Pazar, Kasım 27, 2016

12 EYLÜLÜN KUDRETLİ GENERALİ NEVZAT BÖLÜGİRAY

12 Eylül askeri cuntasının güçlü generallerinden, Nevzat Bölügiray, "Geçmişten Geleceğe" isimli bir kitap yazıyor ve bizde okuyoruz, tamamen günah çıkarmaya yönelik, yaşadıklarının ya da yaptıklarının ya da verdiği emirlerin ruhunda yarattığı fırtınayı dindirmeye yönelik "suç-ceza" psikolojisi ile döktürüyor. Sanki yaşadığı süreçte, en kritik görevlerde bulunmamış ilgisiz biri gibi, sanki kenarda durarak sadece izlemiş olma masumiyeti içerisinde yazıyor ama aynı kitaptan anlıyoruz ki, istihbarat yönergelerinden tutun da eğitim yönergelerinin hazırlanmasına, istihbaratçılıktan MİT müsteşarlığına oradan sıkıyönetim komutanlığına hatta sıkıyönetim koordinasyon başkanlığına kadar operasyonel görevlerde bulunmuş olup, hepsinde de taktir ve taltif görmüştür. Lakin başta benim gibi az bilgililer olmak üzere dünya alem biliyor ki, bulunduğu görevler itibari ile mezkur anlatımdaki olayın binlercesini biliyor, izliyor ve direk ya da endirek karar sahibi.
Gelelim; büyük yankı ve tartışma yaratan kitabının yazımıza konu olan bölümüne; ne diyor general, "polislerin bir sivili getirdiğini ve kendilerine teslim etmek istediklerini", teslim edilen kişi ile birlikte MAH'tan (şimdiki MİT'in öncülü) bir zarf içinde "top secret" bir mektup bulunduğunu ve mektupta "yazı ile gönderilen (...) Üniversitesi hocalarından (...), Stalin'e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, "usulü dairesinde ve kimseye gösterilmeden" sınır dışı edilecektir" diye yazmaktadır. Bir başka yerde ise; Komutanın, "Bu namussuz gibi üç kişiyi postaladık sınır dışına; ama canlı olarak değil tabii. MAH'ın yazısındaki "kimseye gösterilmeden sınır dışı edilsin" sözlerinin anlamı, "adamı yok edin" demek oluyor. Anladın mı şimdi ha?" diyerek, övendire ile dürtüyor anlamayanları (aslında anlamadım oynayanları)... Bilahare de, "öteki sınır dışı olaylarında bize yardım eden arkadaşla, Üstğm. Rıza (T) ile adamı sınıra götürdük. Tam sınıra gelince, elleri arkadan bağlı olan adama, önümüzden yürümesini söyledik. Adam, öldürüleceğini anlamıştı galiba, çok zor yürüyor, ayaklarını sürüyordu. Sınırdan Bulgar topraklarına üç, dört adım atar atmaz, hazırlayıp yanımızda getirdiğimiz ilmikli ipi hızla arkadan adamın boynuna geçirdik ve iki taraftan Üsteğmen Rıza ile var gücümüzle ipe asıldık. Ben, o arada dizimi adamın beline dayayıp güç alıyordum ve "küt" diye bir ses duyuldu; boynu kırılmıştı. Tabii "kimse görmeden sınır dışı edilmesi" için ateşli silah kullanamazdık. En sessiz ve temiz yöntem boğmaktı; biz de öyle yaptık. Sonra sınırın üç dört adım ötesinde bir çukur açtık, adamı içine atıp toprakla örttük" diyerek finali yapmakta...

Peki sonradan MİT gibi gücü sınırsız bir kurumun başına geçmesine rağmen bu yaşadığı karşısında uzun yıllar, haydi yumuşatarak "susmayı tercih eden" 12 Eylülün kudretli generali, neden şimdi bu açıklamayı yapma ihtiyacı duymuştur acaba? Peki diğer subayların bir hayli alkollü olduğu sohbet toplantısında kenarda bekleyip, içmeden ve dikkatli izleyici rolü olduğunu beyan eden muhterem, gözlüğünden, boyuna, elbiselerine hatta teninin rengine kadar pür dikkat izlediği kişiyi yani fiziğini ezberlediğini söylediği kişiyi, ki bu Sabahattin Ali ise eğer, katlinden sonra kopan fırtınaya rağmen yani gazetelerde yayınlanan boy boy fotoğraflarına rağmen hatırlayamamışsa bu saflığından mı yoksa niyetinden mi, artık sütüne kalmış bir şeydir diye konuşulmaktadır kamuoyunda. Anlaşıldığı kadarı ile, bunun Sabahattin Ali olup olmadığını bilmemesi mümkün değil... Aslında adamın böyle bir sonu hakkettiğini de sanki mefhumu muhalifinden der gibi duruyor anlatımlarında da. Diğer taraftan öldürülenin Sabahattin Ali olup olmamasının hiç bir önemi yoktur aslında... Bir insan katlediliyor, fikirlerine karşı olsan da ve sen sonra "ben ne kadar karşıydım bir bilseniz, bunlar cinayettir" açıklamalarıyla kimi kandıracağını zannediyorsun derler, ama aslında net anlaşılıyor hedef, evet, beni kandırdı, Allah beni affetsin.

Kudretli General Bölügiray'ın aleni ifşası ile "kerim devletin" "iç düşman" tarif ve tahayyülünün zirvesi olarak sırıtmakta "mezkur cinayet" ve devletin Emniyet ve Asayiş tesisi ile vazifeli kurumlarında ne kadar vazifeşinas muhteremlerin görev aldığını göstermesi bakımından da insanın kanını donduran hukuksuzluk ve yargısız infaz örneklerinden birisidir. Ayrıca dikkate değer bir başka ayrıntı da, katledilen öğretim görevlisinin, "Stalin'e bir dilekçe" ile başvurduğundan bahisle, ya bir öğretim görevlisinin böyle bir mektubun ele geçeceğini düşünemeyecek kadar düşüncesiz ya da biz okuyucuların bunu fark etmeyecek kadar andövül olduğunu ya da benzeri sudan ve uydurma sebeplerle ya da kanıtlarla insan boğazlayacak canilerin memlekette kol gezdiğini zımnen beyan etmektedir. Bu doğru ise durum vahim eğer doğru değil de kitabın yayınlandığından bu yana 2 yıl geçmesine rağmen hala konu araştırılmamış ise de daha da vahimdir, ya da töhmetim çoktur hangisine yanayım mı diyor kerim devletin yetkilileri... Diğer taraftan, MİT dönemi yöneticiliğinden ve o döneme ait uygulamalardan ve duyumlardan hatta gözlemlerinden bahsedilmiyor ise, ne düşünmemiz gerek... Soru çok bu konuda ve bu uğurda... Neyse biz yine de; Kudretli Generalin kitap çok ses getirsin, çok satsın diye böyle bir girişle kitabını yazdığı düşüncesine kapılıp 100 numara saflığımıza gömülelim.. Yoksa maazallah daha da sorgularsak, ya yalan söylüyor ya da şu anda bilemediğimiz bir nedenle subliminal mesaj veriyor diyeceğiz o da ayıp olacak... Neyse, anlatılanlar olur şeyler mi, olabilir şeyler mi, katledilen Sabahattin Ali mi, bir başkası mı, sorularını bir kenara bırakarak, kudretli generalin, kaldı ki adı da yaptığı görevler nedeniyle çok çeşitli olaylara karışmış olduğunu gösteriyor olmasını konunun uzmanlarının didiklemesine çok ciddi anlamda ihtiyaç vardır, diyelim geçelim... Çünkü tarihimiz boyunca, sınırlarda çatışma çıktı, dur dedik durmadı ketenperesine getirilerek öldürülmüş çok insan olduğu bilinmektedir, aksi taktirde vakanüvislerin tarih diye iteleme bombardımanlarına maruz kalmaya devam... 

Cumartesi, Kasım 19, 2016

AYNAROZ KADISI

Hayatları; az çalışma hatta çalışmama, üretimden tamamen azade ve zevk-ü sefaya dayalı, akılları fikirleri cinlikte, hinlikte ve yobazlıkta, sistemin kokuşmuşluğu ardına pusulanmış, bir adalet sistemi (aslında adaletsizlik) girdabında yetki, kavuk ve asa sahibi olmanın rahatlığı içinde, astığı astık, kestiği kestik bir saltanatın sürdürüldüğü devirlere ait, irade, hidayet, inayet, kudret, kumanda, nüfus, tesir ve makam nasıl bir şeydir ve nasıl ustaca ve hince kullanılır, bunların tekmili birden tek oyunda nasıl kullanılır, işte "Aynaroz Kadısı" oyunu bunların tüm cevaplarını veriyor. Mezkur oyun, Müsahipzade Celal tarafından; ki, yazar, genellikle eserlerinde, yozlaşan devlet yönetimi ve türeyen çıkarcı, işbirlikçi, dini kötüye kullanan, her şeyi kendi emellerine uygun yorumlayan din adamlarını konu edinmiştir, öncelikle Kadı ve Kilise arasında, sonrada Şeyhülislam, kadı ve davacı kilise papazları arasında geçen bir yargılama sürecini konu alır, baştan sona tam manası ile bir hiciv döktürmesi olup, iddiaları öteki dünya ve öteki dünyanın nimetlerinden faydalanma olan Müslüman ve Hıristiyan din adamları arasındaki; güç, para, mal, mülk ve kadın tutkusu yarışmasını fona alıp, önde de reşit olmamış bir Rum kızı, onun mirası, onun iştigali ve nikahı üstünden, misyonlarından nasıl ırak olduklarının bir hicvidir.

Aynaroz, Yunanistan'da manastırlarıyla ünlü ve kutsal Athios dağının bulunduğu bir yarımada olup, deniz seviyesinden de yaklaşık 2.000 mt. yüksekliktedir, ancak anladığım kadarı ile halen burası özerk bir din devleti gibi durmakta ve yine araştırmalarımda da gördüm ki, Bizans ve Osmanlı döneminde de özerkliğini hiç kaybetmemiş bir hükümranlık alanı ve yaklaşık 2.000 civarında din adamının yaşadığı söylenmektedir, çok çeşitli dillerin konuşulduğu söylenen bu manastırlarda ne yazık ki rahibelere yer yok ve de halen de kadınların ayak basamadığı "Avrupa Birliği" içerisinde yer alıp, üstelikte Aynaroz'un adının da "Bakire Meryem Bahçesi" olduğu söylensin... Özerk Aynaroz devletinin ruhani lideri, İstanbul Fener Patriği Barthelomeos, Devlet Başkanı ise Yunanistan’ın Dışişleri Bakanıymış, ne diyelim kendileri bilirler, ama durum bu imiş...

Oyunun konusuna gelince; Şeyhülislam Kehkeşanizade Lem’i Molla’nın bacanağı Divrikli Yakup medreseyi ite kaka bitirir, torpillerle çeşitli görevler üstlenirse de, rüşvet, hile, hurda, desise ve kadın düşkünlüğünden dolayı sürekli bir yerden bir yere sürülmektedir, ancak torpili çok önemli bir mevkideki zat olması münasebetiyle de sürekli görev almaya da devam eder, sonunda da "Aynaroz" da kadılığa tayin olunur. Mahkeme katibi Rükneddin'in delaleti ile, görevleri hakların korunması olmasına rağmen hakların rüşvete, iltimasa dayalı yitirilmesi için hile-i şer'iye yollarına itina ile başvururlar. Kalyoncu Adem Ağa'nın kadılıkta, subaşı aracılığı ile kalyonlardaki buğdayların boşaltılıp gerekli incelemeleri yapıldıktan sonra yeniden yüklenmesini işini görürken onu soyup soğana çevirirler ama bu sırada gecikmeler nedeni ile korkulan ve beklenen fırtınanın çıkması sonucu tüm kalyonların yok olmasına neden olurlar.

Afroditi isimli güzel Rum kızının, sevdiği genç Hristo sayesinde  ailesinden miras olarak kalan "15 bin duka altını" olduğunu öğrenen Divrikli Yakup, evvel emirde güzel Rum kızına iç geçirerek, kızı sözde kendi korumasına alır ve kadı evine kapatır, adada öğrendiği, ergenliğe ermemiş kızın ailesinden kalan, taşınır, taşınmaz tüm mallar tutanağa dökülerek, Aynaroz Kadılığı Öksüzler Sandığına devir edilir... Artık güzel ama ergenliğe ermemiş kız kadı'nın korumasındadır ya, evde kendi karısını, sözde şarap haram olduğundan, şarabı şıra diye yutturarak karısına içirir ve bu aşamadaki emellerine ulaşmaya çalışır. Diğer tarafta Aynaroz'lu papazlar boş dururlar mı, ne yapıp edip bu paranın üstüne yatmak için, öncelikle hayatta kimsesi olmayan kızın, kadı'nın evinden kaçırılması gerekir, kızı kaçırırlar ve kiliseye kapatırlar, hinoğlu hin külyutmaz kadı Divrikli Yakup hemen hinliği çözer ve subaşı ve ekibi ile birlikte kiliseye baskına gidilir, kilisenin kızın mirasının kiliseye kızın reşit olma tarihine kadar emanet edilmiş olması iddiaları karşısında, şeytana pabucunu ters giydirecek yöntemlerle 15 bin duka altını geri alır, altınları geri aldığı gibi kızı da  kilise tarafından evlenmesin diye nişanlısına konulan aforoz işlemini de kaldırarak sevdiği Rum genci Hiristo ile evlendirir. Artık paralar güvenli eldedir ve güvenli ellerin de geleceği güvendedir.

Ancak, Aynaroz baş papazının Şeyhülislam nezrinde yaptığı itiraz üstüne, görülen davada ise, kadı Divrikli Yakup çeşitli rüşvetlerle şikayetçi papazı haksız duruma düşürür, Müslümanlıktan kaçıp Hıristiyan olduğu iddiası ile rahip sindirilir ve hapse atılır ancak oradan da kaçmasına göz yumulur.

Ama; muhtemelen 1978 yılında TRT de izlediğim oyunun aklımda kalan en önemli ve çok etkileyici bulduğum bölümü ise, yakalanan yasak şarapların, stoklanan yerde içine tuz atılarak rüşvet karşılığı sirkeye çevrilmesi ve suçun ortadan kaldırılması işlemi idi... Oyundan tek aklımda kalan bu bölümü üstüne, yeniden okumak için kitabı çok aradım ne yazık ki bulamamıştım, ancak kızımla bir sohbetimiz sırasında, günümüzü hicveden bir hikaye anlatmam gerekince, anlattığım bu hikayeden ve kitabı bulamadığımdan bahsettikten sonra, kızımın yılmadan sahhafları bile araştıran inatçılığı sayesinde, kitabı İzmir Karşıyaka'da bir sahhafta bulabildik... Kitabı mezkur Sahhafa gidip alıp bana ileten dostuma ve kızıma tekrar bu vesile ile teşekkür ediyorum.

Kime ait olduğunu öğrenemediğim ama uzun bir zamandır, bildiğim ve kullandığım bu sözle bitiriyorum.

Devlet-ü Osman-î Ali'de
Terfi-i temayüz
İlim irfan ile olmaz
Terfi,
Ya olacak kuvvetli iltimas
Ya olacak madeni haz

Ya da olacak ten ile temas

Pazartesi, Kasım 14, 2016

BAĞIRINCA SESİNİN GİTTİĞİ ADALAR; FALKLAND

Arjantin'in ABD destekli "komünizmle mücadele" hedefli yılları, yaşanan sosyal ve ekonomik darboğazlarının aşılması için her yarı-sömürge ülkede olduğu üzere ABD'nin delaletiyle başvurulan, askeri diktatörlük ve asker diktatörler Jorge Rafael Videla, Roberto Eduardo Viola ve Leopoldo Galtieri, iş başında... Halka karşı kirli Savaş olarak adlandırılan cunta yönetimi sırasında parlamento, sendikalar, siyasi partiler ve yerel yönetimler kapatıldı... Bölücü ve yıkıcı güçler olarak nitelendirilen ve sürek avının hedefine konulan ve sayıları yüzbinleri bulan demokrat, devrimci ve antiemperyalist insan, büyük bir bölümü uçaklardan okyanusa atılarak, kaybedildi, toplu kurşuna dizmeler gerçekleşti, işkence sıradanlaştı ve kendilerinden olmayan herkesi kapsadı ve kitlesel idamlar bile yadırganmadı.
 
Yaşanan ekonomik sıkıntıların artması karşısında genişleyen halk muhalefetinin ve halkın yaşanan soygun, yoksulluk ve yolsuzluğa karşı örgütlenmesinin önüne geçmek için, sonradan da canım yurdumun generallerine örnek teşkil eden ve ABD'nin delaleti ile yapılan askeri darbe ile ülkeyi 1976-1983 yılları arasında adeta demir yumrukla yöneten "cunta"; ekonomide, sosyal kamu harcamalarını kısma, özelleştirmeler, para arzının kısıtlanması ve ücretlerin dondurulması ve yüksek enflasyon tercihli politikalar neticesinde kısa süreli ve görece bir rahatlama yarattıysa da, giderek bozulan ekonomi karşısında, ülkeyi oyalayacak, adeta "kuşa bak" dedirtecek yöntemler aramaya başladılar. Ve birden Arjantin'in faşist liderlerinin aklına geçmiş defterleri karıştırmak geldi, tıpkı tüm müflis politikacılar gibi... Halk içindeki saygınlığı giderek azalan ve destekçileri büyük sermayenin de kendilerine eski desteği vermemesi üzerine,  cunta yönetimi ve Leopoldo Galtieri, İngiltere'nin (Birleşik Krallık) yönetimindeki Falkland Adaları üzerinde Arjantin'in tarihsel iddialarını yeniden canlandırdı. Arjantinliler tarafından "Malvines" diğerleri tarafından da "Falkland" olarak bilinen adalar, 1964 yılında Birleşmiş Milletler Sömürge Sorunları komisyonunda yapılan görüşmeler neticesinde, gerek coğrafi yakınlık gerekse de demografik yapı göz önünde bulundurularak yönetimin İngiltere tarafından Arjantin'e devredilmesi kararını alınır ancak bu kararın gereği hiç bir zaman gerçekleşmez. Arjantin bu talebini daha önceleri İspanyol sömürgesi olan bu adaların, kendilerinin de İspanyolların halefi olması münasebetiyle kendilerine düştüğü tezini hep savundular, artık bunları dillendirmekten ziyade işler yapmanın zamanı gelmiş ve hatta mümkünse de operasyon gerçekleştirmek için uygun günler gelmiş idi, zaten içeride siyasi, sosyal ve ekonomik işler çok kötü gitmekte, iktidarlarını sürdürebilmenin yolu, toplumu meşgul edecek yeni şeyler gerçekleştirilmeli idi. Karşılarında da emperyalizmin en önemli temsilcilerinden İngiltere (Birleşik Krallık) bulunuyordu. Zaten tüm bu başarısızlıkları örtmek için de güçlü bir hedef olmalıydı ki karşıda, toplum da koro halinde, "vay be bizimkilerin de güçlerini test edecek kimse olamaz" diye bir düşünceye kapılmalıydı. Ve, konu yavaş yavaş ısıtıldı, söylemlerde, bu adalar o kadar yakın ki bize, "seslensek duyulur" ile başlayan bir dizi propaganda devreye girdi, artık toplumun milliyetçi duyguları atlara binmiş ve atları şahlanmış idi... Diğer taraftan, İngiltere 1833'ten beri adalar üzerinde "işgal ve yönetimi" sürdürdüğünü ve Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın 1. maddesine göre Falkland adalarında, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (self-determinasyon) ilkesi gereğince, Birleşmiş Milletler Sömürge Sorunları komisyonundaki kararın hilafına, yönetimin kendilerinde kalması gereğini savunuyorlardı. Adaların Arjantin'e geçmesi halinde "sömürge" statüsü oluşur diye de evlere şenlik bir siyaset izliyorlardı. Tam bir komedi, ama işte güçlü gemiyi karadan yürütüyordu ve İngiltere de güçlü olmanın dayanılmaz terbiyesizliğini gerçekleştiriyordu.

Peki; Arjantin'de durum bu iken, İngiltere'de durum nasıldı diye bakacak olursak, İngiltere ise neoliberal programı ile ülkeyi uçuracağız diye işbaşına gelmiş Demir Lady Margareth Thatcher yönetiminde sefilleri oynamakta idi, işsizlik tavan yapmış, başta sağlık olmak üzere tüm sosyal politikalardan büyük tavizler verilmiş olması ve nihayetinde de halk desteğinin çok aşağılara düşmüş olması nedeniyle, Arjantin'in işgali, deyim yerinde ise "Allahın bir lütfü" olacak idi kendilerine...


Nihayetine, bu gaz ve saiklerle Arjantin ve önderleri faşist Leopoldo Galtieri, 2 nisan 1982 de Falkland Adalarını ve onların güneyindeki Güney Georgia Adasını işgal etti,  İngiltere de hemen deniz aşırı müdahale güçlerini yola çıkarıp, savaşa dahil olur... Konumuz savaş olmadığı için, konuyu uzatmayalım, yaklaşık ve karşılıklı 1.500 ölüm, 2.500 yaralı, 15.000 esir, onlarca uçak, helikopter ve savaş gemisi zayiatla nihayetlenir savaş... Savaş başlamadan önceki duruma tekrar dönülür, yani adalar yine İngiltere'de kalır, Margareth Thatcher yönetimi durumunu sağlamlaştırır, Leopoldo Galtieri Devlet Başkanlığından ve Başkomutanlıktan istifa eder ve sonu hapishanelerde bitecek yeni bir macera başlar... Ancak, fiili durum ne olursa olsu, Arjantin adalar üstündeki haklarından vazgeçmediğini sürekli açıklar ve ileride maceraperest bir diktatörün gelişine kadar konu derin dondurucuya konulur, gün gelir ihtiyaç oluşunca yeniden ısıtılmak üzere..

Pazartesi, Kasım 07, 2016

NASIL BİR MATBUAT


Daha sonra ortaya çıkan sorunlar yüzünden yayını duracak olan Yeni Dünya gazetesinin kuruluşunu gösteren mektuplar buraya alınmıştır.

 

 

Pek muhterem Cami Beyefendi,

Gazetenin nasıl bir mücadele organı olacağı ve hangi nihai gaye için mücadele edeceği hususlarında, kanaatimce, anlaşmıştık. Bugünkü şartlar içinde mücadelemizin ileri sürebileceği ve gazetede müdafaasını arayacağı umumi tezler üzerinde düşündüklerimi ve ayrıca gazetenin organizasyonuna ve kadrosuna dair şahsımın ileri sürebileceği teklifleri aşağıda arze- diyor ve bu noktalarda mutabık olduğumuzu tahmin etmekle hataya düşmemiş olduğumu sanıyorum.

Kağıt ve matbaa gibi teknik hususlarda bir karara varıldığını umarak, mümkün olduğu kadar kısa zamanda cevabınızı bekliyorum.

En derin bağlılık ve saygı hislerinde ellerinizden öperim.

Vedat Beye saygı ve sevgiler, Süreyya Beye selamlar.

Sabahattin Ali

 

Gazetenin uğrunda mücadele etmesini gerekli sandığım gayeler:

1- Demokratik ana hürriyetlerin, ezcümle söz, yazı, toplanma ve teşkilatlanma hürriyetlerinin tam, riyasız tahakkuku;

Bu hürriyetler ancak kanuni müeyyidelere dayandıkları zaman var olabileceklerine göre, Anayasa da dâhil olmak üzere buna aykırı bütün kanunların ve kanun maddelerinin kaldırılması;

2- Devletin demokratça esaslar dâhilinde, milleti tam ve hakiki temsil eden organlarla yeniden teşkilatlandırılması; tek dereceli, gizli, serbest seçimden başlayarak.

3- Prensip bakımından halk ve demokrasi düşmanı olan siyasi, gayrı siyasi hiçbir teşek-külün demokratik haklardan ve hürriyetlerden istifade etmesine müsaade edilmemesi;

4- Köylünün yeter derecede toprağa bedelsiz sahip kılınması ve küçük toprak sahipleri-nin kooperatifler haline gelebilmelerine müsaade, hatta buna devletçe yardım edilmesi;

5- Büyük sanayinin, münakalat vasıtalarının, madenler ve akarsular gibi toprak hâzinelerinin, umumi hizmet ve zaruri ihtiyaç müesseselerin ve bankaların devletleştirilmesi veya devlet kontrolü altına alınması;

6 Devlet ihtiyaçlarının müteahhit denilen tufeyli sınıf tarafından karşılanmasının önüne geçilmesi ve bunun için yeni, ileri bir teşkilat kurulması;

7- Bütün vatandaşların her bakımdan şamil bir sosyal sigorta ile hal ve istikballerinin sefalet ve zarurete karşı emniyete alınması;

8- Azınlıkların hak, vazife ve mükellefiyet bakımından tam vatandaş muamelesi görme-leri ve bunların kendi milli kültürleri içinde gelişmelerine, bu evsaf ile devletin idaresine işti-raklerine ve mecliste temsillerine müsaade edilmesi;

9- Bütün milletin hakiki ve halkçı bir kültür seferberliği ile şuurlu, menfaatlerini müdrik bir kitle haline getirilmesi;

10- Türkiye'nin emniyet ve selameti etrafını çeviren devletlerle iyi komşuluk münasebetlerine bağlı olduğu için, bütün hür ve demokrat komşu devletlerle samimi ve anlayışlı bir dostluk siyaseti kurulması ve bu devletlerin siyasi, kültürel ve ekonomik bünyelerinin ve inkişaflarının yakından ve yalansız takibedilerek milletin bilgisine sunulması.

 

Gazetenin organizasyonu hakkındaki düşüncelerim şunlardır:

1 Sermayeyi temin edecek kimselerin gazetenin siyasi veçhesine müdahalesine asla ce-vaz verilmeyecektir;

2- Bunun için gazete ayrı bir teşekkül halinde ve Cami Bay- kurt imtiyazı kendi üzerine alacağını söylediği için Cami Bay- kurt'la Sabahattin Ali'nin siyasi mesuliyeti altında çıkacaktır;

3- Gazetede, yukarıda yazılı umumi siyasi kanaat ve esaslara aykırı hiç bir yazı bulun-maması hususu temin edilecektir. Spor ve sinema yazılarında bile ana yoldan ayrılınmasına müsamaha edilmeyecektir;

4- Cami Baykurt veya Sabahattin Ali'den herhangi birinin gazeteye girmesini mahzurlu buldukları yazılar gazeteye konmayacaktır.

5- Gazetenin yazı ve idare kadrosu müştereken tespit ve ücretleri müştereken tayin olu-nacaktır;

6- Sabahattin Ali'nin gazetede bilfiil çalışması mümkün olmadığı zamanlarda, Cami Baykurt'un da muvafakatiyle yerine bırakacağı kimse, gazetenin siyasi kontroluna aynen onun gibi iştirak edecektir.

Sabahattin Ali

 

Mehter marşına uygun demektir durumumuz... 1940 lar Türkiye'si... Allah selamet versin...