Cuma, Şubat 01, 2019

EVİM - 3


O zamanlar kamu kurumları şimdiki gibi iyi değillerdi, o zaman her şey büyük oranda bedelsiz olarak gerçekleştirilirdi, buna “hara” diye bildiğimiz İlçe Tarım Şefliği ya da Müdürlüğüne bağlı şimdiki “Migros”un yerinde bulunan hayvan ıslah, aşılama ve tohumlama merkezindeki tüm hizmetler de dahildir. Zamanın “Sakız Koyunu” türünün ıslahı ve daha verimli ve yararlı bir ortak haline getirilmesine yönelik çalışmaların üretici ile yüz yüze geldiği bu yer fazlaca hatırlamamama rağmen önemli bir yer idi biliyorum. Bazı çiftçiler, koyunlarını, keçilerini, ineklerini, beygirlerini getirirken eşeklerini bile getirenleri hatırlıyorum… Orada çalışan bir İsmail abimiz var idi, şimdilerde emekli ve zaman zaman karşılarız yolda, selamlaşır hâl hatır soruşuruz. Biz koyun ve keçilerimiz için hizmet alırdık oradan. Tavuklarla ilgili hizmet veriliyor mu idi hatırlayamıyorum. Sonradan kamunun hizmet anlayış ve şekli değişti ve artık oraya ihtiyaç ta kalmadı, zaten hayvancılık ta kalmadı, Belediye marifeti ile yıkılıp yerine bugün düğün salonu başta olmak üzere diğer hizmet alanları inşa edildi, çok şükür. Gelişme dediğin budur işte. Emeği geçenleri kutluyorum. O zamanlar ortaokulda tarım dersi diye bir ders vardı ve mecburi idi. Her çocuk asgari ve imkanlar ölçüsünde toprak, meyve, sebze ve hayvanlar ile ilgili bilgiler edinirdi, tabii ki gelişmemiş (!!!) ama mutlu idik, şimdiki öğrenciler gelişmiş ama mutsuzlar, artık hangisini tercih ederseniz, buyurun.

Ben bu anlamda kuşağımın birçok temsilcisi gibi birçok eksiğimize rağmen doğa ile iç içe ve son derece mutlu idim. Yavrulayan keçilerin “çepiş”lerini, koyunların “kuzu”larını kucaklayarak, onları bazen de emzikli şişelerden süt ile besleyerek, tavukların kuluçka dönemlerinde altına yumurta koyarak, yumurtadan çıkan “civciv”lerin ilk seslerini duyarak, büyüme bahtiyarlığını yaşamış biriyim. Kuluçka dönemlerinde tavukların yumurtaların soğumaması için, hiç kalkmadan yumurtaları sıcacık tutma içgüdülerinin gözlemcisi olmak kadar bilahare yumurtadan çıkan civcivlerin sendeleyerek yürümelerine tanıklık etmek, daha da sonra görece büyüyen civcivlerin “badi badi” yürümelerinin, annelerinden kırık buğday tanelerinin nasıl yenileceğinin, altlarındaki samanların nasıl eşeleneceğinin, suyun nasıl içileceğinin öğrenilme süreci ise tam bir eğitimdir. Horozun geniş aileye reislik etmesi, kocaman bahçede gezerek beslenilmesi, civcivlere sahiplenilmesi, kedilerin civcivlere bakışları, havanın kararmaya başlaması ile birlikte tamamının kümese kendiliğinden dönmesi, izlenilmesi gereken bir başka güzellik idi, şimdi bakın bakalım kimler bunlara tanıklık edebiliyor. Kümesin küçük bir pencerecik ile ayrılmış telli bölümünde ki burası da bu sayıdaki tavuğa bir hayli yeterli bir alan idi, gün içinde evde bulunmadığımız dönemlerde tavuklar, pencerecikteki kapağın açılması ile bu bölüme bırakılırlar, buraya yeşil taze otlar atılır, üstüne de buğday ya da mısır yemi de atılır, su ihtiyacı ise içinde yeterli su bulunan bir “taş yalak”tan karşılanırdı. Kümesin bu bölümüne taze ot toplayıp atmak, yalak’a su doldurmak benim görev tarifim içerisinde idi. Aynı zamanda ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapan Veteriner (herkes baytar der idi) Süleyman Bey, tavukların aşılarını yapardı, aşı günleri mutlaka ben beklerdim gelmesini, bedel beklentisi olmaz idi bu hizmet karşılığı velev ki babam önceden ya da sonradan vermeye.

Hayvanların damındaki, haydi gübre diyelim, gübreleri temizlemek, toparlamak ve bahçede uygun bir yere taşımak görevlerim arasında olup bilahare de sık sık gübre aktarma denilen işleri de yapardım. Şimdi gerekçesi ne idi, neden yapılırdı hatırlayamıyorum ama gübre yığını uygun bir örtü ile örtülürdü, zaman zaman bu örtü kaldırılır, kürek ile gübre hemen yan tarafına kürek kürek atılarak aktarılır idi, aktarma işinin “gübrenin yanmasının” önüne geçmek içindi, öyle denirdi, onu hatırlıyorum. İçindekilerin organik atıklar olması hasebi ve oluşan mikroorganizmaların biyolojik ve kimyasal parçalanmaları ile inorganik hale dönüşen gübrenin yeterince bekletilmesi gerekir çünkü yabancı ot ve hastalık yapıcı unsurların yok olması hedeflenir. Tüm bu işlerin karşılığında, hazırlanan yoğurdun ve yumurtaların fazlasının satılması yolu ile elde edilen gelirin, harçlığa ilave olarak bana verilmesi de bu işlerden hoşlanmasam da, şikayetçi olma hallerimi mutedil kılıyordu.

Havuzun etrafında rengarenk boyanmış gaz tenekelerinden yapılmış saksılar içinde yetiştirilen çok çeşitli karanfillerden bahsetmiş idim önceki yazımda, orada her renk karanfil bulunur idi. Sadece kuruları ayıklanır, “çiçek dalında güzeldir” ilkesi gereğince kesilmezdi. Gerçekten şimdilerde o halleri hatırladığımda bir başka keyf kaplar içimi, dalar giderim su motoru çalışırken suyun havuza akarken çıkardığı ahenkli sesler, karanfillerin kokusu, hay Allah. Karanfillerden çiçek yürütmenin yolunu bulduğumda bile zımnen yakalanırdım babama, çok sert olmasa bile fırça yerdim, ama dinler miyim, serde gençlik var, karanfiller 2 şerli 2 şerli yürütülüp genç kızlara verilecek. Yıllar sonra artık torunlar gelmeye ve karanfillerden kesmeye başlayınca, ben “aman dedeniz kızabilir” dediğimde, dedenin adeta efelenerek “karışma çocuklara, bak çiçek seviyorlar, ne güzel” deyip beni susturur idi. Aynı şeyi ağaçtan mandalin kestiğim dönemde de mutlaka makas ile kesmemi isterdi, ben kestirmeden direk koparınca da kızardı, “neden makasla kesmiyorsun” diye, ancak ileri dönemlerde torunların makassız kesişlerine ise, “aferin çocuklar, kesin yiyin, aferin” deyişlerini de asla unutamayacağım. Bana hoşgörüsüz tutumun torunlara gösterilmemiş olması, “Tito” nun “dede”liğe terfi etmesi mi?, torun sevgisinin çok fazla oluşu mu? Yoksa yaşlanmanın oluşturduğu duygusallık mı? ne olduğu ve nasıl izah edilebileceğini bilemedim gayri. Babamın, çocuklarımın halleri…

Son söz, canım yurdumda küçük çaplı yürütülen aile tarımı ve hayvancılığı denilen “küçük üretici” faaliyetlerinin bırakın desteklenmesini, kösteklenmesi halinde geçmişin yad edilmesinin önünde burun çekmelerin eksik olamayacağı aşikardır.

Hiç yorum yok: