Deniz, deniz, güzel deniz, ey güzel “Arka Deniz”… Yıllar içinde, Arka
Deniz, Sancak Denizi, Karakol Denizi ve nihayet kumsalından mülhem “Altınkum”, insanların hayallerinin, düşüncelerinin
ve yaklaşımlarının tezahürünün adlandırılmalarıyla bugüne gelmiş. Akşamüzerlerinin
eflatun’dan başlayıp, Homeros’un tanımlaması ile “Şarap rengi deniz”e dönüşen ve günün ışıkları ile birlikte yeniden
ve yine, lacivert’in turkuaz ile kâh tango, kâh romantik dansına kapılmış
görüntüsünü veren, insanın içinde sevinç ve umut meltemleri estiren güzel Deniz…
Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği önemli mekân, Arka Deniz ve şimdiki Altımkum.
Benim “güzel Deniz” denilince aklıma gelen 2 Denizden biridir, mezkûr mekân, diğeri
de Ilıca’dır, Pırlanta’yı unutmuyoruz şüphesiz. Aman kimse, Dünya’da ne güzel
yerler var, bunları da görmek gerek, kıyaslayarak son karar için diyebilir,
merak etmeyin çok önem atfedilen Çin’den, Küba’ya birçok deniz gördüm, özenle
ve özetle edilen tüm bu kelamlar, kıyas tahakkukudur. Evet, herkese göre, bir
güzellik tarifi olabilir ama bana göre “Güzel Deniz”, üşütmez, serinletir, su
berraktır, kum kristaldir, yavaş yavaş derinleşir, siz yürüyerek metrelerce
ilerler, yürürken yumuşacık kumun ayak tabanına adeta masaj yapar hazzını
tadarsınız, yani aslında hem yüzer hem de yürürsünüz, voleybol, yakan top hatta
futbol bile oynarsınız, frizbi savurursunuz, vs vs… Kıyıda adeta şeker
kristalleri gibi pırıl pırıl parıldayan kumlara, serilmek ama kristal kumun vücuda
yapışmasına izin vererek, öyle havlu vs gibi araçlar ile bariyer oluşturmadan,
yani topraklamanın hasını yaparak, denize doğru bakarak Sakız Adası ile oluşan
Boğazı görerek, ilerilerde, ta uzaklarda Ege Adalarının birbirlerine birer legonun
parçalarıymış gibi yaklaşan coğrafyalarını hayal ederek… Peki, Dünyada bu
özelliklere sahip yerler yok mu, şüphesiz, çok, hem de pek çok var ama hiç biri
bu fiziki tariften öteye gidemez ve buralara aidiyetimizden, çocukluğumuzun ve
gençliğimizin anılarının yarattığı duygusallığı bize veremez, çünkü ben
buralara aitim diye düşündüm hep ve bu fizik görüntüye ruh veren hal de budur
işte. Evet, farkındayım fazlaca güzellemeye dönüşüyor bu yazı ama klavyede
parmaklar ve arkasındaki düşünce yoğunluğu fren tutmuyor.
Mezkûr zamanlarda, şimdiki gibi birkaç tane
yolu yoktu, var olan tek yol da, Çiftlik Köyü içinden Değirmen Dağı
eteklerinden genellikle dere kıyılarını takip eden, patikayı andıran ama
aslında at arabalarına uygun ve Aliören Ovasını boylamasına geçip Sancaktepe’yi
aşıp, Sancaktepe Jandarma Karakol binası yanından geçerdi, esasen de aynı zamanda
Karakol nedeni ile bir güvenlik yolu idi. Sancaktepe Jandarma Karakolu şimdiki
stabilize yolun sağında tel örgü ile çevrili şu anda da muhtemelen iletişim
amaçlı kullanılan merkezin olduğu yer idi ve gözetleme ve izleme görevleri
açısından müstahkem bir mevkidir. Burayı biraz ilerleyince denize ulaşılır idi.
Şu anda kullanılan asfalt yol ise, bugünkü genişliğine önce 12 Mart askeri
darbesi sonrası “Tursite” adı ile
bilinen tesisin oluşumu ile bilahare de 1974 yılında Yunanistan ile yaşanan savaş
hali neticesinde oluşmuştur. Tursite ve 12 Mart ilişki ve bağlantılarını da bir
başka yazı konusu yaparım diye düşünmekteyim.
Deniz kenarında; yerelde çok bilinmeyip
uluslararası düzeyde anlamlı oranda bilinen ve “Turgut’un Yeri” diye bilinen, Çiftlik Köyün yerlisi bir aileden
Turgut Erol’un işlettiği mekândır. 70’li yılların başında uluslararası dağıtılan
tanıtım broşürlerinde, maalesef özelde Çeşme’nin herhangi bir özelliğinden
bahsedilmiyorsa bile “Turgut’un Yeri” mahsus bir yer tutardı, defalarca kez
farklı dillerde farklı broşürlerde sitayişle tanıtılmasına tanık oldum. Şimdiki
gibi elektrik yok, meşrubatlar ya da bozulma ihtimali olan yiyecekler de, hemen
arkadaki tatlı suyu olan keson kuyuda, kasalara ip bağlanıp içine konulan
yiyecek ve içeceklerin kuyuya sarkıtılması usulü ile korunurlardı. Önce
çadırını getirenin çadır da kurabildiği bir alanı varken sonraları kiraya
verilmek üzere mekan sahibi tarafından küçük küçük çadırlarda kurulmuş idi. Bu mekânın
bugün asla bir başka yerde bir örneğine rastlanılmayacak özelliği ise, tezgâhın
başında kara kaplı bir defterin, yani veresiye defterinin bulunması ve kural
olarak müşterinin kendisi adına açılan sayfaya, dolaptan aldığı yiyecek ve
içeceklerin kendisi tarafından yazılması ve ayrılırken de mezkûr beyan
mucibince ücretlendirilmesine dayalı olması idi. Turgut’un oluşturduğu bu
sistemden herhangi bir şikâyeti olduğunu hemen hemen hiç duymadım, hatta duyanı
da duymadım... Günümüzde olsa bu sistemin çalışması imkânsızdır şüphesiz, ne de
olsa muasır medeniyet seviyesine ulaşmışızdır. Böylesine güvene dayalı bir
sistemin çalışmasının mümkün olabileceğini, uygulamalı gösterdiği için Turgut
Erol’a teşekkür ediyorum hatta kendisini her gördüğümde de hala bunu
hatırlatıyorum. Mütevazılığındın olsa gerek gülümsemekten öte bir mimik
oluşmuyor yüzünde ya, bu da ayrı bir mütevazılık olsa gerek. Ey gidi güzel
günler ey diyesim var ama “ey” karışmasın diye demiyorum gayri. “Marka olunması
gerekir” diyen abiler sayesinde ticaret öne çıkınca artık sineğin yağının
çıkarılıp pazarlanması hatta eşeğin boyanıp babaya satılması fikri ve zikri öne
çıkmış ve diğer hasletler arka plana itilmiştir. Geçmiş ola…
Romatizma sıkıntıları artan kuzenimi
sıcaklarda burada kuma gömüp, başını korumak için şemsiye gölgesine
yatırdığımız günleri mi, köy odasına bedel ödeyerek kum satın alınıp
traktörlerle taşınmasını mı, Çiftlik köyünün önemli simalarından, çocuklarımın
kendisine dede dediği onun da çocuklarıma torun muamelesi yapan, gelen giden
Almanlardan iyi derecede Almanca öğrenip konuşan Bayram abiden mi, Köy enstitüleri üstüne araştırma yapan
Kanadalı ünlü araştırmacı Fay Kirby’den mi, ticari anlamda ilk tavuk çiftliği
kuranlardan Gavur Ali’den mi ve finansör ortağından mı…
Evet, daha çok şey var yazabileceğim bu deniz
ve sahili ile ilgili, onların üstüne de gelecek yazılarımda değineceğim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder