Cumartesi, Mayıs 31, 2008

BAZI ŞEYLER ADAMIN AYAĞINA DOLANIR İŞTE

ETME BULMA DÜNYASI

22 temmuz seçimlerinden sonra; 60. hükümetin kurulmasını müteakip Başbakan Recep Tayyip Erdoğaneylem planı” nı ıklamış ve bu planın yazımıza da konu olan tarafını, yani Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) ve halen Devlete ait bulunan Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıflar Bankası’nın İstanbul’a taşınacaklarını ilan etmiş idi.

T.C. Merkez Bankasının İstanbul’a taşınması konusunda en önemli ve büyük gerekçeyi ise, birlikte çalışmakta olduğu bankaların tamamının merkezlerinin İstanbul'da bulunması ve İstanbul’un adeta bir finans merkezi olması nedeni ile de sadece T.C. Merkez Bankasının değil; Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Vakıflar Bankası gibi devlete ait bulunan bankaların da T.C. Merkez Bankası ile birlikte hareket etmesi, oluşturmakta idi bu ıklamaya göre. Gerçi bu ıklamalardaki gerekçe de kimselere pek inandırıcı gelmemişti doğrusu.

Aslında son günlerde çok tartışılan T.C. Merkez Bankasının İstanbul’a taşınması niyeti ve isteği yeni bir konu değil. Bu niyet ve istek ilk defa; 1987-1993 yılları arasında T.C. Merkez Bankasının başkanlığını yürüten Rüştü Saracoğlu tarafından gündeme getirilmiş ve sonradan yerine gelen Bülent Gültekin ve Yaman Törüner döneminde de konu ile ilgili bir hayli detay çalışma ve plan da yapılmıştı ve bilindiği kadarı ile de, dönemin Hükümet ve Belediye yetkilileri ile varılan sözlü mutabakat gereği Leventteki arsa satın alınmıştı. Hatta o günlerde Merkez Bankasında çalışan bir dostumdan öğrendiğim kadarı ile de; yapılması planlanan Genel Merkez binası önce 36 kata göre düzenlenmiş olup, bilahare Silahlı Kuvvetlerin burada İstanbul için kendi savunma sistem ve planları neticesinde kat sayısının 30 ile sınırlı olmasının uygun olacağı beyanı üzerine de, 30 kata kadar azaltılarak yeniden düzenlenmiş idi.

TCMB 11 Haziran 1930 tarih ve 1715 sayılı Kanun ile "Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası" adı altında özel hukuk tüzel kişiliğine sahip ve özel sermayenin de katılması ile bir anonim ortaklık şeklinde kurulmuştur. Buradan da anlaşılıyor ki; daha en başında kuruluş aşamasında, bile Bankanın bağımsızlığına ve özerkliğine özen göstermiş kurucuları; ve, bu titizlik adına bile yansımıştır, başka bir deyişle T.C. Merkez Bankasının sıradan ve diğer bankalar gibi bir banka olmadığı ık olup kar amacı gütmeyen ve devletin milli parayı ve para politikasını yönetme yetkisi verdiği bir kuruluş olması nedeni ile de devletin temel organlarından biri olmuştur. Bu nedenle kamuoyunun ortak görüşü olarakta T.C. Merkez Bankası devletin başkentinde olması yönündedir ve diğer bankalarlayaslanarak ta Onlar İstanbul’a taşındı biz de T.C. Merkez Bankasını İstanbul’a taşımalıyız” gibi bir yaklaşım; mevduat bankacılığı yapmayan, ülkenin parasına ve para politikasına yön veren ve en temel amacı da para piyasasını ve paranın dolaşımını düzenlemek, hazine işlemlerini yerine getirmek, Türk parasının değerini korumak olan bankanın bu ödevleri yerine getirirken de, Hükümet ve diğer devlet kurumları ile eşgüdüm içinde çalışması gerekmekte olduğundan, çok kolay izah edilebilmekten uzak kalmaktadır.

Bunların yanında tali olarak değerlendirilebilecek olan; Çalışanların; ki yaklaşık 20.000 civarında olduğu bilinmektedir, mevcut kurulu düzenlerini bir anda bozacak olmaları toplumsal sorunlara yol açacağı gibi ve bilindiği üzere büyük çoğunluğunun İstanbul’a taşınmak istememesi nedeni ile de ciddi anlamda banka ısından uzman eleman sorununa yol açacağı kesindir. Hiç bir şekilde ekonomik ve sosyal gerekçelerle ıklanamayacak bu inadın dayatması taşınma isteği; aileleri ile birlikte yaklaşık 80.000 kişinin bir anda yerinden ve yurdundan oynatılması anlamına geldiği gibi, Megakent İstanbul’a da yaratacağı sorunlar ve olumsuzluklar da hiç te küçümsenecek gibi değildir.

T.C.Merkez Bankasının İstanbul’a taşınması; T.C. Merkez Bankasının başkanlığını yürüten Rüştü Saraçoğlu ve halefleri tarafından gündeme getirilmesine hatta konu ile ilgili bir hayli de detay çalışma, plan da yapılmasına ve bilindiği kadarı ile de, dönemin Hükümet ve Belediye yetkilileri ile varılan sözlü mutabakatlara dayalı olarakta yukarıda bahsedildiği biçimi ile de plan düzenlemeleri yapılmasına rağmen, acaba neden Leventte satın alınan arsaya gerekli inşaatların yapılmasına; Belediyenin de onayını alma aşamasında bizzat Recep Tayyip Erdoğan karşı çıkmıştır, diye sorulacak olursa; başta Levent olmak üzere bu taşınmanın İstanbul’a yaratacağı olumsuz etkilerden ötürü bir belediye başkanı olması nedeni ıklanmıştır o dönemde.

Geçmişte Recep Tayyip Erdoğan’ın Belediye başkanlığı döneminde T.C. Merkez Bankasının bu boyutu ile taşınmasına karşı çıkması ve bugün de T.C. Merkez Bankasının taşınmasını “Bu konuda kararımızı verdik, hatta yerleri de belirlenmiştir. Kanunsa kanun çıkartırız” biçimi ile savunması, o günlerde İstanbul’a göç edenlerden ve taşınanlardan vize istenmesine kadar geliştirdiği radikal tavrının tekzibi anlamına gelen bu uygulamanın izahı nedir acaba? O gün radikal biçimde insanların iş vebulmak adına Megakente gelmesine karşı çıkan Recep Tayyip Erdoğan; kendi deyimi ile de değişmedi ise, acaba kendi özgür iradesi dışında bir takım dayatmalar ile mi karşı karşıya yoksa bizzatihi kendisi başta olmak üzere bir tarafta Osmanlıcı özlemli diğer tarafta ise de Malezyadan İran’a kadar bir sürü ülkeyi kendisine model seçmiş ve Türkiye Cumhuriyetine savaş açmış bazı tarikat ve cemaetlerin Ankara’nın başkent olmasını hala içine sindirememiş olmuş olması ve son tahlilde İstanbul’u başkent ilan etme hesaplarının bir parçasımı dır bu eylem?

İşte bazı şeyler böylesa süreli düşünülür ise; birgün insanın ayağına dolanır o şeyler. Etme bulma dünyası işte.

Salı, Mayıs 27, 2008

ÖZEL GÜVENLİKTE TEHLİKELİ GELİŞMELER ve TIRMANIŞLAR

Türkiye 20. yüzyılın son 10 yılında özel güvenlik kavramı ile tanıştı ve yurttaşlarımızın o güne kadar sadece Hollywood filmlerinde seyretmiş oldukları özel güvenlikçilerin güncel yaşamlarına girmelerine ise son 3 yılda tanık olmuşlardır.

Önceleri yurttaşlarımız; özelleştirmelerin dünyada insanların özgürleşmesinin en önemli araçlarından olduğu ve bu uğurda yapılacak her çalışmanıp kutsanmasının gereği gibi tamamen yalan olan bilgi bombardumanı altında gerçeklerden uzaklaştırılıp, rüya aleminin büyüsüne kapılmışlardır. Konunun özel güvenlik ile ilgili boyutu ise; öncelikle MOBESE ve Telefon izleme-dinleme gibi sistemlerin batı uygarlığının ve çağdaşlığının bir unsuruymuşçasına, ama asla neden toplumun bu güvensiz koşullarda yaşamasını engellemediklerini yada engelleyemediklerini ve neden toplumun bu detayda izlenmesinin gereğinin tartışılmasına izin vermeksizin, temelde de devletin militarist yapısının her geçen gün artan gereksinimlerine uygun olarak toplumun zaptu rapt edilme oldu bittisi ile karşı karşıya kalmış bulunmaktayız. Önceleri bu tür yapılanmalara çağdaş yaşamın gereği imiş gibi alıştık ve bu yeni ortam uzun erimde de; yurttaşlarımızın daralan yaşam alanları, sosyal yıkım saldırıları, artan işsizlik ve açlık karşısında pozisyon alabilecekleri de gözetilerek teşkilatlandırılan ve elit kesimlere daha güvenlikli yaşam ve çalışma ortamları hazırlama adına özel güvenlik şirketlerine geçiş için uygun ortam yaratmış oldu ve giderek daha organize Özel güvenlik şirketleri büyük alış-veriş merkezleri, bankalar, metrolar, büyük sanayi siteleri ve fabrikalar, toplu konut siteleri, liseler-üniversiteler derken de neredeyse hayatımızın her alan ve bölümünde karşımıza çıkmakta ve yaşamımızın doğal bir parçası gibi kanıksanır olmuştur. Ve belki de; bazılarının deyimi ile kontrolsuz ordu da denilen bu özel güvenlik şirketleri, kaba öncülleri durumunda olan lejyonerler, paralı asker uygulamalarından uzun yıllar içerisinde çıkartılan sonuçlara uygun olarak ve çağımızda da dünya patronlarına karşı çıkılabilecek noktalarda da alınması gereken önlemler çerçevesinde yada yarın öbür gün yaşanabilecek muhtemel iç savaşlarda tıpkı Irak ve Afganistan da ki benzerleri gibi pozisyon almalarının aracı olarakta sahne alacaklardır.

Esasen Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan bir raporda da; “çatışma bölgelerinde faaliyet gösteren özel güvenlik şirketlerinin, uluslararası hukuku dikkate almadan faaliyet gösteren, “modern zamanların paralı askerlerine” dönüşmekte olduğu uyarılarında bulunulmakta ve Hükümetlerin, aslında silahlı kolluk kuvvetlerinin yapması gereken işleri, özel şirketlere ihale ettiklerine dikkat çekilen raporda, bu özel şirketlerin herhangi bir yargı denetimi ya da hesap verme mekanizması olmaksızın faaliyet gösterdikleri vurgulanmaktadır.

Özel güvenlik açısından ülkemizdeki durum ise bütün arabeskliği ve çekiciliği ile yaşanmakta olup; kısa geçmişi ise de kamuoyu tarafında kaygı ile izlenmektedir. Bu konunun önemli bir tarafını da ki bu yazımızın asıl önemli tarafını oluşturacak kısmı olan, 5188 sayılı özel güvanlik yasası ile düzenlenen 5. madde ye istinaden ilgili alanda yabancıların göstereceği faaliyetleri kapsamakta olup “Yabancı kişilerin özel güvenlik şirketi kurabilmesi ve yabancı şirketlerin Türkiye'de özel güvenlik hizmeti verebilmesi mütekabiliyet esasına tâbidir” denilmektedir. Bir devletin, başka bir devletin yurttaşlarına uyguladığı hukuki ya da fiili bir davranış şekline karşılık, diğer devletin de aynı şekilde davranması demek olan mütekabiliyet konumuz çerçevesinde bir TC Yurttaşının muhatap ülkelerde benzer faaliyetleri göstereceği anlamında anlaşılmaktadır. Ne varki bırakın çalışmanın uygun ortamını, turistik seyahatlaerin bile ne büyük zorluklarla alınabildiği herkesin malum olduğu vize uygulamasına (işkencesine) tabi iken; yabancı özel güvenlik şirketleri için ülkemizin büyük bir potansiyel oluşturduğu anlamak için çok fazla da zeki olmanın gerekmediği açıktır; yeter ki normal düzeyde gören gözünüz, normal düzeyde işleyen bayniniz olsun... Sanki; nerede ise ekonomik faaliyetlerin tamamına hakim olan global sermaye artık yaptığımız yatırım ve faaliyetlerimizin güvenliğinide kendimizin sağlaması en uygun yoldur mütalaası ile; Ülkemizi yönettiğini iddia edenlerden yerel ve ulusal güçlerin ilgili alanı boşaltmalrını istemiş ve sanki başarmışlar gibi de bir tablonun ortaya çıkmasına neden olmuşlardır.

Zaten konu TBMM koridorlarına taşınmış ve bazı ciddi feryatlarının oluşmasına başlanmıştır ve bazı milletvekilleri artık bu konunun önü alınamaz egemenlik sorunlarına yol açacağını haykırmaya başlamışlardır. Ülkemizde kurulmuş ve stratejik öneme haiz kurumların güvenliğini sağlamakta olan özel güvenlik şirketlerine satın alma yolu ile sahip olan yabancı şirketler ki; bunların çok büyük bir çoğunluğunun global sermayenin finanse ettiği ABD ve İsrail kökenli oldukları konu ile ilgili herkes tarafından bilinmektedir, yine mezkur yasaya istinaden düzenlenen ilgili yönetmeliğin “alarm merkezleri” başlığı altında düzenlenen maddesine göre “Alarm Merkezi Kurma ve İzleme merkezleri” kurulmasına olanak tanımasına istinaden fiili istihbarat toplamaya hak kazanmış sayılmaktadırlar. “Alarm merkezleri, alarm sistemleri aracılığıyla sürekli olarak yapılan izleme sırasında gelen ihbarları değerlendirir ve teknik bakımdan doğrulanan ihbarları sorumluluk bölgesindeki genel kolluğa en kısa zamanda bildirir” amir hükmü çerçevesinde izleme yada bilgi toplama sırasında edindiği bilgileri işledikten sonra ilave olarak ekonomiye çevirse ve genel kolluğa bildirmese kimin nasıl haberi olacaktır acaba.
İzleme ve dinleme konusunda inanılmaz teknolojik atılımlar katedilen bu süreçte ve de özellikle ekonomik operasyonların yapılmasında global sermayenin geleceği etkin durum yeterince açık iken konu ile ilgili yetkililerin sesinin çıkmaması da konuyu bir hayli tetikleyip; yerli özel güvenlik şirketlerinin de mezkur satınalmacılar nezdinde girişimlerini arttırmalarına yol açmaktadır.

Günümüz itibari ile sayıları 950 ile 1.000 arasında olduğu bilinen bu özel güvenlik şirketleri/orduları personel sayısı itibari ile de 350.000 personele ulaşmış bulunmakta ve Silahli Kuvvetler ve Emniyet güçlerinden sonra 3. büyük güç olmuştur.

Güvenlik hizmetleri yerli yada yabancı özel şirketlere bırakılamayacak kadar mahrem olup aynı zamanda da hassas, stratejik ve kritik bir konu olması nedeni ile behemahal ilgili tüm yasaların iptal edilmesi ve bu son tahlilde birer küçük ordu niteliğindeki bu güçlerin behemahal tasfiye edilmesi ülkemiz adına kaçınılmaz ve hayırlı bir girişim olacaktır. Konuya ilişkin olarak da gerek Hamidiye alaylarından ve gerekse de koruculuk sisteminin toplumsal yapımıza ve barışımıza verdiği zarar açısından da önümüzde bu kadar canlı örnek oluşturmuşken hala parmağım kör gözüne misali inad etmemizin sadece ve sadece ecelimize yaptığımız hızlı koşudan başka birşey değildir.