Savaş bilindiği üzere
yoksulları vuran, zenginleri daha da zengin eden ve hatta savaş zengini haline
getiren, siyasilerin siyasi ömürlerini uzatan, siyasilerin sobelenmesinin önüne
geçen, savaş kışkırtıcılarını adeta kutsallaştıran, kapitalizmin krizi
karşısında yeni fırsatlar yaratan ve nihayetinde tüm insanlığı tehdit eden bir
insanlık suçudur...
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun,
hemen seçimler öncesi, inanılmayan ve güvenilmeyen ama çaresizlikten umutvar
bir durum diye değerlendirilen; “Silahlı mücadelenin, yerini, demokratik
siyasete bırakmasının” sözü, ne yazık ki, seçimlerde gerekli desteğin
verilmemesinin muhtemel bir sonucu olarak, konuya yaklaşım, “Allah bir daha bu
millete evlatlarını şehit verme fedakarlığı yaratacak şartları göstermesin. Ama
gerektiğinde sizler ve bizler bu vatan için, gelecek için evlatlarımızı da
kendimizi de feda etmeye hazırız. Bu fedakarlığı da dünya alem bilmelidir”
şekline evrilince, artık olanlar olmuş... Artık zemberek attı ya; kaç silahı
olduğunu açıklayanlar mı ararsın, mühimmat stokunun ne olduğunu açıklayanlar mı
ararsın, kimse gelmezse bile kanının son damlasına kadar savaşacağını ilan eden
devlet büyükleri mi ararsın, artık ortalık Zaloğlu Rüstem’lerden geçilmez hale
dönmüş, at izi it izine karışmıştır. Bu savaşla ilgili söylenebilecek en güzel
sözleri, aslında yüreklerine ateş topu düşmüş, her iki tarafın yakınları
söylemektedirler, ama kim dinleye, kim duya bu feryadı...Hemen hemen birbirine
çok benzer kelamlar edilmekte; “Halklar bin yıldır kardeşçe, birlikte yaşadı ve
yaşamakta. Halklar arasında sorun yok. Bu sorun küçük bir elit kesimin çıkar
sorunu. Artık bu sorunu bitirin, bir çözüm getirin. Anadolu'daki fakir çocuklar
artık ölmesin. Bu sorun çözülmezse herkes bu kanda boğulacak. Kimsenin,
Kürt'le, Türk’le, Çerkez’le, Laz’la bir sorunu yok. Halklar kardeşçe yaşıyor.
Bu mozaik ayrılırsa hiçbir millet için iyi olmaz”... Nokta...
Elbet birgün Canım Yurdumun
insanı da anlayacaktır, önlerine dayatılan bu savaşın; gençlerin yitimi, kan,
gözyaşı, matem, işkence, tecavüz, yoksulluk, tahribat, işsizlik demek olduğunu,
barışın ise; artık, gençlerin yitimi, kan, gözyaşı, matem, işkence, tecavüz, yoksulluk,
tahribat, işsizlik olmadığını...
Birgün bu topraklar da, barış
yüzü görecek ve işte o zaman, bugünün bu savaş sevicileri lanetle anılacaktır,
bunu daha önceki pratikler böyle göstermiştir ve de bunun böyle olacağına dair
en ufak bir şüphem bulunmamaktadır. Türk ve Kürt analarının, şehitleri ardından
döktükleri gözyaşı elbet birgün, nehirlere dönüşüp, bu savaş sevicilerini
boğacaktır... Nedir bu ülkenin, bu açık ve gizli savaş çığırtkanlarından
çektiği, yeterin be düşün, Canım Yordumun yakasından... Bakın bakalım, tüm
şehit askerlerin, askerlik sonrası beklentilerine, hangisinin planında siyasete
atılmak var, tam aksine tamamına yakınının, köyündeki ya da sıladaki
yavuklusuna ya da çocuklarına kavuşmak, anasına ve babasına kavuşmak, iş güç
kurmak ve çoluk çocuğa karışmaktan başka ne var... Ve elbet bu topraklarda da birgün
anlaşılacaktır ki, en kutsal şey insan yaşamıdır, ne birilerinin siyasi ikballeri,
ne de diğerlerinin ekonomik ikballeri yaşama hakkından daha kutsaldır...
Fransız yazar ve düşünür, Jean-Paul
Sartre’a ait olan; “savaşı zenginler
çıkarır, fakirler ölür” sözünün siyasi, ahlaki, sosyolojik ve ekonomik “stratejik derinlik”i anlaşılması ve
gereğinin yerine getirilirmesi en büyük dileğim olup, günün anlam ve önemini
ifade etmesi açısından önemi olan bir fıkra ile bitireyim.
Ahal-i Osmanide, yeniçeri ve
sipahi gibi sürekli askerliğin yanı sıra seferberlik hallerinde zorunlu askere
alınma da varmış. Padişah efendinin değerlendirmeleri neticesi İhtiyaç hasıl
olduğunda, seferberlik ve savaş hallerinde, 18 – 45 yaş aralığında askerliğe
müsait tüm erkekler silah altına alınırmış. Mezkur fıkramızın konusunu
oluşturan, Anadolu’nun bir köyünde, köylünün biri, üç erkek evlada sahiptir ve
bunlarla birlikte tarım yaparak hayatlarını idame ettirirler. Osmanlı’nın
bitmek tükenmek bilmeyen küffar üstüne seferlerinden birinde, sipahiler
köylünün de kapısını çalarlar, padişah fermanı uyarınca köylünün büyük oğlu
askere alınır, alınır ama alınış o alınış. Büyük oğlan artık şehit olmuştur,
kutsal padişahın kutsal savaşı uğruna... Köylü büyük oğlunun şehitlik
mertebesine varmasının acısı ve yası henüz taze iken, padişahın baharda yeni
bir seferi söz konusudur, kefere dünyasına... Bu kapsamda köylünün kapısı yine
çalınır, ortanca oğlanı da seferberlik kapsamında sialh altına alırlar...
Nihayi sonuç değişmez, kısa süre sonra kapısı çalınır, kara haber gelir,
ortanca oğul da şehadet şerbeti içmiştir. Küffarla girilen bu cenklerden
sürekli şehadet şerbeti içmek garip köylü çocuklarına düşer ya, köylünün içine
ateş topu düşmesine rağmen oğlunun şehitlik mertebesine ulaşmasından ötürü,
içinin yanmasına rağmen sesini de çıkaramaz. Günlerden birgün yine köylünün
kapısı sipahiler tarafından çalınır, köylü yiğit gibi 2 evladının acılarını
kalbine gömmeğe uğraşır, tevekkül içinde hayatını idame ettirirken, kapıdaki
sipahileri görünce, yine padişahın kefere üstüne seferberlik düzenlediğini ve
sıranın 3. oğluna geldiğini anlar... Yine sipahiler aynı minval üstünde,
padişah topraklarının korunması ve genişletilmesi üstüne, kahramanlık
destanları düzüp, küffara karşı cihadın, şehadet şerbetinin kutsaliyeti üstüne
nutuk atarak, “oğlunu askere alacağız” demeleri üstüne, “gidin sarayda ki
padişahınıza söyleyin, benim zürriyetime güvenerek küffara harp ilan etmeye”..
Benden bu kadar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder