Pazar, Mart 11, 2018

ARKA DENİZ – ALTINKUM


Deniz, deniz, güzel deniz, ey güzel “Arka Deniz”… Yıllar içinde, Arka Deniz, Sancak Denizi, Karakol Denizi ve nihayet kumsalından mülhem “Altınkum”, insanların hayallerinin, düşüncelerinin ve yaklaşımlarının tezahürünün adlandırılmalarıyla bugüne gelmiş. Akşamüzerlerinin eflatun’dan başlayıp, Homeros’un tanımlaması ile “Şarap rengi deniz”e dönüşen ve günün ışıkları ile birlikte yeniden ve yine, lacivert’in turkuaz ile kâh tango, kâh romantik dansına kapılmış görüntüsünü veren, insanın içinde sevinç ve umut meltemleri estiren güzel Deniz… Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği önemli mekân, Arka Deniz ve şimdiki Altımkum. Benim “güzel Deniz” denilince aklıma gelen 2 Denizden biridir, mezkûr mekân, diğeri de Ilıca’dır, Pırlanta’yı unutmuyoruz şüphesiz. Aman kimse, Dünya’da ne güzel yerler var, bunları da görmek gerek, kıyaslayarak son karar için diyebilir, merak etmeyin çok önem atfedilen Çin’den, Küba’ya birçok deniz gördüm, özenle ve özetle edilen tüm bu kelamlar, kıyas tahakkukudur. Evet, herkese göre, bir güzellik tarifi olabilir ama bana göre “Güzel Deniz”, üşütmez, serinletir, su berraktır, kum kristaldir, yavaş yavaş derinleşir, siz yürüyerek metrelerce ilerler, yürürken yumuşacık kumun ayak tabanına adeta masaj yapar hazzını tadarsınız, yani aslında hem yüzer hem de yürürsünüz, voleybol, yakan top hatta futbol bile oynarsınız, frizbi savurursunuz, vs vs… Kıyıda adeta şeker kristalleri gibi pırıl pırıl parıldayan kumlara, serilmek ama kristal kumun vücuda yapışmasına izin vererek, öyle havlu vs gibi araçlar ile bariyer oluşturmadan, yani topraklamanın hasını yaparak, denize doğru bakarak Sakız Adası ile oluşan Boğazı görerek, ilerilerde, ta uzaklarda Ege Adalarının birbirlerine birer legonun parçalarıymış gibi yaklaşan coğrafyalarını hayal ederek… Peki, Dünyada bu özelliklere sahip yerler yok mu, şüphesiz, çok, hem de pek çok var ama hiç biri bu fiziki tariften öteye gidemez ve buralara aidiyetimizden, çocukluğumuzun ve gençliğimizin anılarının yarattığı duygusallığı bize veremez, çünkü ben buralara aitim diye düşündüm hep ve bu fizik görüntüye ruh veren hal de budur işte. Evet, farkındayım fazlaca güzellemeye dönüşüyor bu yazı ama klavyede parmaklar ve arkasındaki düşünce yoğunluğu fren tutmuyor.

Mezkûr zamanlarda, şimdiki gibi birkaç tane yolu yoktu, var olan tek yol da, Çiftlik Köyü içinden Değirmen Dağı eteklerinden genellikle dere kıyılarını takip eden, patikayı andıran ama aslında at arabalarına uygun ve Aliören Ovasını boylamasına geçip Sancaktepe’yi aşıp, Sancaktepe Jandarma Karakol binası yanından geçerdi, esasen de aynı zamanda Karakol nedeni ile bir güvenlik yolu idi. Sancaktepe Jandarma Karakolu şimdiki stabilize yolun sağında tel örgü ile çevrili şu anda da muhtemelen iletişim amaçlı kullanılan merkezin olduğu yer idi ve gözetleme ve izleme görevleri açısından müstahkem bir mevkidir. Burayı biraz ilerleyince denize ulaşılır idi. Şu anda kullanılan asfalt yol ise, bugünkü genişliğine önce 12 Mart askeri darbesi sonrası “Tursite” adı ile bilinen tesisin oluşumu ile bilahare de 1974 yılında Yunanistan ile yaşanan savaş hali neticesinde oluşmuştur. Tursite ve 12 Mart ilişki ve bağlantılarını da bir başka yazı konusu yaparım diye düşünmekteyim.

Deniz kenarında; yerelde çok bilinmeyip uluslararası düzeyde anlamlı oranda bilinen ve “Turgut’un Yeri” diye bilinen, Çiftlik Köyün yerlisi bir aileden Turgut Erol’un işlettiği mekândır. 70’li yılların başında uluslararası dağıtılan tanıtım broşürlerinde, maalesef özelde Çeşme’nin herhangi bir özelliğinden bahsedilmiyorsa bile “Turgut’un Yeri” mahsus bir yer tutardı, defalarca kez farklı dillerde farklı broşürlerde sitayişle tanıtılmasına tanık oldum. Şimdiki gibi elektrik yok, meşrubatlar ya da bozulma ihtimali olan yiyecekler de, hemen arkadaki tatlı suyu olan keson kuyuda, kasalara ip bağlanıp içine konulan yiyecek ve içeceklerin kuyuya sarkıtılması usulü ile korunurlardı. Önce çadırını getirenin çadır da kurabildiği bir alanı varken sonraları kiraya verilmek üzere mekan sahibi tarafından küçük küçük çadırlarda kurulmuş idi. Bu mekânın bugün asla bir başka yerde bir örneğine rastlanılmayacak özelliği ise, tezgâhın başında kara kaplı bir defterin, yani veresiye defterinin bulunması ve kural olarak müşterinin kendisi adına açılan sayfaya, dolaptan aldığı yiyecek ve içeceklerin kendisi tarafından yazılması ve ayrılırken de mezkûr beyan mucibince ücretlendirilmesine dayalı olması idi. Turgut’un oluşturduğu bu sistemden herhangi bir şikâyeti olduğunu hemen hemen hiç duymadım, hatta duyanı da duymadım... Günümüzde olsa bu sistemin çalışması imkânsızdır şüphesiz, ne de olsa muasır medeniyet seviyesine ulaşmışızdır. Böylesine güvene dayalı bir sistemin çalışmasının mümkün olabileceğini, uygulamalı gösterdiği için Turgut Erol’a teşekkür ediyorum hatta kendisini her gördüğümde de hala bunu hatırlatıyorum. Mütevazılığındın olsa gerek gülümsemekten öte bir mimik oluşmuyor yüzünde ya, bu da ayrı bir mütevazılık olsa gerek. Ey gidi güzel günler ey diyesim var ama “ey” karışmasın diye demiyorum gayri. “Marka olunması gerekir” diyen abiler sayesinde ticaret öne çıkınca artık sineğin yağının çıkarılıp pazarlanması hatta eşeğin boyanıp babaya satılması fikri ve zikri öne çıkmış ve diğer hasletler arka plana itilmiştir. Geçmiş ola…

Romatizma sıkıntıları artan kuzenimi sıcaklarda burada kuma gömüp, başını korumak için şemsiye gölgesine yatırdığımız günleri mi, köy odasına bedel ödeyerek kum satın alınıp traktörlerle taşınmasını mı, Çiftlik köyünün önemli simalarından, çocuklarımın kendisine dede dediği onun da çocuklarıma torun muamelesi yapan, gelen giden Almanlardan iyi derecede Almanca öğrenip konuşan Bayram abiden mi,  Köy enstitüleri üstüne araştırma yapan Kanadalı ünlü araştırmacı Fay Kirby’den mi, ticari anlamda ilk tavuk çiftliği kuranlardan Gavur Ali’den mi ve finansör ortağından mı…

Evet, daha çok şey var yazabileceğim bu deniz ve sahili ile ilgili, onların üstüne de gelecek yazılarımda değineceğim…

Hiç yorum yok: