Cuma, Ocak 27, 2023

YAŞAR AKSOY ve “İZMİR 1922 YANGINI”

 

Yakın tarihimizin en üretken yazarlarından ve gazetecilerinden büyüğümüz Yaşar Aksoy 2022 yılı biter iken üzerine çok kitap yayınlandığını anladığımız, çok yazı yazıldığını bildiğimiz “İzmir 1922 yangını” üstüne, yine dantel işlercesine ve adeta bir doktora tezi derinliği, genişliği ve içeriğinde her kitapseverin mutlaka okuması gereken bir kitap yayınladı. Daha henüz basılmış iken, Yaşar Abi lütfedip imzalamış ve gazeteye adımıza göndermiş. Yurt dışında olduğum için hemen okuyamamış idim, gelir gelmez ilk işim kitabı okumak oldu. Bildiğim detayları bir kez daha hatırlar iken bilmediğim detayları da öğrenmiş oldum. Kitap taraflı yazarların yaptığı üzere sadece kendi görüş ve iddiasını kanıtlamak üzere yazı, vesika ve evrak seçen bir yaklaşımdan titizlikle uzak duracak bir şekilde lehte ya da aleyhte tefriki yapmaksızın ulaşılabilecek her yayının alakalı bölümünü belirterek ve alıntı yaparak ilerlemiş. Milliyetçi, ırkçı, dinci, şeriatçı, o dinden, bu dinden, bu milliyetten, şu milliyetten, şu ülkeden, bu ülkeden demeden ulaşılabilen her kaynaktan her bilgi derlenmiş, kıyaslanmış, yorumlanmış durumda. Yine haddimi aşarak bizim buranın meşhur deyişi ile Yaşar Abiye, “alkışım alasın” diyorum.

Özellikle belirtmek isterim ki ben ne bir eleştirmen ne bir tarihçi ne de bir edebiyatçıyım, ben hala okuyup öğrenmeye ve anlamaya çalışan duyarlı bir öğrenici olma kararlılığında olan biriyim. Bu nedenle kitap üstüne gibi görünen bu yazımı herkes öğrendiklerimin bir tekrarı tadında kabul etsin. Okudukça ne kadar da eksik olduğumu öğrendiğim bu hayatta görünen o ki eksiğimi de tamamlayamayacağım.  

Kitap müthiş bir giriş ile “teşekkür” bölümünde, Yaşar Abinin henüz okuyamadığımız “Kato Polemos” yani kahrolsun savaş kitabına Pamir Bezmen’in bir kitabında yaptığı gönderme var. “Ben genlerimdeki Giritliliği hep hissederim, Selanikliliği de… Keşke artık kavga da, soykırım da bitse de rahat yaşayıp hayatın zevkine varsak. Ecelimizle ölsek. Mezarlarımızın talan olmayacağı yerlerde gömülsek. Çoluk çocuğumuz da öyle. İsteyen gidip oralarda yaşasa, isteyen buralarda. İnsanlar, devletler, ırklar, dinler arasında barış olsa. Sevgili Yaşar Aksoy’un kaleme aldığı kitabının başlığı ile haykırıyorum: Kato Polemos! Kahrolsun Savaş! Ona yürekten katılıyorum”. Bu görüşlere bir avuç savaşsever dışında katılmayacak kimse yoktur sanırım. Evet, bence de kahrolsun savaş, yaşasın mutlak barış…

Kitap müthiş İzmir panoramaları da veriyor, yerli ve yabancı yazarların kaleminden, gezginlerin gözünden… Öyle satırlar var ki insan hayıflanıyor vallahi, o günleri görememiş olduğuna… Sayılarla İzmir’in nüfus dağılımı, gazeteleri, matbaaları, otelleri, meyhaneleri, çayhaneleri, fabrikaları ya da işletmeleri hülasa her dalda detayları da barındırıyor, işgal günlerinde ve daha öncelerindeki…

Maalesef, dönem itibari ile Yunanistan muktedirlerinin işgal taşeronluğu üstlenmesi üzerine yüzyıllara sarih birlikte yaşama kültürüne örnek teşkil edebilecek ilişkileri yerle bir eden savaşın fitili ateşlenmiştir. Ege Bölgesi boydan boya işgal edilmiş, katliam, açlık, yoksulluk yerli halklara tam teşekküllü yaşatılmış, her işgalin kaçınılmaz bir sonu vardır kuralı gereği artık ricat kapıya dayanmıştır. Yaklaşık 15 günlük ve yaklaşık 400 km.lik ricat hattı boyunca köyler, kasabalar, şehirler ve dahi ovalar, ormanlar yakılmış, “ya benimsin ya kara toprağın” misali geri alacaksınız ama yanmış yakılmış vaziyette tesellüm edilecektir edası ile… Yakılan yıkılan ev, işyeri ve ibadethane sayıları şehir şehir veriliyor kitabın ilgili bölümlerinde… Tahribatın büyüklüğü karşısında insanın aklı duruyor. Ve nihayetinde İzmir 1922 yangını yaşanıyor, 13 Eylül 16 Eylül aralığında. Bugün bile bakıldığı zaman büyüklüğü karşısında insanın hayrete düşmemesi imkânsız. “Kültürpark” olarak tanzim edilen bu devasa alan, “Gâvur İzmir’in” bir parçası olarak yanıp kül oluyor. Ermeni mahallesi olarak adlandırılan mezkûr alanın yakılmasına ya da yanmasına yönelik farklı farklı kesimlerden inanılmaz iddialara ve tanıklıklara dayalı beyanlar var kitapta. Kimileri Rumları, kimileri Ermenileri kimileri Türkleri suçlu koltuğuna oturtarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Yaşar Abinin kitabı; yangın üstüne çok çeşitli arşiv bilgilerini gün ışığına çıkarır iken çok çeşitli tanıklık ve bilgilerin bir araya gelmesine vesile olmuş.

Yangın için “ya benimsin ya kara toprağın” yaklaşımı içinde Ermeni ve Rum çetelerini hedefe koyanların ittifakla beyan ettikleri “3 yıl sonra tekrardan ele geçirilen bu çok önemli şehri neden Türkler yaksın, hiç akla uygun değil” postulatı mucibince telakkisi akla en uygunudur, bence de… Lakin ilerleyen bölümlerde de, Selanik 1917 yangınının sadece Türk, Müslüman ve Yahudi mahallelerini kapsaması “azınlık savuşturma harekâtı” olarak değerlendirilmiş olması da bir başka gerçek olup İzmir için de geçerli olma ihtimalini düşünmeden edemiyor insan…

Bence en çarpıcı yorum, Fransız Donanma Komutanı Amiral Domesnil’in eşinden geliyor, “Şehri kim ateşe verdi? Rumlar, “Türkler ateşe verdi” diyor, Türkler ise Rumları suçluyor. Ermeniler, “Yahudiler ateşe verdi” diyor. Yahudiler ise suçu Ermenilere yüklüyor. Gerçeği bilmek neye yarayacak? Öç almaya mı? Zalimliğin gerekçesi bazen öç alma duygusudur ama bu duygu zalimliğe meşruluk kazandırmamalı. Tarih, gerçeğin kanaviçesine işlenecek. Soruşturma komisyonları çalışıyor. İşin içinde sigorta şirketlerinin büyük çıkarları olduğu anlaşılıyor. Ölenlerden, hastalardan, felaketzedelerden kime ne?”. Detay gibi görünse de; dönem itibari ile İzmir’in yangın kontrol teşkilatı olan İtfaiyenin müdürü Mösyö Greskoviç isimli yabancı tebaalı birisidir ve başta İngiliz, Alman ve Fransız sigorta şirketlerinin adına bu görevi yürütmektedir. Sigorta şirketleri aleyhine açılan mahkemelerin de detayları var yer yer kitapta… Enteresan konular…  

Maalesef; Yunan 5/42 numaralı “Evzon Yangın Tümeninden” ve komutanı kara şeytan lakaplı Albay Palastiras ve faaliyetlerinden ve Ermeni Komutan Torkum’dan bahsedecek yer kalmadı. Sonuç itibari ile İzmir panoramaları başta olmak üzere, İstiklal Harbi temalı dünya siyaseti ve İzmir Yangını ve dahi sonradan karşımıza Kıbrıs’ta çıkacak EOKA kurucusu Albay Grivas ve 3 yıl boyunca ve sonuçta boydan boya yanan Ege Bölgesinde yaşanan trajedinin unutulmaması için, Yaşar Abi’nin bu kitabı mutlaka başucunda bulundurulmalıdır.

Kitapta; Mustafa Armağan ve de özellikle “keşke İstiklal harbi olmasaydı, keşke Yunanlılar kazansa idi” gibi subuk görüşleri ile tarihe kayıt düşülen Kadir Mısıroğlu gibi, sadece görüşlerini ispata dayalı bilgileri muteber sayan diğer bilgileri görmezden gelen, seçici ve seçkinci ve dahi tarihçilikleri tartışmalı kişilerinde görüşlerine yer verilmesi, ulaşılabilen tüm görüşlerin yansıtılması açısından enteresan bulduğumu söylemeliyim. Gerçekte onların tanıklığına ya da görüşlerine ihtiyaç var mı idi? Bilemiyorum.  

Sonuçta, Yaşar Abimizin şu değerlendirmesine katılarak noktalayalım; “İzmir yangını konusunda hiçbir millet suçlanamaz. Türkler yaktı, Yunanlılar yaktı, Ermeniler yaktı şeklinde kurulan cümlelerle başlayan her iddia, daha baştan çökmeye mahkûmdur. Çünkü milletler masumdur.”

Cuma, Ocak 20, 2023

KOMİK OLMANIN BİNBİR HALİ

Adana’da yaşadığımız dönem; Sümer Mahallesi ana caddesinde “Sümer Taksi” durağı vardı, şimdi hala var mıdır bilmiyorum. Durağın karşısında da “Çirkin’in Kahvesi” yer alır ve biz de çok sık olmamakla birlikte burada oturur, çay içer, muhabbet ederdik. Buranın rutinlerinden olan ve neredeyse her gün birkaç kez yaşanan bir vaka var idi. Bir âdem-i divane tam taksi durağının karşısındaki kaldırımdan geçer ve o sırada taksi durağından kendisine bir laf atılır o da bir hayli uzun fasıldan ve zengin sinkaflı edebi kelamlar eder taksi durağındakiler de katıla katıla gülerler lakin o sırada caddeden kadınlar, kızlar geçer, kimin umurunda, milletin derdi varsa yoksa şamata, komiklik… Bir vade sonra bundan rahatsız olan biz gençler, gençliğimizin de verdiği cesaretle duraktakileri bu replikleri artık tekrarlamamaları konusunda uyardık ve sağ olsunlar onlarda bu isteği kırmadılar ve yerine getirdiler. Ertesi gün, âdem-i divane durağın karşısından bir aşağı bir yukarı geçiyor lakin duraktan kimse kendisine kelam etmiyor, o da bir daha geçiyor ve dikkatlice bakıyor, dinliyor, duraktan tık yok. Birden ara sokağa dalıyor ve yol çalışması için nehir yatağından getirilmiş çakıltaşlarının içinden olabildiğince irilerinden bir kucak topluyor ve durağın karşısına geçiyor, durağı adeta taş bombardımanına tutuyor ve aynı zamanda da son derece galiz sinkaflarla “neden laf atmıyorsunuz” diye duraktakilere bağırıyor.

Şimdi bu önemsiz gibi görünen hikâyeyi neden anlattığımı merak ediyordur okuyucu… Bizim buralarda da, kendisine yönelik laf edilmeme kararı alınmış olmasına rağmen kıyıdan köşeden lakin illaki akşam demlerinden sonra geçtiği klavye başından “komiklik olsun babından” sağa sola verip veriştiren bir muhterem bulunmaktadır. Bunun bu coşkulu halini gören birkaç kişide alkışı çakınca, coştukça coşuyor… Şüphesiz bunda alkışı çalanların adeta “kurtlar vadisinden” fırlamış derin felsefe görünümlü spot kelamlara düşkünlüğü de son derece tesirli oluyor. Tesir alanları kendi çekim alanları dâhilinde olunca da “laf etmem kararı alanlar” susmak durumundadır şüphesiz. Lakin bu atışlar artık bizim alanları hedef alınca da susmak kabil olmuyor. Kısacık da olsa bu konuya yönelik kelam etmek gerektiğine inanıyorum.

Bilindiği üzere geçtiğimiz günlerde “Çalışan Gazeteciler Günü” sene-i devriyesi vardı. Bu kapsamda 9 Ocak günü Çeşme Belediye Başkanı, gazetecileri davet ederek bir kutlama yaptı, ben kendi adıma çok önceden planlanmış ve ertelenemez önemli randevum gereği davete icabet edemedim, vay sen misin gitmeyen… 10 Ocak tarihinde ise Çeşme Kaymakamının davetine icabet ettim, vay sen misin giden… Mademki beni gazeteci kabulü ile davet etmiş bu iki makam, şüphesiz gideceğim. Gittim de ne oldu, brifing almadık, sıra bana gelince katıldığımız ve katılmadığımız detaylar üstüne görüşlerimizi özgürce ve göğsümüzü gere gere söyledik. Az ama öz söyledik, ama söyledik, davet edilmez isek de yazarçizeriz, yine söyleriz… Meyhane masalarında laf üreteceğimize… Beldemizin kaderini tayin eden mezkûr makamların arkasından fiskos kabilinden söz etmeyiz biz gazeteciler, davet edilir isek gider görüşümüzü söyleriz, uygun görmediğimiz görüşlere de şerhimizi koyarız. Gazetecilere de gerek kıskançlık gerekse de kompleks içinde bakanların yaptığı üzere arkadan laf üretmeyiz, üretemeyiz.

Sonradan sosyal medyada yayınlanan fotoğraflara bakarak adeta 2 önemli makamı, davetlere icap edenlerin sayısı ve kimlikleri üstünden kıyaslama sureti ve cüreti ile sözüm ona derin analiz yapıyor, kerameti kendinden menkul birisi. Ve daha da önemlisi “Belediye Başkanının Gazetecileri” ve “Kaymakamın Gazetecileri” gibi gayet sulu bir telakki şımarıklığında belki de komik olabilmenin bin bir hali sayılacak huş-u temaşa halinde fikir derç etmekten çekinmiyor. Bak efendi, sen belki böyle yaparak bir yerlere şirin görünmek heveslisi olabilirsin, senin şirin görünmen konusuna karışamam lakin benim de içinde bulunduğum fotoğraflar üstünden sözde komiklik yapmana gelince de söyleyeceğim çok kelam olur. Bak efendi, doğrudur biz taraflıyız, eyvallah, buna itirazım yok, lakin senin dahi bileceğin üzere ve tıpkı tirat attığın meyhane masalarındaki teşhis, tespit ve tasnif kalıplarına asla ve kat’a uymayız ve uzatmadan sana büyük usta Nazım’ın şiiri ile cevap vereyim, hani meşhur “bir provokatör üstünde hiciv denemeleri” şiirinden;

Delikanlıyı yere çalmak

Ve bir miktarı minasip elden almak

istedin!...

Elden alıp almamana

Karışmam ama,

Biz,

Gölgemizi bile çiğnetmeyiz adama!  

Diğer taraftan bir başka mekânda bir başka muhterem, bu farklı isim ve sayıdaki katılımcıların bulunduğu fotoğrafı hedef tutarak belki yumuşatma adına belki de komikliğe dar alandan diklemesine bir pas babında, ilave bir yorum yapar ve der ki; “belki bunlar Galatasaraylı ve Fenerbahçeli sportmenliğinde olabilirler”… Durur mu, keramet sahipliği kendinden menkul muhterem hemen ve kasten “sportmendirler” notunu düşüverir. Zaten günümüzde fazlaca rağbet gören son derece sığ ve kurtlar vadisinden fırlamış sahte aforizmalar tadında yaklaşımlar olunca ve muhteremin de ziyadesiyle mezkûr alanda maharetine ve mezuniyetine ve dahi liyakatine erişmek kabil olmuyor haliyle. Esasen bu kabil muhteremler için çok janjanlı bir laf kullanmaktadır insanlarımız, “çıkıntı”. Hani sınava girersiniz birden biri oradan “istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz, öğretmenim” tadında… Yahu be çocuk, otur yerine, mutlaka senin de tutanaklara geçirmek adına bir kelam etmen gerekiyor mu? Belki de her çıkıntının bir takıntısı hülasa bir saplantısı olabilir deyip geçmek gerekir lakin tıp mensubiyeti olan biri olmamam hasebi ile bunu da yapamıyorum. Yapmak istesem de maalesef, büyük usta Neyzen Tevfik’in ünlü “ehli deve” metaforu ile bahsettiği dizeler geliyor dilime pelesenk oluyor. 

Zannedersin ki ulema, oysaki dünya âlem de bilir, senin bu güzel beldemizde işgal ettiğin alan, öğleden sonraları arabanı park ettiğin yer ve demlendiğin meyhane arasındaki alan ile sınırlıdır, hadi hakkını yemeyelim arada sırada uğradığın eczaneyi de bu alana dâhil edelim. Zannedersin ki; muhterem mürşid-i muazzama binaenaleyh atına da atlamış eylemiş irşat, titresin batıl, tadında ve dahi modunda, herkese yanlışını gösterecek ve söyleyecek, herkesi doğru yola davet edecek ulvi misyona haiz… Bu nedenle, birilerine laf soktuğunu zannederek tatmin olmanın bir haddi olduğunu bilmeli insan… Bugüne kadar sürekli siftinmelere de son olarak cevaben; Mevlana’dan bayağı bir baba söz…

Suskunluğum asaletimdendir.

Her lafa verecek bir cevabım var;

Lakin bir lafa bakarım laf mı diye bir de söyleyene bakarım adam mı diye.

Cuma, Ocak 13, 2023

NAZAR-I MÜSAMAHA ve MÜSAMAHAKÂR

Dinlerin ve milliyetlerin birbirlerine daha hoşgörülü bakması, davranması ve yaklaşımda bulunması konusunda çeşitli önderlerin söylemleri, söylevleri ve girişimleri zaman zaman kamuoyuna yansımakta olup zaman zaman da toplumsal karşılıklar bulmaktadır. Lakin genellikle birbirlerine karşı söylemlerinin aksine içten içten bazen de açıktan açığa tavır koyma ya da karşı durma hatta yer yer husumet göstermeler de yaşanmaktadır, maalesef. Yani ve hülasa “ya sev ya terk et” sürekli nöbettedir. Herhangi bir memlekette hâkim din ya da hâkim milliyet ekseriyet ve temsiliyetlerine bakarak ya da güvenerek diğerini kabul ediyor görünmekle birlikte tebarüz ettirilerek küçük kardeş hatta üvey kardeş muamelesine tabi tutmaktadır. Bu müsamaha durumunun gerçek ya da turistik manada yoğun kardeşlik duyguları ifade eden tezahürleri yok mudur? şüphesiz vardır.

Benim tanıklık ettiğim en azından müsamaha ortamının tesisine dair önemli örneklerden birisi Mardin Midyat kentin girişindeki kavşağın düzenlenmesinde refüjdeki göbek üstüne inşa edilen heykel nasıl bir kente geldiğinizi anlatıyor. Kare kesitli bu dikitin bir tarafında Müslümanlığı simgeleyen Cami, bir tarafında Hristiyanlığı simgeleyen Kilise, bir tarafında Ezidiliğin simgesi Tavuskuşu ve hepsinin ortak noktası Türkiye haritası ise bir tarafında. Bunu kimin akıl ettiği, kimin yaptığı kadar kimin yaşamasına da izin verdiği çok önemlidir, bu manada seçilmiş ve atanmışların hoşgörü ve sabırlarını takdir etmek gerekir. Gücü elinde bulunduran atanmışların iki dudağı arasından çıkacak bir söz sükûneti bozabilir ama yapmıyorlar esasen de yapmamaları görevleri gereği olmalıdır. Bu müsamahanın sınırlarının daha da artması dileğimi bu vesile ile tekrarlıyorum. Bu dikit yörenin dini ve sosyal ortaklaşmasının adeta bir özetidir, bana göre…

Buna benzer bir müsamaha merkezi görüntüsünde bir mekân daha vardır canım yurdumda… Kudüs’te bulunan halinden ilham alınarak Antalya Belek’te inşa edilen ve “Dinler Bahçesi” olarak bilinen, üç farklı dini anlayışı bir arada sunan, kuruluşu ile hoşgörü ve saygı duymayı amaçlayan Cami, Kilise ve bir Sinagogdan oluşan adeta “medeniyetler buluşması” faslından inşa edilen mabetlerdir. Lakin bulunduğu yer itibari ve ayrıca havayolu bağlantıları da göz önüne alınınca sosyal ve kültürel olmaktan ziyade turistik amacı öne çıkmaktadır sanki…

Burada görüldüğü üzere ya bulunulan yer itibari ile çevredeki etkin dini ya da milli görüşler ya da dünya genelindeki temsiliyetleri ve hâkimiyetleri düşünülerek temel alınarak organizasyonlar hazırlanmıştır.

Şimdi ise son seyahatimde Tataristan’ın başkenti Kazan’da gördüğüm ve tamamlandığında büyük kitleleri kapsayan ya da kucaklayan 16 dinin ibadethanesinin bulunduğu “tüm dinler tapınağından” bahsetmek istiyorum. Bu dini yapılar kompleksi, Kazan’dan yaklaşık 10 dakikalık mesafede bulunan “Eski Arakchino” köyünde bulunmakta ve an itibari ile içine girilmesine izin verilmemektedir. Rehberimizin bize verdiği detaylar arasında, Tatar yerel sanatçı ve hayırsever İldar Khanov ve ailesi tarafından 1994 yılında başlatılan proje halen yapım aşamasında olup mezkûr hayırseverin 2013 yılında vefatı üzerine yapım faaliyetleri son derece yavaşlamış görünmektedir. Tüm dinlerin eşit olduğu inancına sahip Khanov bu eşitliğin tümünün ibadethanelerini tek çatı altında toplanması ile daha yüksek bir ahenk yaratacağı görüşündeydi. Yine rehberimizin verdiği bilgilere göre kompleksin içinde başta Khanov olmak üzere diğer Tatar sanatçılara ait bir hayli değerli ve bol miktarda resim ve heykel bulunmaktadır. Esasen Khanov bir ressam ve mimar olarak bilinse dahi aynı zamanda bir heykeltıraş, bir folklor uzmanı ve de bir meditasyon uzmanı olarak şifa dağıttığına inanılan bir muhteremdir. Meditasyon faaliyetleri genellikle alkol ve uyuşturucu bağımlılarını gözeterek yapıldığı için önemli bir miktarda taraftar da bulmuştur etrafında ve yine anlaşıldığı kadarı ile bu taraftarların önemli bir kısmının mezkûr mabedin gelişmesi ve geliştirilmesi ve de tamamlanması adına hatırı sayılır bağışlarının da olduğu beyan edilmektedir. Halen aktif bir mabet ya da dini merkez olmasa bile turistik ve kültürel bir merkez gibi durmaktadır. Khanov’un sağlığında aynı zamanda kendisinin sihirli dokunuş ya da müdahaleleri olduğuna inanan kimseler tarafından çok daha yoğun ziyaret edilmekte iken bugün artık hayatta olmayan planlayıcısının yokluğunda bir kültürel ve turistik destinasyon olmaktan öteye geçememektedir. Esasen içerisini görememiş olsak ta dışarıdan da renkli mozaikler ve süslü vitray pencereleri ve kubbeleri ile dikkat çekmektedir. 

Diğer taraftan yine anlayabildiğim kadarı ile de, Ortodoks inanca sahip yerel yöneticiler ile iyi iletişim ve ilişkilerin oluşturulamadığı ve bu yüzden kompleksin geleceği konusunda bir takım karamsar yaklaşımların olduğu da belirtilmekte olup belki de faaliyetlerinden men edilmeye kadar gidilebileceği söylenmektedir.

Mezkur dini kompleks esasen fotoğraflarında görüldüğü gibi heybetli değil şüphesiz lakin yüklendiği mana ve misyon açısından oldukça önemli ve büyük bir yer kaplamaktadır bence… Kolay iş mi, bu kadar farklı dini görüş ve anlayışı ki bunların bir kısmı yüzyıllar boyunca birbirlerine karşı canhıraş saldırılar düzenlemiş ve adeta hayatı kana boğmuş olsunlar ve sen onları burada en azından inşai manada barış içinde temsil ettir.

Tüm dinler tapınağı fikri insana ilk bakışta dünyamızın acil ihtiyacı olan “barış” için bir umut veriyor olması açısından ve insanlığın geleceği adına iyimser bir havaya bürünmesi adına ruhumuzda bir bahar havası estiriyor bir süreliğine de olsa. Sonra gerçeklere dönüyorsun, bir tarafta dünyanın en güçlü ülkelerinin savaş makinesi NATO ve cüzlerinin ve dahi onu dünyada demokrasinin teminatı gören destekçilerinin aldıkları pozisyonlara bakıyorsun, birden karabasanlar basıyor. Yine de biz umalım ki; burası ve benzer yerler mezkûr dinleri ve takipçilerini birbirlerine dolayısı ile insanlığa bağlı unsurlar yapar ve birlikte savaşmadan yaşanılabilecek dünya yaratmalarına bahane teşkil eder. Umarım bu yer diğer dinleri birbirine bağlı olarak yaşayabileceklerine inanmaları için başkalarını etkiler ve ilham verir.


Cuma, Ocak 06, 2023

ÇEŞME’Yİ KENDİNE DERT EDEN OSMANİYE’Lİ

Avusturya’da yerleşik bir arkadaşım var esasen kendisi Adana’dan son operasyonlar ile de il yapılan Osmaniye’den olan ve şimdilerde maalesef aramızda olamayan Ufuk Çelikkıran arkadaşımın kardeşidir. Ufuk ile birlikte yürüdüğümüz yol nedeniyle MKÇ ile de bir hayli fazla ortak tanıdığımız dolayısı ile de anımız bulunmaktadır. MKÇ, yani Mustafa Kemal Çelikkıran, sportif faaliyetlerin her birisinden nasiplenmiş birisi ise de kendisi için futbol gerek oyuncu, gerek teknik adam, gerek yönetici, gerekse de şimdilerde hakem olarak hep önde olmuştur. 

Şimdilerde kendisine “ne haber hakem” dediğimde de şaka yollu “hooppp küfür etme bak” der. Hala yönettiği maçlar ertesinde yaptığımız muhabbetlerde, Canım Yurdumdaki maç yönetimlerinin stresleri ile oradakileri kıyaslamasını istediğimde, tarafımıza ne kadar tur bindirildiğini görerek mütemadiyen üzülerek görmekteyim. İşte futbolun sadece bir oyun olduğunun genel manada kabulü ile “gazozuna maç bile olsa kaybetmemeliyiz” kültürünün ahfadı olmanın dayanılmaz ve katlanılmaz farklarıdır tüm bunlar. İşte bu kaybetmemeliyiz kültürü ne yazık ki zaman içinde yetki ve karar sahiplerinin “başarı esas ve bu uğurda her şey mubah”  bataklığına sokmuştur. Sonra neden şike bu kadar yaygın hale geldi diye ahlar vahlar döşeniriz, neden rakiplere bu kadar tahammülsüz olduğumuz için dert yanarız, vs. vs… Neyse konumuza marş marş tekrar…

MKÇ; Altınordu kulübümüzün düzenli olarak organize ettiği ve çeşitli kategorilerdeki oyuncuların katıldığı turnuvalara, bazen yönetici olarak takım getirir, bazen de hakem olarak turnuvalarda görev üstlenir. Bu manada da bakılınca bir Altınordu taraftarı olarak kabul edilmelidir ve kendisi de bunu gizlemez. Mezkûr turnuvalar kapsamında biriktirdiği olabildiğince sıradışı, komik lakin her birisi ders niteliğinde anılarını bizlerle paylaşır iken zaman zaman aşırıya kaçan öğretmen edası tavırlar takınıyor olması da naturasına ve meşrebine çok da münasip şeylerdir, bu arkadaşımızın. Her şeye rağmen hayata biraz daha hoşgörülü yaklaşıyor olması adeta bir komedi gösterisinin bir aktörüymüş gibi yaşıyor olması, kendisinin son derece ciddi konuları bile bu üslup ile değerlendirmesi görünen o ki kendisini ziyadesiyle zinde kılıyor. Kebapçıda birlikte yemek yediğimiz ve dönem itibari ile Çiçek Sepeti” uygulamasının yazılım sorumlularından bir arkadaşa “sepetçi” diye takılması hatta sürekli tekrarlaması ve ilk kez görmesine rağmen onun da MKÇ’ye büyük bir sabırla katlanması muhteşem idi.

Gezer yani gezgindir lakin sadece gezmez gözlemlerde bulunur sadece gözlemlemez gözlemlerini de paylaşır, paylaştığı gözlemleri üstüne bizlerle değerlendirmelere de başlar, yorumlar alır bunlara uygun yeni yaklaşımlar gösterir. Günceldir aynı zamanda. Günü takip eder, dünü hatırlar, kıyaslar ve yorumlar. Sadece bu kadar mı, fotoğraflar, kısa filmler çeker, bunları işler yer yer üstünde oynar. Bazı tarafları itibari ile de karikatürize eder. Teknolojiyi aklı ve kabiliyeti ölçüsünde deyim yerinde olursa dibine kadar kullanır. Ciddi fikri devşirmeler yanında komik sonuçlar da elde eder. Kısacası hayata ziyadesiyle bağlı, neşeli, ciddi ama sulu, sulu ama ciddidir, bir bakıma…

En son İstanbul’da bir araya geldiğimizde, Bostancı’da “Adana kebabını” oldukça başarılı yapan bir yerde kebabı rakı eşliğinde götürdüğümüz o günde cebimde o gün sahilde okuduğum Lev Troçki kitabı üstüne “Troçkist” diye lakap takılmış bir arkadaşımız üstüne ciddi ciddi geyik muhabbeti de yapmış idik. Gerçi artık mezkûr muhteremin de “Troçkistliği” adeta duyuna kalmış olmasına rağmen yiğit lakabı ile anılmaya devam etmektedir. Son dönemde gelişen öteki dünya planlarından etkilenme modası uyarınca yeni usul ve yöntemler geliştiren mezkûr arkadaşımız bu yeni yolda bile muhalifliği terk edememiş görünmektedir.

Esasen o gün, bir araya gelme amacımız benim üniversiteden okul arkadaşım, kendisinin ise mahalleden arkadaşı olan ve hiç kesintisiz görüşmeye devam ettiğimiz Esat Mahmut Çağlayan’ı ziyaret etmek idi. Şimdilerde artık aramızda maalesef olmayan Esat arkadaşımız, dönem itibari ile melun ve meşum hastalık karşısında büyük bir direnç göstererek ciddi bir mücadele yürütmekte idi. Niyetimiz Esat’ın bu büyük mücadelesi sırasında destek olup moral yükseltmek idi lakin buluşmaya gelmeyince, kendisine telefon ile ulaşıp durumu soralım dedik ve korkunç gerçek karşımıza dikildi, artık bu kabil ziyaret ve misafirlikler kendisi için olanaksızlaşmış. Ve de ne yazık ki birkaç ay sonra kendisini kaybettiğimizi öğrendik, çok üzüldük. Esat, benim hem üniversite, hem de Medrese-i Yusufiyye’den arkadaşım olup adeta tırnaklarıyla hayata tutunmanın ve var olmanın bir numunesi idi. Esat ile bir dönem çalışmış olduğu “Adana Kemal Matbaası” grevinde grev gözcülüğü yaptığı zamanlarda bazı akşamlar grev çadırına gider destek olurduk, orada içtiğimiz bir bardak sıcak çay eşliğinde ettiğimiz memleket muhabbetlerini düşündükçe, hatırladıkça halen heyecanlanırım. Bu vesile ile tekrar bu genişlikte anımsadığım o günleri ve artık aramızda olmayan Esat Mahmut Çağlayan’ı saygı ve minnetle anıyorum. Yıldızlar yoldaşı olsun.

Mustafa Kemal Çelikkıran, en son görüştüğümüzde bana Avusturya Wien ve Manchester United kulüplerinin kendisine hediye ettiği berelerden birer adet getirmişti. Bana getirdiği bu bereler hala sakladığım değerli hediyelerdir. Mustafa için, geçen haftalarda yazdığım bir yazıda, bulunduğu Avusturya’da halen aktif olarak sportif faaliyetler içinde olduğu beyanı ile bir dönem Avusturya Futbol federasyonu Başkanlığı ile bir dönemde Ulaştırma Bakanlığı yapmış bir muhterem ile inziva günlerinde küçük bir futbol kulübünü yönettiklerini ve ünlü milli futbolcu Prohaska ile uzun uzun futbol muhabbetleri yaptıklarını belirtmiştim.