Kars İli, Allahüekber dağlarının
eteğinde Selim İlçesi, Bozkuş köyü, dönem itibariyle 400 haneli ve bölgenin en
büyük köylerinden biridir, dağlardan gelen ve hemen köyün yanından geçen
oldukça büyük ve yaz kış akan deresi, fazla geniş olmamakla birlikte verimli
bir araziye sahip bir köydür. Karların eridiği dönemlerde, suyun karşısına
geçmenin bir mesele olduğu, kurak geçiyor denildiği dönemde bile karşıdan karşıya
at ya da öküz arabaları ile geçilebildiği bu dere aslında doğa vergisi olarak
susuzluk sorunu yaşanmasının önünde en önemli engeldir. Bir keresinde yağışlar
eskisi gibi olmayınca ve aslında dere yine gümbür gümbür akmakta iken, toplumda
her şey Allahtan beklenir ya, bir yağmur duası yapalım, işi kolaylaştıralım
fikri takıntısı hasıl olur. Hemen Hoca Efendiye müracaat edilir, Hoca efendi
düşünür taşınır ve planını açıklar. Köy ahalisi evlerinde, küçük küçük pasta
benzeri ama yerel dilde “kıkırık” denen çörekler-kurabiyeler hazırlayacak, ama
ahalinin hiçte alışık olmadığı biçimde hafifte tuz ilave edilecek bu çöreklere-kurabiyelere
ki, yiyen muhteremlerin canı su çekecek ve canı su çekenlerin can-ı gönülden, “mevlam
su ver” ritüeline katılım ve katkıları sağlanacak. Hoca efendinin umurunda
değil tabii ki yaşlıların ve tansiyon sıkıntısı olanların durumu, onun gözünde
varsa yoksa milletin içi yana, ta içlerden gelen mezkur yangına uygun bir
şekilde duaya katıla… Maksat yağmur duası ya, insanın içi yansın ki, talep
güçlü olsun…
Derenin karşı tarafındaki
harman yerine gidilecek, bir anlamda piknik düzeneği içinde kurabiyeler
yenilecek, hutbe okunacak, mağfiret dilenecek, yağmur duası edilecek ve
beklenecek yağmur… Oysa dere gürül gürül akar, çok şükür ki motopomplar icat
edilmiş, traktörler icat edilmiş, su tankları icat edilmiş, su hortumları icat
edilmiş, ama kolayına kaçmakta beis yoktur. Hatta derenin suyu ile bir taraftan
da değirmen çalıştırılmakta, tıpkı övendire misali… Olsun ne gam, ne keder… Su
neden zahmet edilerek taşınsın, neden ciddi bir masraf ve çaba harcansın… Mademki
Müslüman toplumuz, yalvarılır yakarılır Allah’a, sorun çözülür…
Gün geldi çattı, sabahtan
her katılan abdest tazeleyerek derenin karşısındaki harman yerlerine gitmek
için hazırlandı, öncelikle çocuklar taşındı öküz arabaları ile karşıya… Kalabalık
adeta mahşer yerine çevirir harmanlar bölgesini… Çocuklar tatlı olmadığı için
çörek-kurabiyelere fazla teveccüh göstermeyince büyüklere iş düşer bir taraftan
yesinler diye çocuklara ayar verirlerken diğer taraftan da hepsini yer bitirirler,
içleri yanıp susadıkça suya ve de dolayısıyla yağmura hasret artar…
Ahali yağmur duası yapılacak
alana gelince; duadan önce verilmesi vacip olan sadakalar verilir, yapılan
haksızlıklar için helallikler zikredilir, Hocanın arkasında, cemaatle kılınması
mendup olan 2 rekat namaz eda edilir… Hoca ahaliye döner ve neden bunların
yaşandığına dair geniş ama pek anlaşılmayan bir hutbe verir… Hoca kıbleye
döner, ahali arkasında ayakta saf tutar, Allahtan Müslümanlar için mağfiret
dilenir, yağmur için Allaha yalvarılır yakarılır…
İçleri yanmış ama gönülleri
yaşanan huş içerisindeki günün manasına uygun biçimde dingin vaziyette evlere
dönülür… Akşamüstü, gökyüzünü yavaştan kara bulutlar kaplar ve aniden büyük bir
gök gürültüsünü takiben yoğun bir yağmur başlar, bilahare yağış iri taneli
doluya dönüşür… Sonuç itibariyle bir felakete dönüşen yağmur, tarlalarda hasadı
bekleyen ürünleri tarumar eder, köylünün iyi olsun diye beklediği ürün tamamen
yok olur…
Sinirler çok gergindir,
hasarın çok büyük olmasını bir türlü içine sindiremeyen ahali, yaşanan dolu
felaketinin müsebbibi olarak Hocayı görür, Hoca; ya duayı yanlış okumuştur, ya
da yanlış bir şeyler yapmıştır, neyse gayri, her ne şekil değerlendirilmişse…
Köyde hareketlilik başlar, sopasını, baltasını, küreğini ya da çapasını kapan
burnundan soluyarak dayanır cami havlusundaki hocanın yaşadığı eve… Hoca çık
dışarıya, yaşanan felaketin hesabını ver diye bağırtılar artıkça hoca, daha
sağlam tahkim eder kapıyı bacayı… Tabii ki çıkmaz dışarıya, korku dağları
sarmıştır… Aradan birkaç gün geçer, sinirler az da olsa yatışır, hocaya
saldırma hocayı linç etme arzusu biter… Araya da giren önemli erkanlar
vasıtasıyla, hoca ile konuşulur ve hoca; tüm suçu çöreklerin-kurabiyelerin
içine konulan tuzun miktarına yükler… Ben bunlara kıkırıkların (çörek-kurabiyelerin)
içine azıcık tuz koyun dedim bunlar gitmişler, tuzluk doldurur gibi tuz
doldurmuşlar, az koysaydılar yağmur yağacaktı çok koymuşlar dolu yağdı diye
durumu izah etmiştir…
Yaşanmış bu hikayeden, bugüne
taşınacak hissemiz; yaşam, iyi bahane üretenlerin gemisini iyi yürüttüğü,
yapamadıklarını meşrulaştırmak adına güzelce gizlediği bir düzenek haline
gelmiş olmasıdır… Elektrikler kesilir, kediler trafolara girmiş olur…
Madenciler katliam gibi iş kazalarında ölür, ihale işin fıtratına gider… Seller
ortalığı götürür, doğayı biz mahvettik denilmez, takdiri ilahi’ye sığınılır… vs…
vs… Tam bir “anne cici, baba kaka” yaklaşımı, sevsinler sizi ve mantığınızı… "Osuraklı
g.t. çavdar ekmeği bahane" gibi muhteşem bir söz yaratma kabiliyetine haiz
bir toplumun, bahane üretme profesörleri karşısında, dut yemiş bülbüle
dönmesini de anlamak hiç mümkün değildir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder