Perşembe, Mayıs 28, 2020

DAYIM – YAŞAR KARAGÖZ – 2

Dayımı anlatmaya devam… Sevgili dayım askerliğinin önemli bir bölümünün geçtiği Pozantı Jandarma Karakolunu büyük bir gururla anlatırdı, kendisini gurura gark eden boyutu ise özellikle bastıra bastıra söylediği karakol komutanlığı icrasıdır. Dayım “Karakol Komutanlığını” hangi askeri öğretim ve eğitimine dayandırdığını bir türlü açıklamamış idi, en azından bana, gerçi her fırsatta “jandarma çavuş” olduğunu vurgulardı bu yüzden de bu anısı benim nezdimde çok inanılır gelmemişti, şüphesiz o günün koşullarını tam manası ile bilmediğim için anlamlandıramıyor olabilirim. Ancak bazı Pozantı kökenli arkadaşlarımdan öğrendiğim kadarı ile her ne kadar kurtuluş savaşı döneminde Adana Fransızlar tarafından işgal edilmiş ve bu nedenle il merkezi Pozantı’ya taşınmış olsa da dayımın askerliği döneminde Karaisalı’ya bağlı bir bucaktır. Gerçi bundan daha detaylı anlattığını da çok hatırlamıyorum açıkçası.

Bana karşı halen izah edemediğim bir bağlılığı ve sevgisi vardı. Her şeye rağmen çok uzun yıllar devam etti bu güzel düşüncesi ve yaklaşımı ben de kendisine karşı “tek dayı” hürmetini eksiksiz gösterdim. Dayım gerçek manada enteresan bir adamdı, bir önceki yazıda bahsettiğim üzere, hemen hemen hiç anlaşamazdık ama sık sık İzmir’e gittiğimizi hatırlıyorum. Her gidişimizde de mutlaka Çankaya taraflarında bir tezgâhta satış yapan kokoreççi ziyaret edilirdi. Günün moda deyimi ile “paran ile malumu ye” cazibesi ağır basıyordu bizde demek ki… Pişirme ve servis etme teknolojisi öyle şimdiki gibi ciddi manada gelişme göstermemiş olup, tezgâh tekerlekli bir araba üstüne yerleştirilmiş gaz tenekesinden oluşturulmuş mangal ve şiş yerleşme yerlerinden ibaret idi. Baharat ise yine dönemin ruhuna uygun olarak şimdiki gibi envai çeşit değil idi.

Fikri ayrılığımıza rağmen 12 Eylül mapushanelerinde bulunduğum dönemde, kendince ve kendi inandığı insanların önerdiği yolları takip ederek ama umudunu ve girişimciliğini asla yitirmeden oradan bir an önce kurtulabilmemin arayışına hiç son vermemiştir. Bu hem dönemin insanının insanlık hamurunun gereği bir şey idi hem de her şeye rağmen toplum da bu kadar kutuplaştırılmamış ve kindar değil idi. Mapushane sonrası yaşanmışlıkları makul görüp destek verenlerden biri de siyaseten 180 derece farklı olmamıza rağmen dönemin Belediye Başkanı Nuri Ertan büyüğümüz olmuştur. Gerçi o da kendi meşrebince örnekler vererek bu desteği veriyordu, “bunlar siyasi davalardır, dert etme Celal Bayar bile siyaseten uzun yıllar aynı çileleri çekti” diyerek. Neyse dayımın uzun yollar katederek, dönem itibari ile uçak yaygın olmadığından minimum 12 saatlik otobüs yolculuğu yaparak, sürekli ziyaretlerime geliyor olması bile benim açımdan her daim bir saygı gerektiren bir tutum olmuştur. Gerçi siyaseten tutukluluk, çok geç hazırlanan iddianame, uzun ve talimat gereği yapılan yargılamalardan ne çıktı. Kocaman bir hiç. Beraat ettim birçok insan gibi ama çekilenler yanımıza kâr kaldı. Bu baptan bile kocaman bir teşekkürü hak ediyordu, bu kara gözlü “Karagöz Dayım”.

Her zor anımda kendisi yanımda idi, çocukluğumda geçirdiğim göz ameliyatı neticesinde uzun süre yattığım hastanede sürekli neredeyse her gün ziyaretime gelirdi. İlk ziyaretinde dönem itibari ile bulunması bir hayli zor olan “cep tipi pilli” bir radyo getirip, akşamları ajansları dinlersin demesi bile o çocuk halimin kendisince nasıl bir adama benzetildiğimin adeta somut bir tezahürüdür. Hayatımda ilk defa böyle bir radyo görüyorum ve sahip oluyorum, koğuşta yattığımız diğer hastalar nezdinde bir anda başka bir noktaya geliyorsun, hay Allah.

Sünnetimde de gelenler içinde en güzel hediye diye düşündüğüm kol saati hediyesi yine Dayıdan. Evet “Hislon” marka idi, ki dönem itibari ile bir hayli prestijli bir marka ve ürünü saat olup hayatımda ilk sahip olduğum saattir. Gerçi oğlu Kâmil ile “lan bu kadar küçük aletin içine ne koyarlar ki” merakı ile parça parça parçaladığımız ilk saatte bu olmuştu. Hey gidi anılar…

Ilıca’da Ankara Otel sergüzeşti de hayatımızın önemli ama kısa bir dönemini kapsamıştır. Neler olmadı ki o yıl, Türkiye’nin Kıbrıs girişimi, Almanya’nın Dünya Kupasını kazanması başta olmak üzere. Dayımın otelinde çalıştığım dönemde, çok erken yaşlarda olmasına rağmen uzun süreli olmasını hayal ettiğim ama olamayacağını adım gibi bildiğim ilk karşı cins ile temasımı kuruyordum. Bunun erken ve güzel olmasının ortamını da dayımın o dönemde yaptığı işe borçluydum. Otel işçiliği deyip geçmeyin, yan tarafta da Çekirge Mehmet’in (Çınar) çalıştırdığı Otelde de benden birkaç yaş büyük olmasına karşın kadim dostluk oluşturduğumuz Tufan Çınar’ın işçiliği söz konusu idi, inanılmaz ve müthiş anılarımız oldu kendisi ile. İşçi dayanışması dışında neler neler. Bu vesile ile hem Tufan Kaptan’ı hem de babası Mehmet abiyi hayırla yad edelim, nurlar içinde olsunlar.

 

Dayımın bir de detaylarını tam bilmediğim bir biçimde traktör alım satımına aracılık ettiğini hatırlıyorum, o tarihlerde şimdiki gibi koy cebine parayı git al traktörü lüksü yoktu şüphesiz, tıpkı otomobilde olduğu gibi birkaç ay beklenen sıraya yazılma fasılları vardı. Yine hatırladığım kadarı ile bu sıra işlerinde ciddi kolaylaştırmalar ya da kısaltmalara vesile olabilecek tanıdıkları vardı, yüksek mevkilerde, ama nasıl bilmiyorum. Bir anlamda “komisyonculuk” gibi duran bu işi Dayımın çok makul, çok cüzi taleplerle gerçekleştirdiğini, adını bile yeni duyduğumuz kasabalardan, köylerden ziyaretçisinin sınırsız olmasından bile anlardık. Çok profesyonelce olmasa da tarla ve arsa alım satımına da aracılık ettiği olurdu. Öyle şimdiki komisyoncular gibi, satıcının 500.000 TL istemesine rağmen alıcıya gözünün içine bakarak 550.000 TL demediğinden adım kadar emindim. Bu manada kendisini hak ve hayırlarla yad eden bir dolu insan vardır etrafımızda.

Bir önceki yazımda masa ortakları diye bahsettiğim, Uğur Öztin ile Çiftlik Köyünün ilk minibüsünü (dolmuş) alıp işletmişler idi. Adını “Karayılan” koyup, üzerine de yazdırdıkları, Thames marka burunsuz bir minibüs idi. Günde; Çeşmeden Çiftliğe şeklinde sabah ve akşamüzeri 2 seferden oluşan bir trafik idi söz konusu, şimdiki gibi her 30 dakikada sefer hayal bile edilemezdi. Çiftlik sabah seferinde Çeşmeden gelen beyaz ekmekle tanışır oldu bu sayede, kadınlar bahçedeki fırınlarda ekmek yapmaktan kurtulduklarından, çocuklarda annelerinin ekmeğinden daha leziz bir ekmekle karın doyurmaktan memnun idiler. Minibüsün bir pikabı vardı, dönem itibari ile muhteşem, birkaç ta 45’lik plak bulunur, plaklar için de bir çanta. Biz neredeyse mal mülk sahibi gibi her sabah gider plak dinlerdik, Çiftlikte kaldığı sürece…

Yere sıkı basan, her daim gözünü budaktan esirgemeyen “Karagöz” soyadına mütenasip Dayımı da bu vesile ile bir kez daha yad edelim ve nurlar içinde yatması dileğimizi tekrarlayalım… Ordu pazarı anılarımız, tarla işlerinden kaçış organizasyonları, avcılık yapması, birlikte rakı içip ama yanında sigara içemeyişim, 1974 dünya kupası sonrası anımız başta olmak üzere daha birçok şey kaldı detaylayamadığım, olsun, bir gün onları da yazarım elbet. 

4 yorum:

Serdar dedi ki...

Yazılarınızı zevkle okuyorum. Akici ve bilgilendici. 12 Eylül dönemi, Adana ogrenim yillariniz, Hindistan çalışma deneyiminiz bende merak uyandırdı. Sohbet imkani buluruz inşallah. Serdar

Serdar dedi ki...

Yazılarınızı zevkle okuyorum. Akici ve bilgilendici. 12 Eylül dönemi, Adana ogrenim yillariniz, Hindistan çalışma deneyiminiz bende merak uyandırdı. Sohbet imkani buluruz inşallah. Serdar

Adsız dedi ki...

Güzel bir yazı dayılar sevilir...

Adsız dedi ki...

nurlar içinde uyusun.