Pazar, Haziran 24, 2018

ÂDEM-İ LİYAKAT


Hemen tüm sözlüklerin ittifak ile tanımladığı üzere; “liyakat” Arapça kökenli bir sözcük olup, ehliyet, layık olma, fazilet, kıymetlilik, layıklık, uygunluk vb. gibi manalarda kullanılmaktadır. Yeterlik ve ehliyet manasında görev alınan devlet katında vücut bulan bu tılsımlı kelam, aynı zamanda bir temsili kabiliyet ve mahareti de içermekte olup yaşamın her alanı için de geçerlidir, vesselam. Ayrıca, liyakat öyle bir diploma edinebilme ile kazanılır bir özellik değildir, nokta ı liyakat, ahlak, etik, namus, bilgi, görgü, eğitim (öğretim değil), ihtisas, sabır, metanet, hoşgörü, azim, istek, arzu gibi sıfatların aynı zamanda ve miktarda imbiklenmesinin ifadesi olup, herhangi bir organizasyonda dereceye sahip olunmanın görece sahipliğine uygun tahsis ve takdir edilir. Bakmayın siz, postal ile kep arasına sıkıştırılarak yaratılan az gelişmiş toplumlarda, liyakatin dalkavukluk manasında kullanılmasına, bunun konumuz ve günümüz gerçekliği ile hiçbir alakası yoktur, olamaz da… Liyakat, yukarıda sıraladığım sıfatların harmanlanması olmasa idi, Mekke’ye giden her adam hacı, Tekke’ye taş taşıyan her eşek derviş olurdu maazallah… Demek ki durum sadece zarf olmayıp, mazruf ta önemli imiş… Şimdi tüm bu sıralananların şüphesiz ki, Kamudaki karşılığı bizi ilgilendiriyor, yoksa adam kendi şirketinin başına kimi getirecek tarifi yapmak, bize düşmediği gibi bizim haddimize de değildir, hani orada da olsa gayet güzel olur ama… Hani çok büyük patronlar çocuklarını şirketlerine çalışmak üzere aldıklarında, en alt basamaklardan göreve başlatırlarmış, mavalı da güzel oluyordu ama olsun… Şimdi kamuda mübarekler, tıpkı “fenni sünnetçi Sabit” misali sabah sünnet, akşam deniz, sonra tılsımlı kelamlar, liyakat, sadakat ve ehliyet, vay ki vay, ben ölem…

Size yaşanmış bir hikâye anlatarak meram ve muradımı tam manası ile anlatmak isterim. Burada yaşananların nerede, kimlerle ve nasıl yaşandığını merak edeceklere özelden izah edeceğim, herhangi bir hukuksal sonuca muhatap olmamak adına, inşallah…

Yaklaşık 10 yıl önce, babası vefat eden çok iyi tanıdığım biri, herkesin başına geldiği üzere, veraset ve intikal ile ilgili Hâkimlikten “veraset ilamı”nı alır ve gerekli intikallerin gerçekleştirilmesi için ilgili “Tapu Dairesine” müracaat eder. Kendisine ilgili harçlar için cep telefonuna SMS ile bilgi verileceği, harçların ödenmesini müteakip ise gerekli işlemlerin gerçekleştirileceği bilgisi verilir. Üzerinden makul bir süre geçmesine rağmen herhangi bir bilgilendirme olmaması üzerine ilgili Tapu Dairesine gider, işlemin hala bitirilmemesinin nedenini sorar, işlemin yapılamayacağını, kayıtlarda bir sorun olduğunu ilgili memurdan öğrenir. İlgili ve bir hayli de genç memurun anlattığı üzere, mezkûr gayrimenkulün iktisap tarihindeki kayıtlarda vefat eden babanın soyadının görülmüyor olması nedeni ile işlemlerin yapılamayacağını öğrenir. Murisin yahu o tarih 1932 olup soyadı kaydının da olmamasının son derece anlaşılır bir şey olduğunu, Canım Yurdumda “Soyadı Kanununu” 1934 yılında kabul edildiğini, ilaveten 1976’dan sonra kadastro işlemleri için babasının, gerek Kadastro, gerekse de Tapu Dairesi nezdinde muhatap tutularak yazışmalar hatta mahkemeleşmelerin yapıldığını hem de soyadını kullanarak, konunun ise taaaa 2000 yıllarda nihayetlendiğini anlatır ama genç memur anlamaz hatta anlamamakta da ısrarcıdır. İlgili dairenin kararını son kez beyan eder genç memur; “mahkemeye git, karar getir, intikal gerçekleşsin”. Genç bir memurun basit bile olsa böyle bir kanundan haberinin olmamasını normal kabul eden arkadaşım, konuyu tekrar tekrar savunur, artık genç memur çaresiz ve bıkkın olarak konuyu ve çözümü Müdürde aramak gerektiği söyler ve birlikte Müdüre gidilir, aynı cevap ve aynı savunmalar defalarca ve giderek yükselen ses temposu ile tekrarlanır. Tam o sırada Müdür ile samimiyetleri hemen ve kolayca anlaşılan genç bir kadın girer içeri, Müdür, ne konuşulduğunu önceden bir bilgilendirme yapılıp bir mizansen oluşturulmamış ise bilinmesi mümkün olmayan konu için, kendisinin ancak o an avukat olduğu öğrenilen kadına sorulmasının mümkün olduğunu söyler, hemen kadın Avukat, durumdan vazifeyi çıkararak, “evet Müdür bey sizin iyiliğiniz için çalışıyor” gibi hukuka, bilgiye ve saygıya hiç uygun olmayan bir cevap verir. Artık emekli bir inşaat mühendisi olan çok iyi tanıdığım da, kadına döner; “bravo, ben 40 yıllık inşaat mühendisiyim, müdür beyin benim iyiliğime çalıştığını anlayamadım, siz daha dünün avukatı bir bakışta şıp diye anladınız. Bari bir de konuyu dinleseydiniz” der ve kadın avukat hiç uzatmadan çıkar gider. Artık, Müdür yalnız kalmış, soyadı kanununun tarihi ile ilgili bilgi sahibi olması gerekir iken bilmeyen, bilmediği için vatandaşı yanlış yönlendiren, vatandaşın ise bilgi sahibi olması ve bilgisine uygun olarak direnmesi karşısında, muhtemelen mahcubiyet hisseden (bu da önemli artık mahcubiyet hissedeni de bulmak kolay olmayabilir) bir tavır ile ama ilk söylediğinde de direnen bir görüntü vermek adına, idare-i maslahat faslından sayılmak üzere “muhtar”dan babanın soyadını gösterir bir kayıt getirilmesi ile sulha bağlanan bir işlem gerçekleştirir.

Liyakat değil de, itaat değerlendirme kriteri haline gelirse, varılacak yer asla bize ezberletilen şiar’daki “muasır medeniyet” olmayacaktır. Biline. Sonra yok ben duymamış idim, bilmiyor idim, gibi abuk subuk cevaplar verilmeye… Aslolan ise her daim; ehliyet, liyakat ve sebat olmak durumundadır… Gerçi bir başka manada; adem-i iktidar adem-i liyakat ile başlar diye bir atasözü bile olsa ne fayda olmasa ne fayda… Çavdar bahane…

Hiç yorum yok: