“Fareli
Köyün Kavalcısı” hikayesi, yaygın olarak bilinen ve Ortaçağ Almanya’sında geçtiği
düşünülen, gerçekte pek çok çocuğun evlerinden döneme uygun malum nedenlerle ayrılıp
ve sonra da ölümleriyle sonuçlanan bir olaydan hareketle önemli bazı yazarların
hikayelerinde yer almış bir hikaye olup, günümüzü yansıtması açısından da
ayrıca özel bir öneme sahiptir.
Hikaye; savaş öncesi canım
yurduma bir, “kıssadan hisse”si bol
olmak kaydıyla, aynen aşağıdaki gibidir.
Bir varmış, bir yokmuş,
evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken,
ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir köy varmış.
Günlerden bir gün, mezkur köyün bütün evlerine fareler dadanmış, binlerce fare
köyün sokaklarında, evlerinde dolaşmaya başlamış. Köylüler yatak odalarına
gitseler, mutfağa girseler farelerden kurtulamıyorlar, fareler ne bulurlarsa
yiyorlarmış. Halk ne yapacağını şaşırmış vaziyette, Muhtardan bu işe bir çare
bulmasını istemiş. Muhtarın da elinden bir şey gelmiyor ve böylece köyün adı “fareli köy”e çıkmış… Günlerden bir gün
fareli köye bir kavalcı gelir, Muhtara: “Eğer bana bir kese altın verirseniz,
köyü farelerden temizlerim” der, tüm köy halkı bu habere sevinerek, aralarında
hemen kavalcının istediği bir kese altını toparlamış ve muhtara teslim
etmişler. Halkın tek istediği bu farelerden kurtulmakmış. Kavalcı isteğinin
kabul edildiğini görünce başlar kavalını çalmaya ve kavaldan öyle tatlı, öyle
güzel sesler çıkar ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak kavalcının
yanına toplanır, kısa sürede kavalcının etrafı yüzbinlerce fare ile dolar, köydeki
bütün fareler kavalcının etrafında toplandığı sırada kavalcı yürümeye başlar,
Köye gelirken gördüğü dereye doğru yürür, kavalcı önde kavalını üfler, fareler
peşinden gelir, kavalcı dere kenarına geldiğinde suyun içine yürür, farelerde
peşinden gelince, hepsi suda boğulur ve ölür. Kavalcı bütün farelerin öldüğünü
görünce de, ödülü olan bir kese altını almak için hemen köye geri dönmüş.
Fareleri yok eden
başarısından sevinç duyduğu için, emin adımlarla yürür ve köye varınca: “Bir
kese altınımı alırım. Bu altınlarla şehre gider, zengin insanlar arasına
katılır ve rahat yaşamaya başlarım” diye düşünmüş. Bu düşüncelerle muhtarın
yanına varan kavalcı muhtardan ödülü olan bir kese altını ister, Muhtar oyunbozanlık
yapar “Nasıl olsa farelerden kurtulduk,
bir kese altını vermesem olur” diye düşünür. Kavalcıya çeşitli bahaneler
göstererek altınları vermez, kavalcı kandırıldığını anlayınca: “Ben size bir
oyun oynayayım da görün” der ve başlar kavalını çalmaya, kavalın büyülü sesini
duyan köyün bütün çoçukları kavalcının yanına koşar, kavalcı hem kavalını üfler
hem de yürümeye başlar, köyün tüm çocukları kavalcının peşinden gider, Köyde
hiç çocuk kalmaz, analar babalar başlar kara kara düşünmeye… Köylüler muhtara
gider: “Ne yapacağız, ne edeceğiz, sen kavalcının hakkı olan bir kese altını
vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü” derler… Kavalcı kızgın
kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varmış, yorgunluk çökünce de, ormanda
bir ağacın altında uykuya dalmış, kavalı kapan bir çocuk ise, arkadaşlarının
yanına gelmesi için başlamış çalmaya, kavalın sesini duyan çocuklar hemen
ormanda toplanırlar ve annelerinin babalarının yanına dönerler. Analar, babalar
çok sevinir, şenlikler düzenlenir, kırk
gün kırk gece bayram edilir… Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine…
Siz, artık bundan sonra;
farelerin gittiğine mi, yoksa çocukların gittiğine mi üzülürsünüz, kendiniz
karar verin... Hani çocukların yerine farelerin gittiğine üzülenlerin bol
olduğu yeterince bilinmekte olup, kimsenin sesi soluğu çıkmamaktadır yine de...
Her şey iyi giderken fareler götürülürken, aman bu götürme işinin sonu kötü
bitebilir diye uyarılara kulak kapatanların, sıra çocuklarına da geleceğini
bilemezler ya hikayenin sonu bu yüzden kötüdür işte… Mezkur hikayede; kim
kavalcı, kim muhtar, kim köylü, kim fare, kim çocuk, tamamen size kalmış…
Senaryo bu, kime hangi rolü verirseniz verin gayri…
Bugün savaş tamtamları
çalanlara inat, büyük usta Nazım hikmet şiiri ile devam hayata;
kapıları
çalan benim
kapıları
birer birer.
gözünüze
görünemem
göze
görünmez ölüler.
Hiroşima'da
öleli
Oluyor
bir on yıl kadar.
Yedi
yaşında bir kızım,
Büyümez
ölü çocuklar.
Saçlarım
tutuştu önce,
Gözlerim
yandı kavruldu.
Bir
avuç kül oluverdim,
Külüm
havaya savruldu.
Benim
sizden kendim için
Hiçbir
şey istediğim yok.
Şeker
bile yiyemez ki
Kağıt
gibi yanan çocuk.
Çalıyorum
kapınızı,
Teyze,
amca, bir imza ver.
Çocuklar
öldürülmesin
Şeker
de yiyebilsinler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder