12
Eylül askeri cuntasının güçlü generallerinden, Nevzat Bölügiray, "Geçmişten Geleceğe" isimli
bir kitap yazıyor ve bizde okuyoruz, tamamen günah çıkarmaya yönelik, yaşadıklarının
ya da yaptıklarının ya da verdiği emirlerin ruhunda yarattığı fırtınayı
dindirmeye yönelik "suç-ceza" psikolojisi ile döktürüyor. Sanki
yaşadığı süreçte, en kritik görevlerde bulunmamış ilgisiz biri gibi, sanki
kenarda durarak sadece izlemiş olma masumiyeti içerisinde yazıyor ama aynı
kitaptan anlıyoruz ki, istihbarat yönergelerinden tutun da eğitim
yönergelerinin hazırlanmasına, istihbaratçılıktan MİT müsteşarlığına oradan sıkıyönetim
komutanlığına hatta sıkıyönetim koordinasyon başkanlığına kadar operasyonel
görevlerde bulunmuş olup, hepsinde de taktir ve taltif görmüştür. Lakin başta
benim gibi az bilgililer olmak üzere dünya alem biliyor ki, bulunduğu görevler
itibari ile mezkur anlatımdaki olayın binlercesini biliyor, izliyor ve direk ya
da endirek karar sahibi.
Gelelim;
büyük yankı ve tartışma yaratan kitabının yazımıza konu olan bölümüne; ne diyor
general, "polislerin bir sivili getirdiğini ve kendilerine teslim etmek
istediklerini", teslim edilen kişi ile birlikte MAH'tan (şimdiki MİT'in
öncülü) bir zarf içinde "top secret" bir mektup bulunduğunu ve
mektupta "yazı ile
gönderilen (...) Üniversitesi hocalarından (...), Stalin'e gönderdiği dilekçe
ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan
sınırından, "usulü dairesinde ve
kimseye gösterilmeden" sınır dışı edilecektir" diye
yazmaktadır. Bir başka yerde ise; Komutanın, "Bu
namussuz gibi üç kişiyi postaladık sınır dışına; ama canlı olarak değil tabii. MAH'ın
yazısındaki "kimseye gösterilmeden sınır dışı edilsin" sözlerinin
anlamı, "adamı yok edin" demek oluyor. Anladın mı şimdi ha?"
diyerek, övendire ile dürtüyor anlamayanları (aslında anlamadım oynayanları)...
Bilahare de, "öteki
sınır dışı olaylarında bize yardım eden arkadaşla, Üstğm. Rıza (T) ile adamı
sınıra götürdük. Tam sınıra gelince, elleri arkadan bağlı olan adama, önümüzden
yürümesini söyledik. Adam, öldürüleceğini anlamıştı galiba, çok zor yürüyor,
ayaklarını sürüyordu. Sınırdan Bulgar topraklarına üç, dört adım atar atmaz,
hazırlayıp yanımızda getirdiğimiz ilmikli ipi hızla arkadan adamın boynuna
geçirdik ve iki taraftan Üsteğmen Rıza ile var gücümüzle ipe asıldık. Ben, o
arada dizimi adamın beline dayayıp güç alıyordum ve "küt" diye bir
ses duyuldu; boynu kırılmıştı. Tabii "kimse
görmeden sınır dışı edilmesi" için ateşli silah kullanamazdık. En
sessiz ve temiz yöntem boğmaktı; biz de öyle yaptık. Sonra sınırın üç dört adım
ötesinde bir çukur açtık, adamı içine atıp toprakla örttük"
diyerek finali yapmakta...
Peki
sonradan MİT gibi gücü sınırsız bir kurumun başına geçmesine rağmen bu yaşadığı
karşısında uzun yıllar, haydi yumuşatarak "susmayı tercih eden" 12
Eylülün kudretli generali, neden şimdi bu açıklamayı yapma ihtiyacı duymuştur
acaba? Peki diğer subayların bir hayli alkollü olduğu sohbet toplantısında
kenarda bekleyip, içmeden ve dikkatli izleyici rolü olduğunu beyan eden
muhterem, gözlüğünden, boyuna, elbiselerine hatta teninin rengine kadar pür
dikkat izlediği kişiyi yani fiziğini ezberlediğini söylediği kişiyi, ki bu Sabahattin
Ali ise eğer, katlinden sonra kopan fırtınaya rağmen yani gazetelerde
yayınlanan boy boy fotoğraflarına rağmen hatırlayamamışsa bu saflığından mı
yoksa niyetinden mi, artık sütüne kalmış bir şeydir diye konuşulmaktadır
kamuoyunda. Anlaşıldığı kadarı ile, bunun Sabahattin Ali olup olmadığını
bilmemesi mümkün değil... Aslında adamın böyle bir sonu hakkettiğini de sanki
mefhumu muhalifinden der gibi duruyor anlatımlarında da. Diğer taraftan öldürülenin
Sabahattin Ali olup olmamasının hiç bir önemi yoktur aslında... Bir insan
katlediliyor, fikirlerine karşı olsan da ve sen sonra "ben ne kadar
karşıydım bir bilseniz, bunlar cinayettir" açıklamalarıyla kimi
kandıracağını zannediyorsun derler, ama aslında net anlaşılıyor hedef, evet,
beni kandırdı, Allah beni affetsin.
Kudretli General Bölügiray'ın
aleni ifşası ile "kerim devletin" "iç düşman" tarif ve
tahayyülünün zirvesi olarak sırıtmakta "mezkur cinayet" ve devletin Emniyet
ve Asayiş tesisi ile vazifeli kurumlarında ne kadar vazifeşinas muhteremlerin
görev aldığını göstermesi bakımından da insanın kanını donduran hukuksuzluk ve
yargısız infaz örneklerinden birisidir. Ayrıca dikkate değer bir başka ayrıntı
da, katledilen öğretim görevlisinin, "Stalin'e bir dilekçe" ile
başvurduğundan bahisle, ya bir öğretim görevlisinin böyle bir mektubun ele
geçeceğini düşünemeyecek kadar düşüncesiz ya da biz okuyucuların bunu fark
etmeyecek kadar andövül olduğunu ya da benzeri sudan ve uydurma sebeplerle ya
da kanıtlarla insan boğazlayacak canilerin memlekette kol gezdiğini zımnen
beyan etmektedir. Bu doğru ise durum vahim eğer doğru değil de kitabın
yayınlandığından bu yana 2 yıl geçmesine rağmen hala konu araştırılmamış ise de
daha da vahimdir, ya da töhmetim çoktur hangisine yanayım mı diyor kerim
devletin yetkilileri... Diğer taraftan, MİT dönemi yöneticiliğinden ve o döneme
ait uygulamalardan ve duyumlardan hatta gözlemlerinden bahsedilmiyor ise, ne
düşünmemiz gerek... Soru çok bu konuda ve bu uğurda... Neyse biz yine de;
Kudretli Generalin kitap çok ses getirsin, çok satsın diye böyle bir girişle
kitabını yazdığı düşüncesine kapılıp 100 numara saflığımıza gömülelim.. Yoksa maazallah
daha da sorgularsak, ya yalan söylüyor ya da şu anda bilemediğimiz bir nedenle
subliminal mesaj veriyor diyeceğiz o da ayıp olacak... Neyse, anlatılanlar olur
şeyler mi, olabilir şeyler mi, katledilen Sabahattin Ali mi, bir başkası mı,
sorularını bir kenara bırakarak, kudretli generalin, kaldı ki adı da yaptığı
görevler nedeniyle çok çeşitli olaylara karışmış olduğunu gösteriyor olmasını
konunun uzmanlarının didiklemesine çok ciddi anlamda ihtiyaç vardır, diyelim
geçelim... Çünkü tarihimiz boyunca, sınırlarda çatışma çıktı, dur dedik durmadı
ketenperesine getirilerek öldürülmüş çok insan olduğu bilinmektedir, aksi
taktirde vakanüvislerin tarih diye iteleme bombardımanlarına maruz kalmaya
devam...