“Stalin'e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, “usulü dairesinde ve kimseye gösterilmeden” sınır dışı edilecektir.” şeklinde tanzim edilmiş bir mektup ile tesellüm ve bilahare de usulü dairesince “hayat dışı” edilmiş olduğunu 12 Eylül’ün güçlü generali Nevzat Bölügiray’ın “Geçmişten Geleceğe” adlı anılarını anlattığı kitabından anlıyoruz, Büyük Yazar, Şair Sabahattin Ali’nin. Türkçe’nin mükemmel kullanıcısı büyük ustanın; “Duvar” adlı öyküsünde “Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı.” şeklinde mükemmel bir girişle anlattığı tarihi Sinop Kalesi’ni ve Cezaevini geziyoruz, ibretle. Aslında burası şimdilerde cezaevi olarak bilinmekte ise de ciddi kaynaklarda ve halk dilinde ve de özellikle yazmayı enternasyonal düzeyde becerenlerin dilinde “zindan” olmanın ötesine geçememiştir. 1999 yılında kapatılıp, Müze olarak düzenlenmesini müteakip ziyarete açılan mezkûr zindan; Osmanlı İmparatorluğu’nun başkent dışında kalebent ve zindan olarak düzenlenmiş ilk mahpushanesi imiş. Yine tanıtım tabelasından anlıyoruz ki; Sinop Mutasarrıfı Veysel Paşa tarafından 1887 yılında İç Kalenin tanzimi ile dönüştürülmüş ilaveten de gerek görülen binalar eklenerek hizmete açılmıştır. Ancak ve diğer taraftan da biliyoruz ki, Sinop’u 1640 yılında Evliye Çelebi; “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar” diye yazarak zindan’ın geçmişini çok daha eskilere taşımaktadır. Kale ile ilgili tarihi bilgiler ve gözlemlerimi bir başka yazıda paylaşmayı planlamaktayım. Bu yazının konusunu, gezerken beni de içine çeken, duygusallığıma zirve yaptıran ve düzenlemenin özensizliği ile “def’i bela” kabilinden bir niyet icrası oluşu her halinden belli çalışma ve duvarları kaplayan yazılarla oluşturulan subliminal mesajları oluşturacaktır. Cezaevi öylesine düzenlenmiş ki, bana göre tam bir hayal kırıklığı, zannedersin ki, zindan değil de sadece ellerinden hürriyetleri alınmışların, kendi kendilerine dükkanlar açtıkları, işliklerde çalıştıkları akşamları da büyük koğuşlarda dinlendikleri ve çay içerek sohbet ettikleri bir yer. Ancak, asla benzeri olamayacak ama yapı olarak kötü kopyalarından birinde, 12 Eylül zorbalığının ve eşkıyalığının kadrine uğrayarak bulunmuş biri olarak şimdi adı “disiplin hücreleri” ve “zindan” olarak geçen yerlerde neler yaşandığını hayal edince hele prangaları da görünce yaratılan masumane ortamın gerçeklerden ne kadar uzak olduğu hemen anlaşılıyor. Tamam fizik şartları otel gibi gösterme çabası yok ama katıksızlığı, susuzluğu, tuvaletsizliği, üstüne de insan aklının alamayacağı kadar işkence ve eziyet nasıl yansıtılacak ve ruh katılacak ortama diye de düşünmekten kendini alamıyor insan. Etrafta dolaşan ziyaretçilere bakıyorum yüzlerinden duygularını anlamaya çalışıyorum ya ben anlamıyorum ya da onlar nerede bulunduklarının ayardına varamadan ama Sinop’a gelince dolaşılacak en önemli yer olan mekânı görme çaresizliği yaşıyorlar. Oysa cezaevi öyle mi; içine aldığı kişiyi “bir hiç” olduğunu hissettirene kadar devletin ve üstün başarılı görevlilerinin derin çalışmalar yürüttüğü yerlerdir. Öyle topluma yeniden kazandırma teraneleri tamamen uydurmadır, çünkü iddia ettikleri rehabilitasyon sürecini yöneten kılavuzlarına bakıyorsunuz, tutsakları “doğuştan suçlu”, “asla eğitilemezler” gören bir zihniyetin ahfadı, sonra eğitim, “deee get” derler adama. Bu çalışmalarla yetinilir mi peki, zinhar onlar mutlaka “üniversitelerden” yardım alırlar, psikologlar, psikiyatrlar, tıp doktorları ve felsefeciler bulurlar etraflarına, ahlaklarının ve akıllarının, ceplerinin doldurulması iştahına ve isteğine yenilmesi neticesinde, ruhunu satmış bu bilim adamı müsveddeleri işkencehanelerde verdikleri hizmetler yetmezmişçesine, tutsakları yıldıramayacaklarını, yok edemeyeceklerini anlayınca, tutsakların rızaları hilafına ya da habersiz olarak sistematik şekil ve yöntemlerle “kobay” olarak kullanma projelerini gerçekleştirmenin çok önemli bir parçası sayılabilecek hafıza derinliğine sızma amacıyla “zihin kontrolü ve yönlendirmesi” başlıklı bir kimyasal müdahaleler ve mücadeleler zincirine girişmişlerdir. En sonunda “bu çalışmalar fayda etmedi, bunları topluma karıştırmayın” fetvası…
Subliminal
mesaj oluşturma niyetli duvar yazılarına gelelim, bana göre en anlamsızı hatta
önemsizi “Kitapsız hayat kör, sağır ve dilsiz hayattır.” Sen adamı
yazdı, okudu, söyledi diye zindana tık, kitabı, yazma ve okuma eylemini
aşağıla, sonra da duvara kitap okumanın erdem olduğunu yaz. Okuyanı, yazanı,
söyleyeni ve düşüneni zindana tık, okumayı sevmeyen, okumayı feraset
oluşturmanın engeli gören cahili, eğitimden direk sorumlu tayin et. Hay Allah.
Bu ne yaman çelişki. Tutsak’ın kafasına çakılmak üzere “Hatasız insan yoktur.
İnsanlık hatasını kabul ve tamir etmekle ölçülür.” yaz duvara, “sen burada isen
eğer hatasız olamazsın” fikrini sapla beynine sonra rehabilatasyon, valla
kargalar o günden bugüne hala gülüyorlar.
Hele bir Sabahattin Ali koğuşu var ki tam komedi; içinde “aynalı vitrin ve konsol” bile var ama ciyak ciyak bağırıyor ki ben o güne değil bugüne aitim diye. İlaveten söylenecek bir şey kalmıyor. Ya böyle yapmayın diye biri de çıkmıyor herhalde. Bu zindanı bile şirin ve hoş gösterme çabası. Ne diyelim.
Toplumun yüzaklarından sayılan başta Mustafa Suphi, Sabahattin Ali, Kerim Korcan, Zekeriya Sertel, Refik Halit Karay, Ahmet Bedevî Kuran, Refik Cevat Ulunay, Hüseyin Hilmi, Burhan Felek, Osman Cemal Kaygılı başta olmak üzere pek çok önemli yazar, çizer ve siyaset erbabına mesken olan Sinop Cezaevi Sinop İlinin önüne geçmiştir, her daim. Maalesef son tahlilde Sinop ise, cezaevi ile anılan bir kent olmanın da ötesine geçememiştir, geçmeli midir, onu da bilemiyorum ama adı geçince insanın içi bir tuhaf oluyor, ne yazık ki.
Sabahattin Ali dizeleri ile final…Çok zamandır çektim kahrı zindanı
Bize
de mesken oldu Sinop’un hanı
Firar
etmeyilen buldum amanı
Eşkıya
dünyaya hükümdar olmaz
Sinop kalesinden uçtum denize
Tam üç
gün üç gece göründü Rize
Karşı
ki dağlardan gel oldu bize
Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder