O
zamanlar kamu kurumları şimdiki gibi iyi değillerdi, o zaman her şey büyük
oranda bedelsiz olarak gerçekleştirilirdi, buna “hara” diye bildiğimiz İlçe
Tarım Şefliği ya da Müdürlüğüne bağlı şimdiki “Migros”un yerinde bulunan hayvan
ıslah, aşılama ve tohumlama merkezindeki tüm hizmetler de dahildir. Zamanın
“Sakız Koyunu” türünün ıslahı ve daha verimli ve yararlı bir ortak haline
getirilmesine yönelik çalışmaların üretici ile yüz yüze geldiği bu yer fazlaca
hatırlamamama rağmen önemli bir yer idi biliyorum. Bazı çiftçiler, koyunlarını,
keçilerini, ineklerini, beygirlerini getirirken eşeklerini bile getirenleri
hatırlıyorum… Orada çalışan bir İsmail abimiz var idi, şimdilerde emekli ve
zaman zaman karşılarız yolda, selamlaşır hâl hatır soruşuruz. Biz koyun ve
keçilerimiz için hizmet alırdık oradan. Tavuklarla ilgili hizmet veriliyor mu
idi hatırlayamıyorum. Sonradan kamunun hizmet anlayış ve şekli değişti ve artık
oraya ihtiyaç ta kalmadı, zaten hayvancılık ta kalmadı, Belediye marifeti ile
yıkılıp yerine bugün düğün salonu başta olmak üzere diğer hizmet alanları inşa
edildi, çok şükür. Gelişme dediğin budur işte. Emeği geçenleri kutluyorum. O
zamanlar ortaokulda tarım dersi diye bir ders vardı ve mecburi idi. Her çocuk
asgari ve imkanlar ölçüsünde toprak, meyve, sebze ve hayvanlar ile ilgili
bilgiler edinirdi, tabii ki gelişmemiş (!!!) ama mutlu idik, şimdiki öğrenciler
gelişmiş ama mutsuzlar, artık hangisini tercih ederseniz, buyurun.
Ben
bu anlamda kuşağımın birçok temsilcisi gibi birçok eksiğimize rağmen doğa ile
iç içe ve son derece mutlu idim. Yavrulayan keçilerin “çepiş”lerini, koyunların “kuzu”larını
kucaklayarak, onları bazen de emzikli şişelerden süt ile besleyerek, tavukların
kuluçka dönemlerinde altına yumurta koyarak, yumurtadan çıkan “civciv”lerin ilk seslerini duyarak,
büyüme bahtiyarlığını yaşamış biriyim. Kuluçka dönemlerinde tavukların yumurtaların
soğumaması için, hiç kalkmadan yumurtaları sıcacık tutma içgüdülerinin
gözlemcisi olmak kadar bilahare yumurtadan çıkan civcivlerin sendeleyerek
yürümelerine tanıklık etmek, daha da sonra görece büyüyen civcivlerin “badi
badi” yürümelerinin, annelerinden kırık buğday tanelerinin nasıl yenileceğinin,
altlarındaki samanların nasıl eşeleneceğinin, suyun nasıl içileceğinin
öğrenilme süreci ise tam bir eğitimdir. Horozun geniş aileye reislik etmesi,
kocaman bahçede gezerek beslenilmesi, civcivlere sahiplenilmesi, kedilerin
civcivlere bakışları, havanın kararmaya başlaması ile birlikte tamamının kümese
kendiliğinden dönmesi, izlenilmesi gereken bir başka güzellik idi, şimdi bakın
bakalım kimler bunlara tanıklık edebiliyor. Kümesin küçük bir pencerecik ile ayrılmış
telli bölümünde ki burası da bu sayıdaki tavuğa bir hayli yeterli bir alan idi,
gün içinde evde bulunmadığımız dönemlerde tavuklar, pencerecikteki kapağın
açılması ile bu bölüme bırakılırlar, buraya yeşil taze otlar atılır, üstüne de
buğday ya da mısır yemi de atılır, su ihtiyacı ise içinde yeterli su bulunan
bir “taş yalak”tan karşılanırdı. Kümesin bu bölümüne taze ot toplayıp atmak,
yalak’a su doldurmak benim görev tarifim içerisinde idi. Aynı zamanda
ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapan Veteriner (herkes baytar der idi)
Süleyman Bey, tavukların aşılarını yapardı, aşı günleri mutlaka ben beklerdim
gelmesini, bedel beklentisi olmaz idi bu hizmet karşılığı velev ki babam
önceden ya da sonradan vermeye.
Hayvanların
damındaki, haydi gübre diyelim, gübreleri temizlemek, toparlamak ve bahçede
uygun bir yere taşımak görevlerim arasında olup bilahare de sık sık gübre
aktarma denilen işleri de yapardım. Şimdi gerekçesi ne idi, neden yapılırdı
hatırlayamıyorum ama gübre yığını uygun bir örtü ile örtülürdü, zaman zaman bu
örtü kaldırılır, kürek ile gübre hemen yan tarafına kürek kürek atılarak
aktarılır idi, aktarma işinin “gübrenin yanmasının” önüne geçmek içindi, öyle
denirdi, onu hatırlıyorum. İçindekilerin organik atıklar olması hasebi ve
oluşan mikroorganizmaların biyolojik ve kimyasal parçalanmaları ile inorganik
hale dönüşen gübrenin yeterince bekletilmesi gerekir çünkü yabancı ot ve
hastalık yapıcı unsurların yok olması hedeflenir. Tüm bu işlerin karşılığında,
hazırlanan yoğurdun ve yumurtaların fazlasının satılması yolu ile elde edilen
gelirin, harçlığa ilave olarak bana verilmesi de bu işlerden hoşlanmasam da,
şikayetçi olma hallerimi mutedil kılıyordu.
Havuzun
etrafında rengarenk boyanmış gaz tenekelerinden yapılmış saksılar içinde
yetiştirilen çok çeşitli karanfillerden bahsetmiş idim önceki yazımda, orada
her renk karanfil bulunur idi. Sadece kuruları ayıklanır, “çiçek dalında
güzeldir” ilkesi gereğince kesilmezdi. Gerçekten şimdilerde o halleri
hatırladığımda bir başka keyf kaplar içimi, dalar giderim su motoru çalışırken
suyun havuza akarken çıkardığı ahenkli sesler, karanfillerin kokusu, hay Allah.
Karanfillerden çiçek yürütmenin yolunu bulduğumda bile zımnen yakalanırdım
babama, çok sert olmasa bile fırça yerdim, ama dinler miyim, serde gençlik var,
karanfiller 2 şerli 2 şerli yürütülüp genç kızlara verilecek. Yıllar sonra
artık torunlar gelmeye ve karanfillerden kesmeye başlayınca, ben “aman dedeniz
kızabilir” dediğimde, dedenin adeta efelenerek “karışma çocuklara, bak çiçek
seviyorlar, ne güzel” deyip beni susturur idi. Aynı şeyi ağaçtan mandalin
kestiğim dönemde de mutlaka makas ile kesmemi isterdi, ben kestirmeden direk
koparınca da kızardı, “neden makasla kesmiyorsun” diye, ancak ileri dönemlerde
torunların makassız kesişlerine ise, “aferin çocuklar, kesin yiyin, aferin”
deyişlerini de asla unutamayacağım. Bana hoşgörüsüz tutumun torunlara
gösterilmemiş olması, “Tito” nun “dede”liğe terfi etmesi mi?, torun sevgisinin
çok fazla oluşu mu? Yoksa yaşlanmanın oluşturduğu duygusallık mı? ne olduğu ve
nasıl izah edilebileceğini bilemedim gayri. Babamın, çocuklarımın halleri…
Son
söz, canım yurdumda küçük çaplı yürütülen aile tarımı ve hayvancılığı denilen “küçük
üretici” faaliyetlerinin bırakın desteklenmesini, kösteklenmesi halinde
geçmişin yad edilmesinin önünde burun çekmelerin eksik olamayacağı aşikardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder