Pazar, Mart 25, 2018

ÇEŞME SALHANE BURNU


Eski yoldan Çiftlik yönüne gidilir iken deniz seviyesinden yaklaşık 10 mt. yükseklikten, ilçenin içinden kıvrılarak adeta denizin üstünden gidilircesine geçen dar yoldan bakılınca ne kadar da lacivert idi deniz, tarifi kabil değildir. Çeşme merkezde, sahilde yer alan “pandofilya’da” bulunan kesimhane (salhane), mezkûr körfezin tam karşısında yer alan “telgrafhane”ye bakan bölümüne, taşınmış fi tarihinde… Bizlerin yaşı bu 2 kesimhanenin de faal olduğu günleri görmeye uygun değil tabii ki, bunlar çok büyüklerimizden yıllar önce merak nedeniyle sorularımızın cevaplanmasına istinaden öğrendiğimiz bilgilerdir. Ancak Çeşme’nin büyük limanı içindeki 2 bölümün böleni olarak adına üzerindeki “Salhane” den alan burnun üstündeki kemerli yapısı ile yer alan faal olmasa da “salhane” binasının kalıntılarına tanıklık ettik. Bulunduğu alanın bir hayli derin olan denizinin yer aldığı kayalıklarda poyraz rüzgârları ile birlikte coşan dalgaların kırılışı daha dün gibi gözümün önünde idi, kayalara çarpan dalganın dönüştüğü köpükler… Dalgaların sık ve güçlü darbelerine direnen kayalıklar… Evet; artık, kayalıklar, denizin mavi ve yüksek dalgalarının kayalıkları döverken beyaz köpük tarlasına dönüşmesi, hanoz balıkları, ahtapot, çipura, paragat, lacivert rengi suyun kayalarda çarparak çıkardığı güzel ve ahenkli müzik yok… Hemen karşısında heyyula gibi oluşan rezil görüntüsü ile yürek burkan büyük bir oyuk gibi kalan taş ocağının tüm taşları ile burası dolduruldu, liman yapacak başka yer kalmamış gibi, binalar da yapıldı, uzun yol gemileri bağlanmaya başladı, haydi şimdi geçin bakalım oralardan sabah saatlerinde, artık o iyot kokusundan eser var mı? Eser kalmadığı gibi kanalizasyon kokusundan geçilmiyor… Emeği geçenlere teşekkür ediyor, tarihin kendilerini asla efsane ya da kahraman diye anmayacağını hatta yandaşlarının bile anmaya cesareti olamayacağını açıklıkla ve rahatlıkla söyleyebiliriz. Geride kalan dağdaki kocaman boşluk nasıl örtülecek diye, ayıbını örtmeye çalışan bebeler gibi, olamayacağı biline biline ağaçlarla kapatalım denildi, olmadı, koca bir ayıp olarak orada duruyor. Belki de bir yerel yönetim tarafından orada tasarlanacak bir “Osmanlı – Rus Deniz Savaşı” temalı ışıklı canlandırmalar için altyapı olacak röliyef çalışmaları ya da daha başka bir temalı ışıklı gösteriler alanı yaratılması için bekliyor olabilir… Belki de, Çiftlik Köyüne Kuşyeri üzerinden açılacak yeni bir yolun, mezkûr alanda oluşturacağı sessizlik ortamında faaliyet gösterecek adam gibi amfi tiyatro… Bakalım neler olacak… Ama bunların asla geri getiremeyeceği bir güzellik artık yok…

Deniz doldurmanın bu kadar tercih edilir bir davranış olduğunun arkasında nasıl bir ruh hali yatar acaba? Acaba, siyasi tercihlerinin hayatlarının her saniyesini şekillendiren bu insanların dostları ve düşmanları üzerinden, dostluk ve düşmanlık icra ettikleri birer manevra alanından ileri gidilemeyen bir durum mudur? Acaba, dostlara para kazandırmanın en etkili yolu olarak mı tercih edilir? Acaba akla gelen ve gelmeyen her türlü şık geçerli olup, bir taş ile birkaç kuş avlama sevdası mıdır? vs vs.. Mesele bana göre, hiçte Çiftlik Köyüne yol açmak gibi safiyane ve masumane bir izah ile geçiştirilir değildir… Yol açılacaksa mevcut yol çok daha ucuza mal edilecek şekilde, genişletilerek çözülebilirdi…

Amatör balıkçılık yönünden de verimli bir bölgenin kaybı olduğunu, yerli olan ya da Çeşme’nin son 50 yılını bilen herkes anımsayabilir kolaylıkla… Örneğin, babamdan dinlemiş idim, bir keresinde bugünkü gibi misinanın daha kullanılmadığı dönemde, Yunanistan Sakız adasından naylon misinanın yeni getirildiğinde yaptıkları bir paragat ile boş iğnesiz yakaladıkları çipuraların kalite ve lezzetini ve de sattıklarında elde ettikleri geliri anlatışındaki canlılığı ve heyecanı kesinlikle aktaramam şimdilerde…

Bizler, Çeşme’yi sevenler yani, Çeşme’nin o zaman ki denizinin doldurulmamış hali ile çok sevdik, gözümüzde tüter haldedir, ama bu kabil icraatlar gayri dönüşü olmayan icraatlardır, kentin “Ruhuna Fatiha” ettirir.

Diğer taraftan; limanın su sirkülasyonu açısından da sorunlar oluştuğunu, hemen yakındaki “Fener Plajındaki” sonuçları itibari ile anlıyoruz. Artık küçük ama pırıl pırıl bir plaj olan mezkûr alan kendini koruyamamış durumdadır, neyse ve şükür ki, Telgrafhane önünde planlanan açık deniz balıkçılığı barınağının oluşan haklı ve güçlü tepkiler neticesinde inşaatı ötelendi ya da iptal edildi… Aksi takdirde nasıl ki, Çeşme Marina artık kendini temizleyemez ve koruyamaz durumda ise burası için de ayni akıbet söz konusu idi… Fener Plajı bu vartayı küçük sıyrıklarla atlattı gibi görünüyor, ama bu seferde etrafında planlanan otel görünümlü rezidanslarla başı belada… Devlette tek başlılık denile denile her konuda olduğu üzere imar uygulamalarında da çok başlılık ve yaratılan inşaat kirliliği üzerine yazı yazmaktan bıkıldı ama konu da mümbit valla, yaz yaz bitmez… Sahipsize yerel yönetimden imar, sahipliye merkezden, ya da duruma göre tam tersi…

Pazar, Mart 18, 2018

GÂVUR İZMİR


Kimi tahkir, kimi tenkit ve de kimisi de takdir ya da tasvip olsun diye “Gâvur İzmir” lafını sık sık kullanmakta… Ancak İzmirliler cenahından da durum aynı şekilde algılanmakta olup, kimi takdir, kimi tekdir edildiğini düşünmektedir. Kim ne demek istiyorsa onu söylesin, kim neden ve ne kadar takdir ya da hakaret etmek istiyorsa etsin, sorun yok bence… İlkel benlik sahibi olmadığımızdan, buradan hareketle “beni takdir ediyorlar” da demem “bana hakaret ediyorlar da” demem… Kolayca anlaşılacağı üzere, ne İzmir’liyim diye öğünür, ne de yerinirim, tıpkı milliyetim konusunda olduğu üzere… Ama ben bu ülkeyi, bu vatanı çok seviyorum ama öyle başkalarının tarifine benzemez bu sevgi, bugün böyle, yarın öyle değil, bana ortaokulda “yurttaşlık bilgisi” dersindekine benzer saflıkta, ama katıksız ve bitimsiz temiz duygularla öğretildiği hali ile…  Aslolan insan olabilmek, aslolan iyi insan olabilmek… Aslolan hırsız olmamak, aslolan sahtekâr olmamak… Şimdi, mesela, benim çok yakın bir akrabam var, kendisini iyi bir milliyetçi ve iyi bir Müslüman olarak tanımlar hatta kendisine göre de iyi bir siyasetçidir, ama hem tescilli hırsızdır, hem de bu vatanı “Ahmet Altan” benzeri küçücük, hatta minicik çıkarları için gözünü kırpmadan satabilme potansiyeline haizdir… Bu yazıyı okuyan nerdeyse herkes onu tanır… Şimdi soru yine aynı ve değişmez, yüreğin kurum bağlamış ise, bu ülkeyi sevsen ne olur, sevmesen ne olur… Yüreğin kurum bağlamış ise, ruhun fitne fücur ise, Müslüman olsan ne olur, olmasan ne olur… Öyle hamaset yapmaya gerek yok ve de hamaset ile peynir gemisi yürümüyor… Neyse bu kabil dürzülere etik ve ahlak anlatmak bizim görevimiz değil ayrıca olsa da onların buradan alacağı ve anlayacağı ilave bir ilim, irfan ve feyz de yoktur, olamaz da zaten, bunların hamuru başka türlü yoğrulmuştur… Hamurun nasıl yoğrulduğunu merak edenler için, Neyzen Tevfik şiirleri referans oluşturur… Ama asıl referansı ise Mustafa Kemal Atatürk verir, “Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.” diyerek gençliğe hitabesini, çok şükür ve neyse ki, gençliğimizde çok önemsediğimiz bu hedefe, artık gençlik kalmaması nedeniyle, nöbeti gençlere devrederek yâd edelim. İlaveten de Neyzen Tevfik’ten bu hedefe yönelik;
                      Bay Hitler’e yaralandı, dediler.
                       Menhus yıldız çabuk doğar dulunur;
                       Sen köpeğe kuduz de de geçiver,
                       Nasıl olsa bir öldüren bulunur.beytini paylaşarak iktifa edelim.

Neyse konuyu dağıtmadan ve de tarihçi önder ve büyüklerimizden ve de onların bilebildiği kadarı ile konu üzerine edilen kelamlardan yola çıkarak “Gâvur İzmir” konusunda kalem oynatalım.

Şimdi tarihte neden “Gâvur İzmir” denilmiş üstüne kısa bir hatırlatma yapalım…

Konu ile ilgili okuduğum kaynaklarda, farklı tarif edilen birkaçından en anlamlı ve mantıklı gördüğüm; İzmir’in, Aydınoğulları döneminde, yukarı İzmir yani Kadifekale ile aşağı İzmir yani Liman Kalesi diye ikiye ayrıldığından bahis ile Kadifekale’nin siyasi merkez görevi yapar iken, Liman Kalesinin ekonomik merkez görevi yaptığı zikredilir. Bu tanım ve tarif “Osmanlı” döneminde de geçerli olmuş ve günümüze kadar gelmiş günümüzde artık coğrafik tanım ötesine geçemeyen bir hale gelmiştir. Aydınoğlu Mehmet Bey, Kadifekale’nin Cenevizliler tarafından işgaline son verip siyasi ve idari merkezi ele geçirmesini müteakip söylenen ve “Liman Kalesi” bölgesini hedef alan “Gâvur İzmir” tanımlaması artık dile pelesenk olmuştur. Gâvur İzmir… Bu ihtiyari idari bölünme üstüne Aydınoğulları döneminde yazılan bir beyit durumu ziyadesiyle teyit ve tespit etmektedir.
İki kale idi İzmir ol zaman
Birini Mehmet Bey almıştı nihan
Biri anın dopdoluydu Frenk
İşleri dün ü gün İslam ile cenk
Bahrdir üç yanı bir yanı kara
Kaleyi kılmışlar ana daire
Yanına bir kimse anun varamaz
Kuş olup uçarsa ana giremez

Bir başka kaynakta ise; “Gâvur İzmir” ifadesinin veya yazılan metine sadık kalınarak söylenecek biçimi ile “infidel smyrna”, 1874 tarihinde Amerika’nın Mısır büyükelçisinin bir raporunda, dini bütün insanların İzmir’in kozmopolit yapısına istinaden kullanıldığını tespit etmiştir. Diğer taraftan, gerçek tarihçilik tercihi ile yola çıkıp popüler tarihçilik tercihine yükselen İlber Ortaylı ise;  “Girit, Bosna, Arnavutluk ve Bulgaristan’dan göçlerle gelen insanlar belki ilk anda bereketli toprakta Hıristiyan unsurun olmasına kızmış olabilirler. “Gâvur İzmir” lafı başkalarından çok onların koyduğu bir ad olabilir.” diyerek başka bir yorum yapmaktadır.

Durum bundan mütevellit olup, isteyen öğünür, isteyen döğünür, keyfiyeti zat-ı alilerinize arz…

Üstad-ı münir Neyzen Tevfik’in Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi’ndeki odasının duvarına yazdığı şiir ile veda…

ŞAHANE CEHALET39
Evet!... şu dünya dersi’ni verdi,
Yeter artar bu hikmet; ihtiyara, kâhile, gence.
Kabul etti bunun tatbikini alkışla yardaklar,
Maarif zindanında ilme, tarihî bu işkence!


Huzurunda bu zatın intihar eylerdi Cebrail,
Bilinseydi ezelde hilkatin bu sırrı evvelce;
Yıkardı arşı, kürsiyi, eğer çıksaydı bu dâhi
Bu şahane cehalet uğratırdı Tanrı’yı felce!

 

Pazar, Mart 11, 2018

ARKA DENİZ – ALTINKUM


Deniz, deniz, güzel deniz, ey güzel “Arka Deniz”… Yıllar içinde, Arka Deniz, Sancak Denizi, Karakol Denizi ve nihayet kumsalından mülhem “Altınkum”, insanların hayallerinin, düşüncelerinin ve yaklaşımlarının tezahürünün adlandırılmalarıyla bugüne gelmiş. Akşamüzerlerinin eflatun’dan başlayıp, Homeros’un tanımlaması ile “Şarap rengi deniz”e dönüşen ve günün ışıkları ile birlikte yeniden ve yine, lacivert’in turkuaz ile kâh tango, kâh romantik dansına kapılmış görüntüsünü veren, insanın içinde sevinç ve umut meltemleri estiren güzel Deniz… Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği önemli mekân, Arka Deniz ve şimdiki Altımkum. Benim “güzel Deniz” denilince aklıma gelen 2 Denizden biridir, mezkûr mekân, diğeri de Ilıca’dır, Pırlanta’yı unutmuyoruz şüphesiz. Aman kimse, Dünya’da ne güzel yerler var, bunları da görmek gerek, kıyaslayarak son karar için diyebilir, merak etmeyin çok önem atfedilen Çin’den, Küba’ya birçok deniz gördüm, özenle ve özetle edilen tüm bu kelamlar, kıyas tahakkukudur. Evet, herkese göre, bir güzellik tarifi olabilir ama bana göre “Güzel Deniz”, üşütmez, serinletir, su berraktır, kum kristaldir, yavaş yavaş derinleşir, siz yürüyerek metrelerce ilerler, yürürken yumuşacık kumun ayak tabanına adeta masaj yapar hazzını tadarsınız, yani aslında hem yüzer hem de yürürsünüz, voleybol, yakan top hatta futbol bile oynarsınız, frizbi savurursunuz, vs vs… Kıyıda adeta şeker kristalleri gibi pırıl pırıl parıldayan kumlara, serilmek ama kristal kumun vücuda yapışmasına izin vererek, öyle havlu vs gibi araçlar ile bariyer oluşturmadan, yani topraklamanın hasını yaparak, denize doğru bakarak Sakız Adası ile oluşan Boğazı görerek, ilerilerde, ta uzaklarda Ege Adalarının birbirlerine birer legonun parçalarıymış gibi yaklaşan coğrafyalarını hayal ederek… Peki, Dünyada bu özelliklere sahip yerler yok mu, şüphesiz, çok, hem de pek çok var ama hiç biri bu fiziki tariften öteye gidemez ve buralara aidiyetimizden, çocukluğumuzun ve gençliğimizin anılarının yarattığı duygusallığı bize veremez, çünkü ben buralara aitim diye düşündüm hep ve bu fizik görüntüye ruh veren hal de budur işte. Evet, farkındayım fazlaca güzellemeye dönüşüyor bu yazı ama klavyede parmaklar ve arkasındaki düşünce yoğunluğu fren tutmuyor.

Mezkûr zamanlarda, şimdiki gibi birkaç tane yolu yoktu, var olan tek yol da, Çiftlik Köyü içinden Değirmen Dağı eteklerinden genellikle dere kıyılarını takip eden, patikayı andıran ama aslında at arabalarına uygun ve Aliören Ovasını boylamasına geçip Sancaktepe’yi aşıp, Sancaktepe Jandarma Karakol binası yanından geçerdi, esasen de aynı zamanda Karakol nedeni ile bir güvenlik yolu idi. Sancaktepe Jandarma Karakolu şimdiki stabilize yolun sağında tel örgü ile çevrili şu anda da muhtemelen iletişim amaçlı kullanılan merkezin olduğu yer idi ve gözetleme ve izleme görevleri açısından müstahkem bir mevkidir. Burayı biraz ilerleyince denize ulaşılır idi. Şu anda kullanılan asfalt yol ise, bugünkü genişliğine önce 12 Mart askeri darbesi sonrası “Tursite” adı ile bilinen tesisin oluşumu ile bilahare de 1974 yılında Yunanistan ile yaşanan savaş hali neticesinde oluşmuştur. Tursite ve 12 Mart ilişki ve bağlantılarını da bir başka yazı konusu yaparım diye düşünmekteyim.

Deniz kenarında; yerelde çok bilinmeyip uluslararası düzeyde anlamlı oranda bilinen ve “Turgut’un Yeri” diye bilinen, Çiftlik Köyün yerlisi bir aileden Turgut Erol’un işlettiği mekândır. 70’li yılların başında uluslararası dağıtılan tanıtım broşürlerinde, maalesef özelde Çeşme’nin herhangi bir özelliğinden bahsedilmiyorsa bile “Turgut’un Yeri” mahsus bir yer tutardı, defalarca kez farklı dillerde farklı broşürlerde sitayişle tanıtılmasına tanık oldum. Şimdiki gibi elektrik yok, meşrubatlar ya da bozulma ihtimali olan yiyecekler de, hemen arkadaki tatlı suyu olan keson kuyuda, kasalara ip bağlanıp içine konulan yiyecek ve içeceklerin kuyuya sarkıtılması usulü ile korunurlardı. Önce çadırını getirenin çadır da kurabildiği bir alanı varken sonraları kiraya verilmek üzere mekan sahibi tarafından küçük küçük çadırlarda kurulmuş idi. Bu mekânın bugün asla bir başka yerde bir örneğine rastlanılmayacak özelliği ise, tezgâhın başında kara kaplı bir defterin, yani veresiye defterinin bulunması ve kural olarak müşterinin kendisi adına açılan sayfaya, dolaptan aldığı yiyecek ve içeceklerin kendisi tarafından yazılması ve ayrılırken de mezkûr beyan mucibince ücretlendirilmesine dayalı olması idi. Turgut’un oluşturduğu bu sistemden herhangi bir şikâyeti olduğunu hemen hemen hiç duymadım, hatta duyanı da duymadım... Günümüzde olsa bu sistemin çalışması imkânsızdır şüphesiz, ne de olsa muasır medeniyet seviyesine ulaşmışızdır. Böylesine güvene dayalı bir sistemin çalışmasının mümkün olabileceğini, uygulamalı gösterdiği için Turgut Erol’a teşekkür ediyorum hatta kendisini her gördüğümde de hala bunu hatırlatıyorum. Mütevazılığındın olsa gerek gülümsemekten öte bir mimik oluşmuyor yüzünde ya, bu da ayrı bir mütevazılık olsa gerek. Ey gidi güzel günler ey diyesim var ama “ey” karışmasın diye demiyorum gayri. “Marka olunması gerekir” diyen abiler sayesinde ticaret öne çıkınca artık sineğin yağının çıkarılıp pazarlanması hatta eşeğin boyanıp babaya satılması fikri ve zikri öne çıkmış ve diğer hasletler arka plana itilmiştir. Geçmiş ola…

Romatizma sıkıntıları artan kuzenimi sıcaklarda burada kuma gömüp, başını korumak için şemsiye gölgesine yatırdığımız günleri mi, köy odasına bedel ödeyerek kum satın alınıp traktörlerle taşınmasını mı, Çiftlik köyünün önemli simalarından, çocuklarımın kendisine dede dediği onun da çocuklarıma torun muamelesi yapan, gelen giden Almanlardan iyi derecede Almanca öğrenip konuşan Bayram abiden mi,  Köy enstitüleri üstüne araştırma yapan Kanadalı ünlü araştırmacı Fay Kirby’den mi, ticari anlamda ilk tavuk çiftliği kuranlardan Gavur Ali’den mi ve finansör ortağından mı…

Evet, daha çok şey var yazabileceğim bu deniz ve sahili ile ilgili, onların üstüne de gelecek yazılarımda değineceğim…

Pazar, Mart 04, 2018

KEMALİZM

Atatürkçülük veya Kemalizm, öncelikle emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı veren halkların, “milliyetçi-devrimci” saiklerle ulusal kurtuluş mücadelesinin tezahürüdür. Mustafa Kemal Atatürk ve Kemalizm ile ilgili olarak, Türkiye Devrimi üzerine sarsılmaz analizler yapan, seven sevmeyen, hemen hemen herkesin ittifakla, büyük devrimci, teorisyen ve eylem adamı dediği, Türkiye devrim tarihine, direnen ve teslim olmayan bir önder olarak geçen Mahir Çayan; “Kemalizm, emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir ülkede doğu halklarının milli kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek milli kurtuluş savaşlarını açan bir küçük-burjuva milliyetçiliğidir. Türkiye'deki küçük-burjuvazinin en radikal çizgisi olan Kemalizmi karakterize eden yalnızca “Milli Kurtuluşçuluk” ve “Laiklik” öğeleridir. Kemalizm’i bugüne kadar ayakta tutan, ona ruh veren milli bağımsızlıkçı niteliğidir. Kemalizmin anti-emperyalist niteliği bir tarafa bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz. Bu nedenle ancak emperyalizmin karşısındaki saflarda yer alanlar, Kemalizme sahip çıkabilirler.”diyerek, Kemalizm değerlendirmesi konusunda devrimcilerin görüşlerinin nasıl olması gerektiğini belirlemiştir. Diğer taraftan da; “1919'da Amerikan mandası isteyenler ne kadar milli bağımsızlıkçı ve Kemalistlerse, 1969'da anti-amerikan hareketleri sabote etmeye çalışarak anti-emperyalist safları dağıtmak hevesinde olanlar, milli kurtuluşçulara “gözü dönmüş demokrasi düşmanları” “halka inanmayan yobaz aydınlar” diye kara çalarak Amerika'ya taviz verme politikasında işbirlikçilerle yarış halinde olanlar da o kadar Kemalisttirler. Ve bu Kemalistler ne kadar devrimci iseler, onları Kemalist saflara sokan görüş de bir o kadar devrimcidir!..”diyerek te kimlerin Kemalist olup olamayacaklarının da tarifini vermektedir.


Evet, Mustafa Kemal, ama kimin tariflediği ya da kimin temsil ettiğini söylediği Mustafa Kemal ve Kemalizm… İsmet İnönü’nün mü? Celal Bayar ve Adnan Menderes ikilisinin mi? Cevdet Sunay’ın mı? Demirel’ in mi? Kenan Evren’in mi? Kimin… Kimin… Çünkü sayılanların ve sayılamayan ve dönem aralarında yönetimde bulunanların tamamı, evet istisnasız tamamı, Kemalist oldukları iddiasındaydılar. Bunların en keskin savunucu görünenleri de 12 Eylül askeri faşist darbesinin, içimizdeki “Amerikan çocuklarının” baş temsilcisi olan, eski “NATO’nun gizli ordusu” komutanlarından olduğu iddiasını yalanlayamayan Kenan Evren idi… Hem de nasıl… Atatürkçülüğü sürekli olarak asıl amaçlarını maskelemek için kullanarak, Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı oldukları görüntüsü ve savunusu içinde, Atatürkçülükte birlikte tariflenen ve tertiplenen ve son derece olumlu nitelenecek, “Türk Tarih Kurumu”, “Türk Dil Kurumu” başta olmak üzere tüm kurumları kapatmakta, Atatürk’ün bağımsızlıkçı şiarının aksine, adeta canım yurdumu dizlerinin üstüne çökertecek şekilde, Amerikan emperyalizmine bağımlı hale getirmekte bir beis görmemişlerdir.


Bugün; müstevlilerin emperyal politikalarının Türkiye mümessilleri, aldıkları pozisyonlara bağlı olarak, gerek göğüs gererek gerekse de mahçup şekilde, Kemalist olduklarını beyan ede dursunlar, hedefteki halk yığınları üstüne zerkettikleri anti-komünist politikalar mucibince, yarattıkları politik rüzgârlara bakılarak yapılacak tespit, ne yazık ki canım yurdumu çok uzun yıllardır yönetenlerin hiç birisi, bağımsızlıkçı olamamışlardır. Yani hiç birisi Kemalist olamamışlardır ya da herkes kendi keyfine göre bir Kemalizm tarifi yapmıştır.


Gelinen nokta itibariyle canım Yurdumda; sahte Kemalistlerin “Atatürkçülük” demagojileri nedeniyle kafalar çok karışık olup, “gardrop Atatürkçülüğü” ile “Kemalizm” birbirine karıştırılmakta ve emperyalizme teslim olanlarla, emperyalizmle işbirliği içinde olanların her geçen gün etkilerinin artması nedeniyle de, bağımlılık Cumhuriyet tarihinin en üst noktalarına ulaşmış bulunmaktadır.


Her ne kadar da, “Kemalizm”; yaşanılan dönemin koşullarına uygun olarak, kâh özel sektörcü, kâh devletçi davranışlar göstermiş olsa da, emek-sermaye ikileminde gel-gitlerle bocalasa da, temelde “İzmir İktisat Kongresi” kararları mucibince yönünü çok açık şekilde tayin etmiş ve sermaye yanlısı olacağını göstermiştir. Bu iktisadi tercihine rağmen, anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı tercihleri ve uygulamalarının ciddiyetle takip edilmesi gerektiğine inancımızı bir kez daha belirtmeliyiz. Diğer ülkelerdeki “Milli Kurtuluş” mücadelelerine örnek teşkil etmesi bakımından da, Kemalizm’in önemi ortadadır ve salt bu nedenle bile bu ruha sahip çıkılmalıdır.


Atatürk’ün bu yılki sene-i devriyesi nedeniyle kendisini bir kez daha saygı ile anıyor ve yazımı büyük üstat Nazım Hikmet’ten bir Atatürk tarifi ile bitiriyorum…


 


BÜYÜK TAARRUZ
Dağlarda tek tek
Ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
Şayak kalpaklı adam
Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
Güzel, rahat günlere inanıyordu
Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
Birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
Eğildi durdu.
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...   

Pazar, Ocak 28, 2018

YETMEZ AMA EVET. ALLAH VERDİKÇE VERİYOR


Futbolcu Rıdvan, Arda gibilerine kızanlara, kızdıkları noktanın üstünde duranların tekmili birden kısa bir hikâyesini yazmak şart oldu, gerçi bu bir anlamda kendime de bir telkin manasındadır ya…

Tek Parti’den kurtulma planları yapılan dönemde “demokrasi” ve “özgürlük” vaat edilerek, siyaseten yedeklediği, dümen suyuna çekilen aydın geçinen zümrenin sefaleti, ne yazık ki belli dönemlerde canım Yurdumun gündemini oluşturma gayretindeki bir kısım aydınların makûs talihi olmuştur, “benim oğlum okur döner döner okur” döngüsü kırılamamış, memleketin de siyaseten mümbit topraklarının katkısı ile tarihten de hiç ders alınmayarak devam etmiştir. Aslında bu bir “yetmez ama evet” başarı hikâyesi olup, bu cenahtan da nasıl sözde muhalefet ede ede güç odaklarının yedeğine düşünülürün, acıtan, iç burkan bir özetidir.

Evet, DP (Demokrat Parti) saflarında direk yer almaksızın, perde arkasında, en azından bugünküler kadar cesaret göstermeksizin, utangaç ve mahcup görüntülü sınırlı ve sorumlu desteklerini esirgemeyip, “erbabı yaparsa çarşaf bile kıpırdamaz” babından oluşan tuzağı bile görememişlerin ve onların bugüne taşınan ardıllarından bahsediyorum. İlgili kaynakların bulunup, bahse konu bilgilerin teyidinin çok kolayca yapılacağı üzere, dönemin birçok sosyalist eğilimli, demokrat veya tek parti baskılarından bıkmış, usanmış ama asla muhafazakâr olmayan, faşist olmayan muhteremleri, kâh finansmanı iyi saatte olanlar tarafından yapılacak dergilerde sözde bağımsız yazılar yazmak, kâh başka bazı ikballer ya da ehven koşullar önerilmesi numaraları ile yedeklenmiş, anlı şanlı muhteremleri görmek mümkündür. “Tek parti ve Milli Şef İnönü’ye karşı, özgürlük ve demokrasiyi savunan yeni bir siyasal hareket ortaya çıkıyor. Senin de bizimle olmanı istiyoruz” oltasının peşinden, kimileri başlangıçta birlikte olmak kaydı ile kimileri sonuna kadar, yeni bir tarz ve ABD’ye bağımlı despotik rejimin oluşmasının yelkenine rüzgâr olmuşlardır. Peki, kim mi idi bunlar, Zekeriya Sertel, Mehmet Ali Aybar başta olmak üzere Niyazi Berkes, Pertev Boratav, Behice Boran gibi geniş kitlelerce bilinen isimler sayılabilir.

Hadi bunları anlayalım diyelim ki son güne kadar tek parti yönetiminin ve onun baskıcı rejiminin kadrine uğradılar ve demokrasi havarisi gördükleri muhteremin peşine takıldılar, tıpkı fareli köyün kavalcısının peşine takılan çocuklar gibi ama bugüne yansıyan ardılları nasıl izah edilir tüm bu yaşananlara rağmen, bu kadar entelektüel birikimi olan kendilerine bir şeyler vehmedenler nasıl bu trene binerler, anlaşılır gibi değil. Bunların önemli bir kısmı akademik kariyerleri ile insanları fikren ve ruhen ezecek durumdadırlar, çocuklarımıza üniversitelerde ders verirken, yazdıkları kitapları bize sunarken ettikleri cilalı laflara bakarsanız… Strateji, Taktik, Ahlak, Etik gibi değerlerin öne çıktığı yüzlerce eser yaz, tek eserin esirine teslim ol… Demezler mi adama, yahu siz daha bu küçücük ayak numaralarını göremiyorsunuz, farkında değilsiniz şu basit çalımların…

Hani bizi etkilemese, geleceğimizi ipotek altına alma riski taşımasa, çok komik olur bu koca koca akademik ünvanlı heriflerle maytap geçmek ama mesele ciddi, gelecek kaygılı…

Ne diyor anlı şanlı matematik profesörü Ali Nesin; “Tabii ki “Yetmez ama evet” diyecektim. Ben doğrusunu yaptığıma inanıyorum. Bugün olsa bugün de aynısını derim”… Süper laf yok… Ne diyor, anlı şanlı siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler profesörü Baskın Oran “ne kadar değişse o kadar sevap”… Bravo, şimdi hala daha utanmadan panelist oluyor konuşuyor sağda- solda, utancından adam yerin dibine girer be… Ne diyor anlı şanlı, yazar, akademisyen ve siyaset aktivisti Murat Belge “merkezinde Kemalistlerin olduğu cephe nefretlerini hayır diyerek kusuyor”, vay ki vay… Eeee tabii ki böyle yapacaksın, pigme boyun ve aklınla, kimselerin erişemeyeceği süslü kelamlar edeceksin… Ne diyor anlı şanlı gazeteci ve yazar Ahmet Altan “her çıkan evet bu zalim düzenin temeline şahmerdan gibi vuracak”… Vay ki vay aşk romanları yazarı, babasının yolunda… Ne diyor anlı şanlı gazeteci Mehmet Altan; “hayır diyenlerini ayıplıyorum” eee vallahi doğru… Uzatmadan özetleyelim, yeniden, Şahin Alpay “bin kere evet”, Cengiz Çandar “hukukun üstünlüğü için evet demekten başka yol var mı”, Orhan Pamuk “evet diyeceğim, darbecilerle hesaplaşmanın yolu açılıyor”, Adalet Ağaoğlu “evet diyerek hakkımızı aramanın yolunu açıyoruz” ,Sezen Aksu “tabii ki evet diyeceğim ve evet demeye de devam edeceğim”, Sinan Çetin “bir daha darbe olmasının önüne geçmek için evet diyorum”… Yaaa işte sahip ol böyle aydına, düşme hiçbir kaygıya… Bu zevat bu işin sıradan ve sunulduğu biçimi ile bir anayasa referandumu olmadığını bile anlayamadı, bravo… Herkes tarafından kandırılanlar sadece bu muhteremleri kandırıyor… Bükemediğin bileği öpmek gerek ama biz yine de yapmayalım… Ama Rıdvan’a, Arda’ya, Burak’a, ben dâhil kızarız ya, aslında bunları akılları bu kadar ve çaktırmadan büyük para kazanmaktan başka hiçbir özelliği olmayan bu çocuklar kabulü ile kızmadan ve de kıyısından kenarından eleştirmeliyiz.

Unutmamalıyız ki; ÖDP’nin ilk genel başkanı Ufuk Uras’un “örtünme insanın özgürleştirmektedir” yaklaşımı ile başlayan, HDP’nin tarafsız kalma manasındaki boykotuna uzanan bir sürecin geleceği nokta her zaman kaçınılmaz olarak burası olur.

Bizim gazetenin patronu Aydın Korkmaz; “ben 12 Eylülde hayır dediğim anayasaya neden şimdi değişmesin diyeyim” diyerek lafzi parlak ama muhteva kofti açıklamalar yapmış idi… Üstelik adı bile Aydın… Yahu aklımız karıştı bu kafalardan yorulduk vallahi… Ancak canım yurdumun toprakları da mümbit be, verdikçe veriyor…

 

Pazar, Ocak 21, 2018

ÖLÜMÜN ARDINDAN SÖYLENENLER


Ölüm; hangi yaşta olursa olsun zordur, ama ne yazık ki bu zorluk ölen için değildir, geride kalanlar içindir. Diğer taraftan; doğum ile başlayan süreç, ölüm ile kaçınılmaz ve doğal olarak sonlanan süreç, inançları gereği öteki dünyaya inananlar için, tanımlanmış sonsuz ve kutsal âleme göç ebedi yaşama merhaba, inanmayanlar için de sonsuz sessizlik ve yıldızlara yolculuk, başka bir şeye dönüşüm manasında son olarak tanımlanmakla birlikte, kimileri için toprağın altında kalmak, kimileri için yakılmak mukadder son olmaktadır. Ama her canlının başına, er geç, ama mutlaka gelen korktukça yaklaşan, omuz silktikçe nispeten uzaklaşan ya da umursamadıkça çok ta kötü görünmemeye başlayan bir vaka… Ayrıca ölümün kutsanması da, başta gerek siyasiler, gerek din adamları, gerekse de şair ve ozanlar tarafından kutsanması da, ne yazık ki engellenir bir şey olmaktan çok uzak. “Şehadet şerbeti içmek” için cihat bir tarafı gaza getirmenin, öne sürmenin şiarı olurken, diğer tarafta bağımsızlığın, sömürüye karşı dik duruşun şiarı “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin… Savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi” olarak öne çıkmaktadır. “Kır kalemi, kes cezamı, yaşamayı neyleyim” gazına gelmeden, Nazım Hikmet ustanın “yaşamak güzel şey be kardeşim” noktasına terfi edilmesi farz olunmalıdır.

Gerçekte, ölen bir yakınınızsa teskin etmek üzere taziye babında söylenenler, sizce kocaman bir hiçtir… Çünkü bıçak ağzınızı açmamaktadır,  beyniniz öylesine ağırdır ve zonklamaktadır ve çenenize öylesine basınç yapar ki, kulaklar işitmez, gözler görmez ve diller söylemez olur… Taziyelerden, teskin edici sözlerden sonra yalnız kalmaya başladığınız anda, 3 duyunuzun başına gelenlere ilaveten her şey farklılaşır, kaybettiğiniz yakınınızla konuşur gibi kendi kendinize konuşmaya, gözyaşlarınız arasında boğulmaya başlarsınız. An itibariyle son görüşmeniz gerçekleşiyor gibi düşünerek, söylemek istediğiniz ya da gerektiğinde ve zamanında söyleyemediklerinizi usta bir şair kabiliyetiyle anlatmaya çabalarsınız.

İnsan hayatının 3 önemli evre ile tanımlandığı söylenir ya,
1.    Anaaaa ne kadar da büyümüş
2.    Aaaaaa vallahi hiç değişmemişin
3.    Hay Allah hiç haberimiz olmadı, tam da o durum, ama başkaları için…

Neyse; konuya yönelik söyleyeceklerimizi söylemeye geçelim… Ve taziye babında toplumumuzda taziye ve baş sağlığı için söylenen sözlere geçelim. Cenaze mazından itibaren başlayan, kimisi dualarla, kimisi alkışlarla uğurlanırken, 7’si, 40’ı ve 52’si ve de seneyi devriyelerinde söylenen sözler;

Eğer zamanlı ve sıralı bir son ise, genellikle, Allah taksiratını affetsin, Mekânı cennet olsun, Allah rahmet eylesin, Nur içinde yatsın, Toprağı bol olsun, Hakkın rahmetine kavuştu, İyi bilirdik, Hepimizin gideceği yer orası, Rahmetli efendi adamdı, Nurlarda yatsın, Allah gani gani rahmet eylesin, Allah sevenlerine sabırlar versin, Ruhu şad olsun,
Eğer yaşamın erken döneminde yaşanmış bir son ise, Yolun açık olsun, Acımız büyük, Derslerinde çok başarılıydı, Okumayı çok seviyordu, Doktor olmak istiyordu, İçimizde,
Eğer amansız bir hastalık nedeni ile yaşanmış bir son ise; Ölenle ölünmez, Çok hastaydı kurtuldu acılarından, Allah'tan çok çekmedi rahmetli, Kurtuldu be adam, Seni çok özleyeceğiz,
Eğer sanatçı birinin vefatı ise; Son şakasını yaptı, Işıklar içinde uyusun, Yıldızlar yoldaşı olsun, Işıklarda kalsın, Yıldızlara uğurluyoruz, Yapma be Niyazi, Ah ulan Rıza, İyi insanlar güzel atlara binip gittiler,
Gibi başta olmak üzere daha da birçok şey söyleniyor, bugün bizlerin söylediği bu sözler, mutlaka eninde sonunda bir gün bizim de arkamızdan söylenecek olan sözlerdir. İyi de bu sözler, söyleyenin ve söylenenin nezdinde nasıl karşılanmaktadır, işte asıl mesele bu. Başkasına söyleyeceğiniz sözü söylüyorsunuz, çekip gidiyorsunuz, söylenen dinleyip geçebiliyor mu peki, nerde… Ahhh “ateş düştüğü yeri yakıyor”. Söyleyenler için, bir ölüm, bir mefta, bir şehit ama söylenenler için bir ateş topu…

Genel manada; “Arap hava yollarına bindi”, “imamın kayığına binmek” ile başlayan tanımlamalar yapılırken, “daha dün beraberdik”, “insan şaşırıyor”, “inanılır gibi değil”, “sanki gelecekmiş gibi”, “Allah’ın takdiri” tanım ve tarifleri ile ölümü kısaca ve fikrimce toparlamaya çalıştım. Ne gereği vardı dediğinizi duyar gibi oluyorum, bence tam da gereği ver… Çünkü; “pisi pisine gitti Niyazi” sözü de sıkça kullanılan bir sözdür.

“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.”
Diye başladığı şiirinde Cahit Sıtkı Tarancı, şiiri şöyle bitirmekte,

“Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.”

Son olarak büyük Şair Nazım Hikmet’in Taranta Babu’ya mektuplar başlıklı şiirinde, onuncu mektupta anında ruhuna uygun olarak şöyle sesleniyor;

Ne tuhaf şey Taranta-Babu;
bizi kendi topraklarımızda öldürmek için
kendi topraklarımızın
                      baharını bekliyorlar.
Ne tuhaf şey Taranta-Babu;
belki bu yıl Afrika'da
yağmurların dinişi,
renklerin, kokuların
gökten yere bir şarkı gibi inişi
ve güneşin altında ıslak toprağımızın
derisi tunç yaldızlı Gallalı bir kadın gibi gerinişi,
bize senin
                memelerin
                              gibi tatlı yemişlerle beraber
                              ölümü getirecek.
Ne tuhaf şey Taranta - Babu!
Kapımızdan içeri ölüm
kolonyal şapkasına
               bir bahar çiçeği takıp girecek...

Salı, Ocak 16, 2018

ZEKİ, ÇEVİK ve AYNI ZAMANDA İYİ AHLAKLI…


Yıllar önce, Can Dündar’ın şu anda adını hatırlayamadığım bir kitabını okurken, tam da bir ibretlik farikası kabilinden bir hisse, sonraları başka kaynaklarda da bulunan bu hikâye, “takıldığı zaman karşınızdaki kızları çırılçıplak gösteren gözlük” spotu ile satışa arz edilen ve satıcılarını anladığım kadarı ile ticari olarak bir hayli mutlu eden bir çalışma…
Abuk subuk gazetelere verilen reklamda; “Karşınızdakileri çıplak görmek istemez misiniz? Bu hayalinizi bir gözlük satın alarak gerçekleştirmeniz mümkün!..” spotu ile bir reklam kampanyası yürütülür… Aslında kül yutmadığını zanneden canım yurdumun zeki, çevik ve iyi ahlaklı insanlarını yoldan çıkarma hedeflenir… Aslında canım Yurdumun insanı, asla böyle bir beklenti içinde değildir ama ahlaksız ticaret erbabı insanlar vardır ve zeki, akıllı, bilgili, iyi huylu, müşfik, temiz duygulu, safiyane düşünceli, yüksek ahlaklı, namuslu insanımızı yoldan çıkarmaya ahdetmişlerdir ve şimdi onlar sahnededir. Yoksa bizim zeki, çevik ve iyi ahlaklı insanımızın aklında ve fikrinde bu tür sapıkça düşünceler barınamaz, zaten söylendiğine göre toplumumuzun %90’ını da Müslüman, Müslüman toplumlarda bu olmaz, siz bakmayın öyle pedofili, zoofili, nekrofili, ensest durumların anlatıldığına, olmaz zinhar olmaz bu topraklarda… Su damacanası ile olan ilişki bile ziyadesi ile yalan ve abartıdır… Varsa yoksa kötü niyetliler, ajanlar, provokatörler ve yoldan çıkarıcılar… Ne yapıyorsa onlar yapıyor… Yalancı ve abartıcı basın da üstüne üstlük…

Neyse bu faslı fazla uzatmayalım, bana yalaka diyen olursa şimdiden söyleyeyim ki kendileri benim tam iki katımdır… Gelelim yaşananlara…
İsmi saklı bir şirket, büyük boy gazete ilanları ile veriyor bu güzel müjdeyi... Reklam “Karşınızdakileri çıplak görmek istemez misiniz? Bu hayalinizi bir gözlük satın alarak gerçekleştirmeniz mümkün!...” Reklama bakınca, istenilen miktar paraya kıyıp üstelikte filan tarihe kadar acele davranıp sipariş verişeniz büyük tenzilat ta cabası, satışa sunulan bu özel gözlükten satın alıyorsunuz, etrafınızdaki insanları giyinikken, takıyorsunuz bu özel ve tılsımlı gözlüğü, aniden insanları çıplak görme şansına kavuşuyorsunuz. Artık kimsenin giyinik olması size sökmüyor, bu özel gözlüklerle kıyafeti delip geçecek gözleriniz, karşınızdakinin teninin en mahrem ayrıntılarıyla buluşturacakmış sizi... Hayatı bütün çıplaklığıyla görebilecekmişsiniz… Canım yurdumun insanına ne hoş bir hayal, ne hoş bir fantezi… Gazete bu ilanı yayınlayamayız, ahlaki, sosyal ve ticari sakıncaları vardır demiyor, yayınlıyor, ilanı gören ya da bu tür abuk subuk ilanları takipten keyif alan bir grup abuk subuk insan da, yahu böyle bir şey olur mu sorgulaması yapmadan, yahu etrafımda anam var, bacım var, komşum var, teyzem var, kardeşim var demeksizin, sunumun tılsımına kapılıp derhal satın alıyor… El insaf… Tabii ki bir de böylesine seviyesiz, terbiyesiz ve utanmaz, gözü paradan başka bir şey görmeyen, ticaret erbabı var… Peki tüm bunlar olurken, kanun uygulayıcıları neler yapmış, bilmiyoruz ama muhtemelen serbest piyasa biz bir şey yapamayız denilip, izlenmiştir olay aman aman bir arbede, bir kavga ve bir cinayet olmasın diye…

Şimdi de satın alanların, satın aldıktan sonra neler yaşadıklarına bakalım. Bu tılsımlı gözlük yaklaşık 125 bin kişi tarafından satın alınıyor, sadece 16’sı gözlüğü iade ediyor, işe yaramadığı, dolandırıldıkları nedeni ile 587 muhterem ihbarda bulunuyor, peki ya kalan yaklaşık 124 bin 500 kişi ne yapıyor? Bence onlar açısından dört ihtimal görünmekte;  

Birinci ihtimal; tılsımlı gözlük gerçekten işe yaradı ve etrafındaki insanları çıplak gösteriyor. Mutlular. Bu başarıya ulaşan on binlerce vatandaş şu anda yurdumun sokaklarını bir çıplaklar kampında bulunuyor gibi adımlıyor. Onlara göre bu 16 kişi “gözlüğü kullanmayı beceremediğinden, başarılı olamadı” ya da “gözlükler bozuk çıktı” dediler ve gözlükleri iade ettiler.

İkinci ihtimal; Gözlükler, ne yazık ki vaat edileni göstermiyor ama gözlük gelene kadar “röntgen yapma” fikri onları teslim alıyor, fikrin ağır basması nedeniyle sunum-beklenti gazının kudretiyle hala gözlüğün çalışmasını bekliyorlar.

Üçüncü ihtimal; muhteremler, gözlükleri takıp, çıplak görmeyi hayal ettikleri kişinin yanına gittiklerinde nasıl bir kazık yediklerini anladılar, ama “aptal” ya da “keklenmiş” diye damgalanmamak için seslerini çıkarmadılar.

Dördüncü ihtimal; eee bu işlerde böyle iş kazaları olur, ya çalışsaydı, yaşamıştım, edasıyla verdikleri paranın da üstüne, kayıp-kazanç kardeştir düşüncesi ile bir bardak soğuk su içtiler.

Satın alan uyanıkların ne kadar zeki, çevik ve ahlaklı olduğu bir kenara, kimse satın alan bu puştlara “yahu utanmıyor musun da insanları çıplak görmeyi arzuluyorsun” dememiş te anlaşılan. Çok muhtemeldir ki, parayı denk getirip satın alamayanlar ise hala hayıflanıp durmakta ve bunu alacakları güne yönelik hayal kurmaya devam etmektedirler.

Sonra sen, Aziz Nesin, çoğunluğa bir sıfat yükledi diye mahkemelere koşacaksın, yine bir film aktristi ya da manken bir kızcağız, kendini çoban ile kıyaslayınca kızacaksın, hadi oradan…

Bu minvalde son günlerde dinlediğim en güzel hikâye de; Gazeteci Yılmaz Özdil’den; “Playboy yıldızı Anna Nicole Smith, haftada bir gün sırf zevk için Edirne Genelevi’nde ücretsiz hizmette bulunuyor sayın seyirciler” diye haber yaptılar. Kapıda kuyruk oldu iyi mi? Hâlbuki... Özel televizyon furyasıyla başlayan abuk sabuk habercilikle alay ediyorlar, programın başında sonunda, bangır bangır “bu bir şaka programıdır, mizahtır” diye anons yapıyorlardı. Ahaliyi ikna edemediler kardeşim... Hatta şaka olduğunu Vali’ye bile inandıramadılar. Edirne Valisi, Anadolu Ajansı aracılığıyla resmi açıklama yaptı: “Öyle bir hanım Edirne genelevinde çalışmamaktadır...”

Yer kalmadığından “sokak röportajları” adlı programda “Mısır Piramitlerinin” canım Yurdumun limanlarından Mısır’a nasıl kaçırıldığını tarih öğretmeni ağzından anlatamadım… Bir daha ki sefere inşallah… Yine de “deli olmak” güzel be, düşünsenize akıllısınız bu ortamda… Hay Allah…

Pazartesi, Ocak 08, 2018

TENİMDEKİ ÜLKE NİKARAGUA


Adım attığı genç kızlık girişinin küçük burjuva, nihayetinde de Nikaragua’nın özgürleşme sürecinde başından sonuna devrimci yaşam, deyim yerinde ise bluejean ve tshirtle başlayan, haki askeri elbise ve postallarla nihayetlenen bir yaşam ve şair ve yazar, Gioconda Belli’nin “Tenimdeki Ülke Nikaragua” kitabını okuyorum, konu devrim, silahlı mücadele, propaganda ve kadın ve kadının büyümesi, anneleşmesi ve aşk, bir sevdalı ve nihayetinde de kadın ve iktidar ilişkisinin hikâyesi… Kadının postalları ile devrime katkısı ve romantizmi ve de Nikaragua’nın 70’li yıllar boyunca yaşadığı iç savaş ve bu iç savaşı dün gibi hatırlayan, kendisini emperyalizmin jandarması tayin eden ABD’nin kayıtsız şartsız desteklediği faşist Somoza iktidarı ve onun ordusu ve askerileşmiş sivil kontralar eli ile yaptığı katliamları yüreğinde ve vicdanında hissetmiş,  devrimin başarısı ile de gururlanmış, bizlere de nostaljisini yaşatmaktadır mezkûr kitap… Dünyaya, “dünya’nın beş’ten” büyük olduğunu gerçek manada ispatlamış olan, dünyayı değiştirmenin mümkün olduğunu ya da hiç değilse bunun için hayatın vakfı, bilahare de devrimin kendi çocuklarını yemesi ve sonra da belki de çoğumuza ironik gelecek bir şekilde bir ABD’li ile evlilik ve mezkûr ülkede yaşamaya başlamak… Halkına ve Devrime aşık Gioconda Belli, devrimci bir yazar ve şair olarak, pek çok devrimci hareket önderleri yanında Küba lideri Fidel Castro’dan, Panama Diktatörü General Omar Torrijos’a önemli pek çok ülke lideri ve Gabriel Garcia Marquez gibi önemli yazarlarla tanıştı, onların dönemine ve önderliklerine tanıklık etti, günün ruhuna uygun sohbetleri oldu, işte bu yaşanmışlıkların önemli bölümü de bu kitapta yer almaktadır.

“Hayatımda iki şeyin kaderimi belirlediğini düşünüyorum; ülkem ve cinsiyetim” diye hayat özeti çıkaran Yazar Gioconda Belli; kitabın önsözünde, “Çok ağladım bir o kadar da güldüm. “Ben”den feragat ederek “Biz”i kucaklamanın sevincini keşfettim. Hiçbir değere bağlı kalmamamızın vaaz edildiği, kolayca yılgınlığa kapıldığımız, inancımızı yitirdiğimiz ve hayallerimizi inkâr ettiğimiz bugünlerde hayatı -hatta ölümü- değerli kılan türden bir mutluluğu savunmak adına bu anıları yazıyorum." demektedir. Nikaragua’daki Sandinista hareketinin, hareketi oluşturan eğilim ve unsurların birlikteliğinin yarattığı müthiş enerji ile yerle bir edilen ABD emperyalizmi ve yerli ortakları, siyasi liderliğini Somoza’nın üstlendiği oligarşi, Sandinista hareketi tarihinin yeniden ve içtenlikle, yükselişi ve çöküşü, nihayetinde de kişiselleşmesi temelindeki gelişimi, Gioconda Belli’nin siyasi hayatı, devrimin yüklendiği propaganda faaliyetlerinin iç içe geçmişliği çerçevesinde son derece öğretici bir biçimde yazılmıştır mezkûr kitapta. Kitaptan akılda kalanlar, “Herkesin mutluluğu için verilen mücadelede, her şeyden önce insan kendi mutluluğunu buluyordu.” İle bir adanmışlık, “Dünyayı değiştirmek gibi bir hayaliniz varsa, onu gerçekleştirebileceğinizi hissetmenizden daha üstün bir güç yoktur ve o gün, orada her şey mümkündü, gerçekleşmeyecek hiçbir hayal yoktu. İle bir inanmışlık, “Birden düşünme, düşüncelerimi yansıtma özgürlüğüne sahip olmuştum. Mutluluk arayışının devrim yapmak kadar meşru bir amaç olduğu fikrindeydim; aklımı kendi mutluluğumu kazanmakta kullanamazsam, dünyayı kurtarmaya nasıl kalkışabilirdim? ile idealistlik, “Asıl üstesinden gelinmesi gereken kendine uygun eşi bulmak değil, bir yere yerleşmeyi, eksiğiyle, kusuruyla birbirini kabullenmiş iki varlığın özverili emeğiyle toprağı işlemeyi, köprüler kurmayı ve toprağın ilk titreyişinde kaçmamayı göze almaktı. İle bir mutlu gelecek tarifi yapılmasındadır, bana göre…

Kitaptan altını çizdiğim bölümlerle baş başasınız.

Devrim’in olumlu yanlarını göstermeye çalışıyorduk. Küçük başarılar bile enerjimizi yenilemeye yetiyordu. Kimin yazdığı bilinmeyen bir Vietnam şiiri benim düsturum oldu.
"Bombaların açtığı çukurları dolduruyoruz
Yeniden şarkılar söylüyoruz
Yeniden ekip biçiyoruz
Hayattan ümit kesilmez çünkü."

Öylesine bir yalnızlıktı ki ölüm! Ölülere başkalarıyla yola çıkma tesellisi bahşedilemezdi. Hayatta kalanlara ise nihai, mutlak çaresizliğin ıstırabını tahayyül etmek düşüyordu sadece.

Kitap düşüncedir. Toplumun içinde özgürce dolaşması gerekir. Bilginin sadece onu satın alabilenlerin tekelinde olmasından büyük rezalet olamaz. Bilgi evrenseldir. Hepimizindir.

Bir fikir uğruna, başkalarının özgürlüğü için canlarını vermelerini mümkün kılan nasıl bir dürtüydü? Kahramanlık güdüsü nasıl böylesine güçlü olabiliyordu? En çok hayret ettiğim ve olağanüstü bulduğum, adanmışlıkla birlikte gelen gerçek mutluluk ve doyumdu. Hayat, benzersiz bir anlam, amaç ve yön kazanıyordu. Dört başı mamur bir duygu, olağanüstü bir dayanışma, içten, duygusal bir bağ, tanımadığın yüzlerce insanla, kalabalıklarla paylaşılan, yalnızlığın ya da tecrit edilmişliğin buharlaştığı bir yakınlık,

İktidar, erkekleri hak sahibi olduklarına inandırıyor. Başlarını döndüren bu güçlü inançla göğüslerini şişirip halklara ve kadınlara saldırıyorlar.

Barışın ve dirliğin doğasında var olan ulaşılabilir, gündelik, bizi her an ölümle tehdit etmeyen, ama hayatın her imkânını değerlendirmemiz, aynı zaman içinde bir değil birkaç hayat yaşamamız için mücadeleyi gerektiren bir kahramanlık türü de vardı. Kişinin zaman ve uzamda çok yönlü bir varlık olduğunu kabul etmesi modern hayatin bir gereği, teknolojinin yabancılaştırıcı değil özgürleştirici bir güç olarak benimsendiği bir çağda yaşayanların faydalandığı imkânlardan biriydi.

Ben de bunun için mücadele etmiştim; kızlarım Che'nin dediği gibi, "Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir insana karşı yapılan, herhangi bir haksızlığı yüreklerinde duysun." diye mücadele etmiştim.

 

Pazar, Aralık 24, 2017

CHE GUEVERA EFSANESİ ÜSTÜNDEN KAHRAMANLIK


Kalp muhteremin biri ne diyor; “Che 39 yaşında öldürülen, bizzat kendisinin infazlar yaptığı bir katil kişilik. Bir gerilla. Bolivya’da, Küba’da, Güney Amerika’da faaliyette bulunan bir eşkiya benim liseli gencimin yakasında, göğsünde olamaz. Olmamalı. Bağı yok benimle. Köküm bir değil. Tarihim bir değil. Benim kendi tarihim ve insanlarım var. Onlarla övüneceğim. Garip. Fatih’i Dünya tanıyacak ama Türkiye tanımayacak”

Bu gaflet, dalâlet ve hıyanete cevap vermeden olmaz ki; burada olsa olsa Küba diktatörü ile bir ruhi hemhal vaziyetinin defansif ve de depresif ifrazatıdır tüm bu söylenenler olsa olsa, bütün sorun bu gerisi laf-ı güzaf… Ne diyelim yalanın bu kadar kuyruklusu da bu muhterem sayesinde erişilemez kadar büyüdü büyüdü, “Fatih” tanınmıyorsa, kim tanınıyor acaba… Sayenizde, çok şükür bir tek cep telefonu icadı ihalesi Fatih’e kalmadı… Yahu neler yapmadınız ki, 2. Köprüye adını verdiniz, öğrencilere bilgisayar dağıtımı projesine adını verdiniz, Canım Yurdumda erkek isimleri sıralamasında 11. sırada bulunuyor olması bile kara propaganda yapmanıza engel değil… Yahu artık bir de doğruları söylemeyi deneseniz… Gerçi bu söylediklerinin doğruluğuna siz de inanmıyorsunuzdur büyük ihtimalle ama siyasi emel-i vehmi ve hedeflerinizin tahakkuku cahilin ferasetine müstenit olması münasebeti ile milletin akli kündesi kaçınılmazdır… Aaaa inanıyorsanız da durum daha vahimdir vallahi, Allahım sen aklımı koru yarabbim noktası, Allah selamet versin…

Bu muhteremlerin tekmili birden Che’yi anlama kurslarına yazılmalıdır bence, yazılmalıdır ki, biat kültüründen gelmek ve doğmatizm ile hayatı idame ettirmek ile ferasetin, aklın ve izanın oluşmadığı anlaşıla, aksi takdirde, haydi çocuklar doktora, derler adama maazallah… Geçen yüzyılda dünya ölçeğinde, emperyalizme canı pahasına karşı çıkan bir sözcü, bir lider, bir önder aranacaksa eğer, And Dağlarında yoksul bir yerli köyünde, yoksulluğun yeryüzünden silinmesi mücadelesinde bayrak olmuş, bu uğurda tüm bağımsızlıkçıları hedef almış ABD’nin en ünlü insan avcılarını ve kasaplarını bir araya getiren ordularca, malum organlarının yusufundan ötürü, yaralı yakalanmasına rağmen katledilen, bununla da yetinilmeyip, ola ki dirilir kâbusuyla elleri bile kesilen Che’den başkasını, ne kadar ıkınırsanız ıkının aklınıza getiremezsiniz. İsyan, karşı çıkış, direniş, kurtuluş, bağımsızlık, adalet, hak, hukuk, eşitlik, namus, onur, gurur, özgürlük gibi daha pek çok olumlu sıfatın, Che akla gelince hatırlandığını, dünyada pek çok yerde bu sıfatlar ile yola çıkanların kendisini bayrak edindiğini bilmiyor olmanıza imkân yok… Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’in Che’yi “özgürlüğün, egemenliğin, haysiyetin ve hepsinin üzerinde adalet ve eşitliğin simgesi” olarak selamladığını da ilaveten bir kenara not ederken 1967’deki devlet başkanını artık kimselerin hayırlarla yâd etmediğini de gayet iyi biliyoruz, tıpkı yüzde yüz yerli ve milli olan evren gibi, ilaveten ABD ile siyasi hemhal olmuşluğuna rağmen bir helikopter kazasına kurban gitmesine engel olamamıştır, yani anlayacağınız yalakalığın ve satışın kendisini kurtaramaması hali... O sizin katil dediğiniz, bir ülkenin “bakanı” olmuş, saygın bir şahsiyet olma genel kabulü, sizin nezdinizde bir mana ifade etmiyor farkındayım, bilgisizliğin, hadsizliğin ve terbiyesizliğin yarattığı müthiş cahil cesareti ve organ karışıklığı nedeniyle ağzınızdan kaçırıyorsunuz ama sizin gemilerini kıble tayini ile namaz kıldığınız ülkenin, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak, ülkesinin kerhane ve kumarhane ihtiyacı karşılamak üzere sınırsız desteklediği, bir manada fikri hemhâlınız Diktatör Batista’nın karşısına çıkmış olmasını içinize sindiremiyorsunuz gibi duruyor konu… Mustafa Sabri Efendilerden el almış gafillerin, ABD’nin 6. Filosunu Canım Yurdumun bağımsızlığını tehdit ediyor olması gerekçesi ile protesto edenlere, silahlarla, bıçaklarla, baltalarla saldırıp insanları öldürüp, yaralayan güruhun liderliğini yapanların, zaten Che Guevera için “iyi adamdı” ve “Bağımsızlık benim karakterimdir” ya da “kendisini minnet ile anıyoruz” demesi abes olurdu ve de ben de şahsen alınırdım. Beni utandırmasınlar diye bu kelamları bu biçimi ile söyleyenlere teşekkürlerimi arz ediyorum.

Tabii ki ABD’nin gemilerini adeta “kıble tayini ile” hedefleyerek teşekkür namazı kılanların anlaması mümkün değil ayrıca anlamalarını da aklıselim kimsenin beklemediğini biliyoruz. CIA beslemelerinin, CIA ve devleti ABD’ye karşı bağımsızlık savaşı verenleri sevmediler, daha da ötesi bu karşı duruşu hiç unutmadılar ve kinlerini her fırsatta kusmaya devam ettiler ve ediyorlar. Zaten tek kitapla hem de onu da ciddi bir biçimde okumadan kulaktan dolma bilgilerle okumuş sayılanların bu kadar okumuş, okuma ve öğrenme sevdalısı insanları seviyor olması da beklenmez. Mesela sizin fotoğrafınızı tşirtüne basan biri var mı dünya da, çocuklarınız bile basmamışlardır, bunu böyle bilesiniz… Bop diyerek hop ettirenlerin haddine mi kalmış, dürüstlük, asalet, ahlak, etik, namus abidesi Che için laf etmek, ağızlarını 1 milyon kez çalkalamaları gerekir diye düşünüyorum.

Eeeee tabii ki, Mustafa Sabri Efendi, Dürrizâde Abdullah Efendi, Damat Ferit Paşa, Ahmet Aznavur yüzde yüz milli ve yerli ama elin gâvuru Che eşkıya, katil… Kalp kahramanlık böyle bir şey işte… Bunların derin hoca diye yere göğe sığdıramadıkları mısır püsküllü hoca ne diyor; “Beni tefe koyarlar ama keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiç biri olmazdı”. Nokta hatta üç nokta…