıyorum açıkçası.

Bana karşı halen izah edemediğim bir bağlılığı ve sevgisi vardı. Her şeye rağmen çok uzun yıllar devam etti bu güzel düşüncesi ve yaklaşımı ben de kendisine karşı “tek dayı” hürmetini eksiksiz gösterdim. Dayım gerçek manada enteresan bir adamdı, bir önceki yazıda bahsettiğim üzere, hemen hemen hiç anlaşamazdık ama sık sık İzmir’e gittiğimizi hatırlıyorum. Her gidişimizde de mutlaka Çankaya taraflarında bir tezgâhta satış yapan kokoreççi ziyaret edilirdi. Günün moda deyimi ile “paran ile malumu ye” cazibesi ağır basıyordu bizde demek ki… Pişirme ve servis etme teknolojisi öyle şimdiki gibi ciddi manada gelişme göstermemiş olup, tezgâh tekerlekli bir araba üstüne yerleştirilmiş gaz tenekesinden oluşturulmuş mangal ve şiş yerleşme yerlerinden ibaret idi. Baharat ise yine dönemin ruhuna uygun olarak şimdiki gibi envai çeşit değil idi.

Fikri ayrılığımıza rağmen 12 Eylül mapushanelerinde bulunduğum dönemde, kendince ve kendi inandığı insanların önerdiği yolları takip ederek ama umudunu ve girişimciliğini asla yitirmeden oradan bir an önce kurtulabilmemin arayışına hiç son vermemiştir. Bu hem dönemin insanının insanlık hamurunun gereği bir şey idi hem de her şeye rağmen toplum da bu kadar kutuplaştırılmamış ve kindar değil idi. Mapushane sonrası yaşanmışlıkları makul görüp destek verenlerden biri de siyaseten 180 derece farklı olmamıza rağmen dönemin Belediye Başkanı Nuri Ertan büyüğümüz olmuştur. Gerçi o da kendi meşrebince örnekler vererek bu desteği veriyordu, “bunlar siyasi davalardır, dert etme Celal Bayar bile siyaseten uzun yıllar aynı çileleri çekti” diyerek. Neyse dayımın uzun yollar katederek, dönem itibari ile uçak yaygın olmadığından minimum 12 saatlik otobüs yolculuğu yaparak, sürekli ziyaretlerime geliyor olması bile benim açımdan her daim bir saygı gerektiren bir tutum olmuştur. Gerçi siyaseten tutukluluk, çok geç hazırlanan iddianame, uzun ve talimat gereği yapılan yargılamalardan ne çıktı. Kocaman bir hiç. Beraat ettim birçok insan gibi ama çekilenler yanımıza kâr kaldı. Bu baptan bile kocaman bir teşekkürü hak ediyordu, bu kara gözlü “Karagöz Dayım”.

Her zor anımda kendisi yanımda idi, çocukluğumda geçirdiğim göz ameliyatı neticesinde uzun süre yattığım hastanede sürekli neredeyse her gün ziyaretime gelirdi. İlk ziyaretinde dönem itibari ile bulunması bir hayli zor olan “cep tipi pilli” bir radyo getirip, akşamları ajansları dinlersin demesi bile o çocuk halimin kendisince nasıl bir adama benzetildiğimin adeta somut bir tezahürüdür. Hayatımda ilk defa böyle bir radyo görüyorum ve sahip oluyorum, koğuşta yattığımız diğer hastalar nezdinde bir anda başka bir noktaya geliyorsun, hay Allah.

Sünnetimde de gelenler içinde en güzel hediye diye düşündüğüm kol saati hediyesi yine Dayıdan. Evet “Hislon” marka idi, ki dönem itibari ile bir hayli prestijli bir marka ve ürünü saat olup hayatımda ilk sahip olduğum saattir. Gerçi oğlu Kâmil ile “lan bu kadar küçük aletin içine ne koyarlar ki” merakı ile parça parça parçaladığımız ilk saatte bu olmuştu. Hey gidi anılar…

Ilıca’da Ankara Otel sergüzeşti de hayatımızın önemli ama kısa bir dönemini kapsamıştır. Neler olmadı ki o yıl, Türkiye’nin Kıbrıs girişimi, Almanya’nın Dünya Kupasını kazanması başta olmak üzere. Dayımın otelinde çalıştığım dönemde, çok erken yaşlarda olmasına rağmen uzun süreli olmasını hayal ettiğim ama olamayacağını adım gibi bildiğim ilk karşı cins ile temasımı kuruyordum. Bunun erken ve güzel olmasının ortamını da dayımın o dönemde yaptığı işe borçluydum. Otel işçiliği deyip geçmeyin, yan tarafta da Çekirge Mehmet’in (Çınar) çalıştırdığı Otelde de benden birkaç yaş büyük olmasına karşın kadim dostluk oluşturduğumuz Tufan Çınar’ın işçiliği söz konusu idi, inanılmaz ve müthiş anılarımız oldu kendisi ile. İşçi dayanışması dışında neler neler. Bu vesile ile hem Tufan Kaptan’ı hem de babası Mehmet abiyi hayırla yad edelim, nurlar içinde olsunlar.

 

Dayımın bir de detaylarını tam bilmediğim bir biçimde traktör alım satımına aracılık ettiğini hatırlıyorum, o tarihlerde şimdiki gibi koy cebine parayı git al traktörü lüksü yoktu şüphesiz, tıpkı otomobilde olduğu gibi birkaç ay beklenen sıraya yazılma fasılları vardı. Yine hatırladığım kadarı ile bu sıra işlerinde ciddi kolaylaştırmalar ya da kısaltmalara vesile olabilecek tanıdıkları vardı, yüksek mevkilerde, ama nasıl bilmiyorum. Bir anlamda “komisyonculuk” gibi duran bu işi Dayımın çok makul, çok cüzi taleplerle gerçekleştirdiğini, adını bile yeni duyduğumuz kasabalardan, köylerden ziyaretçisinin sınırsız olmasından bile anlardık. Çok profesyonelce olmasa da tarla ve arsa alım satımına da aracılık ettiği olurdu. Öyle şimdiki komisyoncular gibi, satıcının 500.000 TL istemesine rağmen alıcıya gözünün içine bakarak 550.000 TL demediğinden adım kadar emindim. Bu manada kendisini hak ve hayırlarla yad eden bir dolu insan vardır etrafımızda.

Bir önceki yazımda masa ortakları diye bahsettiğim, Uğur Öztin ile Çiftlik Köyünün ilk minibüsünü (dolmuş) alıp işletmişler idi. Adını “Karayılan” koyup, üzerine de yazdırdıkları, Thames marka burunsuz bir minibüs idi. Günde; Çeşmeden Çiftliğe şeklinde sabah ve akşamüzeri 2 seferden oluşan bir trafik idi söz konusu, şimdiki gibi her 30 dakikada sefer hayal bile edilemezdi. Çiftlik sabah seferinde Çeşmeden gelen beyaz ekmekle tanışır oldu bu sayede, kadınlar bahçedeki fırınlarda ekmek yapmaktan kurtulduklarından, çocuklarda annelerinin ekmeğinden daha leziz bir ekmekle karın doyurmaktan memnun idiler. Minibüsün bir pikabı vardı, dönem itibari ile muhteşem, birkaç ta 45’lik plak bulunur, plaklar için de bir çanta. Biz neredeyse mal mülk sahibi gibi her sabah gider plak dinlerdik, Çiftlikte kaldığı sürece…

Yere sıkı basan, her daim gözünü budaktan esirgemeyen “Karagöz” soyadına mütenasip Dayımı da bu vesile ile bir kez daha yad edelim ve nurlar içinde yatması dileğimizi tekrarlayalım… Ordu pazarı anılarımız, tarla işlerinden kaçış organizasyonları, avcılık yapması, birlikte rakı içip ama yanında sigara içemeyişim, 1974 dünya kupası sonrası anımız başta olmak üzere daha birçok şey kaldı detaylayamadığım, olsun, bir gün onları da yazarım elbet. 

Cumartesi, Mayıs 23, 2020

CEMAZİYEL EVVEL 11- HANİ İYİ İDİ YA İŞTE O

Halk tutunca hani “devamı kabilinden çevrilir de çevrilir” repliği vardır ya, tam da durum o, gerçi zıbın değiştirerek ilerliyor ama olsun. Şimdi hani bilmeyenlere masallar anlatılıyor ya bakalım öyle midir gerçekten?

Canım Yurdumun klasik sağının vazgeçilmez ve dayanılmaz yöntemidir, her şeyi ters yüz etmek, bazı şeylere teleskop tutmak, bazı şeylere de teleskopu ters tutmak ama sorarsan teleskop tutuyorum ya der, işte o… Şimdi bize, yani yaşı tutanlara masallar bab’ından anlatılır da anlatılır… DP (demokrat parti) dönemi şöyle iyi idi, böyle iyi idi. Ama gerçekten öyle mi idi? Zinhar… Gerçekte o dönemde halkın önemli bir bölümü, takip ettikleri gazetecilerin mapushaneye atılması ya da gazetelerinin kapatılması, muhalif her sesin kısılması, gibi hiç de adı ile mütenasip bir durum oluşturmayan bu iktidardan son derece muzdariptir. Başlangıçta; o dönemdeki “yeter söz milletin” sloganına kanıp mezkûr Amerikancı Menderes ve ekibini iktidara taşımaya destek veren dönemin “yetmez ama evetçileri” de dahil olmak üzere halkın büyük bir kesiminin desteği alınmış idi. Ancak sonra durum sıkıştıkça deyim yerinde ise sırlar dökülüyor, postun altından despotik yöntemler çıkıyor. Muhalefetin, Halk ile meydanlarda düzenlenecek açık hava mitinglerine bile katlanamayacak bir durum tezahür etmektedir. Bu kapsamda, Kayseri, Uşak ve İstanbul Topkapı olayları başta olmak üzere yurdun her tarafında zora başvurularak halk ile muhalefetin buluşmasına engel olunmaya çalışıldı. Peki bununla yetiniyor mu muktedirler, nerde, kurulan “Vatan Cephesi” ile başlayan, 18.04.1960 ta onbeş DP milletvekilinden oluşan “Tahkikat Komisyonu”na varıyor işler ve tek dert CHP kapatılmaya geliyor… Tüm bu yapılanlar adeta “Kurtuluş Savaşı”nın rövanş planı gibi görünmektedir. Kurtuluş Savaşının direk hedef alınamaması nedeni ile önderleri topa tutuluyor izlenimi verilmekte aynı zamanda kim ki kurtuluş savaşına karşı çıkmış, kurtuluş savaşı önderlerine saldırmış ve küfretmiş baş tacı ediliyor. Tek dert CHP dedim ya diğer muhalefeti zaten zabıta gücü ile sindirmişler, mapushanelere tıkmışlar ya da yurt dışına kaçmaya mecbur bırakmışlar halihazırda. Ancak bu ahvalde dahi CHP darbe planları yapıyor vaveylası koparmayı da ihmal etmiyor DP sözcüleri, temelde bir kara propaganda örneği kabilinden koparılan vaveyla altında da ciddi manada bir korkuda var açıkçası. Çünkü biliyorlar nerelere dokunduklarını ve nerelerden kendilerini hedef alacak geri dönüşler olacak, kaçın kurası zevat onlar bilmezler mi tazıya kaç tavşana tut politikasını. ABD ile yatağa girip sıkıntı doğunca da sırf kıskandırmak için SSCB’ye rota kırıyoruz kur yapışlarının neye mal olacağını iyi hesaplıyorlar ancak yapacak başka hamle kalmıyor. Efendim, tüm bunların sonunda darbe olmadı mı diyeceksiniz, oldu şüphesiz, ama klasik replik ile “oldu da sor bakalım neden oldu” diye bakarsanız, anlaşılır neden, nasıl ve kim için yapıldığı… Neyse konumuzu görüşlerimi özetlemekten ziyade vakalar nezdinde tutmak istiyorum ve oraya döneceğim. Reel politika bedeni sıkınca soyunmak yerine terziyi dövmeye yeltenmenin tezahürü yaşanıyordu adeta… Erken seçim kararı alınabilse belki bazı mahfillerde biriken gücün yoğunlaşmasının önüne geçilebilecek ama Atlantik ötesinden gelen sufle devam yönünde iken aynı ekibe darbe sonrası bağlılık gösterisinde bulunan ve NATO ve CENTO umdelerine selam çakarak sıkı sıkıya bağlı olduğunu beyan eden zinde ekibe de organize olun, hazırlıklı olun demekte idi aynı sufle. Yani sonuçta derenin kuşu derenin taşı ile vurulmuştur.  

Erken seçim sıkleti düşürebilir dedim ya aslında bunu Menderes’te tam inanmıyor olsa bile yer yer seslendirerek bazı malum güçlerin cesaretini ve yoğunlaşmasını düşürmeye, zaman kazanmaya çalışıyordu. Karar aldık dese de aslında alınmadığı konusunda hemen herkes mutabıktı. Ancak karşı cepheye saldırıda da kantarın topu bir hayli kaçırılmış idi. Mesela; 7 Nisan 1960 tarihinde Demokrat Parti meclis grubu noktasında Milletvekili Bahadır Dülger bakın neler söylüyordu.

“İsmet Paşa ölür, ama leşi kalır ortada. Bozuşmuş etmiş leşi, zihniyeti kalır. Onu da bertaraf etmeye mecbursunuz. O halde tahkikat açalım. Fakat daha acil tedbir ne olur? Benim aklıma gelen şu… Biz Halk Partisi’nin merkez muamelatını ve merkez faaliyetini bir tahkikat mevzuu yapabilir miyiz? Yılanı başından kavrıyoruz demektir.”

Cevaben, İsmet İnönü yaptığı bir konuşmada, şunları söylüyordu:

“Baskı idaresi kurmak isteyenler, tabii olarak kendilerini daimi bir ihtilal tehlikesi karşısında görürler. Vaziyetin düğümlendiği esas nokta şudur: Dürüst seçim teminatını verirseniz rahat edeceksiniz. Vermezseniz gene gideceksiniz. Hem de çok fena gideceksiniz.”

 Aman yarabbi, bu ne kin, bu ne düşmanlık ve bu ne intikam…

Ancak çıkarılan bir yasa mucibince kurulan “Tahkikat Komisyonu” ile bağlı alt komisyonlara ve haliyle üyelerine, “Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu”, “Askeri Muhakeme Usulü Kanunu”, “Basın Kanunu” ile diğer tüm kanunlarda Cumhuriyet Savcılarına, Sorgu Hakimlerine, Sulh Hakimlerine ve tüm Askeri Adli Yetkililere tanınmış olan haklar mütekâmilen tanınır. Artık; yayın yasağı koymak, gazete ve dergi basım ve yayımını durdurma, dağıtımını yasaklama, matbaaların kapatılmasına ve mallarının müsadere edilmesine karar verme, her türlü evrak, arşiv, vesika ve araca el koymaya karar verme, siyasal toplantı ve gösterileri yasaklama başta olmak üzere akla gelen her türlü icraatı yapmaya yetkilidir, mezkur komisyonlar ve üyeleri… Eeee daha ne olsun ki, geriye kalan bir şey mi var… Sonra Demokrat’mış, sevsinler demokratlığınızı… Ellerine geçirmişler yasa yapma hakkını, kullan baba kullan…

Bu gelişmeler karşısında ise CHP, tabii ki o zaman daha twitter, facebook, instagram, youtube gibi sosyal medya kuruluşları olmadığından, basın açıklamaları ile “sert kınamalar” yapıyordu, bu sertlik karşısında da “mülayim olsan ne yazar” diyen zevat dalgasını geçiyordu.

Diğer taraftan, ekonomik gelişmelerin halkı yakmaya başlaması, muhalefet yapılmasına tahammülsüzlük ve yöneticilerin yönetememe sorunu yaşıyor olması DP’yi, buna bağlı olarak daha da otoriterleştirmektedir. Bu gelişmeler karşısında CHP ise Osman Bölükbaşı önderliğindeki Cumhuriyetçi Millet Partisi ve Hürriyet Partisi ile “güç birliği” kurma kararı alır, ancak Osmanlı’da oyun bitmez, yeni bir yasa çıkarılarak partilerin güç birliği yapması yasaklanır. Ama kendileri de boş durmamak adına “Vatan Cephesi” kurarlar.

Hani o dönemler iyi idi deniliyor ya, kötülükleri yaz yaz bitmez. Kötülüklerin organize olmaya başladığı dönemdir. Sonra yine içlerinden bir kısmı darbe ile bunları devirince adları “düşük”e çıkınca da, duygu sömürüsüne yelken aç, yok böyle baskı gördük yok şöyle baskı gördük, eee be adam haklısın da sen yapınca iyi mi oluyordu, derler adama… Ama artık çok geç...


Pazar, Mayıs 17, 2020

ÇEŞME MANDALİNI ve LİMONU

Çeşme narenciye dikim alanları; öyle insanların zannettiği gibi sınırsız değil idi. Şimdi bu yazı ile yayınladığım fotoğrafa bakarsanız ne demek istediğimi çok daha net anlatabilirim sizlere. Bugünkü Çeşme Çevreyolu yarım dairesi içinde kalan alanda yerleşime açılan yerler hariç, (Ilıca, Migros, Çeşme ve Dalyan Kavşağından, Otogara ve oradan da Limana bağlanan yol) yüzyıllar içinde daha önce yazdığım “Akarca Deresi” yazısında da söz ettiğim üzere, mezkûr dere ve kollarından gelen alüvyonların oluşturduğu küçük bir alandır söz konusu narenciye alanları. Görüldüğü üzere Çevreyolu çember dışındaki alan yine tarım alanıdır ancak narenciye dışıdır. Narenciye denilince de sakın ola mutat Akdeniz bitkisi akla gelmesin, özelde ve özellikle “Çeşme Mandalini ve Çeşme Limonu”dur söz konusu. Bu manada narenciye ağacı sahibi ya da tarımı yapanları tek tek sayabilirim, öyle fazla olmadığı görülecektir. Bugünkü 1034 sokak yani “eski Ovacık Yolu” ve Mezarlıklar yanından yine Ovacık yoluna bağlanan yol üzeri üreticileri sırasıyla saymak ve de bu manada onları da hayırla yad etmek isterim. Karadağ tarafından başlayayım; Amcam Murat Çilek’e ait, yaklaşık 8 dönüm, Bekir Hoca’ya ait yaklaşık 5 dönüm, Mustafa Soma’ya (eski muhtarımız Mehmet Soma babası, yeni muhtarımız Önder Soma’nın dedesi) ait yaklaşık 2 dönüm, babam Yaşar Çilek’e ait yaklaşık 2,5 dönüm, Tevfik Kabasakal’a ait yaklaşık 3 dönüm, amcamın oğlu Kadir Çilek’e ait yaklaşık 2 dönüm, Ali Hoca ve çocuklarına ait yaklaşık 7 dönüm, Nuri Sağırbay’a ait yaklaşık 1,5 dönüm, Uğur Öztin’e ait yaklaşık 1,5 dönüm, Kasap Mehmet Poyraz’a ait yaklaşık 1,5 dönüm, Hafız Ahmet’e (Cemal Şık’ın babası) ait yaklaşık 4 dönüm, Aydın Satçioğlu ve akrabalarına ait yaklaşık 2,5 dönüm, Seyit Onur’a ait (Avukat Akgün Onur’un babası) yaklaşık 4 dönüm, Nefise Hanım’a ait yaklaşık 2 dönüm ve küçük parçalar halinde birkaç alanın daha dahil olduğu yaklaşık ve toplam 55-60 dönüm arazidir hepi topu… Bir de eskiden “Yağhaneler” bölgesi diye bilinen, şimdi Vakıf Çarşısı ve civarı olan bölgede “Aldemir bahçesi” diye bilinen yerde Çeşme Mandalini ve Çeşme Limonu bahçesi bulunurdu. Evet bu alandır, müthiş güzel “Çeşme Mandalini ve Çeşme Limonu” yetiştirilen alan ve yetiştiricileri… Hepsini bu vesile ile saygıyla yad ediyorum.

Gerçi mezkûr alanların imar uygulamalarına yenilerek binaya kesmeleri neticesinde, bazı komşularımız ki ağaca ve de özellikle Çeşme Mandalini ve Çeşme Limonuna saygılarından ötürü, bu ağaçları Çevre Yolu dışına taşıyarak koruma yolunu seçmişlerdir ve bu manada kendilerine müteşekkiriz. Diğer taraftan bugün ciddi manada Ildırı ovasında ve az da olsa Ovacık Ovasında mezkûr ürünlerin ziraatı yapılmaktadır. Ancak gerek toprak içerik ve kalitesinin özelde de PH, kireç miktarı ve organik maddelerin çeşitliliği gibi, gerekse de su ve rüzgâr farklılığının, hava kirliliğinin meyvenin aromasına yaptığı olumlu ya da olumsuz etki gözden kaçırılmıştır. Benzer olmakla birlikte artık onlarda aynı şeyler olmaktan ıraktır maalesef. 

Kolayca anlaşılacağı üzere, meyvede renk, şekil, aroma, yani tat, koku ve lezzet konusunda bazı makro kriterler vardır, haydi lezzeti kişiden kişiye, hatta zamana ve zemine göre göreceli kabul ederek tasnif dışı bırakalım, aromatik özellikler tercihte belirleyici olarak öne çıkarsa da renk ve şekil estetizmi de hiç göz ardı edilemez. Diğer taraftan, meyve şekeri “fruktoz”, su ve posa oranı, kabuk ve dilim sertliği, çekirdek miktarı ve büyüklüğü ve de çekirdeğin ayrılma kolaylığı, asit seviyesi ve miktarı, bünyedeki nişastanın şekere dönüşüm uygunluğu ve seviyesi değerlendirmeye ciddi etki eden amillerdir. Tüketim uygunluğu da, asla detay denilerek geçiştirilecek bir şart değildir ve uygun ve de ehven hasat süre ve şartları ile makul süre içinde tüketme sonuca bir hayli olumlu ya da olumsuz katkı yapmaktadır. Meyve bünyesinde şeker oluşması ve artması gerek şart olmakla birlikte güneş, rüzgâr, havadaki ayrı ayrı gündüz ve gece nemi, çiy gibi diğer faktörler ise kesinlikle yeter şart olarak değerlendirilmeli çünkü şekere dönüşme süreci ve miktarı meyvenin sertlik-yumuşaklık dengesini de yakından etkilemektedir. Kokunun da bir gaz hali olup zamanla azalma ya da değişime uğrama gibi risk oluşturması da asla ve kat’a göz ardı edilmemeli ve hasat ile tüketim süreleri ehven olmalıdır. Neyse bundan kelli, bilgi yazamayacağımdan değil ama mesleğim olmaması nedeniyle yazacaklarım fazlaca ukalalık sayılabilir, tafsilat için “gıda teknoloji uzmanları” ile “Gıda Mühendislerine” müracaat.

Hülasa; bahse konu iklim farkı, toprak ve su terkibi, yine bahse konu limonu ve mandalini “Çeşme Mandalini” ve “Çeşme Limonu” haline getirmiş olup, benzerleri “Bodrum Mandalini” ve “Sakız Mandalininden” az da olsa farklı ve daha değerli hale getirmiştir, şüphesiz bana göre… Biri de çıkar bunların hepsi hikâye derse de, demek ki bu da ona göre imiş, bu da onun ağız tadı imiş, onun ağız salgıları ile birlikte böyle bir tat oluşmuş, der çekilirim kenara…

Eskiden her evin bahçesinde olmakla birlikte ve şimdi az da olsa devam eden bir gelenek vardır, her Çeşmelinin bahçesinde en az 1 adet limon ve daha nazenin bir ağaç olmakla birlikte 1 mandalin ağacı olurdu. Limon ve Mandalin çiçeği kokuları nisan, mayıs hatta haziran ayının ilk yarısında bile başta sıraladığım arazileri başka hiçbir kokuya yer bırakmaksızın kaplar ve başta bal arısı olmak üzere envaı çeşit arıya ev sahipliği ederdi.  

Adana’da çalıştığım dönemlerde Babamın narenciye deposu sayılan Çukurova’ya kargo ile Çeşme Mandalini göndermiş olmasını bu vesile ile anayım ve kendisine şükranlarımı sunayım. Keza Ankara’da yaşadığım dönemde de devam etti bu gönderimler. Çeşme Mandalinin geldiği dönemler başta komşularımız olmakla birlikte tüm binayı koku kaplamasının tılsımı bir başka idi benim gözümde. Diğer taraftan ise çocukluğumda evde yanan sobanın üstünde Çeşme Mandalin kabuğu konularak elde edilen koku da bir nostalji olarak hala hayalimi süslemektedir.

Bu yazının hazırlanması sırasında yardımlarını esirgemeyen Ziraat Odası Başkanı arkadaşımız Süleyman Özer ile emekli İlçe Tarım Müdürü Köksal Tuncer’in katkıları için teşekkürler.


Pazar, Mayıs 10, 2020

LAZIMÜ’T-TASHİH

Yayınlanmasında az da olsa katkım bulunan ve haftalık yayınlanan bir yerel gazetemiz var, YENİ ÇEŞME… Bu gazetenin, meccanen çalışanı ve katkı sunanı bir hayli fazladır, bakmayın öyle künyesinde yazıldığı biçimi ile “One Man Show” görünümüne… Gazete son derece mütevazi iktisadi şartlarda hazırlanır, ancak haftalık olması nedeni ile haberden ziyade, bir tayin-i telakki ve ibraz-ı nazariye bazen de ihsas-ı nazariye platformu olup muharrirleri ve mütefekkirleri hadid ün nazar (görüşü keskin olan) sahibidirler. Gazetenin patronu; Aydın Korkmaz, esasen bu meşgalenin, iktisadi, hukuki ve siyasi manada en büyük “hamalı” olup uzun yıllardan beri aynı manadaki sonuçlarına katlanmaktadır. Bu çok meşakkatli faaliyetin sonuçlarına katlanarak yerel düzeyde çok farklı tefsir ve tevil sahibi yazı yazacak insana platform olmaya devam etmektedir. Bu manada hem okuyucular hem de mütefekkir ve muharrirler kendisine müteşekkir olmak durumundadır. Bu vesile ile şahsım da kendisine bir kez daha kentim ve şahsım adına şükranlarımı sunmalıyım. Kendisi ile birçok konu detayında çok farklı yaklaşımlara ve tefsirlere sahip olup daha önceleri de okuyucularımızla da paylaştığım üzere, aramızdaki büyük ayrılıklardan birisi de “yetmez ama evet” konusudur.  Maalesef kendisi iflah olmaz, iğne, ilaç, hastahane ve doktor kâr etmez bir “yetmez ama evet”çidir. Tüm yaşananları tüm aleniyetiyle görmesine rağmen hala kendince tefsir ve telakki sahibi bir eda ile fikri muhafaza ve müdafaa içerisindedir. Muhtemelen fikri değişti denilmesinden ziyadesiyle ürker bir halet-i ruhiye içindedir, bilemiyorum. Kendince galat-ı meşhurları da vardır, bunlardan bir tanesi; eski Başbakanlardan Süleyman Bey’e (Demirel) atfen “Demokrasilerde çare tükenmez” lafı olup doğrusunun “meşruiyet içinde çareler tükenmez” olduğunu onlarca kez anlatmama rağmen ısrarla mezkûr yanlışı tekrara devam etmektedir.

Bilindiği üzere; mezkûr Başbakan “içimizdeki Amerikalılara” mütenasip en mühim misaldir. Amerikancı olmasının altını çiziyor olmamızın yegâne sebebi, temsiliyetinin hilafına bir davranış içinde olamayacağını tebarüz ettirme gayesidir. Amerika ve demokrasi, asla ve kat’a bir araya, yan yana, ard arda, alt alta getirilebilecek kelamlar olmayıp olsa olsa mezkûr ülkenin sadece kendi içinde, sınırlı ve sorunlu bir versiyonunun tatbikatından mürekkep olabilir. Ya da Amerika’nın (şüphesiz ABD) demokrasi tarifinin ne olduğunu görmek için, taşeronları marifetiyle; önce Afganistan bilahare Irak’a getirdiği iddiasına göz atmak yeterlidir. Uzatmadan ben söyleyeyim “meşruiyet içinde çareler tükenmez” lafının manasını, Süleyman Bey’e atfen ve mealen; şartlar ne olursa olsun, kimse merak etmesin, iktidarımıza itimat göstersin, biz “uydururuz bir kılıf canım” fikriyatından ibarettir. Bu kadar, ancak bu tefsirde birkaç derin mana vardır, en birincisi ve en önemlisi “yeter ki ben iktidarda olayım” olup kanun yapma, yönetmelik hazırlama yetkisi ben de olsun, görürsünüz siz kılıfı ya da nasıl kılıf hazırlanırmışı… Asıl olanın “demokrasiye” değil “kanuna uydurma” olduğunu ömrüm boyunca mezkûr muhteşem muhteremin 17 kere iktidara gelişini ve gidişini maalesef yaşayarak öğrendim. Netice itibariyle pek muhterem ve muhteşem zat; devri iktidarında başta müdavimlerine ve kendisine itimat edenlere yönelik olmak üzere ama esasen de Canım Yurdumu yönetebilmek adına, zaptı raptı adına dillere pelesenk olan; “Meşruiyet içinde çareler tükenmez” lafını sarf eder, bu lafın da zinhar demokrasi ile uzaktan yakından alakası olmaz. 

Ülkemizin sömürgeleştirilme sürecinde hiçbir beis görmeyen hatta bunu nemaya ve de mamaya dönüştürme mahareti gösteren ve içimizdeki Amerikalıların en önemlisi dedim ya; Morrison’luk mertebesine ulaşmış olması da, Johnson fotosuyla propaganda da bu kabil bir delilidir iddiamızın. Hatta o kadar güzel bir delildir ki; "Dostlar Arasında: 1923-2007 Arasında Türk-Amerikan Diplomatik İlişkileri" adı altında ABD Büyükelçiliği'nin Türk-Amerikan Derneği merkezinde düzenlenen sergide; ABD Başkanı Lyndon Johnson ile 1962 yılında çektirdiği fotoğrafın altında; “ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı onuruna düzenlenen törende, Başkan Yardımcısı Lyndon Johnson, Süleyman Demirel ile. O tarihte Morrison Knudsen mühendislik firmasında çalışan Demirel, daha sonra “Morrison Süleyman” lakabı ile anılmıştır” yazmakta olduğunu basından da öğrenmiş ve canım yurdum adına tekrardan üzülmüştük. Hatta hatırlanacağı üzere mezkûr muhteşem zat bu fotoğrafı delegelere dağıtarak AP’ye (Adalet Partisi) genel başkan bilahare de Necip Türk milletine dağıtarak başbakan olmuştur. Bahse konu fotoğraf sergisini gezerken fotoğrafın altında yazan bu notu kendisine gösteren gazetecilere “İngilizcesinde böyle bir not yok” diyerek te dalga geçmiştir. İşte bu muhteremin bu sözü üzerine ne desek azdır, vallahi…

Neyse biz yine gelelim; Süleyman Bey’in takipçileri ve ardılları 1980’lerin sonunda tekrar hükümet edebilme ihtimalinin belirmesi üzerine, nema ve mama kokusuna dayanamayarak ve muhalefette edilebilecek en tılsımlı kelam olan “demokrasi” lafını “meşruiyet” lafının yerine ikame etmesi meselesine. Yaşları ve hafızaları müsait olanların kolayca hatırlayacağı üzere, 70’li yılların sonuna doğru muktedirlerin hükümet etmekte düçar oldukları biçare durumdan çıkma arayışlarının bir manada sözcüsü de olan Süleyman Bey gerek savunduğu sistemin gerekse de şahsının ve ekibinin muvaffakiyet gösterememesi konusunda kendisine sorulan bir soru üzerine; dönemin TBMM de yeterlik sayısı olan 226 sayısını bulursunuz, bizi düşürürsünüz, olur biter, demesinden ibarettir, tüm mevzuu. Dönem itibariyle kendisini sınırsız ve sorumsuz destekleyen komşu mahallenin “Partileri”de kimsenin 226’yı bulamayacağını bilerek ya da durumdan emin olarak şişkin egoları ile mangalda kül bırakmıyorlardı. Daha çok laf etmek kabildir, mevzuu üstüne ama yer kalmadı yine. Yani ve özetle; Sn. Gazete Patronu Aydın Korkmaz, mevzuu neymiş, “demokrasi” ve “meşruiyet” neymiş ve nasıl kullanılmalıdır konusunda artık lütfen ve Allahaşkına dilini ve görüşünü değiştir. Muhteşem muhteremin “Meşruiyet içinde çareler tükenmez” sözünü ederken, amacında ve niyetinde asla ve kat’a demokrasi yoktur hatta aklının ucundan bile geçmez. Onun için, hükümet etmek ve kanun ve yönetmelik yapma hakkını elde tutmak yegâne ve meşru durumdur. Efendim hukuki olmamış ahlaki olmamış ne gam ne keder, yeter ki meşru olsun, yeter ki resmi olsun, meşruiyet, resmiyet adına, devlet rutinler dışına da çıkara vardırmıştır ahlaki olmama durumunu, çareler tükenmez diye diye, ne çare ne de kaynak bırakmışlardır, elhamdülüllah…

Peki, şimdi mezkûr sözü gerçek manada “demokrasilerde çare tükenmez” haline dönüştürmek istiyorsak eğer, behemehâl neler yapmalıyız, yukarıda bahsedilen zulümleri bize yaşatanları ve ardıllarını teşhis ve tespit etmeli ve sırtımızdan atmalıyız, buradan başlarsak arkası çorap söküğü gibi gelecektir.


Cumartesi, Mayıs 02, 2020

DAYIM – YAŞAR KARAGÖZ - 1



Evin tek oğlu, bu yüzden ziyadesi ile “yüzbulmuş”, biraz da mübadillerde olduğunu her daim gözlemlediğim erkek çocuğu kollama ve kayırma geleneği tezahürü bir şımarmışlık vardı üzerinde. Mübadillerde, en azından bizimkilerde, annem ve tüm teyzelerimde de hayatlarının sonuna kadar gözlemlenebilecek bir davranış olarak erkek çocuk kutsaması varittir. Ağa çocuğu, Ömer Ağa’nın torunu Ahmet’in oğlu Yaşar, dayım Yaşar Karagöz, Dedenin mülkiyetine yönelik birkaç bin küçükbaş hayvan tevatürü, sayısı üstüne çeşitli “binler” ve katları zikrediliyor, dilin kemiği yok şüphesiz. Hay Allah, “adı yok yaylasında, beş bin koyunum var benim” türküsü geliyor da aklıma, gülüyorum. Türkiye tarım ve hayvancılık serüvenin adeta bir numunesi gibi, ne kendisi ve ne de ondan sonrakiler bu kapasitede tarım ve hayvancılık yapmadılar, her geçen gün azalarak, sonunda da bitiyor. O her daim benim için tek “dayı” ve ben de onun için, kendi deyimi ile “hemşiresinin” oğlu diyeceği yerde sürekli uyarmama rağmen bir türlü düzeltmediği biçimi ile “hemşerisinin” oğlu idim ve bazı takdimlerinde istediği etkiyi yaratmadığını görmesine rağmen düzeltmeye de hiç çabalamadı diyebilirim.

Kış aylarında, siyah pardösü, her daim güzel ütülenmiş kahverengi pantolonu, siyah ve burnu hafif sivri ayakkabısı, göğüs cebi mutlaka olan bir gömlek, yaz aylarında ise değişmez tip gömleği, pantolonu ve ayakkabısı, baharda ise giyimi tamamlayan bazen kahverengi bazen de grili alacalı bir ceket, bunların sadece eskileri gider yenileri gelirdi ama renkler baki kalırdı. Demek ki bu renkler taviz vermek istemediği tercihi imiş. Pantolonun ütü izi müthiş idi ya da ben öyle hatırlıyorum, ama pantolonun asgari 5 kg’lik kömür ütüsü karşısında yapacağı başka bir şey yoktu. O devir, en azından bizlerde, kömür ütüsünden başka seçenek yoktu ki. Yıllar sonra Hindistan’da çalıştığım dönemde hatta en asri semtlerde bile sokak aralarında, çadır düzeneği içindeki kuru temizlemecilerde de görmüştüm, halâ kömür ütüsünün kullanılışını da şaşırmıştım. Neyse diyeceğim, devir öyle, canım pantolonu hemen ütüleyeyim istiyor diye, fişi tak ütüyü kullan yok, fişli ütün olsa ne yazar, fişi takacağın priz yok… Ayakkabı konusunda ise, siyah tercihi dışında bir tercihi yoktu, varsa da ben şahit olamadım, ilaveten bir ömür boyu tek tip bir ayakkabı olup sadece eskiyince yenilenen ama muhtemelen her biri kunduracı el imalatı. Pantolon ve cekette en fazla tercih ettiği alacalı da olsa hâkim renk kahverengi nadiren de gri idi. Elbise, pantolon ve gömlekte dönemin en havalı kartviziti kabul edilen “tüccar terzi”yi temsil eden “Terzi Çetin” idi. Çetin ağbimizi de bu vesile ile saygıyla yad edelim. Nurlar içinde olsun. Sonraları benim de pantolonlarım burada dikildi ama artık daha sonradan her biri kendi terzihanelerini açmış, sırası ile çırak, usta ve kalfalık görevleri üstlenmiş Hasan ve Celal kardeşlerdi, kesimi ve dikimi gerçekleştirenler.
 
İlk evliliği uzun süremiyor, eşini kaybediyor, 2 oğlu oluyor, 2. Evliliği sonuna kadar sürüyor, kendisi vefat etse de, eşi, Yengem Aişe halen yaşıyor ve bu vesile ile de kendisine uzun ömürler dileyeyim. Nedense eşine karşı Nazım Hikmet şiirindeki tarifi katıksız uyguluyor, hani tariftekinin hilafına çaktırmadan bir yer veriyor mu, bilemiyorum ama veriyor idiyse de vallahi ben hissedemedim. Maalesef ve muhtemeldir ki, kız kardeşlerin pek münasip görmedikleri bir izdivaç gerçekleşmiş görüntüsü vermekten hiç kurtulamamıştır. Peki, karısını sever mi idi, evet tüm beğendiği diğer kadınlardan fazla severdi, çünkü her defasında istikamet Aişe’nin yanı idi, ben buna şahitlik edebilecek kadar anı biriktirdim kendisi ile ilgili. Bu kadar ile iktifa edelim…

Soyadına münasip davranışlar gösterir, gözü karadır “Karagöz”ün, şüphesiz organize güçlere mukabelede kullanılan göz karalığı değildir bu. Bu göz karalığının, bu mangal gibi yüreğin ardında kimsenin inanamayacağı kadar yumuşak ve duygusal bir insan bulunur ki buna defalarca şahitlik ettim. Anne ve kız kardeşlerine karşı yufka yüreği, sulu gözleri her ihtiyaç anında vazifelerini eksiksiz yaparlardı. Kardeşleri yalandan bile olsa, bir dertlerini, bir zor anlarını yeter ki aktarsınlar kendisine, behemehal aktarılan konuya göre, cesaret ihdası ya da sınırsız yardım arzı ya da birlikte hüzün, gam ve kederin kaleleri fethedilirdi. Evet, ağlamaksa ağlamak, o koca adamının ağladığı anlardaki duygu patlaması hala gözümün önündedir. Evet, bu koca yürekli adam aynı zamanda bir küçük çocuk bile olabiliyordu. Bu hallerinin tamamı hakikat olup hiçbir rol kırıntısına rastlamak kabil değildi.

Sadri Alışık ile karışık Ayhan Işık ince çizgi bıyıklı dayım; daha önce yazdığım üzere gömleğinde mutlaka göğüs cebi olurdu ve bu cep sürekli bir vaziyette dopdoludur, biriktirdiği ve kendince önemli saydığı muhteremlerin kartvizitleri hep orada desteleniyordu. Bu muhteremler ihtiyaç halinde yaraya merhem olurlar mı idi, hiç zannetmiyorum, bu yönde aksi bilgi de varit olmamıştır. Önemli saydığı kişilerin kartvizit sunumları çok şatafatlı olunca, herkesi kendi gibi belleyen ve sanki iş unvanı yazmada hukuki sınırlamalar varmışçasına bir yaklaşımla değerleme yapardı. Sevgili Dayıcığım, nereden bilecek kendisine kendi bulunduğu ortam nedeniyle denk gelenlerin abartı boyutlarını, nereden bilsin kendisini kim nasıl tanıtmak istiyorsa öyle kart bastırmış, nereden bilsin bu muhteremleri, essah belleyip dururdu. Bu cepte mutlaka bir de kalem olurdu, ama kurşun, ama tükenmez, ki son dönemlerde sadece tükenmez idi, neden kalem taşıdığı konusunda kimsenin cevap verebileceğini zannetmiyorum, kendisinin herhangi bir not aldığı ya da bir şeyler yazdığına dair bir şahadetim olmadı. Ancak son dönemlerde telefon yaygınlaşınca artık telefon numarası yazmak gibi bir usul geliştirmiş idi. Telefon görüşmelerini de müdavimi olduğu Çeşme’nin en eskilerinden sayılan Saffet Dinçalp’in çalıştırdığı Sahil Restorandan ihbarlı yazdırdığı telefonlardan gerçekleştirir idi. İlaveten Sahil Restoran denince, sahibi Saffet Bey ve Oğullarından Yener’i de saygıyla yad edelim, nurlar içinde olsunlar. Dayım müdavimdir dedim ya; gerçek müdavimdir, zannedersiniz ki orası yoklama yapılan yerdir ve o da yok yazılmaya hiç de hazır değildir. Genellikle masa ortakları, Fehmi Karababa, Uğur Öztin ve Mehmet Çınar (Çekirge) idi. Bu büyüklerimi de saygı ile yad edip nurlar içinde olmalarını temenni ederim.

Hafif abartı ve yer yer gerçek olmayan tevatürlere sarılmış olan bu abide adamı bir yazıya sığdıramadım. Haftaya devam… Bana 12 eylülün mapushanelerinde verdiği desteği, Çiftlik köyünün ilk minibüsü “karayılan”ı, sünnetimde hayatımın ilk saatini hediye edişini, hastahanede yatarken kolaylıkla bulunamayacak olan bir radyo getirip ajansları dinleyebileceğimi söylemesi, Ilıca’daki “Ankara Otel” sergüzeşti ve benzeri diğer anılarımı yazmaya devam… Hay Allah, sıkı bir antikomünist olan ve hayata yorum manasında, hemen hemen hiç de ortak bir yanımızın olmadığı bu adamla ilgili neler hatırlıyorum ve bir yazıya sığmıyor. Demek ki kendisi ile tıpkı o günlerde yaptığımız gibi rakı içip, tartışıp konuşmayı ne de özlemişim meğerse… Huzur içinde uyu kara gözlü “KARAGÖZ”.