Pazartesi, Ağustos 03, 2015

FARELİ KÖYÜN KAVALCISI

“Fareli Köyün Kavalcısı” hikayesi, yaygın olarak bilinen ve Ortaçağ Almanya’sında geçtiği düşünülen, gerçekte pek çok çocuğun evlerinden döneme uygun malum nedenlerle ayrılıp ve sonra da ölümleriyle sonuçlanan bir olaydan hareketle önemli bazı yazarların hikayelerinde yer almış bir hikaye olup, günümüzü yansıtması açısından da ayrıca özel bir öneme sahiptir.
Hikaye; savaş öncesi canım yurduma bir, “kıssadan hisse”si bol olmak kaydıyla, aynen aşağıdaki gibidir.
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir köy varmış. Günlerden bir gün, mezkur köyün bütün evlerine fareler dadanmış, binlerce fare köyün sokaklarında, evlerinde dolaşmaya başlamış. Köylüler yatak odalarına gitseler, mutfağa girseler farelerden kurtulamıyorlar, fareler ne bulurlarsa yiyorlarmış. Halk ne yapacağını şaşırmış vaziyette, Muhtardan bu işe bir çare bulmasını istemiş. Muhtarın da elinden bir şey gelmiyor ve böylece köyün adı “fareli köy”e çıkmış… Günlerden bir gün fareli köye bir kavalcı gelir, Muhtara: “Eğer bana bir kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim” der, tüm köy halkı bu habere sevinerek, aralarında hemen kavalcının istediği bir kese altını toparlamış ve muhtara teslim etmişler. Halkın tek istediği bu farelerden kurtulmakmış. Kavalcı isteğinin kabul edildiğini görünce başlar kavalını çalmaya ve kavaldan öyle tatlı, öyle güzel sesler çıkar ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak kavalcının yanına toplanır, kısa sürede kavalcının etrafı yüzbinlerce fare ile dolar, köydeki bütün fareler kavalcının etrafında toplandığı sırada kavalcı yürümeye başlar, Köye gelirken gördüğü dereye doğru yürür, kavalcı önde kavalını üfler, fareler peşinden gelir, kavalcı dere kenarına geldiğinde suyun içine yürür, farelerde peşinden gelince, hepsi suda boğulur ve ölür. Kavalcı bütün farelerin öldüğünü görünce de, ödülü olan bir kese altını almak için hemen köye geri dönmüş.
Fareleri yok eden başarısından sevinç duyduğu için, emin adımlarla yürür ve köye varınca: “Bir kese altınımı alırım. Bu altınlarla şehre gider, zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım” diye düşünmüş. Bu düşüncelerle muhtarın yanına varan kavalcı muhtardan ödülü olan bir kese altını ister, Muhtar oyunbozanlık yapar “Nasıl olsa farelerden kurtulduk, bir kese altını vermesem olur” diye düşünür. Kavalcıya çeşitli bahaneler göstererek altınları vermez, kavalcı kandırıldığını anlayınca: “Ben size bir oyun oynayayım da görün” der ve başlar kavalını çalmaya, kavalın büyülü sesini duyan köyün bütün çoçukları kavalcının yanına koşar, kavalcı hem kavalını üfler hem de yürümeye başlar, köyün tüm çocukları kavalcının peşinden gider, Köyde hiç çocuk kalmaz, analar babalar başlar kara kara düşünmeye… Köylüler muhtara gider: “Ne yapacağız, ne edeceğiz, sen kavalcının hakkı olan bir kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü” derler… Kavalcı kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varmış, yorgunluk çökünce de, ormanda bir ağacın altında uykuya dalmış, kavalı kapan bir çocuk ise, arkadaşlarının yanına gelmesi için başlamış çalmaya, kavalın sesini duyan çocuklar hemen ormanda toplanırlar ve annelerinin babalarının yanına dönerler. Analar, babalar çok sevinir, şenlikler düzenlenir,  kırk gün kırk gece bayram edilir… Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine…
Siz, artık bundan sonra; farelerin gittiğine mi, yoksa çocukların gittiğine mi üzülürsünüz, kendiniz karar verin... Hani çocukların yerine farelerin gittiğine üzülenlerin bol olduğu yeterince bilinmekte olup, kimsenin sesi soluğu çıkmamaktadır yine de... Her şey iyi giderken fareler götürülürken, aman bu götürme işinin sonu kötü bitebilir diye uyarılara kulak kapatanların, sıra çocuklarına da geleceğini bilemezler ya hikayenin sonu bu yüzden kötüdür işte… Mezkur hikayede; kim kavalcı, kim muhtar, kim köylü, kim fare, kim çocuk, tamamen size kalmış… Senaryo bu, kime hangi rolü verirseniz verin gayri…
Bugün savaş tamtamları çalanlara inat, büyük usta Nazım hikmet şiiri ile devam hayata;
kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
Oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
Büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
Gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
Külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
Hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
Kağıt gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
Teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin

Şeker de yiyebilsinler.

Hiç yorum yok: