Pazar, Ağustos 09, 2015

BAHANE BULMA PROFESÖRLERİ

Kars İli, Allahüekber dağlarının eteğinde Selim İlçesi, Bozkuş köyü, dönem itibariyle 400 haneli ve bölgenin en büyük köylerinden biridir, dağlardan gelen ve hemen köyün yanından geçen oldukça büyük ve yaz kış akan deresi, fazla geniş olmamakla birlikte verimli bir araziye sahip bir köydür. Karların eridiği dönemlerde, suyun karşısına geçmenin bir mesele olduğu, kurak geçiyor denildiği dönemde bile karşıdan karşıya at ya da öküz arabaları ile geçilebildiği bu dere aslında doğa vergisi olarak susuzluk sorunu yaşanmasının önünde en önemli engeldir. Bir keresinde yağışlar eskisi gibi olmayınca ve aslında dere yine gümbür gümbür akmakta iken, toplumda her şey Allahtan beklenir ya, bir yağmur duası yapalım, işi kolaylaştıralım fikri takıntısı hasıl olur. Hemen Hoca Efendiye müracaat edilir, Hoca efendi düşünür taşınır ve planını açıklar. Köy ahalisi evlerinde, küçük küçük pasta benzeri ama yerel dilde “kıkırık” denen çörekler-kurabiyeler hazırlayacak, ama ahalinin hiçte alışık olmadığı biçimde hafifte tuz ilave edilecek bu çöreklere-kurabiyelere ki, yiyen muhteremlerin canı su çekecek ve canı su çekenlerin can-ı gönülden, “mevlam su ver” ritüeline katılım ve katkıları sağlanacak. Hoca efendinin umurunda değil tabii ki yaşlıların ve tansiyon sıkıntısı olanların durumu, onun gözünde varsa yoksa milletin içi yana, ta içlerden gelen mezkur yangına uygun bir şekilde duaya katıla… Maksat yağmur duası ya, insanın içi yansın ki, talep güçlü olsun…
Derenin karşı tarafındaki harman yerine gidilecek, bir anlamda piknik düzeneği içinde kurabiyeler yenilecek, hutbe okunacak, mağfiret dilenecek, yağmur duası edilecek ve beklenecek yağmur… Oysa dere gürül gürül akar, çok şükür ki motopomplar icat edilmiş, traktörler icat edilmiş, su tankları icat edilmiş, su hortumları icat edilmiş, ama kolayına kaçmakta beis yoktur. Hatta derenin suyu ile bir taraftan da değirmen çalıştırılmakta, tıpkı övendire misali… Olsun ne gam, ne keder… Su neden zahmet edilerek taşınsın, neden ciddi bir masraf ve çaba harcansın… Mademki Müslüman toplumuz, yalvarılır yakarılır Allah’a, sorun çözülür…   
Gün geldi çattı, sabahtan her katılan abdest tazeleyerek derenin karşısındaki harman yerlerine gitmek için hazırlandı, öncelikle çocuklar taşındı öküz arabaları ile karşıya… Kalabalık adeta mahşer yerine çevirir harmanlar bölgesini… Çocuklar tatlı olmadığı için çörek-kurabiyelere fazla teveccüh göstermeyince büyüklere iş düşer bir taraftan yesinler diye çocuklara ayar verirlerken diğer taraftan da hepsini yer bitirirler, içleri yanıp susadıkça suya ve de dolayısıyla yağmura hasret artar…
Ahali yağmur duası yapılacak alana gelince; duadan önce verilmesi vacip olan sadakalar verilir, yapılan haksızlıklar için helallikler zikredilir, Hocanın arkasında, cemaatle kılınması mendup olan 2 rekat namaz eda edilir… Hoca ahaliye döner ve neden bunların yaşandığına dair geniş ama pek anlaşılmayan bir hutbe verir… Hoca kıbleye döner, ahali arkasında ayakta saf tutar, Allahtan Müslümanlar için mağfiret dilenir, yağmur için Allaha yalvarılır yakarılır…
İçleri yanmış ama gönülleri yaşanan huş içerisindeki günün manasına uygun biçimde dingin vaziyette evlere dönülür… Akşamüstü, gökyüzünü yavaştan kara bulutlar kaplar ve aniden büyük bir gök gürültüsünü takiben yoğun bir yağmur başlar, bilahare yağış iri taneli doluya dönüşür… Sonuç itibariyle bir felakete dönüşen yağmur, tarlalarda hasadı bekleyen ürünleri tarumar eder, köylünün iyi olsun diye beklediği ürün tamamen yok olur…
Sinirler çok gergindir, hasarın çok büyük olmasını bir türlü içine sindiremeyen ahali, yaşanan dolu felaketinin müsebbibi olarak Hocayı görür, Hoca; ya duayı yanlış okumuştur, ya da yanlış bir şeyler yapmıştır, neyse gayri, her ne şekil değerlendirilmişse… Köyde hareketlilik başlar, sopasını, baltasını, küreğini ya da çapasını kapan burnundan soluyarak dayanır cami havlusundaki hocanın yaşadığı eve… Hoca çık dışarıya, yaşanan felaketin hesabını ver diye bağırtılar artıkça hoca, daha sağlam tahkim eder kapıyı bacayı… Tabii ki çıkmaz dışarıya, korku dağları sarmıştır… Aradan birkaç gün geçer, sinirler az da olsa yatışır, hocaya saldırma hocayı linç etme arzusu biter… Araya da giren önemli erkanlar vasıtasıyla, hoca ile konuşulur ve hoca; tüm suçu çöreklerin-kurabiyelerin içine konulan tuzun miktarına yükler… Ben bunlara kıkırıkların (çörek-kurabiyelerin) içine azıcık tuz koyun dedim bunlar gitmişler, tuzluk doldurur gibi tuz doldurmuşlar, az koysaydılar yağmur yağacaktı çok koymuşlar dolu yağdı diye durumu izah etmiştir…
Yaşanmış bu hikayeden, bugüne taşınacak hissemiz; yaşam, iyi bahane üretenlerin gemisini iyi yürüttüğü, yapamadıklarını meşrulaştırmak adına güzelce gizlediği bir düzenek haline gelmiş olmasıdır… Elektrikler kesilir, kediler trafolara girmiş olur… Madenciler katliam gibi iş kazalarında ölür, ihale işin fıtratına gider… Seller ortalığı götürür, doğayı biz mahvettik denilmez, takdiri ilahi’ye sığınılır… vs… vs… Tam bir “anne cici, baba kaka” yaklaşımı, sevsinler sizi ve mantığınızı… "Osuraklı g.t. çavdar ekmeği bahane" gibi muhteşem bir söz yaratma kabiliyetine haiz bir toplumun, bahane üretme profesörleri karşısında, dut yemiş bülbüle dönmesini de anlamak hiç mümkün değildir…


Hiç yorum yok: