Çeşme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çeşme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Kasım 14, 2012

FENERBURNU BALIKÇI BARINAĞI VE RIHTIM PROJESİ

(TELGRAFHANE BALIKÇI BARINAĞI)
“Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından yapılan Çeşme’deki Fenerburnu Balıkçı Barınağı ve Rıhtım Projesi’ne ait imar planları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylandı. Plan askıya çıkarken 12 milyon TL bedeli bulunan projede 200’e yakın balıkçının barınması amaçlanıyor.” diye veriyor haberi gazete, hâlihazırda bitmiş Çeşme limanına son yolculuk duası yapılıyor sanki bu haberle.

Hadi biz duymuyoruz ayaktakımı olarak, bu ilçede siyaset yapanların duymaması diye bir şeyin olma ihtimali yok, ihtimalin olmaması yanında 24.06.2010 tarihinde saat 11:00 de, İzmir Çevre ve Orman İl Müdürlüğü gözetiminde, kurum ve kuruluşların temsilcileri ile Çeşme Belediye Toplantı Salonunda gerçekleşen ÇED sürecindeki “halkı bilgilendirme” toplantısı sanki kimseyle paylaşılmıyor, ne zamana kadar 11.11.2012 tarihine kadar, sonra birden Çeşme siyasetçilerinin muhalefet kanadı böyle bir konunun gündemde olduğunu hatırlıyor ve Yerel iktidardan destek alamadığı iddiasıyla dar kapsamlı ama benim de katıldığım halka açık bir toplantı düzenleniyor. Bu toplantıda anlıyoruz ki; konu zaten siyasetin yerel oligarşisi tarafından, halka da güvenilmediği için kimseye söylenmeden kendi içlerindeki dengeler ya da pazarlıklar çerçevesinde çözülmeye çalışılmış, ama anlıyoruz ki tam bir sukut-u hayal yaşanmış. İl yönetimindeki arkadaşımız Bakan Beyin, projenin tahribatının boyutunu anladığı için 6 ya da 7 ay önce proje iptali için talimat verdiğini söylüyor, İlçe yönetiminin konuyu ve vahametini hazırladıkları bir dosya ile bakanlık ve ilgili müdürlüklere aktardıklarını, anlattıklarını samimi bir şekilde anlatıyorlar ama sonuç ortada, tabii ki burada ben yereldeki arkadaşlarımızın samimiyetine inanıyor ve çabalarını destekliyorum, ancak tüm siyasetçilerin ve yetkililerin haklısınız demesine rağmen projenin yürütülüyor olmasını da necip milletimizin siyasetteki temsilcilerinin geneldeki siyaset yapma mahareti ve anlayışıyla çok uyumlu buluyorum, tavşana kaç tazıya tut, tam bir oyalama ve hafıza kısalığımıza sığınma… Aslına bakarsanız her şey kurallara ve yasalar ile yönetmeliklerin öngörülerine uygun bir vaziyette yürütülmüş, ulusal ve yerel yayın yapan ama çok sınırlı sayıda insanın okuduğu (hatta okumadığı dersek daha doğru olur) 2 adet gazetede duyuru yapılmış, def-i bela kabilinden konu kitabına uydurulmuş ve balıkçılığın tekeli “trol ve gırgırcılar” son savaşı kazanmış görünmektedir, bundan sonra ne mi olur, hiç mi hiç umudum yok bence hepimiz günah benden gitsin edasıyla ahlar ve vahlar içinde “…mış gibi yaparak” “ben dediydim” edasıyla eski yaptıklarımıza ve söylediklerimize devam ederiz, konuda bir vade sonra unutulur gider, “onlar erer muradına biz çıkarız kerevetimize...”
Şimdi gazete haberine dönersek, gelinen son nokta itibariyle konunun asli tarafları olarak “Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı”, “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” ile “Çevre ve Orman Bakanlığı” tali taraf ise Çeşme Belediyesi görünmekte olup; farklı siyasetçiler tarafından yürütülüyor olmasına rağmen sanki tarafların tamamının muradı aynıymış gibi durmakta ve sonuç itibari ile yandı gülüm keten helva durumu işte… Ama uzun yıllardır eleştirdiğimiz günlük siyasete yön verenlerin karşıtlıkları ve dostlukları üstünden ya da dost kuvvetlerin kazançları, düşman kuvvetlerin kayıpları üstünden siyaset yapmalarının bir sonucudur tüm bu başımıza gelenler, geleceklerden maada… Hani nerde Kültür ve Turizm Bakanlığı, behemehâl bir karar alın ve bölgeyi tıpkı Ayasaranda da yaptığınız üzere koruyun da görelim, ama galiba Ayasaranda başkaydı değil mi??? Hani birde bakanlığa ve müdürlüklere alternatif sunduk demiyorlar mı, bela bizden gitsin de nereye giderse gitsin tam sinir oluyorum, demezler mi adama yahu kardeş şiddetle karşı çıktığınız konuda dediğinize uygun karar almayanların, alternatif sunmanıza neden sıcak baksınlar ki, geç bunları anam babam geç bunları bir kalem…
Balıkçılar kooperatifinden bazıları, oradaki sosyal tesislerin kendilerine verileceği umuduyla, salt bu fırsat doğdu diye de ve kendilerine önerilen bu çıkar uğruna projeyi zımnen destekledikleri de çok net anlaşılmakta, ama aynı sıkıntıları marina inşaatı öncesinde de yaşadıklarını unutarak, iddia ediyorum tüm bu koparılan vaveyla unutulacaktır ama çocuklarımız ve torunlarımız asla unutmayacaktır, dün kötü yapanları bugün biz nasıl anıyorsak onlarda bizi böyle anacaktır. Destek verenler Çeşmeli balıkçılar yerine yabancı trollere yönelik olduğunu ya görmüyorlar ya da bizi aptal yerine koyuyorlar ya da başka bir şey var yazamıyorum, anlaşılmıştır gayri…
Çeşme’nin içinde yaşayanların yüzmek için gidebilecekleri 3 adet plajdan bir tanesinin; Ayasaranda, öyküsü herkesin bildiği bir şekilde yitirildiği, bununla birlikte de Fener plajının yitirileceği ve kala kala tek plajın; Tekke (teke) plajının kalacağı kimin umurunda, iddia ediyorum ki buranın da canına okuyacak bir bahtı kara grubu bulup çıkaracaktır bu necip Türk milleti…
Mevcut taş ocağının bu dolgular için çalıştırılması durumunda da oranın önemli ölçüde açılacağı ve gelecekte de bir otel yapımına hatta kot alımının emin ve ehven eller tarafından yapılması halinde de yaklaşık 10 katlı bir otel yapılacağının da önü açılır memleket bir tesis daha kazanır diye ellerini ovuşturanların olduğunu düşünüyorum açıkçası…
Bu konuda hassasiyet gösterilmesi bir çevrecilik bilinç gelişmesi midir diye bakıyorum, ne yazık ki evet diyemiyorum çünkü rüzgâr enerji türbinlerinin Karadağ’a yerleştirilmelerine ses seda yok, ama yiğitliğe necaset sürdürmeme adına da yarım ağızla da ona da karşıyız deniliyor ya, yanıyor gülüm keten helva yanıyor…
Meşhur darb-ı mesel’deki sarı öküzün verildiği yer ve zaman 80 li yılların ortaları ve yol yapıyoruz uydurmacısıyla Çeşme limanına ilk yapılan dolgu dönemidir, o zaman da söylenmişti, bakın bu yol körfezin bitirilmesine kadar sürer gider, yol açmayın, yol olmayın, ama siyasetin yerel oligarşisi böylesini uygun görmüştü, ne diyelim, o dönem de aynıydı tek kriter düşman kuvvetlerin kaybı, dost kuvvetlerin kazancı…
Bu yatırımın engellenmesi için ne yazık ki birkaç kişi dışında kimse samimi görünmüyor, kimisi kendi projesi uygulanmıyor ya da projesinin tanıtımına izin verilmiyor diye vaveyla koparıyor, kimisi bizim partinin projesi değil diye kenara çekiliyor, kimisi biz istemiyoruz Bakan Bey ile ben konuştum kendisinden duydum iptal talimatı verdi diye söylüyor ama yahu kardeşim, bu projeyi bize yani Çeşmelilere rağmen gerçekleştirecekseniz, ben ilçe başkanlığından, biz belediye meclisindeki parti grubundan, ben il yönetim kurulundan istifa edeceğim, ben partiden istifa edeceğim diyerek net tavır koymuyor, diğerleri ise bu zaten iktidar partisinin işi ya da bundan zarar görecek kendi partilerinden diye kenara çekiliyor, olan Çeşme'ye oluyor demiyor kimse (birkaç samimi insanı vareste tutuyorum). Vah ki vahhh…
Varsayalım ki bu proje AKP’nin ya da başka partinin, ne önemi var ki bu yaklaşımın sonuç itibariyle Çeşme’nin bir bölgesinin katline karar verilen bir proje, hiç düşünmeksizin karşı çıkılmalıdır, hani devşirme olacak ama “Mevzuu bahis Çeşme ise gerisi teferruattır” olmalı şiar…

Cuma, Ekim 19, 2012

BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI-2

23 Nisan 2012 tarihinde “BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI” başlıklı yazım üzerine mezkûr alanda mağdur olmuş okuyucularımızdan Mehmet Yerli bir mail gönderip derdini ve konu ile ilgili yaşadıklarını ve sonuçta oluşan mağduriyetini uzun uzun anlatmış ve olduğu gibi yayınlıyorum. Ben kendimi konu ile ilgili taraf addetmiyorum ama özellikle Çeşme genelinde gerek doğal gerekse de arkeolojik SİT konusunda zarar görmüş birisi olarak ta yaşananların facia boyutunda olduğunu da biliyorum. “Bizden” olanların konuyu sonuçlandırmaktaki hızını ve maharetini, “Ötekilerin” ise işinin görülme sırasının bir türlü gelmemesini hayretle izlerken, bu haksızlıkların önüne bir türlü geçilemiyor olmasını da iyi niyetle izah edilecek olmaktan çok uzak olarak değerlendiriyorum.
Sayın Mehmet Ruhi Çelik bey. yazılarınızı okudum tebrik ediyorum. Merhum Tümer Tütüncüoğluna ait 5247 ada 1 parsel 2005 yılında 1 nci derece sit çeveresi 3 ncü derece korumaya alınmıştır. 5238 ada 4 parsel 2001 yılında 1 derece sit çevresi 3 ncü derece korumaya alınmıştır. Doğru karar fakat 3 ncü derece sit kapsamında kalan 5236 ada 2.bize ait 3 ve 4 numaralı parsellere bina yapmak üzere 2004 yılında karar aldık.Çeşme müze müdürlüğü denetiminde kazıldı. olumlu rapor yazıldı.bu raporu beyenmeyen Prof.Dr.Hayat Erkanal ve Çeşme nin Arkedoloğu Hüseyin Vural.ın sit kuruluna 05/08/2004 tarihinde müracat ederek kazının yenilenmesi sağlanmış. 1645 sayılı kurul kararı ile çevresi 3 ncü derece korumasız 1 nci derece sit ilan edilmiştir.
 İlgililere soruyorum. Şaraphaneye sözüm yok bu yerlerin çevresi 3 ncü derece korumaya alınmadığı için yapılaşmaya gidilmiştir. 01/07/2005 ve 31/07/2005 tarihleri arasında yerlerimiz kazılıyor Prof Dr Hayat Erkanal hoca 10 ay sonra raporunu kurula veriyor 1 yıl sınra 3 ncü derece korumasız 1 derece sit uygulamasına geçiliyor ama çevresi yapılaşmaya devam eder ve etmiştir.
 Çeşme tarihi Kervansarayın yanında olan ,1993 ve 1998 yıllarında alınan ilke kararı gereği aralarından yol geçse dahi kurumdan izin alınmadan bina yapılamaz kararına karşılık bir adet 3 katlı bina 2 adet te 2 katlı bina yapılmıştır.Arkeoloğ Hüseyin Vural’ın yeri ise kimse müdahale edemez istediği gibi binalarını yapar biz ve merhum Tümer Tütüncüoğlu binalarımızı yapamayız.Çeşme Liman höyügünü 317 metre karelık alan temsil etmektedir.İlgililere duyurulur.Şikayetlerim üzerine Hüseyin Vural Bergama Müze Müdürlüğüne atanır ataması 9 ay sonra gerçekleşir fakat ne hikmetse bu vatandaş bakanlar kurulu kararı ile Çeşme Bağlar arası kazı komserliği görevine getirilir..Yetkililere duyurulur.bunun sırrı nedir.
Teşekkürler M.RUHİ ÇELİK bey.
Mehmet Yerli
Kendisi ile ayaküstü yaptığımız kısa bir konuşmadan sonra gönderdiği mailde de aynı şeyleri tekrar etmiş okuyucumuz.
Bilmeyenler olabileceği nedeniyle; daha önceki yazımda mezkûr bölgenin adreslemesi için şöyle yazmıştım. “Çeşme Bağarası (Bağlararası) arkeolojik kazı alanı; Çeşme limanının dün 50 mt. bugün 100 mt. uzağında yer almakta ve denizle başlayan Çeşme ovasının tam merkezini oluşturmaktadır.”
Ayrıca; “2000 li yılların başında Bağarasında (Bağlararası) konumuzu oluşturacak arsa üzerinde mahalle ve çocukluk arkadaşlarımızdan Tümer Tütüncüoğlu nihayet artık benim de bir evim olacak sevinciyle planladığı konut inşaatı için temel kazılarını yaptırmaya başlayınca bazı duvar ve arkeolojik buluntuları bulunuyor, hemen haber verilen Çeşme Müze Müdürlüğü yetkilileri kazı çalışmalarını durduruyor ve duvar kalıntılarının ve arkeolojik buluntuların Tunç çağına ait olduğu anlaşılıyor, İzmir Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından mezkûr arsa ile etrafındakiler SİT alanı ilan ediliyor ve inşaat yasağı konuluyor.” ve “Çeşme’nin şimdilerde prestijli konut alanı durumundaki Bağarasında (Bağlararası) bir evim olacak hayalini kuran ancak malum nedenlerle gerçekleştiremeyen, çocukluk ve mahalle arkadaşımız Tümer Tütüncüoğlu uzunca bir süre burayı ilgili bakanlığa devretmek ya da başka bir arsa ile değiştirmek gibi girişimlerde bulunuyor ancak sonuç yok, ne yazık ki hayalini gerçekleştiremeden aramızdan ayrılıyor Tümer, şimdilerde yıldızlardan bakarak hala bir gelişme olmadığı için de orada da rahat olamıyordur.” diye yazarak oradaki arsa sahiplerinin dramına kısaca değinmiştim.
İlaveten; “Neden bu ülkede benzer durumlarda ki benim de katıldığım hızlı ve doğru şekilde davranan mevzuat efendiler, her şeye para bulan deve dişi gibi kocaman yetkililer, bulunan ya da ilan edilen doğal SİT, Arkeolojik SİT vs. gibi alanlardaki özel mülkiyet hakkı konusunda duyarsız olurlar, sorunu aslında yurttaşın sorununu, çözümü duyuna havale ederek çözmezler, anlamak kesinlikle mümkün değildir. Deve dişi gibi yetkililer; siyasi otoritenin çıkardığı yasalara rağmen ki bu yasalar trampa, kamulaştırma gibi çözümleri öngörür ama bir türlü sonuç alınmaz, ya müracaatınız kabul edilmez, müracaatınız kabul edilir talebiniz bir yerde dondurulur, talebiniz dondurulmasa sonuçlandırılsa bile, kamulaştırma için ödenek bulunamadı ya da ödenek beklenmekte, trampa için uygun arsa bulunamadı ama aranmaya devam edilmektedir hatta sizin bildiğiniz yerler varsa bize bildirin gibi trajikomik bir dolu hendek oluşturulur, atlat atlatabilirsen deveye durumu anlayacağınız.” diye yazmıştım.
Bizden önceki kavimler ve kültürleri, kökenlerimiz hakkında merak ettiğimiz detayları, uygarlıkları, insanoğlunun kayıtlı tarih öncesinden günümüze kadar ulaşabilen kent kalıntıları sayesinde mimari gelişimini, bulunan eşyalar ile de yaşam kültürlerini, gelişmeler ile insanoğlunun geliştirdiklerini anlamamıza yarayan buluntulardan en önemlisi sayılan arkeolojik kazılar neticesinde elde ettiklerimiz olup, bu tespit edilen alanın kamulaştırılması ya da trampası konusunda neredeyse toplumun çok önemli bir kısmı hem fikirdir, geri kalan göz ardı edilebilecek azınlık ise zaten ne yapılırsa değişmeyecektir. Canım yurdumun neresinde toprağı kazarsak kazalım tarih fışkırıyor ve yukarıdaki gerekçelerle de bunlara behemehâl sahip çıkılmalı, etrafı çevrilerek koruma altına alınmalı, bu sahiplenmeyi çok doğru buluyor ve sonuna kadar da destekliyorum ancak bu alanların ve buluntuların sahibinin durumuna göre tarih ya da değersiz taş parçası gibi bilimsellikten uzak nitelenmesine ve buram buram kayırma ve nemalanma kokan şekilde toplum tarafından yakıştırılmasına mahal vermemek için de bilimsel bir ölçü olmalı ve bazı odaklarının taleplerine prim verilmemeli ve kolayca da anlaşılacağı üzere; Arkeolojik SİT alanlarına inşaat yapılabilen insanlarımız ile hiçbir endemik değeri olmayan ve yalnızca kültür bitkisi yetiştiriliyor olmasına rağmen arazilerinin doğal SİT alanı yapılmış insanlarımızın birbirlerin durumunu nasıl algıladıklarını uzun uzun anlatmamıza gerek yok, “zengin arabayı dağdan aşırır fakir ise düz ovada yolunu şaşırır” hikâyesi, tabii ki bu film çok tutulunca sınırsız sayıda devamı çekilmektedir.
Ne diyelim;

Devlet-i Osmanî ahalide terfi-i temayüz ilim irfan ile olmaz,
TERFİ ya olacak kuvvetli iltimas,
ya olacak madeni haz,
ya da olacak ten ile temas…
Konu ile ilgili yetkililer, konuya gereken özeni ve önemi sadece değerinden ötürü göstermeli, bizdendir ya da bizden değildir değerlendirmesinden azade olarak görev yapmalılar, ayrıca nasıl olacağını da pek bilememekle beraber kanunlar da bu kadar geniş yorum ve kanaat oluşumuna açık bırakılmamalıdır ki; tıpkı çocukken büyüklerimiz birkaç çocuğun bulunduğu ortamda birine diğerini işaret ederek “tut şunun burnunu” der ve tutarken biz çocuklar da tutarsın tutamazsın diye kavgaya tutuşurduk ya zinhar böyle olmasın; ne gereği var bir arkeolog ile vatandaş arasında bu kadar olumsuz ve gergin ortam oluşmasına.
Diyelim ki; yasalar şöyle böyle ve bol miktarda yoruma açık; eeee  yılda bilmem kaç yüz yasa çıkarmak ile öğünen muhteremler yapın yeni düzenlemeleri geçin bu mağduriyetlerin önüne.

Pazartesi, Kasım 14, 2011

BÖYLE BİR ÇEŞME HAYAL EDİYORUM Bölüm -1

Şu anda Çeşme meydanında Belediyenin tam karşısında bulunan Ertan’lara ait tek katlı taş binanın; mezkûr ailenin mülkiyetine geçmeden önce, karşılıklı ve sağlı sollu kasaplara ve balıkçılara mekân olarak hizmet vermiş olduğunu ve tam ortasında da denizden geliri olan bir kanalcık bulunduğunu büyüklerimden öğrenmiş idim. Mülkiyet değişikliğini bir başka yazının konusu yaparak detaylarını sizlerle paylaşmayı planlamaktayım. Ancak bu yazının konusu o eski Çeşme’yi hayal etme kapsamında olup, yazının mihverini de bu binanın oluşturacağı görünmektedir.

Şimdi gözlerinizi kapatın ve bu binanın ortasında deniz suyu ile beslenen bir kanalın olduğunu, derenin üstünden karşıya geçmek üzere konuşlanmış ahşap küçük yaya köprülerinin olduğunu, dere etrafında ise balıkçıların, manavların ve kasapların bulunduğunu hayal edin bakalım. Çeşme’nin muhteşem balıklarının balıkçı tezgâhlarını doldurduğunu düşünün, mevsimine göre de Çeşme’nin tadına doyulamayan kavunu, bazılarının fazla acı bulduğu muhteşem tadı olan soğanı, enginarı, mandalini, kalın kabuklu diye bazılarının burun büktüğü güzelim limonu, bamyayı, enginarı, hurma denilen yöreye has zeytini, çeşit çeşit salamura zeytini, yöreye has yemyeşil otları düşünün ve bu cümbüşün haftada 1 kez de Pazar yerinin Çeşme meydanında kurulmasının bir cüzü olduğunu gözlerinizi kapatarak bir kez daha düşünün bakalım, nasıl duygulara kapılacağınızı görün. Pazar yerinin haftada bir gün; mezkur binanın hayalimdeki düzenlemesi olmazsa bile neden Çeşme’nin meydanında yapılmadığının bilemediğim bir cevabı olmalı şüphesiz ama bence acilen bu yönde bir karar alınmalı, bununla da yetinmeyerek mutlaka Pazar içeriğinin genişlemesi ve deyim yerindeyse haftalık festival haline gelmesi temin edilmelidir. Doğu Avrupa ülkeleri hariç hemen hemen her batılı ülkede pazarlar şehrin meydanlarında kurulmaktadır, Çeşme’de bu kabil bir kararın çarşı içindeki yerleşik esnafa da bir katkısı olacağını düşünmekteyim ama diyelim ki hissedilir bir katkı yok o taktirde bu yönde gelişme temin edecek çalışmalar yapılmalıdır.

Çocukluğumda bugünkü “Methan dondurmacısı”nın yerinde olduğunu hatırladığım çeşmenin gerçek anlamda bu şirin İlçemizi temsil edebileceğinden ve Çeşme Belediyesinin bir hayli de beğendiğim “Çeşme restorasyon” projesi kapsamında yapıldığını bir hayal edin bakalım, hemen arkasında bugün sayısı bire inmiş yüksek selvi ağaçlarının eski haliyle birlikte size sevimli gelmeyecek mi acaba? Hemen çeşmenin dibinde küçük ama son derece bulunduğu alanla uyumlu olan “Ali Ağa”nın çay ocağının olduğu yerde; “Ali Ağa 3 çay” gibi siparişlere “gelor beyim gelor” cevaplarını hala kulaklarımda hissediyor gibiyim. Çay ocağının tam karşısında kale dibinde Çeşme-İzmir arası çalışan otobüslerin hareket noktasının varlığının yarattığı canlılığın çay ocağına da katkısı önemliydi o dönemde. Hele yaz sonları kuzenlerimin Çeşme’den ayrılırken anne ve babaları ile otobüse binmiş iken tam otobüsün hareket edeceği sırada otobüsten aşağıya inip kalenin burcunun altındaki küçük kapıdan içeriye dalıp, bulmaktan ümit kesen ailesinin mecburen otobüse binip kuzeni yanımızda bırakmış olmalarının mekânı ya buralar, onları kandırıp birlikte olma zamanlarımızı arttırmış olmamıza vesile olmuştu ya, daha bir farklı şekilde anıyorum bu alanı…

Bu çeşmenin tam arkasına denk gelen geniş alanda; bugün kafeterya olarak hizmet veren bölümde 3 adet tek katlı, su basman yüksekliği yaklaşık 1 mt olan, muhtemelen de Osmanlıdan bu yana hizmet veren, Sahil Sıhhiye, PTT ve Gümrük binaları ki ben ne yazık ki sadece 2 sini hatırlayabiliyorum, 3 bina olduğunu hem büyüklerimden hem de Çeşmenin eski fotoğraflarından biliyorum. Bu binalar Çeşme Meydanı anılarımın ayrılmaz ve en önemli ayrıntılarıdır, binaların yerinde olmaları da, hayal ettiğim Çeşme’nin nostaljik bir parçasıdır.

Bugün bile ayakta duran ve Çeşmenin mimarisini yansıtan ancak ne yazık ki bilemediğim nedenlerle de kullanılmayan ama bir dönem otel olarak önemli hizmetler vermiş olan “Akdeniz Otel” i; mülkiyet ya da miras hukuku ya da bir başka nedenle metruk hale getirilmiş olabilir, sahipleri bu karışık hukuki düzen içinde çözüm bulamıyor olabilirler ancak Çeşme meydanının çok önemli bir figürü olduğu unutulmadan, ama açıkçası nasıl çözüleceğini de pek bilemeden sadece özlediğim biçimiyle bu bitap halinden kurtarılması gerektiğini düşünmekteyim. Konuyla ilgili; en son çare kamulaştırma olmak kaydıyla, kredi verilerek yine cıvıl cıvıl eski haline dönebilecek sonuç alıcı girişimleri yapmalıdırlar yetkililer, belki de yapıyorlardır da sonuç alamıyorlardır bilmiyorum ancak bu hali ile de Çeşmelileri üzdüğü muhakkaktır.

Çeşmenin meydanını geçen yüzyılın başından bu yana şenlendiren; sonradan neden olduğunu pek anlayamadığımız şekilde kaldırılan saat kulesinin tekrar yerinde olduğunu ve bir harika siluet olarak de durmaya devam ettiğini de hayallerimizin içine katmalıyız bence… Tarihi geçmişi ile ilgili herhangi bir bilgiye sahip olmamama, insanlarımızın ne kadar işine yaradığını pek ölçemememe rağmen, çok sevmiştim, daire kesitli, yaklaşık 5 ya da 6 mt yüksekliğindeki metal sütun üstünde kare kesitli ve her yönden görülmeyi sağlayan 4 ekranlı ve simsiyah saat kulemizi, şimdi de Çeşme meydanındaki yerini alıyor olması hayalini kurmaktayım. Kaldırma kararı verip uygulayanların da eminim ki çok özel anıları vardır mezkûr saat kulemizle ilgili olarak, çocukluğumuzda saat sahibi olma hissimizi arttırdığını ve zamanı bilme merakımızı pekiştirdiğini hatırladığım, muhtemelen de büyüklerimizin zamanı bilme gereksinimini karşıladığını düşündüğüm, meydanımızın da en önemli ayrıntılarından biri olduğu için mutlaka kaldırıldığı yerden çıkarılmasını eğer bir şekilde yok olduysa da tıpkı yapımının acilen yerine yerleştirilmesi önemli bir eksikliği giderecektir, hayallerim açısından.

Hangi gereksinimi karşılayamadı da kaldırıldı pek bilemediğim “Atatürk heykeli”, hadi diyelim ki gerçek “Atatürk” ü yansıtmıyordu da kaldırıldı peki yeri neden değiştirildi acaba yakınlarındaki birilerinin mi talebi oldu, bilemiyorum. Eski haliyle bana daha sevimli gelmekteydi “Atatürk” büstü, hatta yeri de çok uygundu, efendim sırtı oraya, buraya dönüktü de değiştirdik de denilebilir, peki şimdiki konumunda sırtı nereye dönük, ya da büst yerine yapılan yeni hali daha mı güzel vs. vs. diyerek konuyu uzatmak mümkün, ama şimdilik bu kadarla yetiniyorum. Bu heykel ile ilgili hatırladığım ve bizim kuşak ve daha büyüklerinin bildiği ve pek te sevimli karşıladığı, “Ahmet Sinan” büyüğümüzün mutat her akşam gelip “Atam kalk ta gör memleketi ne hallere getirdiler” şikâyetname törenleridir. Bu konu ile ilgili detayları ve nedenleri konusundaki iddiaları bir başka yazımın konusu yapmayı planlamaktayım. Hayalimdeki Çeşme meydanında “Atatürk heykeli” aynı boyut ve şekliyle aynı yerde olmaya da devam edecektir.

Neden insanlarımız sahip olduğumuz ve salt bu yüzden de manevi değerinin sınırsız olması gereken nesneleri, daha iyisini yapacağız iddiasıyla yıkarlar ya da kaldırırlar bunu anlamak olanaksızdır, bu biçimde davranarak öykündüğümüz muasır medeniyete de ters düştüğümüzü bir anlasalar, işte o zaman hayat bayram olacaktır galiba…

Cuma, Ekim 28, 2011

VAN’DAN ÇEŞME’YE DEPREM

Canım yurdumun nüfusunun mevcut durumda neredeyse %95 inin deprem riskiyle birlikte yaşadığı gerçeğini öğrenmeyen kaldı mı acaba hala?

17 Ağustos depremi sonrası; Canım Yurdumu yıllarca tek başına, adeta babasının çiftliği gibi yönetmiş ve takipçileri tarafından “Muhteşem” lakabı ile ödüllendirilmiş, muarızları tarafından da “Morrison” lakabı ile hakir görülmüş beyefendinin en önemli sözü “Binaenaleyh Türkiye'nin altı çürüktür, Türkiye'nin altı çürüktür diye bırakıp gidecek değiliz, bununla yaşamasını öğreneceğiz” olmuştur. Bilindiği üzere mezkûr zat bir inşaat mühendisidir ve deprem konusunu uzmanlık düzeyinde olmasa bile asgari düzeyde biliyor olmalıdır, peki kendisi bu önerme uyarınca çalışmış mıdır? Pek zannetmiyoruz, zannetmiyoruz çünkü Erzurum depreminde bizatihi kendisinin müteahhitliğini yaptığı kamu kurum binasının çökmesi üzerine “O bina 35 yıl ayakta durdu diye kimse takdir etmiyor da, niye yıkıldı diye herkes eleştiriyor?” diyerek mühendislikle ve betonla adeta dalga geçmiştir. Meslekten birisi olarak; şüphesiz depreme karşı alınan önlemlerin tamamı olmasa bile, bir kısmının hala bir takım kabullere dayalı olarak alınmasının risk olduğunu bilmekle birlikte, riskin minimize edilerek depremden ölümlerin önüne geçilmesinin yollarının çok sarih olduğu da açıktır. Örneğin; 11 Mart 2011’de Japonya’da 9.0 büyüklüğündeki depremde, alınan önlemlerin ve yapım kurallarının layıkı ve harfiyen uygulanması halinde binaların insan öldürmediği bir kez daha görüldü, yaşanan tüm can kayıplarına yol açan ise sadece “tsunami” olmuş ve boyutunun öngörülememesi de binlerce kişinin kaybolması, yaralanması, hayatını kaybetmesi ile nihayetlenmiştir ama deprem ve binaların yaratabileceği can kaybının önüne geçilebileceğinin ispatlandığı bir deprem olmuştur.

Alanların imara açılmasıyla başlayan, güvenli konut imalatı ile biten süreci iyi tayin ve kontrol eden siyasi otorite ile olur tüm bunlar, yoksa patates yetişen yerde şimdi araba yetişecek diyerek, ovaları imara açan ve bununla da gururlanan siyasilerimizin uygulayabileceği önlemler değildir.

Bu ortamda binaların çökmesi için ne kadar mesleki disiplinin ortak çalışması gerekmektedir bir bilinse, Necip Milletimizin necip evlatlarının başarısı ortaya çıkacaktır, bu süreç inanılmaz bir süreçtir. Öncelikle siyasi rantın ekonomik ranta dönüşmesi için anlamsız ve gereksiz imara açılmış bölgeler yaratan yerel “Siyasiler” ve bunlara gereksiz yere uyan “Şehir Plancıları” ve bunları onaylayan ulusal düzeydeki “Siyasiler”, zemin etüdü konusunda çalışanlar ve rapor tanzim eden “Jeoloji Mühendisleri”, projelerin hazırlanmasını üstlenen “Mimar-İnşaat Mühendisleri”, Proje Kontrolü ve onayı gerçekleştiren “Odalar”, Proje denetimi yapan “Yapı denetimciler”, Belediyelerin “kontrol ve denetim birimleri” hepsi bir şekilde görev savsaklaması yaparlar, riskin oluştuğu zamanlarda da üstüne ve ilaveten de “Yargı” yanıltması ya da yanılması yaşanır ve sonra da al sana felaket, tam bir timsah gözyaşı dökme ritüeli. Şimdi böyle yazdık ya; herkes kendi açısından kendini durumdan azade tutarak, bir önceki ya da bir sonraki sürecin sorumlu tutulması gerektiğini, teknik, hukuksal ve siyasi açıdan anlatır durur ve mutlaka kendileri açısından haklı noktaların da olduğu muhakkaktır ama sonuçta telafisi imkânsız olan can kayıpları yaşanmaktadır. Kimin ne kadar haklı olduğu ya da haksız olduğu sonucu değiştirmediği gibi, kimsenin de derdine çare olmamaktadır.

Canım Yudumu büyük acı ve derin elemlere garkeden Van depremi sonrası, siyasi nedenlerle ancak Ulusal Kanal, Kanal B, ART-Avrasya gibi muhalif duruşu olan, ama seyircisinin fazlaca olmadığını düşündüğüm TV kanallarına konuşmacı olarak çağrılabilen Jeoloji mühendisi Prof. Dr. İlyas Yılmazer’i bir kez daha hatırladım, 5 ya da 6 yıl öncesiydi galiba, Van Üniversitesinde çalıştığı dönemde, imara açılan bölgelere yaptığı itirazlar sonrası günümüzün muktediri ünlü bir siyasinin ve toprak ağası ailesinin ne tür baskılarına direndiğini ama yinede hukuk mücadelesini kazandığını büyük bir hayranlıkla dinlemiştim kendi ağzından. Kaynak yayınlarından uzun yıllar önce çıkan “Deprem Sorununa Kalıcı Çözüm” isimli kitabının tanıtım yazısı şöyle: “İlyas Yılmazer bu kitabında; “Depremle yaşamayı öğrenelim”, “Deprem değil bina öldürür”, “Yapını sağlam yap da, nereye yaparsan yap”, “Depremin zamanı bilinmez, ancak tedbir alınır”, “Türkiye'nin yüzde 95'i deprem tehlikesi altındadır” şeklindeki önermelerin bilimsel temeli olmadığını öne sürmektedir. Bu önermelerin aynı zamanda anayasal suça teşvik olduğunu belirten yazar, şu tespitleri yapmaktadır: “Türkiye deprem afet bölgesi değildir! Türkiye'nin yalnız yüzde 5'i deprem ve sel tehlikesi altındadır. Bu bölgeler ovalardır. Yıkımın yüzde 99.9'u ovalarda olmaktadır. Ovaları yapılaşmaya açmak anayasal suçtur (TC Anayasası, madde 43, 45) Ovalar ulusal servettir, yalnızca tarım amaçlı kullanılabilir. Bu nedenle Anadolu'daki depremler doğal afet değil yapay afettir.”

Tüm bu gerçekler ışığında, Van’dan gelelim, tarihte büyük depremler yaşamış, hatta en büyüğü 15.10.1883 tarihinde 1.500 kişinin kaybı ile neticelenen ve devamında belli aralıklarla can kayıplarıyla depremden zarar gören Çeşme’ye; Çeşme için hazırlanan yeni imar planlarında dedikodu gazetelerinin yazdığına (!) göre, bazı tarım alanlarının 5 kata kadar ruhsatlandırılacağı beyan edilmektedir ama bu güne kadar yetkileri dâhilindeki uygulamaları ışığında; Çeşme Belediyesi’nin başta Başkan Faik Tütüncüoğlu olmak üzere, İmar Komisyonu üyeleri ve İmar ve Şehircilik Müdürlüğü yetkililerinin buna dün olduğu gibi bugün de sıcak bakmayacağına ve konu ile ilgili tüm baskılara göğüs gerileceği ve Çeşme’de çok katlı ayıplı yapı olma ayrıcalığının mevcut birkaçı dışında artık başka binalara tanınmayacağına inancımın tam olduğunu bir kez daha yazıyorum. Umarım haklı çıkarım. Çünkü depreme karşı mücadele “imar alanlarının ve şartlarının belirlenmesi” ile başlamaktadır.

Diğer taraftan; Van depreminin bir milat oluşturduğunu belirten Başbakan Tayyip Erdoğan "Artık şehirlerimizde kaçak ve güvensiz yapı, gecekondu, gerekirse yetkiyi tamamen Bakanlığımıza alacağız ve bu tür binalarını değiştirmeyen, yıkmayanlara sormadan kamulaştırmasını yapacak ve binaları yıkacağız. Bedeli ne olursa olsun, oy verirmiş vermezmiş biz bunları dinlemeyeceğiz artık. Çünkü bu tabloları defaatle yaşamaktansa iktidarı kaybetmek çok daha hayırlıdır." Evet, Sn. Başbakan bizde bu görüşlerinizde sizi destekliyoruz ancak sözün yerine gelip gelmeyeceği konusunun da ısrarlı takipçisi olacağız. Deprem üzerine Türkiye’nin siyasi önderlerinin “çene suyuna pilav” kabilinden lafının bol, önleminin az olduğunu yaşam pratiğimizden ötürü bilmekteyiz, çünkü.

17 Ağustos depreminden sonra bir önceki Hükümet tarafından çıkarılıp ancak uygulanmayan yasaya istinaden; döneminizde de deprem vergisi adı altında değişik mal ve hizmetler üzerindeki ÖTV ve özel iletişim gibi vergiler sürekli hale gelmiş olmasına karşın; yasanın amacına ve gereğine uygun herhangi bir uygulama bulunmadığını Maliye Bakanının açıklamalarından anlıyoruz. Bu ne yaman çelişki… Sadece iyi niyetle yasa çıkarmak yetmiyor “Türk gibi başla İngiliz gibi bitir” sözü uyarınca, çıkarılan yasaların doğru ve ödünsüz takibi ve uygulanması için iradi müdahaleyi göstermelisiniz.

Gün; sonucu kaderci bir yaklaşımla açıklama yerine kaderimizi tayin edecek önlemlerin alınması günüdür.

Pazar, Ekim 23, 2011

ÇOCUKLUĞUMUN YAZLARININ GEÇTİĞİ EV

Mübadele sonucunda doğduğu toprakları zorunlu terk eden atalarımın ilk geldikleri yer olan Çiftlik Köy (şimdi Çiftlik Mahallesi) Osmanlı döneminde Yeni Nahiye, Çiftlik-i Kebir adlarıyla anılmaktaymış ve yine büyüklerimin ifadesi ile o kadar güzel bir yermiş ki; Ege’nin Paris’i olarak anılmaktaymış. Yerleştirme sırasında hangi kriterlerin uygulandığı tam olarak bilinmemekle birlikte şüphesiz sübjektif ve muhtemelen de yüksek iltimas ya da madeni hazzın yarattığı hassas ortamda tamamlanmıştır tüm bu işlemler. Her ne ve nasıl yapıldıysa yapıldı, bu tahsiste Dedemlere yine söylendiğine göre köyün başpapazının ya da dini yöneticisinin evi tahsis edilmiş ki o ev benim de çocukluğumun yaz aylarının geçtiği evdir. Dış görüntüsü muhteşem olmakla birlikte iç dizaynı da bir başka muhteşemdi.

Geçmiş dönemde yağmurların şiddetini ve boyutunu göstermesi açısından çok önemli görünen bir derenin kenarında inşa edilmiş evin ön cephesi bu dereye bakmaktaydı. Bakmaktaydı diyorum ne yazık ki artık bu ev yok… Bu evin kıymetini asla bilemeyecek kişiler sahiplenince ve buna kimse de itiraz etmeyince burada anlatmak istemediğim nedenlerden ötürü ev yıkıldı ve yerine bir ucube yapıldı. Derenin yaz aylarında da devam eden bir akarı vardı (su bulunma hali) ve akasya, dut ve iğde ağaçlarının süslediği bu dere denizle birleştiği yerde yaklaşık 70-80 mt lik bölümünde deniz balıklarının bol miktarda yaşadığı bir alandı. Bugün bile büyük hayal kırıklığı ile hatırladığım çok büyük bir yanlış yapılırdı, burada yetişen balıkların yakalanması için, ne yazık ki DDT adlı bir zirai ilaç atılır ve balıklar öldürülerek yakalanırdı ama kimler yapardı ne yazık ki çok uzun zaman geçmiş olması nedeni ile hatırlayamamaktayım. Ama yinede dere içinde yetişen güzelim ağaçlar ve yaşayan ördekler aklımda kalan en önemli güzelliklerdi…

Derenin evin önüne gelen kısmında dereye inilmek için hatırladığım kadarı ile 8 basamaklı bir merdiven vardı ve bu merdiven hangi gerekçe ile inşa edilmiş olduğunu bugün bile anlamlandıramamaktayım. Yakında köprü olmaması gerekçesi ile karşıya geçmek üzere derenin içine inilmek suretiyle yapılmış olduğu düşünülse bile karşı tarafta karşılığı olmaması nedeniyle pek anlamlı bir açıklama gibi durmamaktadır bu düşünce. Belki de bu merdivenler zaman zaman su almak için kullanılmak için yapılmıştır diyeceğim ama evin farklı yerlerinde olmak üzere 3 adet kuyu bulunmakta idi. Evet şimdi de bakıyorum ama bu merdivenin yapılış amacını maalesef anlayamıyorum.

Bu tılsımlı tabii ki sadece benim için olabilir ama gerçekten güzel bir evdi ve muhteşem bir giriş kapısı vardı, uzun yıllardır kullanıldığı çok açık belli olmasına rağmen yaşını göstermeyen hatta çok genç bir görünümü vardı. Kapının 2 kanadı vardı ve kasası ise mermerden imal edilmiş kapı sövelerine delinmiş delikler vasıtası ile tutturulmuş ve kurşun ile de etrafı doldurularak sıkıştırılmış idi. Kapının 2 kanadının da üzerlerinde birer ayrı kanat vardı ki ahşap işçiliği bu gün bile çok net hatırladığım güzellikte idi. Bu kanatlar; açılınca da dışında dışarıdan da görüntüsüne ayrı bir güzellik kattığı tartışılmaz bir demir kafes ile güvenliği artırılmış ve belki de zaman zaman güvenlik altında havalandırma maksadı ile de kullanılmış olabilir. Kapının bir kanadının arkasında destek amaçlı bir demir çubuk bulunur bu çubuk duvardaki bir halkaya takılırdı, bu demir genellikle de takılı bulunurdu zaten, içeriye taşınması gereken büyük bir şey olduğunda ya da dışarıya çıkarılmak istenen bir şey, işte o zaman bu demir çıkarılır ve o kanat ta açılırdı. Normal giriş çıkışlar için ise kapının bir kanadı kullanılır ve bu zaten yeterli idi.

Ana giriş kapısından girer girmez, büyüklerimin dediği biçimiyle “taşlık” denen bir giriş vardı ve muhtemelen taşlık adı da zeminin siyah ve beyaz kotarina adı verilen çakıl taşlarıyla kaplı olmasından kaynaklanıyordu. Siyah zemin üzerine beyaz kotarinalarla bezenmiş bir ağaç ya da dal figürü bulunmaktaydı ki tam bir sanat eseriydi. Taşlık sağ tarafındaki büyük bir kapı ile yine büyüklerimin ifadesi ile “mağaza” denen benim hatırladığım dönemde tavuk ve hindilerden oluşan küçükbaş hayvanların beslenildiği bir bölüme açılmaktaydı, ancak isminden anlaşıldığı üzere daha önceleri çok muhtemel ki tütün başta olmak üzere ticari olarak yetiştirilen ürünlerin konulduğu bir yerdi ve inanılmaz büyük bir mekândı. Tam karşıda bulunan çok büyük bir alaturka “helâ” bulunmaktaydı ve hemen buranın yanından bir koridor ile geçilen erzak deposuna ulaşılırdı, burada zeytin, zeytinyağı, buğday, nohut, mercimek ve mısır benzeri kışlık depolanmış erzaklar bulunurdu ki burası karanlık bir mekândı ancak fenerle girilip malzeme alınıp ya da konulurdu. Burası biz çocukların fazlaca bilmediği bir yerdi, belki de fener kullanma şansını fazlaca bulamadığımız için buraları fazlaca bilmezdik, bilemiyorum şimdi. Ancak bir gün nasıl oldu da oraya girdik ve karıştırmaya başladık şimdi hatırlayamıyorum ama dün gibi hatırladığım kocaman bir deste para bulduk, nasıl sevinmiştik anlatamam sanki milli piyango çıkmışçasına, ancak sonradan anladık ki paralar çok eski Yunan paraları ve hiçbir geçerliliği yok, öyküsünü ise anneannem rahmetli Hacer Karagöz’den dinlemiştik, II. Dünya savaşı sırasında Yunanistan; Faşist Almanya saldırısı ve işgaline uğruyor, işgal sonucu yaşanan katliamdan korkan Yunanlıların teknelerle canım yurduma sığınmaları sırasında yiyecek ve barınma karşılığı istenmemesine rağmen verilmiş paralar olduğunu öğrenmiş ve içimiz mübadil çocukları olarak inanılmaz burkulmuştu. Sonuç olarak o tarihlerde de yani alındıkları tarihlerde de geçerliliklerinin olmadığı bilinmesine rağmen alınmış ve saklanmış paralardı tüm bunlar. Sonradan Çeşme’nin başka yerlilerinden ise bu paralarla sobaların tutuşturulduklarını duymuştum.

Üst kata çıkan ahşap bir merdiven vardı ve bu merdivenin muhteşem bir “trabzan”ı (korkuluk) vardı ki başlıbaşına bir ahşap işçiliği zirvesiydi bana göre ve biz çocuklar açısından yeterince de geniş olması nedeniyle üst kattan aşağıya üstüne oturarak kaymak için bir biçilmiş kaftandı. Basamak sayısını şimdi hatırlamıyorum ama merdivenin yarısına kadar doğru çıkılır sonra da tam sağa dönülerek evin üst katındaki “hanay” adı verilen sağlı sollu odaların bulunduğu uzunca bir koridora çıkılırdı. Trabzanın başındaki başlık ise yekpare bir ağaç işlemesi idi ki ne kadar muhteşem bir çalışma olduğunu bugün bile anımsamaktayım.

Merdivenin 5 ya da 6 basamağından sonra solda yarım kapı boyutunda bir kapı vardı buradan, bahçeye ve büyükbaş hayvanlarının damlarına gidilirdi. Mezkûr kapıdan girince 5 mt ye 5 mt boyutlarında bir oda vardı ki burada büyük bir ocak, bir kuyu ve taş duvarda fenerlerin konulması için birkaç küçük girinti ile küçük malzemelerin konulması için de birkaç büyük girinti bulunurdu. Büyük ocağın sağında ve solunda mermerden kesme ve yekpare bloktan oluşan 2 adet dikme taş bulunur bunların tam üstünde yatay çalışan yine aynı malzemeden ve evsafta bir başka kesme mermer bulunurdu. Kuyu yaklaşık 4 ya da 5 mt derinliğinde olup suyu yaz kış hiç bitmezdi, bu kuyudan alınan su; tam karşıda hayvan damına açılan kapıdan girilerek hayvanlara verilirdi. Bu mekândaki hayvan damına açılan kapının dışında 2. bir kapı daha vardı ki buradan da bahçeye çıkılırdı, çıkılır çıkılmazda yaz aylarında oldukça büyük bir asmanın altında bulurdunuz kendinizi, mezkûr asmanın üzümü bugün bile aradığım üzüm olmuştur hep.  Yaz aylarında bu asmanın altında yeterli genişlik ve ferahlıkta olması nedeniyle de tütün dizme işlemleri yapılırdı, yaprakları günlük toplanmış (kırılmış) olan tütünler buraya içinde taşındıkları köfünlerden (büyük küfe) dökülerek etrafına yeterince insanın oturması haliyle yaklaşık 1 er mt lik iğnelere (metal şislere) dizilirlerdi, diğer işlere oranla oturularak yapılması nedeniyle nispeten kolay bu işin yapılması sırasında bazen de gelen misafirlerin ağırlanması faslıyla günlerin özellikle orta kısımları eğlenceli geçip giderdi.

Büyükbaş hayvan damı; genişliği yaklaşık 4 mt ama uzunluğu yaklaşık 12 ya da 13 mt olan bir mekândı ve burada hayvanların yemlerini yemeleri için taştan örülmüş bir sedirin üstünde boylu boyunca uzanmış yem yalakları vardı. Bu damın yol kenarında yola açılan büyük bir kapısı vardı ki hayvanların dama giriş ve çıkışları buradan yapılırdı ve hemen onun yanında da küçük bir kapıdan da hayvan yemlerinin özellikle de samanların depolandığı, yola açılan ayrı bir malzeme ikmal penceresi olan bir depo bulunurdu. Harman yerinden atların sırtında ve haral denilen büyük çuvallarla getirdiğimiz samanlar bu deponun bahsekonu penceresinden içeriye boşaltılır ve bilahare de samanlığın içine girilerek fazlaca yer kaplamaması için çiğnenmesi suretiyle sıkıştırılırdı ve kış ayları bu deponun hayvan damına açılan kapısından saman alınarak hayvanlara verilirdi.

Asmanın altından bahçeye erişilir ve yaklaşık 1.000 m2 lik bu bahçede; incir, badem, nar ağacı bulunur ve dizilen tütünlerin kurutulduğu kırmandala adı verilen üzerine tütünlerin iğnelerden aktarıldığı ipin bağlandığı askılar yerleştirilirdi, ayrıca burada bulunan fırının yanında da yine bir kuyu bulunmaktaydı ki muhtemelen fırın hizmetlerinde kullanılmaktaydı suyu. Fırın deyip geçilmesin hatta hiçte hafife alınmasın bugün bile neden o kadar büyük bir fırın olduğu konusunda kafa yormaktayım açıkçası; yaklaşık 5 mt 4 mt lik bir kapalı mekânda bir fırın sanki tüm köye ekmek pişirilmek üzere dizayn edilmişti. Burada bizim ailenin belki de sülalenin pekmezleri hazırlanır, erişteleri hazırlanırdı, hatırladığım kadarıyla.

Evin üst katındaki hanaya erişildiğinde ilk solda içinde gusülhanesi ile mutfak hizmeti verilebilecek detayların bulunduğu bir mekân ki çocukluğumuzda mutfak olarak kullanılmaktaydı, hemen karşısında ise güzel işlenmiş metal guselerden oluşturulmuş sistemin üstüne ahşaptan imal edilmiş muhteşem bir balkonu olan bizlerin camlı oda dediğimiz bir alan vardı muhtemelen de burasıda misafir yemek odası gibi kullanılmaktaydı. Balkon kapısını artık anlatmanın gereği olmamalı diye düşünüyorum çünkü artık tekrara düşmekteyim, burada sabit bir camlı dolap grubu vardı ki inanılmaz bir şeydi. Koridoru devam ediyoruz tam karşıda yine içinde ocak bulunan bir oda, oraya varmadan sol tarafta yine bir yatak odası ve tam karşısında bizimde salon diye kullandığımız ve ailemizin biz çocukları evde yalnız bıraktığında 3 er li takımlar halinde futbol oynadığımız büyüklükte bir mekân ve buradan bir kapı ile ulaşılan ayrı bir oda. Buradaki ahşaptan yapılan panjurlar ne kadar anlatsam eksik kalacağını düşündüğüm güzellikteydi.

Evin kendisine yönelik sövelerden tutun, burada panjur kasa sabitlemelerine kadar eksik bıraktığım bir dolu şey oldu biliyorum, hem bu eksiklere hem de yaşantımıza yönelik bazı hatırladığım ve en azından çocukluğumuz için sıra dışı bulduğum anıları yazmaya devam etmek istiyorum.

Perşembe, Temmuz 14, 2011

GEÇMİŞTE EGE’nin PARİS’i ÇEŞME’nin İSKELESİ “ÇİFTLİK KÖYÜ”

Astım ve kalp hastalarına doğal hastane görevi yaptığı bazı kaynaklara göre Alman doktorları tarafından belirtilmiş olan, iyotça zengin rüzgârları iştah açtığı ve uykusuzluk giderici olduğu hemen herkes tarafından teslim edilmiştir, Çiftlik köyünün. Bugün Çiftlik köyünün Pırlanta plajı bu rüzgârlar sayesinde “kite surf” ün de merkezi sayılmaktadır.

Osmanlı döneminde; Yeni Nahiye, Çiftlik-i Kebir adlarıyla da belirtilen Çiftlik köy, Çeşme’nin Sakız adasına en yakın yeridir hatta o kadar yakındır ki güzel ve sakin havalarda horoz seslerinin bile duyulduğuna tanıklık etmişimdir çocukluğumda… Mübadele ile Çiftlik köyüne yerleşen atalarımızın sözlü aktarımlarına göre köy o kadar güzel bir yermiş ki; Ege’nin Paris’i olarak anıldığını bugün Rahmetle andığım anneannem Hacer Karagöz tarafından yüzlerce kez dinledim.
 
Çiftlik Köye yerleşen 1. kuşak mübadil atalarımın yerleştiği evin nasıl muhteşem bir ev olduğunu hatırlıyorum, birkaç tanesi hariç diğer hangi evlerde de bulunduğunu tam olarak hatırlamıyorum, büyüklerimin “taşlık” diye adlandırdığı ve kotarina denilen çakıl taşlarından siyah ve beyaz 2 farklı renk seçilerek siyahın ana renk ve beyazından ise desen oluşturularak yapılmış bir giriş vardı ki, tek başına muhteşemdi… Bu yerleşilen evin köyün başpapazının ya da papazının olduğundan söz edilirdi, evin içinden ahırlara geçilen bir kapı vardı, buradan girildiğinde ahırlar öncesi 2 adet kuyunun bulunduğu bir kapalı giriş bölümü vardı, oradan da bahçeye çıkılırdı, bahçeye çıkılan yerde ise 5 mt ye 4 mt lik yaklaşık ölçülerde kapalı bir alanda büyükçe bir fırın bulunmakta idi… Evin detayları ile ilgili teknik ve yaşamına yönelik olmak üzere geniş bir yazıyı ayrıca yazmayı planlamaktayım, ileriki günlerde.
 
Şu anda Çiftlik balıkçı barınağının üzerine inşa edildiği bilinen iskelesi nedeniylede çok muhtemeldir ki, Çeşme’nin de iskelesi olduğunu düşünmekteyim, konunun uzmanı olmamama rağmen, 1920’ler ya da 1930’lar Çeşme limanının fotoğraflarına baktığımızda herhangi bir iskelenin olmadığını kolayca tespit edebiliriz, ama yapım tarihinin çok daha eskilere dayandığını tahmin ettiğim Çiftlik Köy iskelesi, gerek uzunluğu, gerekse de yapımında kullanılan taşların büyüklüğü ve düzgünlüğü ve gerekse de her 2 tarafının da çok farklı derinliklerde olması çok açıktan profesyonelce kullanıma yönelik olduğunu göstermektedir, ayrıca bugün Kaptanlık eğitimi için kullanılan binanın da gümrük binası olması nedeniyle faaliyetin büyüklüğünü tahmin etmek hiç de zor olmamaktadır.
 
Çeşme’nin önemli tarımsal ürünlerinden olan sakız ağaçları ne yazık ki, odun kalitesi nedeniyle mi yoksa gerekli özenin gösterilmemesi nedeniyle bakımsızlıktan mı; artık her ne nedenle ise, son 30 yılda neredeyse tamamen yok olmuştu, sakız ağacı yetiştiriciliği şimdilerde gerek bu işe gönül vermiş insanlar gerekse de Belediyenin özellikle yeni inşa edilen binaların bahçelerinde dikilmesine yönelik haklı talepleri ile yeniden artışa geçmiştir. Söylendiğine göre Sakız adası için; başta sakız rakısı, sakız reçeli, sakız likörü olmak üzere çok büyük ekonomik değer haline gelmiş olan sakızın, hem kalitesi hem de renginin daha beyaz olması nedeniyle Çeşmede sakızın önümüzdeki dönemde önemli bir değer haline gelecektir. Bugünlerde Çeşme Belediyesinin yeni yapılan binaların bahçelerinde her bağımsız bölüme bir adet gelecek şekilde sakız ağacı dikimini zorunlu kılması, bana göre çok doğru bir karar olmanın ötesinde muhteşem bir olaydır. Hatta Belediyenin sakız ağacını ihtiyaç sahiplerine vererek temin etmesi halinde bu zorunluluğu birkaç ağaca çıkarması hiçten bile değildir ve bence de hemen bu uygulamaya başlamalıdır da… Sakız ağacı yetiştiriciliğinde Çiftlik Köyün bir merkez haline gelmesi hemen planlanmalı ve Belediyenin yetiştirme ve bila bedel temin etmesi şeklindeki öncülüğünde her bahçe sahibinin bağımsız bölüm başına 4 adet ağaca ulaştırılması gerekmektedir.
 
Çiftlik köy; bir zamanlar Nahiye Belediyesine sahip, söylendiğine ve yazıldığına göre 2 kilise, 1 havra ve 1 camisi ile yaklaşık 1.000 hanelik ve yaklaşık 4.000 nüfuslu bir yerleşim yeridir. Sokaklarındaki Arnavut kaldırım döşemesini 1970’li yılların başına kadar yaşatabilmiş, inanılmaz güzel Rum evlerinin varlığıyla diğer taraftan da sosyal yaşamı ile Ege’nin Paris’i olduğu anlatılırdı büyüklerimizce… Ege’nin Paris’i ve Çeşme’nin İskelesi konumuna ulaşmış bu güzel yerleşim yeri maalesef sonraları kaderine terk edilmiş, tarımı yok etmeyi o günlerden kafasına koymuş devleti yöneten siyasiler eliyle başta da tarımsal ürünlerinin dikiminin yasaklanması ya da sınırlanması ile başta tütün ve anason üretimi ve ticaretinden mahrum kalmıştır. Kaldı ki anasonunun ünü tüm dünyada bilinmesine rağmen…
 
Diğer taraftan köyün içinden geçen derenin çok eski tarihlerde bile taş duvarlar ile örülmüş olması, su bulunduğu dönemlerde su almak için kuruduğu zamanlarda ise karşıdan karşıya geçişler için kullanılmak üzere yapılmış merdivenlerin ne kadar harika olduğunu ben bile hatırlamaktayım. Sonraları başta mezkûr dere olmak üzere tüm dereler kaderine terk edildi, bir taraftan imar uygulamalarına kurban edilirken diğer taraftan da işletme bakımları yapılmadığından zaman içinde dere vasıflarını yitirmiş durumdaydılar. Allahtan çok eskiden yağan yağmurlar da yağmamaya başladı ve bu nedenle derelerin önemi hep göz ardı edildi, şimdilerde Çeşme Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu’nun Çiftlik Köyüne verdiği öneme binaen Belediye Fen işlerinin yaptığı ihalelerle dere ıslahları bir felaket yaşanmadan gerçekleştirilmeye başladı, bu konuda doğanın acımasına bırakılmadan diğer dereleri de kapsayacak kapsamlı bir dere ıslah planı herhalde yapılmaktadır.
 
Diğer taraftan Çeşme Belediyesinin yaptığı yatırımlarla hızlı şekilde gelişmesini sürdüren Çiftlik Köyü yeniden, eskiden haklı olarak elde etmiş olduğunu düşündüğümüz Ege’nin Paris’i olma ününü yeniden kazanacaktır diye düşünmekteyiz. Konu ile ilgili; eksiklikler konusundaki eleştirilerini saklı tutmak kaydıyla, herkesin ve tek tek Çeşme Belediyesi Başkanından, Fen İşleri Yönetiminden, Belediye Çiftlik Köy temsilciliğine kadar emeği geçen herkese teşekkür borcu olduğunu düşünmekteyim.
 
Çeşmenin yeni yıldızı Çiftlik Köy (Mahallesi) Balık mezatları sayesinde de bir çekim alanı oluşturmaktadır, bana göre Çeşme’nin en iyi barbun balığının yakalandığı bu yerin mezatının mutlaka görülmesi gerekmektedir.