Perşembe, Mart 30, 2023

KÖSTE

 

Şehir, köy, mahalle, sokak ve cadde isimleri neden değiştirilir, ne menem bir iştir bunu bir türlü anlayamam… Şüphesiz yetki sahiplerinin bir muradı ve meramı vardır bu kabil yetki kullanımlarından.

Şimdi şöyle düşünelim, bir “yerleşim yeri” kuruluyor yüzlerce yıl önce burası sadece bir mimari öge iken onu kuran yaşatan ve parçalarını tanımlayan ve tamamlayan “yerin” coğrafik, topoğrafik doğal halinin esas belirleyici olması yanında, eklenen her yapı ve imalat kısacası her öge kimlik ve ruh oluşumda son derece tesir edicidir lakin illaki “insan” olmazsa olmazdır. İnsan, orayı isimlendirir, orayı korur ve geliştirir, değerini artırır, hülasa tüm mezkûr fiziksel mekânlar insanın izafi tarifi ile karakterize edilir. Coğrafyanın insanı şekillendirdiği kadar insanın da doğa üzerindeki tesirleri yadsınamaz. Bu karşılıklılığın dengesi içerisinde “mekânlar” oluşur ve “kentlere” dönüşür.  Bu tasarım, gelişim ve dönüşüm süreçlerinde kentsel kimlik ve nihayetinde de insanlar açısından oluşan en önemli insani miras kabul edilebilecek “anılar” buradan da toplumsal hafıza oluşur, tüm bu toplumsal hafızaların kayıtlı kuyutlu bilgiler, çizimler, master ve kati planlar, vakalar ve doğal hareketler olarak kayıt altına alınması da tarihi oluşturur ve ceman kent kimliği ve kültürü denilen “kentsel hafıza” ortaya çıkar. Bu bütüncül tanımlamanın her bir nüvesi “mütemmim cüz” kabul edilerek itina ile kullanılmalı ve korunmalıdır, bana göre…

Esasen, değişikliklerin bugün bu yoğunluk ile karşımıza çıkması ya da hayatımıza dayatılması yetki sahiplerinin ne kadar tavizsiz, katı ve hoşgörüsüz bir değerlendirme yaptığı ile ilgilidir, bana göre… “Yetki bende” çocukluğu ile kentsel objeler yıkılabiliyor ya da yer değiştirebiliyor, sokak isimleri değiştirilebiliyor, sokakları genişletiyorum numarası ile korunması gereken sınıflandırma ve derecelendirmeden azade tutulan ögeler külliyen yok ediliyor, yapıların çok uzun yıllara dayalı kullanım özellikleri değiştiriliyor ya da külliyen iptal ediliyor, bu listeyi bu manada uzatmak mümkün lakin tek mümkün olmayan muktedirlerin değişmezliğinin tespitidir. Kabiliyet ve mahareti “tükürürüm böyle sanatın içine” cehaletini, rezaletini, hoyratlığını ve nobranlığını aşamayınca kendisinden önce tercihi yapılmış hiçbir şeyin önemi kalmamaktadır, katli vaciptir, yıkın yakın gitsin… Belki de tıpkı gâvurdan ele geçirilen kentlerin 3 gün, 5 gün yağmaya bırakılması zihinsel alt yapısı ile bakılmakta tüm bunlara, netice-i kebir… 

Bugünlerde okuduğum “Bir Dinozorun Gezileri” kitabında Bodrum’daki Müskebi, Kefaluka, Farilya, Salmakiz adlarının terk edilip yerine Ortakent, Akyarlar, Gündoğan, Bardakçı adlarının verilmesine denk gelince hüzünlendim… Bu değişikliği önerenler ve gerçekleştirenlerin başı göğe ermiştir gayri… Tıpkı, ne çağrıştırdığından ziyade, kentsel kimliğinin “Cumaovası” olmasından ötürü bildiğimiz kentin bir gecede “Menderes”e dönüştürülmesi, üstelikte “Cuma’yı” kutsallayan bir zihniyetin temsilcisi muhterem tarafından bir anda gerçekleşmiş olmasından ötürü hüzünlendiğim gibi. Dini bütün bir zat olduğunu sabah-akşam bulduğu her fırsatta adeta kafamıza vurarak beyan edip Osmanlı’nın çok önemli bir savaşı öncesi yerel orduların merkez ordusu ile buluşup hareket öncesi hep beraber “Cuma namazı” eda ettikleri yer manasında bilinen yeri, ne sabık başbakan ne de coğrafi manadaki Menderes ile hiçbir alakası olmamasına rağmen aynen ve hemen dönüştürüverdiler… Benim bugün eski havasından, görüntüsünden ve estetik zenginliğinden çok uzaklarda olan ve şu anda yaşadığım sokak, ahir ömrümde; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı, Nazmi Keskin Sokağı, Şehit Teğmen Ali Rıza Sağırbay Cad., 1034 sokak vs. vs. gibi bir dolu isim ve numarayla anıldı, ama benim gönlümde hala kendisi ile ilgili kısıtlı bilgilere sahip olmama rağmen burayı yansıtan en güzel ve dolu görünen isim ise; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı’dır. Üstelik sokağa ismi verilen kaymakamı ne tanırım, ne de akrabalığım vardır, adamcağız burada görev yapmış ve görevi döneminde bir trafik kazasında vefat etmiş nihayetinde adı sokağa verilmiş, hepsi bu… Mesele bundan ibaret…

Suudi Arabistan da çalıştığım dönemde gözlemlemiş idim, Cidde ve Riyad gibi büyük ve önemli kentler dışında adresleme yapılmadığına... Kimliksiz ve kişiliksiz meydanlar, caddeler, sokaklar ve evler… Esasen mimari de buradan nasiplenmiş farklılıkları bile anlaşılamaz durumda güdükleşmiş ve tekleşmiş vaziyette donmuş kalmış, bana göre… Suud’lara göre ise ben doğru düşünmüyordum, takdir kendilerinin şüphesiz lakin ben hala aynı şekilde düşünmeye devam ediyorum… Biliyorum ve inanıyorum ki; isimlerin, cisimler üzerinden algı ve imge yaratmadaki tesir ve bellek oluşumuna katkısı hiç düşünülmez bu değişiklikler yapılırken…

Evet, tüm bunlardan mülhem, güzelim “Köste” adı ile maruf köyümüzün bir anda “Dalyan’a” dönüşmesi beni tüm diğer değişiklikler gibi oldum olası olumsuz etkilemiştir. Mezkûr Köyün ad değişiklikleri ile ilgili “Tarih Boyunca Çeşme” adlı kitabında İsmail Gezgin Hoca nasıl kaleme almış. “Osmanlı döneminde Köste olarak bilinen Dalyan, bölgede en çok isim değiştiren yerleşim olmuştur. Bu yerleşime Rumlar tarafından verilen en eski isimlerden birisi Hagia Paraskevi olup Paskalya öncesindeki son Cuma günü anlamına gelmekteydi. Dalyan’ın Osmanlı belgelerinde Köste olarak anılmasına rağmen, Rumların gidişinden sonra buraya yerleştirilen Müslüman nüfusun bu isimden rahatsız duymaya başladığı halen anlatılmaktadır. Bu nedenle tam olarak tarihi tespit edilmese de 1960’lı yıllarda Köste’nin ismi köyün etrafında yoğun biçimde bulunan bir taş cinsi nedeniyle Demirtaş olarak değiştirilmiştir. Ancak deniz kenarında ve denizin içeriye girmesiyle oluşan muhteşem doğaya uymadığını gören Köste sakinleri bu ismi hiç benimsememişlerdi. Bu nedenle birkaç yıl sonra köye daha yakışan bir isim olan Dalyan denilmişti.” Hoca yine aynı eserinde bugün Dalyan olarak bilinen köyün antik adının “Embaton” olduğunun tespit edildiğini beyan etmektedir. Hoca bir başka yerde ise; Hacıbeis’in yayınlanmamış bir eserinden bahisle ve ona istinaden, “Köste halkı hayatlarını daha ziyade uzun deniz seferleri yapmakla kazanırlar, dağlık, taşlık bir yerde kurulmuş olan Köste’de bıraktıkları aileleri efradını, böylece dışarıda kazanıp getirdikleri para ile geçindirirlerdi” şeklinde nakletmektedir. İsmail Gezgin aynı kitabında yine Hacıbeis’ten alıntılayarak, “Çeşme’ye 3 km mesafede tümü balıkçı 5.000 nüfuslu bir kasaba olan Aya Paraskevi bulunmaktaydı. Yunan balıkçılığı bugünkü büyük gelişimini büyük ölçüde Çeşmeli balıkçıların büyük yeteneğine borçludur.” diye aktararak lokasyon ve maişet tarifi de yapmaktadır. Sonrasında mübadele için de bir destinasyon olan Köste için yine aynı eserinde konu ile ilgili enteresan bir şey aktarmaktadır, “Yerleşecekleri yerlere gelen muhacirlere iskân edecekleri evler gösteriliyor ve buralara yerleştiriliyorlardı. İlk ev ücretsiz veriliyordu; ancak isteyen ikinci bir ev daha alma hakkına sahipti. 5-10 lira karşılığında eve sahip olanlar, yerel yönetimin teşviki ile bu evleri yıkmak zorundaydılar. Köste’ye yerleştirilen nüfusun ikinci evleri hızla yıkması nedeniyle, şirin bir yerleşim olan Köste, kısa sürede kimliğini değiştirmeye başlamıştı. Rum göçünden önce 950 hane olan köy kısa süre sonra, 1940’larda, 54 haneye düşmüştü.”

Geçmiş ile tüm bağların koparılması arzusu mudur, toplum mühendisliğinin yeni bir boyutu mudur, tüm bu değişiklikler bilemiyorum… Bir de bu manadaki isim değişikliklerinin kamuoyu nezdinde “beğenilmek-beğenilmemek” ya da “kabullenmek-kabullenmemek” ikilemleri arasına sıkıştırılıp istatistiki değer haline getirilme çabası yok mu, evlere şenlik… Ya kardeşim, nesiller değişiyor, resmi makam ve otorite dayatması devam ediyor hepsinden daha mühimi “sınırsız tekrarlayarak” alıştırılıyor ademoğlu, ne gam, ne keder… Ver mehteri gitsin durumu yapmayın Allahaşkına… Sadece isimler mi değişiyor, değişiklik başlamış iken hemen her şey değişiyor, idari bölünme değişiyor, fonksiyon değişiyor. Haydi, güzelim “Köste Köy” oldu, Dalyan Mahallesi, mesut oldunuz mu? Mesela “Alaçatı Nahiyesi, Belediyeliği” oldu Alaçatı Mahallesi… Memnun musunuz? Mutlu musunuz? Başınız göğe erdi mi? Gerçi her ne kadar isimler değiştirilse de halk birkaç kuşak boyunca yerleşim yerini eski adıyla anmaya devam ediyor lakin resmi gerekler bu süreyi kısaltıyor galiba da diğer taraftan…

 

Cumartesi, Mart 25, 2023

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Hayal dünyasının gerçekçi anlatımına saat ve onun manası zaman kavramı üzerinden başrollerini Hayri İrdal ve Halit Ayarcı adlı kahramanların üstlendiği, bir tarafı ile metafizik eğilimleri diğer tarafı ile Canım Yurdumun değişim ve dönüşümünün aritmetik ortalamalarına dayalı bir roman “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”…Ziyadesiyle beğenenleri olduğu kadar zor okunan ve zaman kaybı olarak değerlendirenlerin de olduğunu biliyorum. Ben ise ziyadesiyle beğenenler safında yer alıyorum. Mecaz-ı mürsel ahfadından mekânın “saat”, saatin ilerleyişinin “zaman”, saatin ve zamanın ayarının da “insan” ve de insanın da metafizik ve diyalektik boyutu olduğunun tebarüzü mezkûr roman ironik anlatımın önemli bir örneğidir. Halit Ayarcı ismi üzerinden modernleşmeye koşut gelişen üfürükoloji ve üçkağıtizm ve de parlak aynı zamanda sitayişkâr toplumsal karşılıklarının zirve yaptığı bu roman günümüze de bir boyut açıyor sanki hayalin büyüklüğü ve pazarlanması teknikleri açısından… Romanın edebi, kültürel, tarihsel, sanatsal eleştirisini konunun uzmanlarına bırakarak bendeki etkisi ve mirası üstüne geçmek istiyorum.

Deyim yerinde ise, hayatı boyunca “bir kazmaya sap olamamış” ve hayat rüzgârının oradan oraya sürüklediği nispeten silik ve geride duran kahramanın, hayatın bir başka tarafını temsilen de girişken ve hayalleri büyük ve sınırsız temsilcisinin birbirlerinin mütemmim cüzü misali gerçekleştirdikleri “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” ve debdebeli hayat ve gölgeleri, günümüz dünyasındaki silik çoğunluk ve uyanık azınlık organize işleri, hem de karşılarında ciddi ve ahlaklı eleştiriye rağmen aldıkları alkış… “Parmağım kör gözüne” misali yaşananlar karşısında insanların yalana mütemayil halleri ile gerçekler karşısında dilsiz şeytan halleri takınmasının dayanılmaz ve yakıcı vaziyeti dün de bugün de var ve maalesef gelecekte de âdemoğlunun başının belası olmaya devam edecek gibi görünüyor. Kurgulanan planın şöyle ya da böyle bir öznesi ve aşaması için pazarlama misali babından mezkûr baltaya sap olamamış muhteremin takdimini bir diğer başrol oyuncusu Doktor Ramiz şöyle yapıyor; “İlm-i menafiü’l-aza, ilm-i sima, ilm-i simya, ilm-i havas, ilm-i cifr, ilm-i sihr, ilm-i huruf… Elinden her şey gelir… Eski tababet bile. Geçen günü bir teşhis koydu, ben bile şaşırdım!” El cevap ise; “Doğru idi, beş senedir, Seyit Lütfullah repertuarını tekrarlayarak, insanları aldatmakla geçiniyordum.”

Toplumsal gelişmeyi ve modern hayatı hedefleyen yönetimlerin ve ona direnen unsurların karşıtlığı üstünden, inanılmasa dahi ali menfaatler uğruna “ver mehteri” tarzında geniş çaplı ve destekli inandırma kampanyaları neticesinde gelişim ve modernleşmeye katkıları asla ve kat’a tartışılamayacak kadar manasız kurumların bile ne kadar mühim ve elzem olduğuna kani olmanın sergüzeştidir, aynı zamanda tüm bu anlatılanlar… Kendisine buyurulan lüzumsuz ve manasız görevleri tereddütsüz yerine getirmek, yerine getiriyor iken sorguluyor gibi yapmak, yaşanılan duygu ve mantık bulanıklığı sürecine rağmen sadece kendi durum ve vaziyetini önemli görmek ve “dilsiz kör şeytan’a” yatmak davranışının tezahürü de aynen bugünküne benzer surette Tanzimat’tan Cumhuriyete intikalinin de portrelerinin resmi geçididir adeta… Umarsızlığın, çaresizliğin, yalnızlığın, itilmişliğin, savrulmuşluğun, kakılmışlığın hatta tedaviye muhtaçlığın mezkûr ahval ve şerâiti içinde birden önüne çıkan fırsatı belki de çaresizlikten lakin ıskalamadan fırsat içinde önerilen role münhasıran, devamlı suflelerle ilerleyen Hayri İrdal ile “bir hiç’ten bir başka hiç’in” nasıl yaratılabileceğinin muhteşem örneğini veren Halit Ayarcı’nın sembolize ettiği toplumun mazisinden istikbaline uzanan manzara-i umumiyesidir yaşananlar… Bir tarafı ile Cumhuriyetin hedeflediği yeni profilin fikriyatı, ahlakı, sosyal görüşleri, sanat ve kültür anlayışı, politik görüşleri ve tercihi, ticari teşebbüs ve çabaları sonuçları itibari ile tüm bu dünyevi faaliyetlerindeki isabeti ya da isabetsizliğinin başka bir deyişle başarısı ya da başarısızlığının uhrevi dünyasına yansımalarının kişisellikten toplumsallığa tahvilinin de bir tahlilidir anlatılanlar. Tüm bu ahval ve şeraitten mütevellit okunmadı ise eğer bu kitap mutlaka okunmalıdır.

“Bu gece fena olmayacak gibiye benziyor. Vaatkar, demek istiyorum. Bakın Hayri Bey, ben karar verdim, beraber çalışacağız bundan sonra. Onun için anlaşmamız lazım. Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tayin etmektir. Hakikati görmüşsün ne çıkar? Kendi başına hiçbir manası ve kıymeti olmayan bir yığın hüküm vermekten başka neye yarar? İstediğin kadar uzatabileceğin bir eksikler ve ihtiyaçlar listesinden başka ne yapabilirsin? Bir şey değiştirir mi bu? Bilakis yolundan alıkor bu seni… Kötümser olursun, apışır kalırsın, ezilirsin. Hakikati olduğu gibi görmek… Yani bozguncu olmak… Evet, bozgunculuk denen şey budur, bundan doğar. Siz kelimelerle zehirlenen adamsınız, onun için siz eskisiniz, dedim. Yeni adamın realizmi başkadır. Elinde bulunan bu mal, bu nesne ile, onun bu vasıflarıyla ben ne yapabilirim? İşte sorulacak sual…”

İşte realizme yönelik tarif ve kapsam ve dolayısıyla bakış… Realisti eski olmakla itham edersin, olur biter… Hatta bu ithamı artan şekilde sık ve mümkün olduğunca abartarak tekrarlarsan, sonuç büyük yığınların inanacağı hale gelir… Diğer taraftan bugünde olabildiğince yaygın tartışılan intihal ve algı oluşturma ve yönetme romanın bir diğer eksenidir. “Ayar saniyenin peşinde koşmaktır” sloganı metaforundan hareketle yaratılan ve yaşatılan “sloganizm” sayesinde bir şey bildiği varsayılan zevatın, “Hayri Bey siz bir harikasınız. Öyle bir şey buldunuz ki… Tam çalar saat gibi konuşup susacak insanlar, değil mi? Plak insan… Harika!” alkış ve tezahüratları ile taçlandırılmış hale dönüştürülmesidir, elhamdülillah… Gerçeklerin sanal, sanalların gerçek kabul edildiği dünya… Yalan ne kadar sık tekrarlanırsa ve büyük olursa o kadar çok inanan olur umdesinin tezahürü…

Esasen de; “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” memleketin tüm saatlerinin aynı ayarda teminini mucip, “toplum mühendisliğinin” emekleme çağının bir tezahürü olup bugün aynı uğraşta gelinen nokta bir ordinaryüslük seviyesidir, maşallah… Fonksiyon açısından gereksizliğin zirvesi kabul edilebilecek “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün bizatihi kendisi dururken ilaveten yanına “saatleme Bankası”, “Saat Sevenler Cemiyeti” vs. gibi metaforlar ile sanki taa bugünlere fokuslanıp gereksizin diğer gereksizlerle gereksiz bir şekilde desteklenmesi gereksizliği, muktedirlerin bekasının terekesidir.

Hayal satmak bir başka uzmanlık alanıdır, şüphesiz… Peki, adam satıyor da sen niye satın alıyorsun derler adama, evet, adama… Devekuşu Kabare Tiyatrosunun bir klasiği sayılacak “Geceler” oyunundan bir replik ile bitirelim; “insanların rüya görmesini engellersen maazallah gerçekleri görmeye başlarlar”.

Cuma, Mart 17, 2023

NİYAZİ BERKES, FAY KIRBY ve UNUTULAN YILLAR

“Kanadalı Kadın” namı ile maruf, Fay Kırby Çeşme Çiftlikköy’de yaşamış ve etrafına ciddi manada faydalı olmuş “Köy Enstitüleri” üzerine yurt dışında yayınlanmış ciddi çalışma yürütmüş birisidir. Şüphesiz ki, Köy Enstitüleri üzerine yurt içi ve yurt dışı bildiğimiz ve bilmediğimiz çok yayın bulunabilir lakin okuduklarım hatta bildiklerim içerisinde duygusal ve ideolojik bir didiklemeye tabi tutulmadan son derece bilimsel kriterlere müstenit önemli bir doktora tezi olarak hazırlanmış bilahare de genişletilerek kitaplaştırılmış önemli bir kitaptır, Fay Kırby’nin yazdığı “Türkiye’de Köy Enstitüleri” kitabı…

Fay Kırby’yi tanıdığım dönemde Çiftlikköy’e gelmiş bir “Kanadalı Kadın” olarak bilirdim, o kadarını biliyordum… Kendisini, en belirgin özelliği kurşuni saçları, kalın camlı gözlükleri ve yine yanlış hatırlamıyorsam gördüğüm araba süren ilk kadın olarak Volkswagen minibüsünü kullanışı ile dün gibi hatırlıyorum. Kanadalı Kadın, bugünden baktığımda, sanki yalnızdı ya da kendisini yalnız hissediyordu ya da fazlaca temkinli idi, şüphesiz kolay değil ülkesinden uzakta olması insanın ama görebildiğim bu ruh halini, yaşama cesareti ve paylaşımcı ruhu ve de etrafına faydalı olabilme isteği ile fazlası ile kapatıyordu. O tarihlerde çok fazla bilemediğim ama sonradan okumalar ile edindiğim bilgilere göre kendisi, tüm dünyada olduğu üzere Canım Yurduma da Marshall planı çerçevesinde gönderilen, özel eğitimli, toplumsal hareketleri ve gelişmeleri izlemek ve sosyolojik ve tarihsel araştırmalarda bulunmak gibi görevleri olanlardan birisi imiş. Gerçi, “Köy Enstitülerinin deneysel başarısını” tezinde detayları ile anlatan Fay Kirby, hem kendisini donatıp ve formatlayıp ulvi görev ile gönderen uluslararası kurum ya da kuruluşları, hem de onların canım yurdumdaki dâhili bedhahlarını büyük hayal kırıklığına uğratır ve tam da bu yüzden de siyaseten ve sosyal olarak aforoz edilmiştir gayri… Tüm yalnız görüntüsü ve kırgınlığına rağmen, hayata bağlılığı ve enerjisi müthişti diye hatırlarım. İlerleyen zaman içerisinde kendisine verilen görevin gereğini yerine getirmeyince, olanlar olur, artık harici ve dâhili bedhahlar, devreye iyi saatte olsunları sokar, duruma göre bazen CIA, bazen de KGB ajanlığı ithamları ile sürekli bir rahatsız etme, sorgulama ve araştırma fasılları açılır, tıpkı benzerlerine olduğu gibi… Pek tabii ki, itaat edip görev yapsa rahat edecek ama bu kelamın daha icat edilmediği günlerdir ve kerametinden kendisi de hiç faydalanamamıştır. Yazdığı kitabı KGB sufleleri ile yazdığı, olmadı o zamanki eşi Niyazi Berkes’in yazdığı gibi uyduruk tevatürlere inanılmaması gerektiği sonraki çalışma ve ilişkilerden de anlaşılmış görünmektedir, hatta daha da abuk olarak kitap CIA tarafından yazılmıştır gibi iddialar da duymuştum… At çamuru kalsın izi, nasıl olsa bu fani dünyada kimin söylediğine bağlı her türlü yalanı en doğru gibi yutturma kabiliyeti ve becerisine sahip muktedirler de var… Oysaki çok sevdiğim ve sık kullandığım, Anadolu’da “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olmalı” diye bir söz vardır ama nerdeeee…

Çok sonraları canım yurdumun yetiştirdiği ve uluslararası üne de sahip sosyolog ve bilim insanı Niyazi Berkes’in bir dönem eşi olduğunu da öğrendim. Yine sonradan Niyazi Berkes’in “Unutulan Yıllar” adlı kitabını okurken fazla uzun tutulmamakla beraber Kırby’in izine rastladım. Bir mektuptan yapılan alıntı ile Niyazi Berkes’in yaşanılanların bir küçük boyutunu; “İzmir’deki bomba olayı esnasında milliyetçilerden ve komünizmle mücadelecilerden biri savcılığa bir ihbar yapmış. Eski komünist ve memleketten kaçak N.B. bu işin arkasındadır. İrtibatı Çeşme’deki karısı kuruyor diye. (o zamanki eşi Fay Kırby ile ilerde yerleşmek maksadıyla Çeşme’de bir çiftlik kurmaya çalışıyorlardı R.S.) Savcı yemeden içmeden harekete geçiyor, sabaha karşı Fay’in yerini polisler basıyor, evrakları alıyorlar… Gönderdiğim birkaç paket vardı… Bunları almışlar… Neticede savcı Fay hakkında adem-i takip kararı veriyor, iftira olduğu anlaşılıyor, fakat benim evrakımı iade etmiyor, takibat açacakmış aleyhime… Vesile arıyorlar demek!” şeklinde anlatarak, Çiftlikköy’deki çiftlik temellerinin nasıl atıldığının kaydını düşüyor. 

Niyazi Berkes’i yıllar önce “200 yıldır neden bocalıyoruz” adlı kitabını okuduğumda tanımış idim bilahare her adının geçtiği yerde özellikle okudum ve dikkat ettim, kıymet verdim kendimce, haddime ise… “İttihat ve Terakki” etkisinin çok kesif yaşandığı bir evde doğmanın neticesi, öncelikle kendisine Resneli olana istinaden Niyazi ve kardeşine ise Enver adının verilmesinin idraki ile de “hürriyet ve inkılap” arayışlarının kesafeti içinde özellikle de “Osmanlı-modern Türkiye” üzerine dönüşüm, devamlılık ve kopuşları layığı ile tespit ve tahlil edebilmek için hukuk eğitimini bırakıp sosyoloji ve felsefe bölümüne devam etmiştir. Son dönemde okuduğum “Unutulan Yıllar” adlı kitabının tanıtımında “yaşadığı olayları çocukluk yıllarından başlayarak dile getiriyor. Bunu yaparken, dönemin toplumsal ve siyasal panoramasını da çizen Berkes, bir toplumbilimci olarak yorumlarda bulunup; çizdiği tablonun içine o yılların siyasetçilerini, bürokratlarını, gazeteci, şair ve yazarlarını da yerleştiriyor... İkinci Dünya Savaşı'nın atmosferi içinde bastırılmak istenen demokrasi ve insan hakları mücadelesini, Milli Şef döneminin totaliter yöntemlerini, faşist eğilimlerin, ırkçı-turancı akımların kol gezdiği çevreleri, tek parti rejiminin kuklalaşmış bürokrat ve siyasetçilerinin yanısıra az da olsa ayakta kalabilen namuslu ve demokrat bilim adamlarının ve yazarların öyküsünü bulacaksınız.” denilmektedir. Sıralanan başlıkların tamamı kendi üslubunca mütekâmilen aktarılmış, Berkes’in gözünden, akıl süzgecinden ve dünya realitesi ile kıyaslayarak anlattığı bu çok değerli anılarını okumanın, dönemi ve gelişmeleri anlamak adına insana katkısı çok olur kanaatindeyim.

Hıristiyanlığın üniversal bir din olduğu kanısı, Batı Uluslarının Hıristiyan olmayan uluslar üzerine egemenliğini kurma aracı olan bir inançtır. Batı historiografisinde Hıristiyan bencilliğinin yanında Avrupa’nın beyaz ırk bencilliği de kaybolmamıştır. Dünya tarihinin merkezi hala Avrupa ırkları ve Hıristiyanlık dinidir. Batı historiografisi bu ikisine aykırı herhangi bir tarih açısını (mesela, bu arada Marksçı tarih açısını) asla benimsememiştir. Bütün diğer harslar veya uygarlıklar tarihte hep bu merkezin etrafında ona ya bir şey katan bir hizmetçi veya ona karşı gelen bir düşman olarak görülür.

Batılılar Atatürk dönemini batıcılık düşmanlığı, Menderes dönemini ise batıcılık sevgisi dönemi olarak anlarlar. Onun için gericilik düşünüşünün mutlaka batıcılık karşıtı ve Batılaşma düşmanı olduğunu sanmak nasıl yanlışsa, Atatürkçülüğü de sırf batıcılık ve Batılaşma sanmak yanlıştır.” tespitini yaparak kavram ve anlama karışıklığına ya da billurlaşmasına dikkati çeker Niyazi Berkes… Peki, ne zaman yazar bu görüşlerini Niyazi Berkes, 1965’te yayınlanan “Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler” kitabında, bugüne ne kadar var hala, nerdeyse 60 yıl değil mi? Değişen bir şey var mı? Yok, batılılar kendilerini hala yeryüzünün şahı zannediyor ve öyle davranıyor diğerleri ise hala kendilerini onların yardımcısı, yardakçısı ve yalakası olarak görmekteler. Evet, Neyzen Tevfik’in bir “ikiliği” ile bitirelim;

Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti,

Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti!

 

.

 

 

Perşembe, Mart 09, 2023

SOSYAL DEVLET ve SOSYAL KONUT

Sosyal devlet, kapitalist düzen ile eşzamanlı seslendirilmeye başlanmış esasen de yine artı-değer yaratılması ve aktarılmasına erketelik delaleti ile nizamın devamı tesis edilmiş lakin ortaya çıkan ve büyük toplumsal tepkilere neden olmuş kötü sonuçları yumuşatmak, makyajlamak, muhataplarına şirin göstermek adına süreç içinde ihtiyaca binaen miktar ve şekil tayini ile organize edilmiş bir olgudur. Bu konudaki makyajlama çabaları özellikle kapitalizmin alternatifi sosyalizmin de vücut bulması ile de daha hız, seviye ve yoğunluk kazanmıştır. Ülkelerin kapitalistleşme seviyelerine mütenasip bir şekilde toplumlar bu sosyalleşme çabaları ve karşılıklarını kademeli olarak görmüşlerdir. Bu manada İsveç ile İspanya aynı miktarda sosyalleşememiştir mesela, kapitalistleşme seviyeleri başat etki olmakla birlikte, dinden başlayıp toplumsal tercih ve seçimlere kadar çok çeşitli gerekçeleri var bu yaşanılanların arkasında şüphesiz. Bu olgunun detaylı analiz ve sonuçlarının tespit edilmesini ben konunun uzmanlarına bırakarak ilerlemek istiyorum.

Kapitalizmin, “sosyal devlet” anlayışı özellikle de 2. paylaşım savaşı (2. Dünya savaşı) sonrası daha sık konuşulur ve nerdeyse her ülkede anayasal ve yasal düzenlemelere tabi tutulur. Model ve düzenlemeler hatta güzellemeler korkunun tezahürüne binaen tesis edilmiştir. Korku büyüktür, kendi sistemleri dâhilinde huzursuzluk gizliden ya da açıktan “düşman” sisteme davettir adeta, işte bu yüzden iyileştirmeler, kolaylaştırmalar ve nemalandırmalar devam açısından kaçınılmazdır. Bakın şimdilerde “sosyal devletin” şahı görünümündeki özellikle kuzey ülkelerindeki sosyal devlet adına kısıtlamalara, sınırlamalara hatta iptal ve değişiklere, ne oldu da değiştiriyorlar çünkü “tehdit” ortadan kalkmıştır kendilerince. Esasen “sosyal devlet” deyim yerinde ise toplumun “en alttakiler” açısından şikâyet edilir, hedef gösterilir konumdan uzaklaştırılması adına görece ve suni bir refah tevzi makamıdır, bu tezlere ve savunucularına göre. Bunlara göre “sosyal devlet” nizam ve tanzim adına müdahale, teşebbüs ve müvezzi vazifesi ile tesis ve teçhiz edilmiştir. Tüm bu teçhizat da nizamın bekası adına icra edilir. Peki, sebep nedir acaba? Bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıf üstündeki tahakkümünün mükemmel dengesinin selametidir galiba…

“Sosyal devletin” hayatımızdaki tezahürü nedir, yani muhtaçlara temas nasıl olacaktır? Yurttaşlara asgari bir gelir elde edebilecekleri bir işte çalışma garantisi verilmesi, asgari ihtiyaçların karşılanmasının tespitinin standartize edilmesi, herkesin yeterli sağlık hizmetine kolayca erişebilmesi, herkesin eşit eğitim imkânlarına sahip olması, adalet karşısında mutlak eşitlik, barınma ve çevre hakkından eşit faydalanma, sosyal güvenlik ve güvence, sosyal adaletinin tesisi, sosyal koruma temini, temel hak özgürlüklerin sosyal, ekonomik ve siyasi hak ve özgürlüklerle güçlendirme vs gibi başlıklar başta olmak üzere insanca yaşayabilmenin şartlarının temin ve tesis edilmesi ile değil mi?

Bunların her birinin birer yazı başlığı yaparak incelemek mümkün… Her başlık altında kitaplar dolusu yazılar yazılmış, kitaplar yayınlanmıştır da… Lakin bunların tamamının mütekâmilen temin edilmesinin yegâne şartı “tedarikçilerin” ekonomik, sosyal ve siyasi ehven şartlara haiz olmalarıdır. Yine kolayca anlaşılacağı üzere “sosyal devlet” uygulamalarının kantite ve kalitesi tamamen muktedirlerin kese bolluğu ile ve siyasi huzurları ile direk ilgilidir. Yani ve hülasa “ne kadar ekmek o kadar köfte” dir. Mesela; bu başlıklar altında dünyada sürekli “mühim numune” olarak gösterilen İskandinav Ülkelerinin, SSCB’nin var olduğu dönem ile yok olduğu dönem arasındaki fahiş farklı davranışlarına bakılırsa bir önceki cümlenin gerçek manası anlaşılacaktır. Mesela SSCB hayatta iken mezkûr ülkelerdeki “işsizlik maaş” miktar ve ödeme süreleri ile SSCB sonrası ile kıyaslanınca artık ihtiyacının eskisi kadar olmadığını görürüz.

Kapitalistleşme düzeyi ve onun mali göstergesi sermaye temerküzü “sosyal devlet” olmanın şekli üstünde de direk etkilidir. Yani kapitalistleşme düzeyi üst seviyede olan ülkelerde yoksulluk, yoksunluk görünürde de olsa artık “yaşanmasın” diye bir çaba söz konusu iken alt düzeydekilerde de pansuman tedbir kabilinden yoksulu ve yoksunu biate zorlayan iaşe ve ibate tevzi ve tanzimi söz konusudur. Bu da olsa olsa kapitalizmin has yüzüdür işte… Özünde de, özenme ve öykünme def olursa eğer, tanzim ve tevzi de böyle olur işte…

Şimdi elimize alacağız sosyal devlet seviye tespit taşını yani mihenk taşını bakacağız ülkelerdeki sosyalleşme seviyelerine… Deprem nedeni ile yakından ilgili yeniden yoğun şekilde konuşulmaya başlayan, konut sorununa bu bakımdan bakalım bir de… Sosyal konut işini TOKİ’ye bırakıp ev yapıp ucuz satıyoruz faaliyetlerine… Kooperatifler ile sosyal devletin sosyalliğinin karıştırılması ise bir başka garabet.  

Şimdi; mademki “sosyal devletsin”, mademki yurttaşının konut fiyat ve kira bedelleri üstünden vicdansız ev sahipleri tarafından sömürüldüğüne kanisin yapılacak iş çok basittir, her konuda çekinmeden kopyaladığın “gelişmiş ülke” uygulamalarını behemehâl tatbike başla… Ekonomiden futboluna her şeyi öykünerek gururla taklit ediyorsun ya… De haydi yap bu işleri de, alkışımı al… Mesela, behemehâl her kentte ne kadar kiralık ev ihtiyacı olduğunu bilgilerine ziyadesiyle güvenilen istatistik kurumuna sor. Aldığın cevaba istinaden her kentte mezkûr miktar kadar yaşanabilir konut stoku oluştur… İhtiyaç sahiplerine, ihtiyaçlarına binaen hem de yardım niyetine ve ilgilinin bütçesine münasip gerekirse de meccanen, kimsenin ahını almadan, kimsenin hakkını gasp etmeden, kimseye hotzot etmeden maliyetlerini de “bey’tül mal’dan” karşılamak kaydıyla istenilen süreler için tahsisler yapılabilir ve buna da “sosyal devlet” denirse emin olun alkışlarım. İlaveten de bu “sömürücü ev sahiplerine” mütekamilen dersini vermiş, gariban kiracıların yanında aslanlar gibi yer almış olursun, fena mı olur… Lakin kurumların envanterlerindeki lojman stoklarını eritenlerden bunların beklenmesi de nasıl bir şey olacaksa, gayri. Yani eski sosyali tasfiye edip yeni sosyali ihdas ediyorum haline de inanmamı kimse beklemesin.  

Bir de sosyal devlet kavramı esasen yangın önleme ve söndürme konusunda uzmanlık icraatıdır ki, yangın çıkma ihtimalini azaltan yönetim anlayışıdır yoksa çıkan yangını söndürme olursa maazallah tuzluk elinde, elimde hıyar var diyene koşar durursunuz ortalıkta. Lakin hastalık önleme yerine hastalık tımarı tercihini cilalar sosyal diye ortalığa salar dururuz, yine maazallah… Pansuman tedbirler pansuman…

  

Perşembe, Mart 02, 2023

MUSTAFA SADIÇ

Kayıplar maalesef devam ediyor ve sanki görünen o ki sıklaştı ya da biz yaşımız gereği “kulağımız kirişte” yaşamaya başladık esasen de daha gerçekçi yaklaşımla iletişim imkânları ziyadesiyle gelişti… Çocukluk arkadaşım, ilkokul arkadaşım, lise arkadaşım Mustafa Sadıç’ı da yitirdik… Son dönemde sık görüşememekle birlikte yaklaşık 60 yıllık bir arkadaşlığımız söz konusudur. 

Baba Ali Sadıç, bizim sokağın kravatlı iki kişisinden biri idi, diğeri ise yakınlarda kaybettiğimiz Fevzi Ergun büyüğümüzdü. Bidayette dönemin en önemli işlerinden “arzuhalcilik” ile başlayan çalışma hayatı Çeşme’de bir anda gözde iş haline gelen “emlak” sektörüne geçiş ile devam eden babanın çocukları olarak kararsız piyasanın dayattığı iyi ve kötü günlerin yaşanması ile geçen güzel ve manalı bir hayat tanıklığıdır bizim için komşumuz Mustafa Sadıç’ınki… Yine kaybettiğimiz ve sokağımızın değerli büyüğü Şerif Soma’nın evinde geçen uzun kiracılık dönemi, Ali Sadıç, Havva Sadıç ve çocukları Sevim, Zihniye, Mustafa ve Adem ailesi adına… Akranım olan Mustafa ile aynı yıl İlkokula başladık, şimdilerde yıkım kampanyasından nasibini alan, ilk önce Namık Kemal İlkokulu ve bilahare 16 Eylül ilkokulundaki ilk yıllar nerdeyse her anımız birlikte geçmiştir. Ali Sadıç, benzetme yerinde olacak ise dönemin Yeşilçam filmlerindeki önemli ve zengin aile reisi rolündeki Hulusi Kentmen idi en azından benim için… Sevimli, güler yüzlü, sevecen, babacan lakin Kentmen’in bıyıksız hali gibi biri idi benim için, düzenli ve disiplinli giyim ve kuşam ve de sinekkaydı traşı ve hep hatırlarım, nurlarda olsun… Mesleği ile ilgili çok çeşitli tevatürler üretilmiş ve yayılmış olmakla birlikte Çeşme’nin ilk emlakçısı olarak ve gerek davranış gerekse de yaşayış üzerinden “mister”e ulaşmış lakabı ile çok uzun yıllar faaliyetine devam etmiştir. Piyasanın kararsızlığı ve çalkantıları ailenin de hayatına direk yansımış ve dışarıdan da gözlemlenmiştir.   

Meslek ve bağlı yerleşim uzaklıkları nedeniyle Mustafa ile uzun yıllar yollarımız kesişmemiş olmakla birlikte birbirimizi uzaktan da olsa takip etmiş idik ve yıllar sonra Çeşme’de karşılaşmaya başlamış ve uyarına geldiğinde “Kilise önü” muhabbetlerinde zaman zaman eskileri yâd eder olmuştuk. Zinde, kendine güvenli ve bakımlı hali ile hatırladığım Mustafa’nın vefat haberinin paylaşımını görünce gözlerime inanamadım, bu işleri büyük duyarlılık ve disiplin ile yürüten arkadaşımız Fahrettinpaşa Mahallesi Muhtarı Rasim Özgül’ü telefon ile arayıp bilgiyi teyit ettim ve maalesef… Çok üzüldüm…

Şimdilerde en az beş apartmanın olduğu evlerimizin karşısındaki tarlada oyunlarımız, okula birlikte gidiş gelişlerimiz, top oynamalarımız, çocukluk hallerinden gelecek ve geleceği şekillendirme muhabbetlerine kadar çok şeyler gözümün önünden geçti. Babadan bakiye beyefendi, nezaket timsali, centilmen, güleç yüzlü arkadaşımı artık ışıklara uğurlamış bulunuyoruz. Yapacak bir şey yok… Varsa da zaten kâmilen ve külliyen yapılmıştır. Yaz aylarında babaanne ziyaretine gelen yakınlarda yitirdiğimiz Tayfun Öztin ve Bahadır Öztin gibi arkadaşların da katılımı ile genişleyen arkadaş kadrosu daima Nadir Ergun ve Danış Sağırbay ve Mustafa ile sokak arkadaşlığı şeklinde sürerdi.

Mustafa Sadıç ile 16 Eylül ilkokuluna da birlikte okula gittik geldik aynı sınıflarda bulunduk. Neşe öğretmen ile başlayan Huriye öğretmen ile devam eden ilkokul hayatı… Dönem itibari ile hem aileler, hem Okul yönetimi, hem de biz öğrenciler için “milli bayramlarda” resmigeçit törenlerine katılmak ziyadesiyle önemsenen bir olaydır. Her okulun bir bando takımı vardır müzik ve enstrüman çalma kabiliyeti olan öğrenciler bu takımda bulunur ve okullarını mezkur resmigeçitlerde temsil ederlerdi, hele bir de “bando majörü” iseniz havanızın seviyesine diyecek yoktur. Bir de okul flaması ya da bayrak taşınması gibi prestijli bir ödev daha yapılırdı, Mustafa’nın birkaç kez bayrak taşıdığını hatırlıyorum ve de ona bir arkadaşım olarak gıpta ile baktığımı da dün gibi hatırlıyorum. Güzel anılar idi tüm bunlar…

Sonradan İzmir’de aynı liseye gittik, ben yatılı o ise gündüzcüydü, aynı sınıfta olmamakla birlikte sürekli bir muhabbet bağımız vardı. Dönem itibariyle okulda “sigara içilmemesi” için yoğun disiplin uygulanır deyim yerinde ise tüm kurum ve kuralları ile istibdat vardır ve istibdatın başı ise müdür muavini Özkan Hocadır. Özkan Hocadan yatakhanede sigara içmekten yakalandığım bir akşam “eşek sudan gelene kadar yediğim dayağı” asla unutmadım ve de unutmayacağım. Hatta yakalanma vakası tam 1. sömestri sonuna doğru olduğu için bu okula devam etmek istemediğimi tatilde duyan babamın benim haberim olmaksızın okula gidip Özkan’a gereğini yapınca babamın ısrarı üzerine devam etmiştim. Bu öğretmen postuna bürünmüş işkenceci öğretmene sigara içtiğimi babamın da bildiğini hatta izin verdiğini söylememe rağmen yaşanmış idi bu trajedi. İşte bu istibdatın karanlığı içinde gündüzcü arkadaşım Mustafa Sadıç’ın dayanışma içinde bana günlük sigara ihtiyacımı dışarıdan tek tek getirerek çözmüş olmasını da asla ve kat’a unutamam. O dönemde hafta sonları okula gelirken bir hafta yetecek kadar sigarayı getirip dolabımızın zulasında tutar iken zula patlayınca ve de yeni bir zula oluşturamadığım için ihtiyacı günlük karşılamamda böyle bir yöntem tercih etmiştim. Kendisi sigara içmemesine rağmen bu kadar baskı nedeniyle yakalanması halinde başı belaya girmesi kaçınılmaz iken derdi aşmak adına büyük riski göze almış idi bu güzel arkadaşım…

Mustafa Sadıç sayesinde hayatımda ilk kez “Mercedes” marka ve hatırladığım kadarı ile de “manda kasa” bir otomobile binmiştim. Vay be, o güne kadar Almancı arkadaşlarım sayesinde değişik marka ve model otomobillere binmiş idim ama Mercedes ilk kez… Hatırladığım kadarıyla “bal rengi” bir otomobil idi ve ben de yine hatırladığım kadarı ile Altın Yunus’tan Çeşme’ye kadar ya da tam tersi bir güzergâhta otomobilin önünde hem de “konsolos” edasıyla oturduğumu hatırlıyorum.

Ali Sadıç ve eşi Havva Sadıç büyüklerimizi ve oğulları Mustafa Sadıç’ı saygı ve özlemle anar iken yine hatırladığım artık aramızda olamayan Şerif Soma büyüğümüzü ve diğer arkadaşım Tayfun Öztin’i de aynı duygularla anmak istiyorum. Yattıkları yer nur, anıları daim olsun.


Cumartesi, Şubat 25, 2023

KÖY ENSTİTÜLÜ KOMÜNİST KEMAL

Yazar Alev Çukurkavaklı’nın Babası Kemal Bayram Çukurkavaklı’nın hayat hikâyesini yazdığı kitabı “Komünist Kemal”i okudum. Genel manada bilinenlerin bir kez daha tekrarlandığı lakin tamamen Komünist Kemal özelinde olan özgünlükler babında… Kitabı benim nezdimde çekici kılan tanıtımının şu şekilde olması idi; “Yıl 1954, Amerika dönemin siyasi iktidarına baskı yaparak SOVYET TARZI eğitim verdiği gerekçesiyle Köy Enstitüleri’ni kapattırmak ister… İktidar ve yandaşları on yedi yaşındaki bu çocuğu bulur. Ana dili gibi Rusça bildiğini, imzasının orak-çekiç olduğunu Rusya ve Orhan Kemal ile telsizle konuştuğunu iddia ettikleri çocuğu beş yüz öğrenciyi linç ettirir. Ve böylece yoksul Anadolu’nun umudu Köy Enstitüleri iğdiş edilir!”…

ABD Emperyalizmi ve yüzde yüz yerli ve milli iştirakleri tarafından hedefe konulan Köy Enstitüleri arka plana almış müthiş bir kitap, geniş spektrumlu anlatım ve özelde de Kemal Çukurkavaklı’nın çileli hayatı aktarılmış. Şiir ile düşüp kalktığı günlerde yazdığı, okuduğu ve yayınladığı şiirler üzerine adı komüniste çıkar bir daha da inmez aşağıya… İvriz Köy Enstitüsünden sürüldüğü Düziçi Enstitüsünde okul idaresinin de içlerindeki nefreti Enstitü üstünden 17 yaşındaki bu öğrenciye yöneltmelerinin tezahürü linç girişimi… Behzat Ay’ın kitabın girişinde verilen bir yazısından bir dehşet anı; “Elleri, kolları, başı gövdesinden koparılmalı” Bu da neydi? Korkarak ve çekinerek yakınımızda duran bir öğrenciye sorduğumuzda; “İvriz Köy Enstitüsü’nden sürgün gelen Kemal Bayram’ın leşidir sürüklenen” dedi.

Kanları donduracak cinsten eylemler denir ya, tam da bu kabil bir saldırı organize edilir, Kemal Bayram Çukurkavaklı için… “Tatilde köylerine gitmeyip okulda kalan çocuklara idare yaz öğle sonlarında çayda yıkanma izni verirdi. Bu olağandı. Fakat olağan olmayan nisan ayında üç beş öğrencinin izin alarak çaya gitmesiydi. Enstitü müdürü A. G. Öğrencileri S. Ö., M. A., ve N. Y.’e nedense izin vermişti. Oklu yönetiminden icazetli(!) bu üç köy çocuğu yanlarına Kemal Bayram’ı da –Çukurkavaklı- alıp Sabun Çayı’nın kıyısına indi. Konuşulacaklar yol boyunca ve daha önce dersliklerde konuşulmuş, Kemal Bayram’ın sorgusu yapılmıştı. Ağaç gölgesine oturulduğunda özellikle geride kalan S. Ö. eline geçirdiği sopayı arkasından Kemal’in başına vurdu. İvriz Köy Enstitüsünden “komünist” olduğu gerekçesiyle Düziçi’ne sürgüne gönderilen bu on yedi yaşındaki çocuk, çeşitli dergilerde yayınlanan şiirlerinde BAYÇU, Bayram Çukurkavaklı ve Saraycıklı adlarını kullanıyordu. Ardından M. Ve N., sopaları çıkarıp Bayçu’nun kafasına, kollarına, bacaklarına kırarcasına, dehşetli bir öfkeyle, hınçla indirmeye başladı. Bir gün önce hafta sonlarında okulun bahçesindeki direğe çekilen Türk Bayrağı yırtılmış, üzerine orak çekiç şekilleri çizildikten sonra atılmıştı. İdarenin kumandasındaki öğrenciler bu bayrak olayından Konya, İvriz’den geleli ikinci haftası yeni dolmuş olan, sicilinde KOMÜNİST yazan Kemal’i sorumlu tutuyordu. Önceden planlandığı gibi yüzlerce öğrenci çaya getirildi taş ve sopa darbelerinden ağır yaralanıp bayılan Bayçu’yu suya attılar…” Neyseki hedeflenen gerçekleşmez Kemal Bayram soğuk suyun kendisini hızlıca ayıltmasını müteakip daha çocukluğundan itibaren her köylü çocuğu gibi derelerde iyi yüzme öğrenmesinin karşılığında hayatını kurtarır. Lakin hayat buradan itibaren çok meşakkatli geçeceği işaretini vermiştir ve de aynen öyle olur…

Sonraki tüm yaşamı, yargılamaları, okul idaresinin tutumu, siyasi otoritenin tutumu, “AYIN-PE”nin acımasız takipleri ve uygulamaları ve ekmek parası kazanmasının engellenmesi adına patronlara yapılan işsiz bırakma baskıları, vs. vs. Bu nedenle de sürekli değişik isimler adı altında şiirler yazdı, yazılar yayınladı… B. Pakgönül, Kemal Bayçu, Memduh Rıfkı, Abdullah Kozlu, Ali Fakı, Kaptan, Saraycıklı başta olmak üzere çok çeşitli takma isimler kullanmış… Dönem itibari ile tıpkı kendisi gibi AYIN-PE’nin takibinde olan Yılmaz Güney, Yaşar Kemal, Turgut Kazan, Müşir Kaya Canpolat, Ömer Nida, Fevzi Yetiker gibi insanlarla bir arada olur, dost olur, hasbıhal eder…

Kitabın bir diğer konularından birisi de, Köy Enstitülerinin kapatılması sürecini dikkatle ve detaylı incelemek olmuş. Oysaki Milli Şef İsmet İnönü; “Köy Enstitüleri’ni Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi, en sevgilisi sayıyorum. Köy Enstitüleri’nden yetişen çocuklarımızı muvaffakiyetlerini ömrüm boyunca yakından ve candan takip edeceğim” diyerek kuruluşuna, gelişimine katkı sunmuş A’dan Z’ye herkese gayret ve kudret ihsan eylemiştir. Lakin sonradan, dünya çapında çok organize bir hareketin girdabına kapılarak, bir yanı ile komünizm umacısı, diğer yanı ile SSCB’nin toprak talebi köpürtmeleri gibi uluslararası kumpas diğer yanı ile “din elden gidiyor” ve “maazallah köylü uyanırsa” dürtüsü ile ulusal çapta kampanyaların etkisi altında kalarak Hasan Ali Yücel’i Milli Eğitim Bakanlığından alarak yerine yaratılan vasata uygun Şemsettin Sirer’i atar ve olanlar olur. Artık konu yokuş aşağı giden kamyonun freninin de iptal olması benzeri son derece hızlı ve kendileri lehine sonuç alıcı ilerler. “Marshall yardımının” en önemli şartı Köy Enstitülerinin kapatılması olunca maalesef, önce içi boşaltılır ve sonradan yeni iktidar DP tarafından sonsuza kadar kapatılır. Oysa o günlerin tozu dumanı içinde birkaç aklı başında insanın, yahu bir durun, “sizin dediğiniz SSCB bize tehdit olması bir kenara, yeni çıktığı savaştan yaklaşık 20 milyon insanını kaybetmiş, yer altı ve yer üstü kaynaklarını büyük ölçüde yitirmiş, yaralarını sarmaktan başka bir planı olmayan bir ülkedir” itirazlarını kimsecikler duymamış…

Diğer taraftan artık dünyada ve Canım Yurdumda farklı dengeler oluşmuştur ve giderek de katmerleşmektedir. DP, Canım Yurdumun insanının büyük bir şevk ve heyecan ile desteklendiği bu dönemde, maalesef tüm kurumlar içerik değiştirmeye tıpkı Köy Enstitüleri gibi… Toprak ağalarının en önemli unsurları olan DP de rota bellidir, şahsi menfaatlerin müstevlilerin siyasi emellerine tevhidi söz konudur ve önceliklidir. Sonraları siyasi hayatımızın önemli insanlarından biri olan Kinyas Kartal’ın bu konuda açıklamaları çok aydınlatıcıdır. Esasen Çarlık Rusya doğumlu hatta Troçki komutasındaki SSCB Kızıl Ordusunda görev yapmış, 1921 de Türkiye’ye göç etmiş ve sonradan da toprak ağası olmuş, bu nedenlerle 2 kez zorunlu göçe tabi tutulmuş, sonradan, TBMM’ye AP Milletvekili olarak seçilmiş ve dahi Meclis Başkanlığı bile yapmıştır. Onun verdiği bir beyanatta bile durum ortadadır.  “Köy Enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören insan benim. Üstelik Rus ordusunda görev yapmış biriyim. Köy Enstitüleri, bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmenler gidince benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler. Bölgede ağaları örgütledim... Örgütlü olarak Demokrat Parti ile pazarlığa girdik, kapattık.”

Sürece de bakınca yaşananların yegâne sorumlusu olarak sadece DP’yi görmek abesle iştigal vaziyetidir. O günlerin “yetmez ama evetçilerini” ve avenelerini de ıska geçmemek gerektir. Sonuç itibari ile mezkûr kitap okunması halinde insanın nisyan ile malul durumunun ret edilmesine ciddi bir katkıdır. Kendinize bu katkıyı yapmayı esirgemeyin lütfen… Okumaya devam… Okumak sevdadır… Okumak tazelenmektir, güncellenmektir, güncel kalabilmektir…


Cuma, Şubat 17, 2023

FİKRİ’NİN TERZİLİĞİ ile TERZİ’NİN FİKRİ

Fikri Sönmez namı diğer “Terzi Fikri” sıradan bir halk adamı olmakla birlikte sıra dışı bir önderdir, hem belediye başkanlığı hem de sosyal pozisyonu hatta terziliği ile bile… Belediye başkanı olur, hem de bağımsız aday olarak ve tüm meclis üyelikleri farklı partilere dağılmış durumdadır. Tarih onu bu farklı görüşteki insanları ve fikirlerini tek bir potaya toplayabilme, tek hedefe yönlendirebilme başarısı ile hep anacaktır hem de tıpkı birçok başarılı orkestra şefi gibi… O kadar ustaca bir koordinasyondur ki onun ki; öyle sığ kafaların kolaylıkla anlayacağı biçimde değildir… O asla “ben bilirim” ya da “ben karar veririm” bireyselciliğine kapılmamış, o hep “biz biliriz”, “biz karar veririz” toplumsalcılığını tercih etmiş birisidir. Hatta o kadar ki; tarihe kocaman bir kara leke olarak geçen 12 Eylül yargılamalarında bile meclis üyelerinden hem de sağcı daha doğrusu siyaseten nihai muarızlarından sayılan “AP’li (Adalet Partisi)” ve “MSP’li (Milli Selamet Partisi)” hiçbir meclis üyesi kendisi hakkında kem söz etmemiştir. İşte böyle birisidir bugünlerde yine dile dolanan muhterem… Onun Belediye Başkanlığı döneminde, önceki dönemden bakiye personele maaş ödeyememe, rutin belediyecilik görevlerini parasızlık ve personelsizlikten dolayı yapamama gibi mazeretler hiç dillendirilmemiş, yine ilçede kendisine miras kalan karaborsa, elektrik ve su kaçağı, ilintili ve ilgili alanlarda rüşvet tamamen bitirilmiştir. Aaa bu da önemli bir şey midir diye dudak bükenler olur mu, bilemem lakin olursa da kendileri biliyor, tercihlerini der geçerim…

Şimdi birileri çıkıp durmadan “Ordu, Terzi Fikri’yi de iyi bilir” demektedir. Evet, Terzi Fikri’yi sadece Ordu değil, tüm Türkiye bilir ve bilmeye de devam edecektir. Hem de, tam bu dönemde tekrar yakıcı bir biçimde hayatımızı tanzimde toplumu patinaja düşüren çürümenin karşımıza, deprem gibi çok çok önemli bir belediyecilik görevi ve yerel yönetim görevleri tanzimi konusu dayatmış iken. Terzinin fikri  “fındıkta sömürüye son” mitinglerinin düzenleyicisi olarak da dışa vurmuş ve topluma mal olmuştur… Öyle onun hakkında somun pehlivanı tahtından fetva eylemek kolay olsa bile nihai olarak da toplumsal karşılığı olan şeyler değildir…

Küçük bir ilçe belediye başkanı nasıl bir karşı duruş gösterdi ki dün de bugün de müesses nizam savunucularını rahatsız ediyor, kendisi aleyhine kelam edilmesine vesile oluyor ve dahi buradan siyasi ikbal devşirilmeye çalışılıyor, enteresan… Yahu yap ondan daha iyisini, daha makbulünü canımızı ye, değil mi? Nerde, karşı takımın kötülüğü üstünden kendi takımını yüceltme davranışının mutlaka tıpta ya da psikolojide bir karşılığı olmalı hatta vardır da, uzmanı olmadığım için bu karşılığı bilemiyorum… Bilenler de biz bilmeyenlere anlatır inşallah… Muhtemelen de “Terzinin zikri yüzümüze vurulmasın” tedbiri gibi görünmektedir, yaşananlar…

Süleyman Demirel Çorum katliamı ile ilgili soru sorulduğunda “boş verin Çorum’u siz Fatsa’ya bakın” der ve böylece hedefe konur, Fatsa… Sonuç, daha 12 Eylül Canım Yurdumun üstüne bir karabasan gibi çökmeden, habercisi hatta öncüsü daha doğrusu koçbaşı olarak “Fatsa Nokta Operasyonu” adı ile maruf, Vali Reşat Akkaya delalet ve dirayetine matuf kocaman bir ordu görevlidir artık orada. Süleyman Beyin takipçileri hala kadim düşmanıdırlar, Terzinin… Peki, sadece bu takipçiler mi, Terzinin Fikrine düşmandırlar… Şüphesiz hayır… Kenan Evren’in bir konuşmasında Terzi Fikri hedef gösterilerek “biz gelmese idik bunlar gelecekti” deyip devamında da “orada Terzi Fikri diye biri çıkmış “devlet benim” diyor. Komiteler kurmuş. Fatsa’yı o komiteler yönetiyor. Ne yapılıp yapılmayacağına halk karar veriyor. Buna göz yumamazdık. Göz yumsa idik, izin verse idik daha nice Fatsalar çıkardı”. Gördünüz mü dönem itibari ile korku ve panik içindeki halktan %92 destek alan Kenan Evren de husumet kusuyor, hem de açıktan ne diyerek, “ne yapılıp yapılmayacağına halk karar veriyor” itirazı ile… Demek ki bu zevat “halk karar verirse bunu kabul edemeyiz” zikri ve fikri ile yanıp tutuşurken halkımız da bir elinde ayna bir elinde cımbız “umurumda değil dünya” modunda, sonuca da bakınca görünen o…

Bugün Terzi Fikri fikriyatının takipçilerinden gelen haklı ve isabetli eleştiriler karşısında bunalanlar tekrar o günleri hatırlatarak hele hele de Terzi Fikri’yi teröristlikle suçlayanlara bir bakın Allah aşkına, sanki sponsorluk direksiyonunda dünyanın en büyük ikinci çikolata üreticisi ve şekerleme şirketi “Ferraro S.p.A.” insafına terk edilmiş koskoca bir fındık üreticisi bulunmaktadır. Evet, Dünyanın en büyük fındık üreticisi yöreyi dünyanın 2. büyük firmasının insafına terk edilişinin hazin hikâyesi incelenirse durum daha iyi kavranmış olur. Lakin Terzi Fikri’yi eleştirenlerin de politik açıdan çok isabetli sonuç aldıkları da aşikârdır, çünkü kentte siyasi destekleri son derece yüksektir, halkın da Ferraro S.p.A.’nın kendilerini nasıl kazıkladığının ayartında değillerdir bilenlerin de umurunda değildir ve dahi “söz, yetki ve kararın halka ait oluşunun” ne olduğunun üstüne de hiçbir tefekkürleri de yoktur. İtaat, biat ve rahat etme üçlemesinin konforunda hayat akıp gitmektedir.

Tahkime yabancıların tayin edildiği hiçbir ihaleyi yapmamıştır, esasen ihale de yapmamıştır, ne yaptı ise halkı için halkı ile birlikte yapmıştır. Gelir paylaşımı cinliği adı altında malum işlerin içine hiç girmemiştir. Aklı fikri dayanılmaz rant aşkı ile yanıp tutuşan ve yetkisine mütenasip hukuksuzluk tercihlerini dibine kadar kullanan muhteremlerin, “milli iradeyi” temsilen seçilen hem de şeytanın bile aklına gelmeyecek hile, hurda ve desiseye rağmen seçilen, “halkı için halkı ile beraber” şiarının şaşmaz uygulayıcısını alkışlamasını hiçbirimiz beklemiyoruz şüphesiz. Bari belediye başkanının ordinaryüsü sayılacak derecede bir halk önderi Terzi Fikri üstünden oy rantı oluşturmayın gayri…

Terzi idi, diplomasızlığı konusunda hiçbir komplekse kapılmadan ilerleyen politik yaşamı önünde saygı ile eğilir iken yöreye ait “O Sönmez” adıyla bilinen türkünün sözleri ile bir Terzi Fikri anması yaparak bitirelim yazıyı,

“Kıyıda rüzgâr dağlarda pınardı

O yüreklerimizde bir çınardı

Onunla yörede başladı öykü”

 

 

Cumartesi, Şubat 11, 2023

APTALLIK

 

Aptallık, aptal olma durumu olmakla birlikte çok bilinen “zekâdan yoksun”, “alık”, “ahmak”, “salak” kelimelerinin manalarına sığdırılamayacak kadar geniştir. Bana göre ise; var olan zekânın ve aklın, hayatı kavrayışta zafiyet göstermesi, nedensellik kuramaması ve de sağduyu ve solduyu oluşturamaması gibi önemli ve göz ardı edilemez boyutları da olma halidir. Eğer böyle ise bir zekâsızlıktan söz etmek, ahmaklıktan söz etmek doğru görünmemektedir. Esasen de var olanın, dış etmenlerin etkisi ile beyinde patolojik takılma durumunun oluşmasıdır. Yani ve hülasa esasen var olanın yok olması değil lakin fazlaca detayına girmenin lüzumsuzluğu gereği kısaca, elde olmayan nedenlerle oluşan ya da vücudun harici ya da dâhili tedariki hormonsal dengesinin bozulması hali de söz konusudur.  

Bir yerde okumuş idim; çok hoşuma gitmişti, aptallık tarifi, “edilen her yeminin, verilen her sözün ardından, yemin ve sözün gerekçelerinin yok sayılarak tekrara heveslenme ya da yeltenme halidir”. Tam tamına böyle mi idi bilemiyorum ama mealen aynen… Hülasa zekânın ve kavrayışın öne geçmesine şans verilmesi, duygusallığın baskın olmaması için çaba gösterenler bu zafiyetin üstesinden gelebiliyorlar, netekim… Aksi takdirde yandı gülüm keten helva…

“Aptallık” insanların zannettiği kadar kolay fark edilir bir şey de değildir, çevremizde kabiliyet, maharet ashabı o kadar çok aptal vardır ki, onları aptal olmayanlardan ayırt ve tespit etmek hiç de kolay değildir, eğer kolay olsa idi aptallar da iyot gibi ortaya çıkar ve tasnif hatta tecrit kolaylaşır, bağlı olarak da hayat daha da manalı hale gelirdi. Lakin ve maalesef böylesine bir kolaylık ademoğullarına bahşedilmemiştir henüz. Yani bu tespit çalışmasının henüz bir mihenk taşı yoktur anlaşılacağı üzere.

Bazen fazla zekânın tezahürü bir davranış zafiyeti olarak karşımıza çıkan, en azından bana göre böyle, konuşma anında tabii olmama ya da olamama, eskiden zevk alınan bir dolu faaliyetten zevk almama ya da alamama, içinde olduğu deryanın farkında olmaksızın kendini sadece gözlemci ya da eleştirmen addetme, kendi dışındaki kimsenin fikrine hürmet etmeme ya da tahammül etmeme ya da edememe, kendisine yönelik övgüye çakraları açık iken eleştiriye kapalı olma, eleştiri reddi halinin tıpta mutlaka bir karşılığı olmalıdır ama ben bilmiyorum.

Ahmakların ekseriyeti oluşturduğu yerlere de “ahmakiye”” denir. Bilenler bilir ünlü Rus yazar Mihail Saltıkov Şçedrin “Ahmakiye: Bir Şehrin Hikayesi” diye bir kitap yazar ve nasip olur ben de bu kitabı okurum, üstüne de tefekkür etmek ne zaman ki kaçınılmaz olur, bir şeyler hatırlar, bu kabil yazılar da ortaya çıkmış olur, bu yazının başka da bir manası yoktur, olamaz da… Kitap adeta hicvin ve hayatın ince noktalarının övendirelendirilmesi adına herkesin çok şey bulabileceği bir başyapıt. Kitaptan; “Hilelerini ve manipülasyonlarını sürdürmek için kolayca yalan söylerler. Hiçbir zaman hiçbir şey onların hatası değildir. Yanlış giden bir şeyler olduğunda tartışır, kendilerini haklı çıkarır ve başkalarını suçlarlar. Yakalandıklarında gerçekten üzgün görünebilirler ve bir daha olmayacağı konusunda sözler verip, özür dileyebilirler. Fakat hepsi oyundur. Sorumluluk ya da zorunluluk duyguları yoktur ve tipik olarak sürekli aynı eylemleri tekrar ederler.”

Kısaca ve özetle “aynı herzeyi asgari ikinci defa yeme durumu” olarak özetlenebilecek bu gayri iradi tavrı Einstein’ın ünlü sözü ile taçlandırıp ilerleyelim; “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.” Bu lafın üstüne laf olamaz herhalde…

Carlo Cippola “İnsan aptallığının temel yasaları” adlı çalışmasında insanları “saflar, zekiler, haydutlar ve aptallar” diye dörde ayırmaktadır. Davranış ve eylemlerinden ötürü, safları; kendilerine zarar verir iken başkalarına fayda sağlayanlar, haydutları; kendilerine fayda sağlarken başkalarına zarar verenler, zekileri; kendilerine de başkalarına da faydalı olanlar, aptalları ise; kendilerine yarar sağlamayan lakin başkalarına mutlaka zarar verenler diye tanımlamaktadır. Yazar yine aynı yerde; ülke ayırt etmeksizin her toplumun içinde aptalların; kadın, erkek, siyah, beyaz, şu veya bu din mensubu, şuralı, buralı, şu etnik bu etnik yapıdan, milletten, kıtadan, soydan, sülaleden, boydan, postan, şu meslekten bu meslekten, uzun boylu kısa boylu, kel saçlı gibi kriterlerden azade olarak aynı oranda yer tuttuğunu öne sürer. Yazar; “aptal olmayanların, aptal olanların zarar verme potansiyellerini hep küçümsediğini hatta göz ardı ettiğini” de öne sürer ve altını çizerek “aptal bireylerle ilişki kurmanın” ya da “onlarla bir araya gelmenin” telafi edilemez yanlışlıklara yol açtığını da ısrarla beyan eder. Dolayısıyla da, Yazar kendince “aptal insanın” en tehlikeli insan türü olduğundan bahisle zeki, haydut ve safın nasıl davranacağı üstüne az çok tahmin yürütülebileceği lakin aptal insanın ise nerede, nasıl davranacağı konusunda tahmin yapılamayacağı gibi bizatihi aptalın kendisinin dahi davranış standardı olamayacağını beyan eder. Yani ve hülasa “aptalların” adeta birer saatli bomba olduğu benzetmesi ile nerede, nasıl patlayacağı belli olmayan bu halini bir kenara koyarak istemeden de olsa kendine ya da bulunduğu topluma kontrolsüz zarar verebileceğini belirtir.  Yazara katılan olur, olmaz bilemem lakin ben büyük ölçüde hemfikirim. Hatta dahası da var tespitlerinin, özellikle haydutların tanımı babında, lakin bu yazının konusunu aşacağı için uzatmıyorum ve meraklısına da ilgili kitabı temin edip okumalarını salık veririm.

Çevremizde tanıdığımız insanların bir kısmını “zeki ve anlatılana intikali hızlı” zannederiz lakin onları tanıdıkça ne kadar aptal oldukları kararını veririz, aaaaa bu doğru mudur? Değil midir? Bilemem lakin sosyolojik deneyler ve gözlemler bunu göstermektedir, ne yazık ki… Cehalet bile tedavi edilebilir iken aptallık asla ve kat’a… Cahil bilmeyen iken aptal bildiğini sanandır. İşte tehlike de burada başlıyor gibi… Karşımıza çıkan ve “aptal” kelimesi yerine de benzer manalarda kullanılan,  budala, ahmak, alık, miskin, daltarak, salak, hımbıl, avanak gibi kelimelerde de ifade bulan bu durum için, insanların ve insanlığın çok dikkatli olması gerekir diye düşünmekteyim. Yani bunu bir de Moliere’nin bir sözü ile taçlandıralım ki daha değerli olsun; “Bilgili bir aptal, bilgisiz bir aptaldan daha aptaldır”…

“Bilge insan kuşku doludur. Fikirleri değişir. Ahmak insan ise inatçıdır. Kuşku duymaz. Her şeyi bilir o, kendi cehaleti dışında.” Akhenaton’dan bu söz ile bu haftayı da bitirelim. Evet, ben de aptalları çok seviyorum, çünkü onlar her şeyi biliyorlar…

 

Cuma, Şubat 03, 2023

KİLİSE GÖLGESİNDEN GELENE GEÇENE MERHABA DİYEN ADAM

 

Kayıplar ne yazık ki artıyor. Mustafa Kan’ı da yitirdik, maalesef bir süredir mücadele ettiği çağın bela rahatsızlığı kansere karşı savaşı kaybetti. Ölüm ne zaman kapıyı çalarsa o “vakit” daha erkendir denilecek vakittir. Oysaki ne kadar da hayata bağlı, ne kadar da coşkulu bir hali vardı. Daha dün gibi, Çeşme Kilisesi önünde kâh kilisenin kâh turunç ağacının gölgelerinden gölge beğenerek oturur saatlerce değişik konularda muhabbetler ederdik. Hatta kendimizi, gelen geçen dostların sorusuna mukabil, “kilise gölgesinde oturup gelene geçene selam verme sorumlusu” tayini ile şamata bile yapardık. Hele oradaki turunç ağacı gölgesinde birkaç kişinin, mübadeleden, Çeşme tarımına, güncel politikadan eski Çeşme ve yaşanmışlıklarına kadar çok çeşitli konulardaki sohbetlerimiz emin olunuz ki her geçenin de vakti ölçüsünde gelip katıldığı deyim yerinde ise Londra’daki Hyde Parktaki “Speakers Corner” benzeri manzaralar verir türden olurdu. Başkalarını bilmem lakin benim açımdan kaliteli zaman geçirici, bilgilenmeli ve bilgilendirmeli günler olurdu hep.

Mustafa; baba Hasan Kan’ın ticari faaliyetinden ötürü Çeşme Çarşı’yı çok eskilerden beri bilmekte hatta tüm detayları ile yaşamakta olup bilahare de kendi ticari faaliyetleri ile bizzat bir parçası olmuştur. Parçası olmanın ötesinde adeta çarşının tarihinin tüm kayıtlarını tutmuş ve ihtiyaç halinde de tüm detayları devrinin canlılığı ile hatırlamaktadır. Güçlü hafıza ve kapasite ile çarşı tarihinin adeta sözel ama güçlü hafızasıdır aynı zamanda… Mustafa için esnaf idi deyip geçmek çok doğru olmaz o esnaf ötesi esnaf idi. Gerçi son dönemde sadece vakit geçirmek, muhabbet etmek ve çarşıyı izlemek için gelir olmuş idi çünkü artık çocukları esnaflığı devir almışlardı. Hala kopmamış, kopamamış idi çarşıdan, kendisini Kilise gölgesi dışında genellikle Mustafa Karaman’ın saatçi dükkânında görmek mümkün olurdu.

Yaz ve bahar ayları Kilise gölgesi eğleşme alanı olur iken kış ve erken baharlarda da tam karşıda güneşi cepheden alan yerdir tercih edilen… Her daim birileri vardır yanında ve mutlaka şamata ötesi ciddi ve insan gelişimine yönelik konulardır konuşulanlar. Eğer kimse yoksa da mutlaka bir şey okunmaktadır adeta boş boş bakmak kendine yasaklanmıştır. Evet, kendisini geliştirecek, yeni şeyler öğrenebileceği muhabbetlere ya da okumalara karşı son döneme kadar hep isteklidir, hele yeni konuların konuşulduğu muhabbetler içerisindeki sorgulayıcı tutumu hayrete şayan olmuştur daima. Bu kadar öğrenmeye ve kendini geliştirmeye açık bir insan olması nedeniyle herkes tarafından ziyadesiyle takdir edilmiş birisidir. Sadece fikir biriktirmesi ve geliştirmesi konusunda mı böyle, şüphesiz hayır, zikir de oldukça önemlidir hülasa icraatı da bir o kadar ileri düzeydedir. 60 yaşından sonra toprak, tarım ve tarımsal üretim konusunda gösterdiği çabaların yakın tanığı olarak hep şapka çıkardım kendisine.

Evet, Kilise gölgesinde yaptığımız doyumsuz muhabbetler var demiştim ya, fazlaca sürdürdüğümüz ve bize son derece keyifli gelen bir tanesini yazmak istiyorum. Hangi sene idi tam hatırlamıyorum lakin İstanbul Boğazında ve Çeşme Balık mezatlarında olabildiğince sık görülen palamut akını üstüne balık pişirme ve lezzetlerine evrilen, oradan da Osmanlı Saray Mutfağına uzanan konu inanılmaz keyifli idi, en azından benim için, o kadar ki sanki her balık konusu açılınca aynı konunun uzayarak tefrikalarına dönüşmesi gibi… Muhabbetin mihverini ise, sen o kadar güçlü ol, bir Sultan olarak neredeyse 2,5 milyon km karelik coğrafyaya hükmet, yüzlerce değişik millet mensubu ve değişik dinlerden tebaan olsun, nerdeyse saraydan elini uzat balık yakalayacağın bir konumda ol, ilaveten balığın fazlalığından nerdeyse balıklar kendiliklerinden karaya zıplayacak hatta tavaya girecekler, sen bu nimetlerden faydalanmadan koca bir ömür geçir, oluşturur idi… Bu muhabbetin en katmerli tarafını deyim yerinde ise “parmaklarını yiyecek kadar lezzetli” balık pişirme tarifleri oluşturur idi… Vay sevgili kardeşim vay… Bu muhabbetlerin mirası “tatlar” için sana çok teşekkürler…

Bu muhabbetlerin, denk gelmesi halinde ise Ali Şimşek Büyüğümüz hemen baş konuk postuna davet edilir ve oturur, onun gerek Türkçe gerekse de Rumca tekerlemeleri mutlaka hatırlatılıp, tekrarlatılacaktır ve büyük keyifle dinlenecek ve de ilaveten üstüne tekerlemelerin doğuş ve gelişim süreçleri üstüne anlatacağı hikâyeler dinlenecektir. Ali Abimiz (kural olarak ben bu kabil büyüklerime “abi” diyorum ki kendilerini fazla yaşlı hissetmesinler), babam Tito Yaşar’ın askerlik arkadaşı olup Çeşmeli olarak İstanbul’da yollar kesiştikçe bir arada olmuşlar, mesleği de berberlik olunca hayatta hikâye ve tecrübe birikimi de mesleğe bağlı fazla olması hasebiyle, kendine has güzel üslubu ile bizlere her seferinde farklı güzel hikâyeler anlatırdı. Ömrü uzun sağlığı çok olsun…

Kilise gölgesinde yapılan bu muhabbetlerin yerli ya da yabancı çok değişik yaş ve meslek grubundan katılımcıları olurdu, dolayısıyla bu katılımcı durumuna göre muhabbet konuları kendiliğinden oluşur ve gelişir idi. Kavun yetiştiriciliğinden, kavun ihracatına ve tarihine, balık mezatlarına ve balık avcılığına ve pişiriciliğine, oradan da ormana, şehirciliğe, turizme, tarihe, coğrafyaya, sağlığa, siyasete, eğitim ve politikalarına, emin olun her konu tedris edilir idi, konunun ilgililerince… Buradan da anlaşılacağı üzere, katılımcılar da, kimya mühendisi, ziraat mühendisi, orman mühendisi, inşaat mühendisi (ben değil), diş hekimi, öğretmen, ressam, berber, terzi, eczacı, avukat, maliyeci-muhasebeci, köylü, çiftçi, otelci, şoför, balıkçı, esnaf gibi çok değişik disiplinlerden olurdu.   

Sıtkı Cenger, Uğur Özdil, Badili Hasan en sık katılımcılarımız idi. Sıtkı’nın seyahat severliği nedeniyle konular sınırlarımızın dışına da taşınırdı. Esasen de Sıtkı ile Mustafa’nın balıkçılık anıları dinlemeye ve arşivlemeye değer ve layık tarzda idi. Hele düşünüp te gerçekleştiremediğimiz, sabah çok erken saatlerde İzmir Balıkçı Haline gidip oradaki hayatı, ticareti ve faaliyetleri izleme işimiz. Uyar ise de birkaç kasa balık alıp paylaşma niyetimiz, akim kaldı ne yazık ki…

Mustafa Kan arkadaşımızın balık mezatlarını takip etme, akşam yemeklerinden sonra arkadaşları ile sahil turu yapma gibi bir alışkanlığı yanında yine akşamları sahilde Buzlu Bademci Nazım Kardeşimizin yanında akşam sahil turu yapanlara “merhaba” deme sorumluluğu da unutulmamalıdır.

Bu vesile ile bir kez daha kederli ailesine taziyelerimi iletir Mustafa Kan içinde “nurlarda olsun diyorum”… Özleyeceğiz, seni ve muhabbetlerini. Kilise gölgesi Badili Hasan’dan sonra senin de ayrılığın nedeni ile adeta öksüz kaldı, bilesin…

Cuma, Ocak 27, 2023

YAŞAR AKSOY ve “İZMİR 1922 YANGINI”

 

Yakın tarihimizin en üretken yazarlarından ve gazetecilerinden büyüğümüz Yaşar Aksoy 2022 yılı biter iken üzerine çok kitap yayınlandığını anladığımız, çok yazı yazıldığını bildiğimiz “İzmir 1922 yangını” üstüne, yine dantel işlercesine ve adeta bir doktora tezi derinliği, genişliği ve içeriğinde her kitapseverin mutlaka okuması gereken bir kitap yayınladı. Daha henüz basılmış iken, Yaşar Abi lütfedip imzalamış ve gazeteye adımıza göndermiş. Yurt dışında olduğum için hemen okuyamamış idim, gelir gelmez ilk işim kitabı okumak oldu. Bildiğim detayları bir kez daha hatırlar iken bilmediğim detayları da öğrenmiş oldum. Kitap taraflı yazarların yaptığı üzere sadece kendi görüş ve iddiasını kanıtlamak üzere yazı, vesika ve evrak seçen bir yaklaşımdan titizlikle uzak duracak bir şekilde lehte ya da aleyhte tefriki yapmaksızın ulaşılabilecek her yayının alakalı bölümünü belirterek ve alıntı yaparak ilerlemiş. Milliyetçi, ırkçı, dinci, şeriatçı, o dinden, bu dinden, bu milliyetten, şu milliyetten, şu ülkeden, bu ülkeden demeden ulaşılabilen her kaynaktan her bilgi derlenmiş, kıyaslanmış, yorumlanmış durumda. Yine haddimi aşarak bizim buranın meşhur deyişi ile Yaşar Abiye, “alkışım alasın” diyorum.

Özellikle belirtmek isterim ki ben ne bir eleştirmen ne bir tarihçi ne de bir edebiyatçıyım, ben hala okuyup öğrenmeye ve anlamaya çalışan duyarlı bir öğrenici olma kararlılığında olan biriyim. Bu nedenle kitap üstüne gibi görünen bu yazımı herkes öğrendiklerimin bir tekrarı tadında kabul etsin. Okudukça ne kadar da eksik olduğumu öğrendiğim bu hayatta görünen o ki eksiğimi de tamamlayamayacağım.  

Kitap müthiş bir giriş ile “teşekkür” bölümünde, Yaşar Abinin henüz okuyamadığımız “Kato Polemos” yani kahrolsun savaş kitabına Pamir Bezmen’in bir kitabında yaptığı gönderme var. “Ben genlerimdeki Giritliliği hep hissederim, Selanikliliği de… Keşke artık kavga da, soykırım da bitse de rahat yaşayıp hayatın zevkine varsak. Ecelimizle ölsek. Mezarlarımızın talan olmayacağı yerlerde gömülsek. Çoluk çocuğumuz da öyle. İsteyen gidip oralarda yaşasa, isteyen buralarda. İnsanlar, devletler, ırklar, dinler arasında barış olsa. Sevgili Yaşar Aksoy’un kaleme aldığı kitabının başlığı ile haykırıyorum: Kato Polemos! Kahrolsun Savaş! Ona yürekten katılıyorum”. Bu görüşlere bir avuç savaşsever dışında katılmayacak kimse yoktur sanırım. Evet, bence de kahrolsun savaş, yaşasın mutlak barış…

Kitap müthiş İzmir panoramaları da veriyor, yerli ve yabancı yazarların kaleminden, gezginlerin gözünden… Öyle satırlar var ki insan hayıflanıyor vallahi, o günleri görememiş olduğuna… Sayılarla İzmir’in nüfus dağılımı, gazeteleri, matbaaları, otelleri, meyhaneleri, çayhaneleri, fabrikaları ya da işletmeleri hülasa her dalda detayları da barındırıyor, işgal günlerinde ve daha öncelerindeki…

Maalesef, dönem itibari ile Yunanistan muktedirlerinin işgal taşeronluğu üstlenmesi üzerine yüzyıllara sarih birlikte yaşama kültürüne örnek teşkil edebilecek ilişkileri yerle bir eden savaşın fitili ateşlenmiştir. Ege Bölgesi boydan boya işgal edilmiş, katliam, açlık, yoksulluk yerli halklara tam teşekküllü yaşatılmış, her işgalin kaçınılmaz bir sonu vardır kuralı gereği artık ricat kapıya dayanmıştır. Yaklaşık 15 günlük ve yaklaşık 400 km.lik ricat hattı boyunca köyler, kasabalar, şehirler ve dahi ovalar, ormanlar yakılmış, “ya benimsin ya kara toprağın” misali geri alacaksınız ama yanmış yakılmış vaziyette tesellüm edilecektir edası ile… Yakılan yıkılan ev, işyeri ve ibadethane sayıları şehir şehir veriliyor kitabın ilgili bölümlerinde… Tahribatın büyüklüğü karşısında insanın aklı duruyor. Ve nihayetinde İzmir 1922 yangını yaşanıyor, 13 Eylül 16 Eylül aralığında. Bugün bile bakıldığı zaman büyüklüğü karşısında insanın hayrete düşmemesi imkânsız. “Kültürpark” olarak tanzim edilen bu devasa alan, “Gâvur İzmir’in” bir parçası olarak yanıp kül oluyor. Ermeni mahallesi olarak adlandırılan mezkûr alanın yakılmasına ya da yanmasına yönelik farklı farklı kesimlerden inanılmaz iddialara ve tanıklıklara dayalı beyanlar var kitapta. Kimileri Rumları, kimileri Ermenileri kimileri Türkleri suçlu koltuğuna oturtarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Yaşar Abinin kitabı; yangın üstüne çok çeşitli arşiv bilgilerini gün ışığına çıkarır iken çok çeşitli tanıklık ve bilgilerin bir araya gelmesine vesile olmuş.

Yangın için “ya benimsin ya kara toprağın” yaklaşımı içinde Ermeni ve Rum çetelerini hedefe koyanların ittifakla beyan ettikleri “3 yıl sonra tekrardan ele geçirilen bu çok önemli şehri neden Türkler yaksın, hiç akla uygun değil” postulatı mucibince telakkisi akla en uygunudur, bence de… Lakin ilerleyen bölümlerde de, Selanik 1917 yangınının sadece Türk, Müslüman ve Yahudi mahallelerini kapsaması “azınlık savuşturma harekâtı” olarak değerlendirilmiş olması da bir başka gerçek olup İzmir için de geçerli olma ihtimalini düşünmeden edemiyor insan…

Bence en çarpıcı yorum, Fransız Donanma Komutanı Amiral Domesnil’in eşinden geliyor, “Şehri kim ateşe verdi? Rumlar, “Türkler ateşe verdi” diyor, Türkler ise Rumları suçluyor. Ermeniler, “Yahudiler ateşe verdi” diyor. Yahudiler ise suçu Ermenilere yüklüyor. Gerçeği bilmek neye yarayacak? Öç almaya mı? Zalimliğin gerekçesi bazen öç alma duygusudur ama bu duygu zalimliğe meşruluk kazandırmamalı. Tarih, gerçeğin kanaviçesine işlenecek. Soruşturma komisyonları çalışıyor. İşin içinde sigorta şirketlerinin büyük çıkarları olduğu anlaşılıyor. Ölenlerden, hastalardan, felaketzedelerden kime ne?”. Detay gibi görünse de; dönem itibari ile İzmir’in yangın kontrol teşkilatı olan İtfaiyenin müdürü Mösyö Greskoviç isimli yabancı tebaalı birisidir ve başta İngiliz, Alman ve Fransız sigorta şirketlerinin adına bu görevi yürütmektedir. Sigorta şirketleri aleyhine açılan mahkemelerin de detayları var yer yer kitapta… Enteresan konular…  

Maalesef; Yunan 5/42 numaralı “Evzon Yangın Tümeninden” ve komutanı kara şeytan lakaplı Albay Palastiras ve faaliyetlerinden ve Ermeni Komutan Torkum’dan bahsedecek yer kalmadı. Sonuç itibari ile İzmir panoramaları başta olmak üzere, İstiklal Harbi temalı dünya siyaseti ve İzmir Yangını ve dahi sonradan karşımıza Kıbrıs’ta çıkacak EOKA kurucusu Albay Grivas ve 3 yıl boyunca ve sonuçta boydan boya yanan Ege Bölgesinde yaşanan trajedinin unutulmaması için, Yaşar Abi’nin bu kitabı mutlaka başucunda bulundurulmalıdır.

Kitapta; Mustafa Armağan ve de özellikle “keşke İstiklal harbi olmasaydı, keşke Yunanlılar kazansa idi” gibi subuk görüşleri ile tarihe kayıt düşülen Kadir Mısıroğlu gibi, sadece görüşlerini ispata dayalı bilgileri muteber sayan diğer bilgileri görmezden gelen, seçici ve seçkinci ve dahi tarihçilikleri tartışmalı kişilerinde görüşlerine yer verilmesi, ulaşılabilen tüm görüşlerin yansıtılması açısından enteresan bulduğumu söylemeliyim. Gerçekte onların tanıklığına ya da görüşlerine ihtiyaç var mı idi? Bilemiyorum.  

Sonuçta, Yaşar Abimizin şu değerlendirmesine katılarak noktalayalım; “İzmir yangını konusunda hiçbir millet suçlanamaz. Türkler yaktı, Yunanlılar yaktı, Ermeniler yaktı şeklinde kurulan cümlelerle başlayan her iddia, daha baştan çökmeye mahkûmdur. Çünkü milletler masumdur.”

Cuma, Ocak 20, 2023

KOMİK OLMANIN BİNBİR HALİ

Adana’da yaşadığımız dönem; Sümer Mahallesi ana caddesinde “Sümer Taksi” durağı vardı, şimdi hala var mıdır bilmiyorum. Durağın karşısında da “Çirkin’in Kahvesi” yer alır ve biz de çok sık olmamakla birlikte burada oturur, çay içer, muhabbet ederdik. Buranın rutinlerinden olan ve neredeyse her gün birkaç kez yaşanan bir vaka var idi. Bir âdem-i divane tam taksi durağının karşısındaki kaldırımdan geçer ve o sırada taksi durağından kendisine bir laf atılır o da bir hayli uzun fasıldan ve zengin sinkaflı edebi kelamlar eder taksi durağındakiler de katıla katıla gülerler lakin o sırada caddeden kadınlar, kızlar geçer, kimin umurunda, milletin derdi varsa yoksa şamata, komiklik… Bir vade sonra bundan rahatsız olan biz gençler, gençliğimizin de verdiği cesaretle duraktakileri bu replikleri artık tekrarlamamaları konusunda uyardık ve sağ olsunlar onlarda bu isteği kırmadılar ve yerine getirdiler. Ertesi gün, âdem-i divane durağın karşısından bir aşağı bir yukarı geçiyor lakin duraktan kimse kendisine kelam etmiyor, o da bir daha geçiyor ve dikkatlice bakıyor, dinliyor, duraktan tık yok. Birden ara sokağa dalıyor ve yol çalışması için nehir yatağından getirilmiş çakıltaşlarının içinden olabildiğince irilerinden bir kucak topluyor ve durağın karşısına geçiyor, durağı adeta taş bombardımanına tutuyor ve aynı zamanda da son derece galiz sinkaflarla “neden laf atmıyorsunuz” diye duraktakilere bağırıyor.

Şimdi bu önemsiz gibi görünen hikâyeyi neden anlattığımı merak ediyordur okuyucu… Bizim buralarda da, kendisine yönelik laf edilmeme kararı alınmış olmasına rağmen kıyıdan köşeden lakin illaki akşam demlerinden sonra geçtiği klavye başından “komiklik olsun babından” sağa sola verip veriştiren bir muhterem bulunmaktadır. Bunun bu coşkulu halini gören birkaç kişide alkışı çakınca, coştukça coşuyor… Şüphesiz bunda alkışı çalanların adeta “kurtlar vadisinden” fırlamış derin felsefe görünümlü spot kelamlara düşkünlüğü de son derece tesirli oluyor. Tesir alanları kendi çekim alanları dâhilinde olunca da “laf etmem kararı alanlar” susmak durumundadır şüphesiz. Lakin bu atışlar artık bizim alanları hedef alınca da susmak kabil olmuyor. Kısacık da olsa bu konuya yönelik kelam etmek gerektiğine inanıyorum.

Bilindiği üzere geçtiğimiz günlerde “Çalışan Gazeteciler Günü” sene-i devriyesi vardı. Bu kapsamda 9 Ocak günü Çeşme Belediye Başkanı, gazetecileri davet ederek bir kutlama yaptı, ben kendi adıma çok önceden planlanmış ve ertelenemez önemli randevum gereği davete icabet edemedim, vay sen misin gitmeyen… 10 Ocak tarihinde ise Çeşme Kaymakamının davetine icabet ettim, vay sen misin giden… Mademki beni gazeteci kabulü ile davet etmiş bu iki makam, şüphesiz gideceğim. Gittim de ne oldu, brifing almadık, sıra bana gelince katıldığımız ve katılmadığımız detaylar üstüne görüşlerimizi özgürce ve göğsümüzü gere gere söyledik. Az ama öz söyledik, ama söyledik, davet edilmez isek de yazarçizeriz, yine söyleriz… Meyhane masalarında laf üreteceğimize… Beldemizin kaderini tayin eden mezkûr makamların arkasından fiskos kabilinden söz etmeyiz biz gazeteciler, davet edilir isek gider görüşümüzü söyleriz, uygun görmediğimiz görüşlere de şerhimizi koyarız. Gazetecilere de gerek kıskançlık gerekse de kompleks içinde bakanların yaptığı üzere arkadan laf üretmeyiz, üretemeyiz.

Sonradan sosyal medyada yayınlanan fotoğraflara bakarak adeta 2 önemli makamı, davetlere icap edenlerin sayısı ve kimlikleri üstünden kıyaslama sureti ve cüreti ile sözüm ona derin analiz yapıyor, kerameti kendinden menkul birisi. Ve daha da önemlisi “Belediye Başkanının Gazetecileri” ve “Kaymakamın Gazetecileri” gibi gayet sulu bir telakki şımarıklığında belki de komik olabilmenin bin bir hali sayılacak huş-u temaşa halinde fikir derç etmekten çekinmiyor. Bak efendi, sen belki böyle yaparak bir yerlere şirin görünmek heveslisi olabilirsin, senin şirin görünmen konusuna karışamam lakin benim de içinde bulunduğum fotoğraflar üstünden sözde komiklik yapmana gelince de söyleyeceğim çok kelam olur. Bak efendi, doğrudur biz taraflıyız, eyvallah, buna itirazım yok, lakin senin dahi bileceğin üzere ve tıpkı tirat attığın meyhane masalarındaki teşhis, tespit ve tasnif kalıplarına asla ve kat’a uymayız ve uzatmadan sana büyük usta Nazım’ın şiiri ile cevap vereyim, hani meşhur “bir provokatör üstünde hiciv denemeleri” şiirinden;

Delikanlıyı yere çalmak

Ve bir miktarı minasip elden almak

istedin!...

Elden alıp almamana

Karışmam ama,

Biz,

Gölgemizi bile çiğnetmeyiz adama!  

Diğer taraftan bir başka mekânda bir başka muhterem, bu farklı isim ve sayıdaki katılımcıların bulunduğu fotoğrafı hedef tutarak belki yumuşatma adına belki de komikliğe dar alandan diklemesine bir pas babında, ilave bir yorum yapar ve der ki; “belki bunlar Galatasaraylı ve Fenerbahçeli sportmenliğinde olabilirler”… Durur mu, keramet sahipliği kendinden menkul muhterem hemen ve kasten “sportmendirler” notunu düşüverir. Zaten günümüzde fazlaca rağbet gören son derece sığ ve kurtlar vadisinden fırlamış sahte aforizmalar tadında yaklaşımlar olunca ve muhteremin de ziyadesiyle mezkûr alanda maharetine ve mezuniyetine ve dahi liyakatine erişmek kabil olmuyor haliyle. Esasen bu kabil muhteremler için çok janjanlı bir laf kullanmaktadır insanlarımız, “çıkıntı”. Hani sınava girersiniz birden biri oradan “istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz, öğretmenim” tadında… Yahu be çocuk, otur yerine, mutlaka senin de tutanaklara geçirmek adına bir kelam etmen gerekiyor mu? Belki de her çıkıntının bir takıntısı hülasa bir saplantısı olabilir deyip geçmek gerekir lakin tıp mensubiyeti olan biri olmamam hasebi ile bunu da yapamıyorum. Yapmak istesem de maalesef, büyük usta Neyzen Tevfik’in ünlü “ehli deve” metaforu ile bahsettiği dizeler geliyor dilime pelesenk oluyor. 

Zannedersin ki ulema, oysaki dünya âlem de bilir, senin bu güzel beldemizde işgal ettiğin alan, öğleden sonraları arabanı park ettiğin yer ve demlendiğin meyhane arasındaki alan ile sınırlıdır, hadi hakkını yemeyelim arada sırada uğradığın eczaneyi de bu alana dâhil edelim. Zannedersin ki; muhterem mürşid-i muazzama binaenaleyh atına da atlamış eylemiş irşat, titresin batıl, tadında ve dahi modunda, herkese yanlışını gösterecek ve söyleyecek, herkesi doğru yola davet edecek ulvi misyona haiz… Bu nedenle, birilerine laf soktuğunu zannederek tatmin olmanın bir haddi olduğunu bilmeli insan… Bugüne kadar sürekli siftinmelere de son olarak cevaben; Mevlana’dan bayağı bir baba söz…

Suskunluğum asaletimdendir.

Her lafa verecek bir cevabım var;

Lakin bir lafa bakarım laf mı diye bir de söyleyene bakarım adam mı diye.