Cumartesi, Mart 27, 2021

İZMİRİM ve KENTLER DİZİSİ

 

Heyamola Yayınları; “Kentler Dizisi” adı altında, edebiyatçılar, sinemacılar, şairler, gazeteciler, tiyatrocular, tarihçiler, şehir plancıları ve arkeologlar tarafından, birlikte ya da ayrı ayrı olmak üzere yazılmış, mezkûr kentin, doğup-büyüdükleri semtlerinin, başta ve öncelikle kendi anıları olmak üzere çocukluk, gençlik ve öğrenin hayatlarını ve semtin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, sportif ve demografik hayatı üstüne gözlem, söyleşi, hatıra, beklenti ve özlemlerini yansıttıkları bir dizi kitap yayınlamışlar. Okurken müthiş keyifli bir iş olduğu kararına vardığım bir kombine çalışma, ilaveten tam da benim tarzım… Mezkûr seriden haberim, ilk önce dostumuz Gazeteci-Yazar Yaşar Aksoy’un “Soğukkuyu ve Bahariye” kitabını okuduğumda olmuş ve devamının olduğunu görünce hemen diğer kitapları da edinmiş idim sonra bir baktım ki diğer kentlere de yönelik benzer çalışmalar var behemehâl “Adana” serisini de edindim. O seriden de “Melekgirmez” başlıklı olanını okudum, müthiş…

Heyamola Yayınları amaçlarını şöyle özetliyor: “Kentlerimiz hızla fiziksel ve sosyal değişime uğruyor ve yaşanılanlar kaydedilmediği için hızla unutuluyor. Buradan yola çıkarak o kentlerde ve semtlerde doğan yazarlara ulaşarak, kendi yaşamlarından yola çıkıp, bir bakıma kendi ve kentinin özgeçmişini kaleme almalarını talep ediyoruz. Ve sonuçta ortaya çok başarılı kitaplarla birlikte paha biçilmez bir arşiv oluşuyor.” Alkışlarımız bu çalışmalar nedeni ile Heyamola yayınevine…

“İzmirim” serisinin henüz yeni okuyabildiğim 2. Kitabı da “Memleket Kolay terk Edilmiyor, Tilkilik” Gazeteci Duygu Özsüphandağ Yayman tarafından kaleme alınmış. Tilkilik semti demografisi 70’lerden sonra en fazla değişmiş İzmir kentidir, bilindiği üzere… Yazar, finalde bana göre müthiş bir tespit yapıyor, oradan başlayayım istiyorum.

“Tilkilikten başka semtlere, kentlere taşınanlar da kolay kopmadı buralardan kuşkusuz. Gidenler komşusuyla, dükkanıyla, eviyle, bahçesiyle birlikte gittiler buradan. “Çocukluğu insanın anayurdudur” demiş Brezilyalı romancı Jorge Amado. İncelikli şiirlerin, şarkı sözlerinin yazarı Şahin Çandır’ın gözlerini dolduran bir gerçeklikte görüyoruz o anayurdu; “İnsanın hiçbir zaman içinden çıkmayan bir şey vardır, kanı gibi dolaşır içinde. Onlar anılardır ve mahallesidir. Mahalleden kurtulamazsınız”.

Böyle bakınca anlaması kolay. Ee o zaman, gelenler de kendi “anayurtlarını” getirdiler beraberlerinde. Tarafımdan anlaşılmayan ise başka bir şey. Bu eski semtler birer kültür aktarıcısı, kentin kolektif mirasıysa onu hepimiz adına koruyup kollama yükü, göçle gelenlerin sırtına yüklenmemeli, öyle değil mi?”.

Müthiş anılar ve nakli kelamların bulunduğu bu kitap önerimdir hatta tavsiyemdir, satın alınıp okunmalı. Lakin aşağıdaki anı ise günün anlam ve önemini anlatması ve beyanımın tebarüzü bakımından fazlaca önemlidir. Aynen aktarıyorum… Yazarın babası şofördür ve müthiş bir serencam yaşanır…

“1964 senesinde yani 19 yaşındayken şoförlük kariyerine başlar. Gececidir.

64 sonbaharında bir sabah… Gececilerde bir hazırlık… Taksilerini gündüzcüye teslim etmeden önce yıkayıp benzinini doldurmuş, yağını koyma telaşı… Saat 05.00-05.30 sularında babam hazırlıklarını yapmış ancak arabayı henüz teslim etmemişken bir müşteri yanaşır yanına. Uzun boylu, sakallı iyi giyimli biri. Üzerinde içi kürklü, çok güzel bir süet gocuk vardır. Arka kapıyı açar, koltuğa oturur, çantasın yanına koyar, ceketini de çıkarıp çantanın üzerine… Babama seslenir:

“Turizm bürosuna gidelim”

Heykel’e gelirler. Uzun boylu, sakallı müşteri arabadan iner, “biraz bbekleyin” diyerek Cumhuriyet Meydanı’ndaki Turizm Müdürlüğü binasına yönelir. 10-15 dakika geçer, gelen giden yok. Babam endişelenir. Meçhul müşterinin arka koltukta gocuğuyla birlikte bıraktığı fermuarlı, kahverengi çantayı açar, içi kitap doludur. Endişe katlanır.

Eyvah. Bir romancıya denk geldik, paramızı da alamayacağız bundan.

Sonra bakar ki ceket güzel, alacağını böyle tahsil edeceğini düşünür. O böyle düşünürken müşterisi çıkar gelir. Oturur. Kapıyı kapatır. “Müdürlükte kimse yok” der, “kapalı” Belki içeride uyuyan birini bulurum, düşüncesiyle gittiği yerden umduğunu bulamadan dönmüştür. Neyi umduğunu babam az sonra anlayacaktır.

“Marmaris’e kaça gidersin”

Müşterisinin epey sarhoş olduğunu fark eder babam. Parası da yoktur, diye düşünerek yüksek bir rakam söyler:

“400 liraya giderim”

Halbuki o yolun normal ücreti 250 liradır.

“Gidelim”

Bu kez çok para istediği için tereddüt eder babam, o kadar yolu gidecek d parasını alamayacak diye. Mezarlıkbaşı’na, Keçeciler yol ayrımına gelince oradaki benzinliğe girer. Benzin, yağı vardır ama niyeti, müşterisinin parasal durumunu yoklamaktır. Motor kaputunu kaldırır, yarım kilo yağ koydurur. Arabanın kapısını açar ve yoklamasını çeker:

“Biraz para verir misiniz? Benzin alacağım”

“Bende hiç para yok”

Motor kaputunu indirir, şoför koltuğuna geçer oturur babam.

“O zaman gidemem”

Aldığı yanıt, belki de meslek hayatının ilk adımlarında aldığı ilk hayat dersi olur babam için;

“Öyle bir şey ki insanlara bir sefer itimat edin. Paranızı Marmaris’te alacaksınız.”

Son derece kibar konuşan beyefendinin bu sözleri yeter, babamın marşı basmasına. Aydın – Marmaris yolu eskiymiş, Çine’den sonra 366 viraj varmış, ne gam. İkiçeşmelik’ten yukarı çıktığı gibi vurur Marmaris yoluna. Çine’de patlayan lastiği değiştirmek için durduğunda peynir, helva, zeytin, ekmek ve gazoz alır babam. “Ben yemem” der müşterisi.

“Yemezsen ben de götürmem! Madem yola çıktık, beraber yiyeceğiz.

Yolda neden parasız kaldığını anlatır müşteri. Ankara’dan sabaha karşı gelmiştir. O saatte otobüs yoktur. Bir bara gitmiş, orada soyulmuştur.

Dolambaçlı yollardan sonra akşam üstü bir sahil köyü olan Marmaris’e girerler. Şimdiki limanın olduğu yerde arabadan inerler. Karşıdan kahveden beş-altı kişi koşturarak gelir.

“Can Bey, hoş geldin”

“Can   Bey hoş geldin”

*****

Evet, Parası ödenir, güzel bir yemek ikram edilir, iyi bir otelde misafir edilir ve üstüne üstlük dönüş için de ilave para kazanabileceği 4 yolcu bulmasına yardım edilir.

*****

Bir yıl sonra…

Şoför baba askerdir… Amiral şoförlerine ödenen aylık bedeli almak için Heybeliada Vapurundadır. Güvertede sakallı, boylu poslu, şişesini gazeteye sarmış, şarap içen birini görür. “Marmaris’e götürdüğüm adam bu” der kendi kendine. Kalkar, yanına gider.

“Can Bey nasılsınız”

“Oo, merhaba! Neredensiniz?”

“Marmaris’ten”

“Kimlerdensiniz?”

“bne sizi Basmane’den Marmaris’e götüren şoförüm”

Kalkar sarılır babama…

“Seni eve götüreceğim, bizde kalacaksın”

“Kalamam, ben askerim. İnmem için özel izne gerek var” der. Neyse, Can Bey, Burgazada’da iner… Derken iki kişi çağırır askeri…

“Palet, gel buraya”

“Ne var”

Hüviyetlerini çıkarırlar.

“Biz siyasi polisleriz. Nereden tanıyorsun bu adamı.”

Anlatır babam.

“Ama bu adam siyasi… Biz bunun peşindeyiz, bununla niye samimi oluyorsun? İlgilenme sen bu adamla”

Neden sonra öğrenir ki babam, o Can Bey, Türkiye’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in komünist oğlu Can Yücel’dir. Bundan sonra Can Yücel’i gazetelerden takip edecektir.

Tafsilat için haydi kitabı okumaya… Teşekkürler, Duygu Özsüphandağ Yayman…

 


Cumartesi, Mart 20, 2021

ABD BASTIRINCA TUTUKLU BIRAKMA

ABD bastırınca behemehâl serbest bırakılarak ABD’ye gönderilen bir kişi daha var, Muzaffer Sherif… Muzaffer Sherif diyorum Canım Yurdumun vatandaşı iken Muzaffer Şerif Başoğlu idi lakin anlatacağım serencam ve badirelerden sonra Muzaffer Sherif’e dönüşüyor… Hani şimdilerde birileri dalga dubara geçme faslı ile “fırça gelince papaz gitti” diyor ya, ahada bunun bir başka örneği de budur. Esasen ve ne yazık ki tarihimizde bu kabil subukluklar hiç de azımsanmayacak şekilde defâatle tezahür ve tekerrür etmiştir. Ve, muktedir olup da bundan muaf ve vareste olabilmiş neredeyse yok gibidir. Gelelim, mezkûr sergüzeşte…

Sosyal psikoloji’nin, tüm dünyaca da kabul edilmiş biçimi ile deyim yerinde ise, babasıdır, Muzaffer Şerif Başoğlu. 1906-1988 yılları arasında yaşamış olup “Ankara Üniversitesi Psikoloji Bölümünün” kurucusudur... Varlıklı bir ailenin oğlu olarak Ödemiş’te dünyaya gelen M. Ş. Başoğlu, İzmir Amerikan Koleji mezunu olup İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümünü bitirir, bilahare Harward’da yüksek lisans yaptıktan sonra Türkiye’ye dönüp üniversitede çalışmak arzusundadır. Ancak Almanya’da konunun kendisinden daha yetkin hocaları ile çalışmak üzere bir süre geçirir. Dönem “Nazizm’in” yükseldiği, esasen de kapitalizmin dünya çapında yaşadığı büyük ekonomik kriz sonrası faşizmin kaotik ve fraktal uygulamaları sahneye konulmaktadır. Hoca, önceleri klinik psikoloji ağırlıklı bir çalışma tutturmuşsa da yaşanılan olumsuzlukların yansımalarına binaen sosyal süreçler üzerine yönelmiştir. Bilahare de doktora yapmak üzere tekrar Amerika’ya döner. Hülasa konu ile alakalı Dünya’ca en yetkin insanlardan biri olma yolunda koşar adımlarla ilerler. Lakin kendisini yetiştiren memleketine hizmet aşkı da her geçen gün artar ve nihayetinde gelir ve Ankara Üniversitesinde çalışmaya başlar, Dünyanın içine girdiği ırkçı sarmala karşı direnir lakin artık dönem öyle hiç de muarızlara göz açtırılan dönem değildir, esasen de kendisi için kazan kaynamaya başlamıştır. Canım Yurdumun yönetiminde tek parti CHP var ve CHP içinde de ırkçılığa yakın duranlar etkin ve hakimdirler,  

Canım Yurdumda, devletin çelik çekirdeğinin tariflediği ve beklediği duruşu göstermeyenlerin kolayca “komünist” olarak yaftalandığı dönemdir, çünkü Alman Faşizmi, fırtınalar estiriyordu önüne gelene aslında da kendisini iktidara getirenlerin planı doğrultusunda, emperyal güçlerin kendi aralarındaki çelişkileri temelli saldırıyordu amma ve lakin nihai hedef sosyalizmin başkenti SSCB idi. Şimdi böylesi bir halde Türkiye’nin zaten bir önceki büyük savaştan da ortağı olan Almanya’ya sempati duyması CHP içindeki antifaşistleri bile suskun hale getirmiştir. Evet, kazan kaynıyor dedik ya, hakikaten de öyle… Hoca, bir taraftan Üniversitede derslere giriyor, bir taraftan da Halkevi’nde seminerler veriyor, “Adımlar” ve “Yurt ve Dünya” gibi dergilerde yazılar yazıyor. Bilahare de bu yazılarının tamamını “Değişen Dünya” adı ile kitaplaştırıyor yazıların hemen hemen hepsinde ırkçılık tespiti ve analizi yapıyor ve de karşı duruşlar sergiliyor. 1944’te başını Nihal Atsız’ın çektiği bir grubun yine faşizme yakın duran Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı, üniversitelerdeki devrimci, yurtsever ve sosyalist hocaların ihbar edildiği mektup ile başlayan bir tutuklama fırtınası yaşanır. Tutuklanma piyangosunun vurduğu bir isim de Muzaffer Şerif Başoğlu’dur. Yargılamalar hukuk bir yana beka bir yana halüsinasyonları ile donanmış askeri mahkemede olur ve beklenen de gerçekleşir, 27 yıl hapis ve “Adımlar Dergisine kapatma… Reisicumhur İsmet İnönü, Başbakan Şükrü Saraçoğlu… Lakin başta Harward’daki arkadaşları olmak üzere Amerika’daki tüm bilim insanları ayağa kalkar, tepkiler karşısında Amerika Dışişleri Bakanlığı fazlaca dayanamaz ve  Türkiye’ye karşı tavır takınır lakin dönem itibari ile Türkiye Amerika’dan fazla umarı hatta korkusu da yoktur, başta krom olmak üzere Almanya ile yapılan değerli cevher satışı yeterli güvencedir mütalaası ile burnunun dikine gider. Derken, Canım Yurdumun ummadığı ve beklemediği gelişmeler yaşanır büyük savaşta ve Almanya’nın tekeri kırılır ve kaçınılmaz ricat başlar ve politik rüzgarlar başka taraftan esmeğe başlar. Ve, bingo, canım yurdumun değerli yöneticileri behemehal Almanya’ya savaş ilan ederler. Bunun, iç bünyeye yansımaları olacaktır şüphesiz, hemen hukuk reformları gündeme gelecek ve muhteremlerin ayağı suya değecektir. Neyse bu değerlendirmeleri konunun uzmanlarına bırakalım, biz Hoca’nın durumuna bakalım. 27 sene mapusluk ile cezalandırılan hoca tutuklandıktan 40 gün sonra serbest bırakılır. Devran dönmüştür gayri, şimdi de “meşhur ihbar mektubu yazıcıları” yargılanacaktır. Vallahi o da bir başka komedi ama bunu da uzmanlara bırakalım.

Hoca, serbest kalır kalmaz, hatta evine gidip eşyalarını bile alma lüzumu ya da gereği görmez, Ankara’ya inen bir Amerikan Askeri Uçağına sessizce ve alelacele bindirilir, uçağın rotası doğru Amerika’dır. Sen nelere kadirsin be Amerika… Daha o zaman devlet adamları kendilerine “şu fakir” sıfatını uygun görmemiş olduğundan, zinhar kullanılmamıştır bu ifade, bu ifade ünlü Türk büyüğü Kenan Evren zamanında icat edilmiştir, sonraki zamanlarda… Hani Güzelbahçe’deki evini satarken çıkan söylentilere binaen; “bu fakir reisicumhur ev satarsa” diye başlayan ve torpil, iltimas ve suiistimal dedikodularına cevap verirken, kelamları ile süslemiştir…

Hoca artık Amerika’dadır, kendisini davet eden üniversiteler arasında tercih yapmak durumunda kalır. Lakin artık SSCB’yi yok etmek üzere tezgahlanan oyun ters tepmiştir ve “eşeğini dövemeyen semerini döver” kelamı mucibince içeriye döner. Amerika’da Mccarthy’cilik diye bir “ihbar, işsizleştirme ve tutuklama” müessesi ihdas edilir, bu bir bakıma kendisini tekrar klinik psikoloji alanında verimli olmaya zorlar. Bu arada Türkiye pasaportunu kaybeder, tekrar almak istemez, ABD vatandaşlığına da geçmez, bu nedenle de ABD dışına da çıkamaz, vs vs.

Neymiş, bir söz ile 27 yıl hapis cezası kaldırılırmış, 40 günde serbest bırakılırmış, eve bile uğramadan uçağa binerek ABD’nin yolunu tutarmış… Neymiş, bilinenlerin ilkine bundan tam 80 sene önce bu memleket tanıklık etmiştir… İşte bugüne gülersen adama geçmişte yapılanları hatırlatırlar… Peki, ABD’nin bir tepkisine, 27 sene haksız hapis cezasına çarptırılan bir kişiyi, kim serbest bırakmış… Mahkeme tabii ki… İktidar da kim varmış… CHP… İktidarın birinci yöneticisi kimmiş İsmet İnönü… İkinci yöneticisi kimmiş… Fenerbahçe Spor Kulübünü ihya ve âbâd eden Şükrü Saraçoğlu…

Muzaffer Şerif Başoğlu’nun küsmesini, küskün kalmasını anlıyorum, tabii ki… Hoca bir daha Türkiye’ye gelmiyor. Hani keşke, “gavura kızıp oruç bozulmaz” sözü burada gerçekleşmemiş olsa idi… Dünyanın en önemli sosyal psikoloğunu yetiştiriyorsunuz ama sahip çıkamıyorsunuz…

Ben hocanın hikayesini, kendisi ABD’de Üniversite’de ders verirken yüksek lisans için orada bulunan ve kendisi ile görüşmek isteyip görüşemeyen bir öğrencisinin anılarından yaklaşık 40 yıl önce okumuştum ilk defa… Kendisinin Muzaffer Şerif Başoğlu’ndan, Muzaffer Sherif’e nasıl dönüştüğünün hazin hikayesini günün getirdiklerinin önemine binaen şimdi hatırladım ve yazdım… 

Cumartesi, Mart 13, 2021

ALİ RIZA SAĞIRBAY ve İZMİR HAVAALANLARI

Geçen gün Çiğli’den geçiyordum, tam da “Çiğli 2. Hava Ana Jet Üssü” levhasını görünce Çeşme’den komşumuzun oğlu, abimiz Ali Rıza Sağırbay’ın 1971 yılında uçağı ile eğitim uçuşu sırasında elim bir kazaya kurban giderek vefatı aklıma geldi. Oradan da İzmir’in Havaalanları ve mezkûr havaalanları ile ilgili anılarım geldi aklıma, tam da bir İzmir havacılık tarihi faslından… Hani yenidir filan denir ya, inanmayın siz bu tevatürlere, ilk havacılık müzesi nerede kurulmuş bir baksınlar, canım Yurdumun belki de ilk “Tayyare Sineması” nerede kurulmuştur bir baksınlar, ilk paraşüt kulesi nerede kurulmuş bir baksınlar, bazılarının hiç bilmediği hatta duymadığı ilk “deniz havalimanı” bile İzmir’de kurulmuştur. Bir baksalar “Türk Tayyare Cemiyeti” tarihine ya da lütfedip İzmir Valiliğine bilgi için başvursalar, Valiliğimizin vereceği bilgiler ışığında kafaları pırıl pırıl olacak ama önce ona sahip olmak gerekir şüphesiz. Anlayacağınız İzmir tarihi ile Havacılık tarihimiz Cumhuriyetimiz ile yaşıttır nerdeyse.

Çiğli Havaalanı denilince aklıma, bir çocuk olarak adını ilk kez duyduğum 1971 yılı gelir, o meşum yılın 10 Şubat’ında eğitim uçuşu sırasında bir uçak düşer ve maalesef 2 Havacı Subay kurtulamayarak hayatlarını kaybederler. Bu, biz çocuklar için radyodan duyulan bir haber olarak kalacaktı belki ama maalesef komşumuz Nuri Sağırbay’ın evine ateş topu düşmüştür ve tüm komşuları derin bir üzüntü sarmıştır. Genç, başarılı ve aynı zamanda komşumuz Ali Rıza abimiz artık yoktur, sonsuzluğa uğurlanmıştır ve artık her birimiz kendisini son gördüğümüz hali ile hatırlayacaktık. Ben kendisini deyim yerinde ise tam bir “çakı gibi” denilir ya işte tam o hali ve çok sevdiği üniforması ile görmüştüm ve kendisini hep öyle hatırlarım, o artık dünya durdukça hiç yaşlanmama tahtına çıkmıştır. Sokağımızın 3. Havacı subayıdır, 1. si ise Halide Teyzenin oğlu Avni Öztin, ki oğlu Bahadır ise çocukluk arkadaşım olur, hatırladığım sonradan generalliğe kadar yükselmiş olduğu. 2. si ise daha önce bendeki anılarına binaen yazmaya çalıştığım Uğur Taylan idi. Gerçi bir başka komşu oğlu Osman Kabasakal da Hava Harp Okuluna bir süre devam etti lakin tam nedenini bir türlü öğrenemediğimiz şekilde devamı gelmedi, ayrıldı okuldan, sivil hayata döndü… Ali Rıza Sağırbay, artık Türkiye Havacılık tarihinin şehitleri arasında yerini almış idi. 2000’li yıllarda oğlum Yaşar Çilek’in birden havacılık ile ilgilendiğini fark edince kendisine o tarihlerde yaşadığım Ankara’da bir “Havacılık Müzesi” olduğunu söylemiş idim, büyük bir keyf ile gezmeye gitmiş. Dönüşte hem havacılık hem de müze üstüne konuşmaya başladığında, evvelemirde bahsettiği konu, şehit listesinde gördüğü ve Çeşmeli olması hasebiyle de detaylı okuduğu ve hatırladığı Ali Rıza Sağırbay olmuş idi. O gün bir taraftan üzülerek bir taraftan da duygulanarak konu üstüne konuşmuş ve anılarımı aktarmış idim kendisine…

Evet, İzmir’in bu havaalanı “babalarımızın çocukluğunda” inşa edilmiş olup NATO severlerin hatırlamak isteyenlerince de kolayca hatırlayacağı üzere, Canım Yurdumun NATO’ya girişi ile birlikte de ihya edilmiş ve hatta “Küba Krizi” döneminde ABD-SSCB pazarlık masasında yerini almış bir havaalanıdır. Anlatmak istediğim çok şey var ve dağıtmadan aktarayım istiyorum.

Diğer taraftan, 1974 yılı lisede öğrencisiyim, okullar sömestri tatiline hazırlanıyor, o zamanlar bu tatilin adı “15 tatil” ya da “Şubat tatili” diye bilinirdi ve şubat başında başlar yaklaşık 2 hafta sürerdi. Dönem itibari ile yatılı okuduğum okulun öğrencileri arasında çok sayıda ailesi Almanya’da olan arkadaşımız var ve yavaş yavaş tatili birlikte geçirmek üzere yolculuğa hazırlanıyorlardı. Ve maalesef o günlerde bir sabah, “Cumaovası Havaalanında” bir uçak kazası yaşanır ve 15 tatili ailesi ile geçirmek üzere yolculuk yapan 2 okul ve yurt arkadaşımız hayatını kaybeder. Bu kaza üzerine inanılmaz tartışmalar yürütülür dönem itibari ile, yok pilotaj hatası idi, yok havaalanı yanlış yerde idi, yok havaalanında olması gereken teknik donanım yok idi, yok pistler yeterince uzun değil idi, tıpkı bugünlerde Tv’ler de arz-ı endam “bildikleri yanıldıklarına yetmeyen” uzmanlar gibi o dönemin sahte uzmanları yazılı basına geyik muhabbetini aratmayacak beyanatlar veriyorlardı. Neyse sonuçta, havaalanı uçuşlara bir süreliğine kapatılıyor ve 1987 yılına kadar sivil uçuşlar ilave yapılan bir terminal binası marifeti ile “Çiğli Askeri Havaalanından” yapılıyordu. 70’li yılların ortalarında, yaz ayları boyunca neredeyse her hafta perşembe günleri “Çiğli Havaalanına” gider gelirdim. Pistini bilmem ama terminal binası o günün şartlarına göre fena sayılmaz hatta şimdilerin dünyasında bir dolu ülkenin başkent dışındaki havaalanlarından daha güzel idi.

Sonraları, başta askerlerin kazaların devam etmesi halinde sorumluluk almayacaklarını açıkladıkları bu fizik ve teknik koşullar “bilmeyen bilgiçlerin” diline çok pelesenk olmuş olup İzmir’in 3. Havaalanının temelinin atılmasına sebep olunur. Kaklıç diğer adı ile Sasalı Havaalanı, Çiğli Askeri Havaalanını biraz geçince, iklim koşullarının görece ehvenliği, topoğrafyanın ve hava akımlarının mülayimliği, rüzgar koridorlarının münasipliği, yaklaşım alanlarının mülkiyeti gibi başat kriterler ve konunun uzmanı askerlerin de ısrarları ve görüşleri mucibince inşaat gerçekleştirilir… Hülasa şimdilerde bu birbirine çok yakın ve paralel 2 havaalanı, yatar orada Çiğli’de… Şimdilerde bir ara tekrardan aktif hale getirileceği söylenirse de konunun beklediği aşikardır. Hani böyle bir ihtiyaç var mı idi de Süleyman Demirel’in devr-i iktidarında böyle bir yatırım yapıldı, bilemiyorum, lakin Organize Sanayilerin ve devasa liman planlarının öne çıkardığı bir gerçek gibi durmakta. Zaten uzun zamandır ve bilinmeyen nedenlerle “Cumaovası Havaalanı” için çuval çuval olumsuz kelam eden zevat artık sulh salah olmuştur gayri, atıl duran bir modern havaalanı envanterine binaen… Yani ve acaba “bilmeyen bilgiçlerin” böylesi bir görevi mi vardır, ahada kuşa bak misali hoppp yeni bir inşaat projesi…

Tekrar konuya dönersek, 1987’den sonra Cumaovası Havaalanı yeni düzenlemeler ile; ki bu yeni düzenlemeler birkaç yıl sonra eskiyecek ve yeniden, yeni düzenlemelere ihtiyaç olacaktır… Belki de doğu toplumu olma karakteristiği, az düşünüp çok iş yapma geleneği depreşmiştir ya da yeni isim verilecek ya, haydi yeni düzenleme yapalım deniyor, bilemiyorum gayri… Hani, havaalanını yeni düzenleme ile Adnan Menderes Havaalanına dönüştürdünüz ya, kardeşim ne istediniz Allah aşkına, nesi rahatsız etti de, Kanuni Sultan Süleyman ordularının toplanma yeri olmasına istinaden, taaa Osmanlı’nın Yükseliş döneminden beri “Cem Ovası” olarak bilinen bilahare de “Kurtuluş Savaşı” sonrası “Cumaovası”na dönüşen ilçenin adından da, Menderes olarak değiştirdiniz.

Yani ve mesela anlayacağınız, Güzel İzmir’imizin havaalanı serencamı öyle zannedildiği ve söylendiği gibi çok yeni değildir. Ayrıca gördüğüm bir levha, şahsımda kayıt altına alınmış ne kadar da çok bilginin hatırlanmasına vesile olmuş, hay Allah… Başta; komşumuz ve abimiz Ali Rıza Sağırbay olmak üzere diğer komşularımız Uğur Taylan ve Avni Öztin’i de saygı ve özlemle yad edelim, bu vesileyle.    

 

 

Pazar, Mart 07, 2021

KUZEN SABRİ GÖÇMEN

 

Geçen hafta kuzenim Sabri’yi maalesef sonsuzluğa uğurladık, her ölümde olduğu üzere sadece geride kalanlara derin üzüntü düşüyor ve bunu hafifletecek herhangi bir şey de olmuyor, maalesef… 91 yaşına girmiş ve hafıza sorunları yaşıyor olmasına rağmen Teyzemin içine nasıl bir ateş topu düşmüş olduğunu, diğer insanları bilmem ama ben hissediyorum hatta görüyorum. Çok büyük acı… Ölüm şüphesiz doğum kadar tabii bir sonuç lakin zamansız ve sırasız olunca, katlanması çok zor…

Kuzen her daim hayatın içinde kalmayı hep becermiş ve kendi meşrebince bunu gerçekleştirmiş idi. Kendi algılaması ve yorumu mucibince bir hayat tutturmuş, analizi, eleştirisi ve yorumu hep kendince olmuş ve tavizsiz bu doğrultuda devam etmiş idi. Her şeye rağmen hayata bağlı kalmayı becermiş, adeta şair-i muazzama Nazım Hikmet’in “Yaşamaya dair” şiirindeki deyişi ile “Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,” son dakikada bile ağaç dikmeye çalışıyormuş. İşte o meşum günde de son aldığı erik ağaçlarının dikimi için bahçeye gidiyor ve maalesef. Kalp krizi… Geriye artık yalnız yaşanmışlıklar bırakarak sonsuzluğa intikal.

Çocukluğumuz tüm kuzenlerin mutlaka bir araya geldiği uzun zamanlar geçirdiği dönemlerdi, ama çalışma ama yardımlaşma ama eğlenme ama hasret giderme babında, şüphesiz ki bu saydıklarım büyüklerimizin gerçekleştirdiği şeylerdi, sonuçlarından yararlanma ise bizim. Mezkûr yıllar 60’lar olunca ve ulaşım zorlukları da göz önünde tutulunca bu sık sık bir araya gelişlerin kıymeti daha da artmaktadır. Yaklaşık yaşlarda Dayının 2 oğlu, bir teyzenin 2 oğlu, diğer teyzenin 3 oğlu ve ben, 8 erkek çocuk, kızlar da vardı lakin doğru olup olmamasından ziyade gelenek gereği bu haylazlıklara ve şamatalara çok fazlasına dahil olmazlardı, aman Allah’ım, şamatanın boyutunu ve sıkıntılı sonuçlarının neler olabileceğini kestiriyordur insanlar. Kırılan “fenerler” ya da “lüksler” ya da camlar mı, ya da paramparça yastıklar mı, sonuçta yenilen fırçalar mı yoksa bazen yenilen dayaklar mı… Ama hepsi de geçirilen muazzam eğlenceli zamanların diyeti babında katlanılır şeylerdi…

Bu ağırlıklı yaz aylarında bir araya gelmelerin, özellikle de Çeşme’de bir araya gelişlerin, en hüzünlü ve arzu edilmeyen tarafı da ayrılıklar idi, yani teyze çocuklarının tekrar kendi köylerine dönüşü… Devir itibari ile Çeşme’de İzmir Otobüslerinin hareket yeri de şu andaki Çeşme Taksi Durağının orada Kale Burç dibi idi ve Kalenin de ağırlıklı kullanılan tek kapısı da Burç altındaki küçük ve dar kapı idi. Teyzelerin şimdiki Belediye Binasının hemen yanındaki otobüs yazıhanesinden biletleri alınır, ki bu biletleri hep dayım alırdı, artık bedelini kendi mi öderdi yoksa sadece satın almaya aracılık mı ederdi bilemiyorum ve yine dayımın da içinde olduğu “büyük kaçış” oyunu tam otobüs hareket edeceği sırada başlardı… Otobüs hareket saati gelmiş, harekete ait son anons yapılmış ama teyze çocukları yoktur ve maalesef onları arayacak vakit de yoktur. Teyze çocukları Kalenin içine kaçıp gizlenmişlerdir. Artık Dayı numaradan kızmış görünüp, çocukları bulup sonradan kendisinin getireceği sözünü verir… Yine kocaman bir zaman yaratılır birlikte vakit geçirmek için… Şimdi düşünüyorum da o koca ciddi ve sert Dayı nasılda oyunlar içinde olur ve biz kuzenleri mutlu edermiş. Bu vesile ile artık hayatta olmayan hem dayımı hem de kuzenimi bir kez daha özlem ve saygı ile yad ediyorum.

Kuzen, Sabri, müthiş bir sapan imalatçısı ve kullanıcısı idi, enteresan bir avcı idi hani derler ya “deveyi dizinden pireyi gözünden” vuran cinsinden idi… Hatırladığım en iyi sapanın zeytin ağacından alınan çataldan yapıldığını söylediği ve her zeytine bakışında aradığı yegâne şeyin sapan yapılacak bir çatal olduğunun anlaşılmasıdır. Çocuğun gözünde zeytin ağacı ile sapan imalatının ne kadar iç içe olduğunu ilaveten belirtmeye gerek yoktur zannederim. Gerçi akıl baliğ olunca terk ettiği avcılık işine hep karşı çıkmışlığımı hatırlarım ama dönem ve bizim döneme mütenasip çocukluğumuz…

Ailesinin tütün sezonu sonu; Sabri’yi Çeşme’ye romatizma tedavisi için “kum banyosu” yapmaya göndermesi ise bir başka safahattır, anlatılması açısından lakin ben kısaca değinip geçeceğim. Neden tütün sezon sonu çünkü Sabri müthiş becerikli ve çalışkandır, tütün kırmak (yaprak toplamak) ve tütün dizmek açısından (tütün yaprağının kurutulmak için dizilmesi) bizim 4’ümüzün ya da 5’imizin yaptığı işi yapardı ve bu yüzden o süreç tamamlanınca izne çıkardı adeta… Sabri’yi Çiftlik’te henüz adı “Altınkum” olmamış “Arka Deniz’e” götürür, o zaman ki müthiş kum tepeleri arasında güneş altında; ki emin olun sanki bir film platosu güzelliği ve özelliğinde idi, yaklaşık yarım metre derinlikte kızgın kuma gömer, sadece başını koruyacak şekilde siyah şemsiyeyi yerleştirir giderdik yakınlardaki bir tarladaki işimize, birkaç saat sonra gelir şemsiyenin yeri değiştirilir, su içme ihtiyacı giderilir, bu fasıl 10 ya da duruma göre 15 gün sürer idi. Sabri’nin beyanına göre bu kızgın kumlarda mezkûr sürelerde gömülmek tüm kış ayları boyunca kendisini daha iyi hissetmesi adına çok faydalı imiş, bilemiyorum, beyan böyle lakin şimdilerde deniz suyu ile ısıtılmış çakıl taşı tedavilerinin sunumuna bakılınca da sanki beyanlar doğru gibi görünüyor.

Kuzen ile ilgili en fazla güldüğüm ve akılda kalan konu ise, Lise öğrenciliği sırasında yabancı dil dersinin Fransızca olması ve bu konuda başarısızlığının seviyesi idi, tam da bazı komedi filmlerindeki yabancılar ile konuşan çocuk replikleri ile tıpatıp benzeşmesidir. Sonradan kendisi de öğretmen olunca kendisi karşısında kendi öğretmenlerinin yaşadığı zorluğu yaşamış mıdır bilemiyorum. Öğretmenliği döneminde ilk görev yeri Ağrı ili Tutak ilçesinin bir köyünde iken dönemin ruhuna uygun haberleşme yöntemi mektup ile sık sık yazışır idik, sonra Manisa’nın Sarıgöl ilçesinin bir köyüne kendisini ziyarete gidişim bilahare de Uşak’ın bir köyünde ziyaret edişim dönemlerinde uzun uzun muhabbetler ettik.

Sigara tellendirmeyi, akşamları bir ya da birkaç bira içmeyi mesleğinin bile fevkinde bir başarı ile deruhte etmiş olması kendisi açısından hiç unutulmayacak bir tespit olsa gerek. Unutkanlığı, cep telefonu bile kullanmaması gibi daha çok detay var yazılacak lakin yer bu kadar… Nurlar içinde ol, seni hep bu halin ile hatırlayacağız sevgili kuzenim.