Cumartesi, Ağustos 22, 2015

SAVAŞI ZENGİNLER ÇIKARIR, FAKİRLER ÖLÜR

Savaş bilindiği üzere yoksulları vuran, zenginleri daha da zengin eden ve hatta savaş zengini haline getiren, siyasilerin siyasi ömürlerini uzatan, siyasilerin sobelenmesinin önüne geçen, savaş kışkırtıcılarını adeta kutsallaştıran, kapitalizmin krizi karşısında yeni fırsatlar yaratan ve nihayetinde tüm insanlığı tehdit eden bir insanlık suçudur...

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, hemen seçimler öncesi, inanılmayan ve güvenilmeyen ama çaresizlikten umutvar bir durum diye değerlendirilen; “Silahlı mücadelenin, yerini, demokratik siyasete bırakmasının” sözü, ne yazık ki, seçimlerde gerekli desteğin verilmemesinin muhtemel bir sonucu olarak, konuya yaklaşım, “Allah bir daha bu millete evlatlarını şehit verme fedakarlığı yaratacak şartları göstermesin. Ama gerektiğinde sizler ve bizler bu vatan için, gelecek için evlatlarımızı da kendimizi de feda etmeye hazırız. Bu fedakarlığı da dünya alem bilmelidir” şekline evrilince, artık olanlar olmuş... Artık zemberek attı ya; kaç silahı olduğunu açıklayanlar mı ararsın, mühimmat stokunun ne olduğunu açıklayanlar mı ararsın, kimse gelmezse bile kanının son damlasına kadar savaşacağını ilan eden devlet büyükleri mi ararsın, artık ortalık Zaloğlu Rüstem’lerden geçilmez hale dönmüş, at izi it izine karışmıştır. Bu savaşla ilgili söylenebilecek en güzel sözleri, aslında yüreklerine ateş topu düşmüş, her iki tarafın yakınları söylemektedirler, ama kim dinleye, kim duya bu feryadı...Hemen hemen birbirine çok benzer kelamlar edilmekte; “Halklar bin yıldır kardeşçe, birlikte yaşadı ve yaşamakta. Halklar arasında sorun yok. Bu sorun küçük bir elit kesimin çıkar sorunu. Artık bu sorunu bitirin, bir çözüm getirin. Anadolu'daki fakir çocuklar artık ölmesin. Bu sorun çözülmezse herkes bu kanda boğulacak. Kimsenin, Kürt'le, Türk’le, Çerkez’le, Laz’la bir sorunu yok. Halklar kardeşçe yaşıyor. Bu mozaik ayrılırsa hiçbir millet için iyi olmaz”... Nokta...

Elbet birgün Canım Yurdumun insanı da anlayacaktır, önlerine dayatılan bu savaşın; gençlerin yitimi, kan, gözyaşı, matem, işkence, tecavüz, yoksulluk, tahribat, işsizlik demek olduğunu, barışın ise; artık, gençlerin yitimi, kan, gözyaşı, matem, işkence, tecavüz, yoksulluk, tahribat, işsizlik olmadığını...
Birgün bu topraklar da, barış yüzü görecek ve işte o zaman, bugünün bu savaş sevicileri lanetle anılacaktır, bunu daha önceki pratikler böyle göstermiştir ve de bunun böyle olacağına dair en ufak bir şüphem bulunmamaktadır. Türk ve Kürt analarının, şehitleri ardından döktükleri gözyaşı elbet birgün, nehirlere dönüşüp, bu savaş sevicilerini boğacaktır... Nedir bu ülkenin, bu açık ve gizli savaş çığırtkanlarından çektiği, yeterin be düşün, Canım Yordumun yakasından... Bakın bakalım, tüm şehit askerlerin, askerlik sonrası beklentilerine, hangisinin planında siyasete atılmak var, tam aksine tamamına yakınının, köyündeki ya da sıladaki yavuklusuna ya da çocuklarına kavuşmak, anasına ve babasına kavuşmak, iş güç kurmak ve çoluk çocuğa karışmaktan başka ne var... Ve elbet bu topraklarda da birgün anlaşılacaktır ki, en kutsal şey insan yaşamıdır, ne birilerinin siyasi ikballeri, ne de diğerlerinin ekonomik ikballeri yaşama hakkından daha kutsaldır...

Fransız yazar ve düşünür, Jean-Paul Sartre’a ait olan; “savaşı zenginler çıkarır, fakirler ölür” sözünün siyasi, ahlaki, sosyolojik ve ekonomik “stratejik derinlik”i anlaşılması ve gereğinin yerine getirilirmesi en büyük dileğim olup, günün anlam ve önemini ifade etmesi açısından önemi olan bir fıkra ile bitireyim.

Ahal-i Osmanide, yeniçeri ve sipahi gibi sürekli askerliğin yanı sıra seferberlik hallerinde zorunlu askere alınma da varmış. Padişah efendinin değerlendirmeleri neticesi İhtiyaç hasıl olduğunda, seferberlik ve savaş hallerinde, 18 – 45 yaş aralığında askerliğe müsait tüm erkekler silah altına alınırmış. Mezkur fıkramızın konusunu oluşturan, Anadolu’nun bir köyünde, köylünün biri, üç erkek evlada sahiptir ve bunlarla birlikte tarım yaparak hayatlarını idame ettirirler. Osmanlı’nın bitmek tükenmek bilmeyen küffar üstüne seferlerinden birinde, sipahiler köylünün de kapısını çalarlar, padişah fermanı uyarınca köylünün büyük oğlu askere alınır, alınır ama alınış o alınış. Büyük oğlan artık şehit olmuştur, kutsal padişahın kutsal savaşı uğruna... Köylü büyük oğlunun şehitlik mertebesine varmasının acısı ve yası henüz taze iken, padişahın baharda yeni bir seferi söz konusudur, kefere dünyasına... Bu kapsamda köylünün kapısı yine çalınır, ortanca oğlanı da seferberlik kapsamında sialh altına alırlar... Nihayi sonuç değişmez, kısa süre sonra kapısı çalınır, kara haber gelir, ortanca oğul da şehadet şerbeti içmiştir. Küffarla girilen bu cenklerden sürekli şehadet şerbeti içmek garip köylü çocuklarına düşer ya, köylünün içine ateş topu düşmesine rağmen oğlunun şehitlik mertebesine ulaşmasından ötürü, içinin yanmasına rağmen sesini de çıkaramaz. Günlerden birgün yine köylünün kapısı sipahiler tarafından çalınır, köylü yiğit gibi 2 evladının acılarını kalbine gömmeğe uğraşır, tevekkül içinde hayatını idame ettirirken, kapıdaki sipahileri görünce, yine padişahın kefere üstüne seferberlik düzenlediğini ve sıranın 3. oğluna geldiğini anlar... Yine sipahiler aynı minval üstünde, padişah topraklarının korunması ve genişletilmesi üstüne, kahramanlık destanları düzüp, küffara karşı cihadın, şehadet şerbetinin kutsaliyeti üstüne nutuk atarak, “oğlunu askere alacağız” demeleri üstüne, “gidin sarayda ki padişahınıza söyleyin, benim zürriyetime güvenerek küffara harp ilan etmeye”..

Benden bu kadar...




Hiç yorum yok: