Cumartesi, Ekim 15, 2022

HAKLIYIZ AMA HEP KAYBEDİYORUZ

Bir tarihlerde, Ankara’da yaşadığım dönemde, otomobil ile çok önemli hatta trafiğinin abuk subuk düzenlendiği bir kavşağa yaklaşıyoruz lakin otomobili kullanan arkadaş hızını hiç azaltmıyor derhal uyardım “lütfen yavaşla, burada sık sık trafik kazası oluyor”. Kime söylüyorum hiç tınmadan ilerliyor gerçi kabul edilen sürat dâhilinde gidiliyor lakin o kavşakta belki de düzenlemenin de yanlışlığı nedeniyle trafik ışıklarına rağmen kim önce girecek kim önce geçecek sürekli bir karmaşa halinde ya bizim sürücü de genel karmaşaya mütenasip ilerliyor. “Ya lütfen yavaşla aksi bir gelişme halinde ölürüz” dedim lakin el cevap “görmüyor musun bize yeşil yanıyor” deyince ben de “haklı ölüm ile haksız ölüm diye bir ayrım yok, bilesin” diye devam etmiş idim. Yani ve özetle kırmızı ışık ihlalinin ziyadesiyle yapıldığı bu kavşakta milletin dikkatsizliğinin kendi dikkatini biraz daha arttırarak azaltmanın mümkün olacağının altını çizmiş oldum. Hülasa, haklı olmak hayatta kalmak için yetmiyor, akıllı olmak, gaza gelmemek, provoke olmamak, duygularla hareket etmemek, sizden öncekilerin tecrübelerine önem atfetmek, konuya yönelik bağıtlanmış sözleşmeleri bilmek ve onlara değişmediği sürece sadık kalmak vs vs gibi ilave şartların da hep göz önünde bulundurulması gerekiyor.

 Bir de futbol üstünden bir başka referans oluşturalım. Mesela bir kaleci düşünün sürekli “ben çok iyi kaleciyim” diyor. Bakıyorsunuz her sezon ortalama 90 gol yiyor. Adama derler sen nasıl iyi kalecisin… Muhterem saydırıyor, sol bek kötü, stoper kötü, libero kötü, o kötü, bu kötü… Peki, sen? Ben, muhteşem…

Kuzeyimizde bir savaş yürüyor, insanlar ölüyor, o işgale uğradık, o saldırıya uğradık, o insanlarımızı öldürüyorlar, diyor, diyor da diyor. Sonuç, sen sarayında oturmuş verilen sözlere belki de iddia edilenler doğru ve mezkûr ortaklıklarına binaen, senden önce yapılan anlaşmaları yok sayıyorsun, tüm dünyanın ziyadesiyle bildiği paramiliter güçleri bir devlet başkanı kararnamesi ile resmi ordu mensubu yapıyorsun, sivilleri öncelikle ülkelerinden göç etmeleri için devlet terörü uyguluyorsun ya da uygulanan teröre göz yumuyorsun, binlerce yurttaşınızın farklı etnik kökten olduğu için öldürülmelerine göz yumuyorsun, sonra da “dur bakalım usta” denilince de gak guk… İşte aktör Reegan özlemi ile yanıp tutuştuğun ayan beyan belli de eksiğin ABD devlet başkanı olmaman. Hani fıkradaki gibi sen garip bir zurnacısın senin neyine gümüş zurna… Belki de senin de bu işten bir şey anlamadığın da sarih lakin bunun ayartına nasıl ve ne zaman varacaksın. Bugün seni yalnız bıraktığını açıkladığın ortaklarının, dostlarının aslında seni yalnız bırakmadıklarını biz buradan görüyoruz, sakın dünyaya martaval anlatma… Son derece modern silahlar emrine tahsis ediliyor hem de “efendim bize eski püskü silahları veriyorlar” gibi mağdur ve mahzun görünmeni temin edecek emrindeki yanlı ve yandaş medyanın uzun, ucuz ve ucube propagandalarına rağmen gerçekler sırıtıyor. Çok muhtemel ki; dünya jandarması ülkenin dünya egemenliği adına beslediği her çeşit görüş ve inançtan terör unsurlarının bu sefer ki zinde tutulma sahası olarak ülkenizi tahsis etmişsiniz. Sizin umurunuzda bile değil insanların ölmesi… Derdiniz varsa yoksa ortaklığınızın ayyuka çıktığı laboratuvarların çalışıyor olması, dünyanın lanetlediği azov taburlarının faaliyetleri ve nihayetinde 2. Paylaşım savaşı sonrası kapitalizmin içine yuvarlandığı en büyük bunalımın çözümüne erketelik... Bilindiği üzere, en azından benim bildiğim kadarı ile sermayenin krizi aşmasının en kolay ve hızlı yolu savaştır. Detaylı bilgi edinilmesinin başlığı ise, ekonominin askerileştirilmesi ve bu uğurda fabrika ve saha çalışmaları üstüne üstatların yazıları ve analizleri olacaktır. Lütfedilir kısacık araştırılır ise meram ve muradım daha kolay anlaşılacaktır. Çünkü savaş ve ekonomisi geriye en hızlı dönüş sağlayan bir kriz çözücüdür ve bu yüzden kapitalistlerin çaresiz başvurdukları yöntem olup direk ilgili olmayan kendi dışındaki tüm sektörlere can taşır dünya halkları kan kaybederken. Bu yöntemin en sadık takipçileri de kontrol altındaki ülkelerde devamlı desteklenirler ve siyasal düzenin yüzünü oluştururlar. Düzenin bu yüzü arkasında da sermaye temerküzü ve sahiplerinin el ovuşturmaları… Diğer yanda ise bu savaşların hiçbir yerinde olmayan veya olamayacak çocukların da canlarını ortaya koymaları ve hatta daha da korkuncu canlarını bu uğurda kaybetmeleri… Rezaletin daniskası lakin bunu gören var mı? ya da görmek isteyen var mı? varsa ne kadarlık bir kısımdır, görüp de anlatana itibar var mı? Vs vs…

Bir de bu uygulamalara alkış çalan milli ve yerli olduğunu iddia eden abiler sorunu var. Hem de bunların alayı Türkiye’nin soydaşlarına Kıbrıs’ta yapılanlar karşısında gösterdiği reaksiyon ve Kıbrıs savaşına tereddütsüz alkış çalanlar… Hani adına barış hareketi deniyor olsa da resmen bir savaş… Peki, ne olmuştu da Türkiye ekonomik ve politik sonuçları ciddi derecede ağır olan bu harekâta girişmiş idi… Tıpkı bugün Rusya’nın da “özel operasyon” demesine benzer bir yaklaşım gösteren Türkiye “Kıbrıs barış harekâtı” adını verdiği bir savaş planı uyguladı. Yunanistan’da “albaylar cuntası” adıyla maruf bir askeri faşist darbe ile yönetimi üstlenen ordu evvelemirde Kıbrıs’ta anayasaya aykırı, uluslararası antlaşmalara aykırı hülasa ve sonuç olarak insanlığa aykırı bir gizli operasyon başlatıyor. Konu uzun lakin özetleyelim, Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesi hedefi olan General Grivas tarafından kurulmuş EOKA-B adlı faşist bir örgüt ile yaklaşık 1950’li yılların başından itibaren, komünistleri ve Türkleri hedefine alıp küçük küçük katliamlar yapmakta iken ilerleyen zamanda ve hem yerel hem de Yunanistan’daki siyasal destekçileri ile toplu mezarlar oluşturan katliamlara girişmiştir. Hatta o kadar ki; sonradan Yunanistan’da darbe yapmak ile görevlendirilen Albay Sampson Kıbrıs’a gelir ve EOKA-B destekli darbe yapar. Peki, bu Grivas’ın nasıl bir geçmişi var diye bakınca, Türkiye işgaline katılan genç bir Yunanistan subayı olarak Sakarya önlerine kadar gelmiş olduğunu, Nazi Almanya’sının Yunanistan işgali sırasında Faşistlerle işbirliği içinde olmuş olduğunu, sonrası da Kıbrıs ve malum sonu görüyoruz. Türkiye’nin Kıbrıs’ta Türkler katlediliyor feryatları o günün dünyasında kimse tarafından duyulmuyor haliyle, tıpkı bugün 2016 dan beri Rusya’nın Ukrayna’nın Donbas Bölgesindeki Rus soydaşlarının katledilmelerinin dile getirilmesi karşısında dünyada kimsenin duymaması gibi. Peki, katiller kimler, Kıbrıs’ta nazi artığı Grivas önderliğindeki faşist güçler, Ukrayna’da da nazi artığı Banderas’çı faşist güçler… Fazla lafa gerek yok sanki… Ama yerli ve milli abilere de “lütfen tutarlı olun” demek görevimizdir. Orda öyle burada böyle, olmuyor…

Evet, muhterem ve muhteşem batı taşeronu bey, sen kendince haklısın ama topraklarının en gelişmiş ve verimli bölümü artık senin kontrolünde değil. Geçmiş olsun… Bu yaşananlar umarım, öyle yok ben bu anlaşmayı tanımam, yok ben gelirim oraya ayaklarını kırarım gibi abuk subuk tavırlar takınan dünyanın çeşitli yerlerinde iktidar koltuğuna oturmuş tüm ABD taşeronu muhteremlere aydınlatıcı, kafa açıcı birer örnek olur… Olur mu? Zinhar olmaz… Umarım bir gün biz “yaşasın barış” diyenler “yaşasın savaş” diyenlerden fazla oluruz.


Cuma, Ekim 07, 2022

ÇEŞME KALE ÖNÜ DÜZENLEMESİ

Çeşme Meydan düzenlemesi kapsamında, önceleri Lunaparkın bulunduğu yerde, daha önceki Belediye Yönetimi ve Başkan Muhittin Dalgıç döneminde planlandığını duyduğumuz ve bildiğimiz bir uygulama şimdiki Belediye Yönetimi ve Başkan Ekrem Oran tarafından gerçekleştirildi. Muhtemelen de düzenlemenin sonuna gelindi herhalde, görünen o. Geçen akşamüzeri yapılanları yerinde görmek için mezkûr alana gittim. Hatta bir miktarda üst kotlarda oturdum ve bir de tarihe kayıt adına, Çeşme’nin muhteşem görüntüsünü küçük bir video haline getirdim, hem Facebook’tan hem de instagram’dan paylaştım. Gelen beğeniler ve yorumlar temelde olumlu görünüyordu. Alandan ayrılırken, Belediye Başkanı Ekrem Oran ile karşılaştık, hal hatır derken, tebrik ettim, ısrarla beğenip beğenmediğimi sorunca, “kesinlikle eski hali ile tartılamayacak kadar güzel lakin gerekli mi idi bilemiyorum” dedim. Ne idi o ucube lunapark, gerçekten bu manada iyi oldu. Diğer taraftan ise buradaki düzenlemenin dönemin Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç’ın planlamasına ne kadar sadık kalınarak yapıldığını bilemiyorum. Şimdiki Başkandan anladığım kadarı ile değişiklik sadece 1 adet 24 m2’lik yerine 4 adet 6 şar m2’lik hizmet mekânı değişikliği olduğunu öğrendim. Beyan bu minvalde. Bana kalsa idi, Çeşme Kalesinin mütemmim cüzü babında, Osmanlı Rus Deniz Savaşını da kapsayan bir açıkhava müzesi talebinde bulunurdum, olamıyorsa da yine açıkhava heykel müzesi düşünürdüm. Gerçi sonuçta bunların tamamı birer tercihtir, adı üstünde tercih, ben olsaydım böyle başkası olsaydı böyle misali şimdi karar sahibi de Belediye Başkanı Ekrem Oran bu tercihi yapmış, hayırlısı olsun… Ama tartışmasız eski haline göre bir adım ileride ve daha güzel… Daha güzeli olur mu idi, şüphesiz…

Seyir terasının cüzü ve devamı yüzme terası ise inşa edildiği yer itibari ile Çeşme’nin en güçlü rüzgâr ve dolayısı ile dalgası Batı ve Poyraz rüzgârlarının ardışık toslarına tam cephe dolayısı ile herhangi bir tedbir düşünülüp düşünülmediğini ilerleyen zaman içerisinde göreceğiz. Düşünülmüş ise alkışlayacağız, yok eğer düşünülmeden sadece estetik kaygılarla inşa edilmiş ve her sene yeniden elden geçirilecek ise o zaman da bizim paralar böyle berhava oluyor diyeceğiz, sayım suyum yok… Umalım ki düşünülmüş ve tedbir alınmış olsun… Unutulmasın ki; Çeşme Sahilinde çok önceleri yüksekliği yaklaşık 1 mt. olan ve boydan boya uzanan bir duvar var idi.  Ayrıca Seyir Terasının poyraz yönünde kayaların üstüne gelen yerdeki temel ve mesnetleri ile ilgili görüntüde de olsa bir narinlik hissedilmektedir. Umarım beton bloklara ankrajları isabetli ve doğru hesaplar neticesinde yapılmış olsun aksi takdirde maazallah Canım Yurdumun pratiğinde sık rastlanan ve sorumluların üzüntülerini beyan eder açıklamalar duyarız. Genel düzenleme içinde 4 adet hizmet mekânları daha önce yazdığım üzere benim tercihim olmaz idi. Mutlaka yapılması da elzem ise, mobil uygulamalar ile ya da daha köşeye ahşap lakin daha küçük bir mekân inşa edilebilirdi. Hani diyorlar ya Çeşme Kalesinin siluetini bozuyor buna katılmakla birlikte çok daha önceleri aslında da hiç dokunulmaması gereken 4 binanın büyüklükleri ile kıyaslanınca da fazlaca önem arz etmiyor ve göze batmıyor. Ama dediğim gibi tercih ve yoğurt yeme tarzı… Düzenleme kapsamındaki “yol kaplaması” seçimi, yine bana göre isabetli olmamakla beraber eskisine göre gayet geniş kaldırımlar düzenlenmiş olması hasebiyle yaya ağırlıklı planlanmış olması ve gezi alanı düzenlemesi havası verdiğinden isabetli olmuştur kanaatindeyim. Seslendirilmiyor olsa da, muhtemelen özellikle bu tercih yapılmış gibi, bir tarafı ile daraltılmış yol bir tarafı ile araçların, deyim yerinde ise ciğerlerini yerinden oynatacak yüzey kaplama tercihi ile trafik azalması hedeflenmiş. Bu amaca matuf bir fayda olabilir mi? Göreceğiz lakin olma ihtimali ziyadesiyle yüksek…

“Kent Müzesi” olacağı söylenilen mekân Çeşme’ye değer ve önem katacaktır, şüphesiz. Ancak gerçekleşme olmadan da fazla kelam etmenin manası yok… Çünkü öyle son dakika golleri yenildi ki, Canım Yurdumda erken konuşanların her dediklerini yuttukları da aşikârdır. Mesela; Çeşme’nin karakter binalarından sayılan, Çeşme’nin önemli kent değerlerinden “Buz Fabrikası” satın alınırken dönemin Başkanı Muhittin Dalgıç’ı alkışladık, sonra da bir anda hem de saçma sapan gerekçelerle yıkıldığını görünce eleştirilerimizi yazdık ve yaptık lakin yaşanılan kayıp ile de ziyadesiyle üzüldük. Bekleyelim görelim, Kent Müzesi konusunu, umarım zengin bir aileye ya da bir şirkete isim hakkı üstünden düzenleme hakkı ve yetkisi verilmez.

Genel düzenlemenin bir diğer cüzü, Kervansaray önü düzenlemesi daha iyi olabilir mi idi evet lakin bu haliyle de bana göre gayet iyi, kabul edilebilir düzeyde. Mesela, Çeşme’nin önemli değerlerinden “Güneş saati” ve sonraları işlev devir alan “Meydan Saati” bu düzenlemenin bir yerlerinde olmalı idi, bana göre. Lakin bunlar akla gelmiyor demek ki, ya da çalakalem tasarım ve planlama, bilemiyorum. Şüphesiz bir şeyler unutulabilir, gözden kaçabilir, lakin bu unutmalar ve gözden kaçmalar biz vatandaşların az düşünüp, az insanla düşünüp, az kafa yormasıyla tahakkuk eder şeylerdir. Lakin devlet aklı, düşünme tarzı ve usulü böyle mi olmalı, zinhar…

Genel düzenlemeye ve düzenleme prensiplerine aykırı duran tek yapı “Küçük Camidir”, bana göre… Caminin ilk dönem restorasyonunda cephenin ziyadesiyle eskimiş, dökülmüş sıvası sıyrıldı, muhteşem taş duvarlar açığa çıkarıldı, derzleri yenilendi, bunu gördüğüm zaman ise “bravo, bu teşkilatta da bu iş layığı ile yapılabiliyormuş demek ki” dedim. Keşke demez olaydım, birkaç gün sonra yerleştirilen sıva iskelelerini görünce bravo’yu geriye aldım, gereken kelamı ettim. Şimdi o güzelim taş duvarları öne çıkarılmış Caminin böylesi bir sıvaya mı ihtiyacı vardı da yaptırdınız, tam bir komedi vallahi… Bence karar vericiler behemehâl toplanıp Cami duvarlarını kaplayan o kötü sıvaları söktürüp yeniden taş duvarlı düzenlemeye dönmelidir. Ancak Caminin mezkûr sıva kaplamasına hiç ses çıkarmayan ve susan insanların kocaman bir düzenleme içinde yol kaplaması ile 4 adet 6 şar m2 toplamda da 24 m2’lik yapılara da fazlaca efelenmemesi gerekir, diye düşünmekteyim. Ayrıca Caminin hemen önündeki “Su Çeşmesinin” de ne yapılıp edilip eskisine ya da aslına sadık kalınarak yeniden restore edilmesi kaçınılmazdır.

Şimdi sayılan eksikler için Belediyeden ve Belediye Başkanından çeşitli mazeret beyanları gelebilir, mülkiyet hakkı, alan tahsisi, proje onay yetkisi vs vs gibi lakin bu sonucu değiştirmiyor ve eleştiriden muaf tutmuyor kendilerini, böyle biline… Bu projenin daha önceki Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç ve Belediye Meclisi üyelerinin ittifakla tercih ettikleri, en azından büyük ölçüde böyle bilinen bir proje olduğunu göz ardı etmeden o düzenleme ve bu gerçekleştirmeye bu gözle bakılması gerekmektedir. Belediye Başkanı Ekrem Oran’a da, düzenlemelerin toplamı açısından bu gözle bakılmalıdır. Diğer konulardaki eleştiri hakkımı saklı tutuyor ve de yeri gelince de çekinmeden yazacağım. Bu duygu ve düşünceler ile düzenlemenin toplamda kötü sayılmaması gerektiğini düşünüyorum, lakin çok daha iyisinin yapılabileceğini bilerek… Sonuçta Başkan O ve tercihleri O yapıyor, beğendiklerimiz de beğenmediklerimizi de yazdık, yazıyoruz ve yazacağız.

 

Cumartesi, Ekim 01, 2022

SUAT EROL

 Kamil Hocanın mahdumu diye takıldığımız çocukluk arkadaşım, Suat Erol birkaç yıl önce hazin bir şekilde hayata veda etti. Suat bir tarafı ile baba kökeni ile dayım, annem ve teyzemlerin arkadaşı, babamın da direk arkadaşı olarak tanıdığım Öğretmen Kamil Erol’un oğludur. Bugün Çiftlikköy de “Langusta” adlı balık restoranın sahibi Tuğrul Erol ve şimdilerde aramızda olmayan Altınkum’un (Arkadeniz) efsane ismi Turgut Erol’un kuzeni olan Suat son derece mütevazı lakin gayet mutlu bir çocukluk dönemi geçirir.


Öğretmen Kamil Erol’un oğlu olmak benim gördüğüm ve hatırladığım kadarı ile hiç kolay değildir ve olamamıştır da, Kamil Hoca sert mizaçlı biridir hatta çok sert birisidir adeta çelik gibi. Gerçi ben kendisini sadece okuldan yakın tanıyorum, öğrencilerle ve öğretmen arkadaşları ile ilişkilerindeki tavizsiz ve uzlaşmasız tavırlarından… Kamil Hoca’nın şahsıma yönelik bir tek bağırış ve hakaretini ve tokadını dahi hatırlamıyorum lakin diğer sınıf arkadaşlarıma yönelik inanılmaz haşin ve sert olmuştur. Mesela; bir defasında bizim sınıfın ben dâhil yaklaşık tüm erkek öğrencilerini, şimdi aramızda maalesef olmayan Peco Recep, Gazteci Mahmut, Egemen Kadıgan, Komünist Kemal ve halen görüştüğüm Çekirge İbrahim, Mehmet başta olmak üzere hepimizi üst kattaki harita odasında tek sıra halinde topladı, “yer misin, yemez misin” faslından, ben hariç herkesi “eşek sudan gelene kadar” gereken uygulamaya tabi tuttu… Hatta şimdi aramızda olmayan Gazteci Mahmut Karabulut’a hafifçe dokunması ile Mahmut havada kısa bir uçuş ile kenarda duran haritaların üzerine sert bir iniş yapmış idi. Bunları neden yazıyorum, adı geçenlerin affına sığınarak yazıyorum lakin dedim ya böylesi bir öğretmenin çocuğu nasıl olunur ve nasıl bir ortamda hayat yürütülür, ortaya çıksın diye… Ancak Kamil Hoca bununla birlikte emeklilik döneminde de cebinde taşıdığı “kâğıtlı şekerlerden” her tanıdığına dağıtıp belki de bir anlamda geçmiş sertlik dönemini şekerli hale dönüştürmek niyetinde idi bir anlamda… Evet, Çeşme’nin bu anlamdaki önemli değeri öğretmen Kamil Erol’u da bir anlamda hatırlamış ve bir durum tespiti yapmış oluyoruz.

Esasen Suat ile çok ciddi ve kesif bir samimiyet ile yürüttüğümüz ilk gençlik buluşmalarımız olmuştur. Ailemin şu anda Fener Burnu’ndaki plajın tam kenarında, Fener Pansiyonun önündeki, deniz tarafındaki tarlada “bamya” yetiştiriciliği yaptığı dönemde, babası Kamil Hoca’nın amatörce lakin son derece iddia ile yaptığı olta ve paragat balıkçılığının en önemli girdisi olan yem ana kaynağı “Deniz Patlıcanı” avcılığı için her gün ve aksamasız, paleti, şnorkeli ve elinde patlıcan koymak için çuvalı ve ayağında mayosu ile uzun saatlerini, dalıp çıkıp patlıcan toplamak ile geçirdi. Öğlene doğru girdiği denizden akşamüzerine doğru çıkar, gerçi ara sıra mola ya da kaytarma babından kenara gelip muhabbet ettiğimiz zamanlar hiç de az sayılmazdı. Suat’ın bu zevkli ıstırabı yem çıkarmak ve hazırlamak ile biter mi idi, nerde. Sabah erken saatlerde Kamil Hoca’nın en büyük hobilerinden olan paragat balıkçılığının küçük teknelerinde kürek çekicisi olarak da Suat görev üstlenirdi. Rüzgâr var, dalga var hiç dert değil dört çeker Suat var. Suat bu zoraki ve ciddi ağır sabah sporları neticesinde son derece sportif ve güçlü görünüme sahip bir durumda görünürdü, o kadar ki, satın aldığı gömlekler vücuda tam oturmasına rağmen omuz ve pazu tarafları sürekli gömlek dikişlerinin patlamasına yol açacak kadar fazla gelişmiş idi.  

Suat bir dönem Çeşme’nin ilk tatil sitelerinden biri olan “Atilla Polat”ta çalışmış, o dönem neredeyse her gün görüşmemize karşın şu an oradaki görevi ne idi hatırlayamıyorum, sanki puantör gibi bir görev olmalı. Bu görevi nedeni ile zaman zaman kâh muhabbet kâh denize girmek amacı ile yanına giderdim. Hatta oradaki ahşap iskele üstünde şimdi bulamadığım ama mutlaka bir yerlere sakladığım bir fotoğraflar sinsilemiz olduğunu hatırlıyorum. Şimdilerde bir garip yapı gibi görünmek ve değerlendirilmekle birlikte dönem itibari ile Çeşme’ye turizmde de yol açmak babında değer katmış bir site olarak tarihteki yerini alacaktır. Mezkûr sitenin izin vericileri,  kat sayısı, şekli ve yoğunluğu açısından bugünden bakınca söylenecek çok fazla şey olmakla birlikte neredeyse ilk olması ve bir yerden bir şekliyle başlaması gereğine inananlar tarafından verilmesi fazlaca günah yüklememizi engellemektedir. 

Kamil Hoca da Çeşme’nin ilk otomobil sahiplerinden biridir ve dönem itibari ile bir hayli prestijli Murat 124 marka beyaz bir otomobili var idi. Kamil Hoca yaşlılığında uzun yürüyüşler yapıyor olmasına rağmen gençliğinde şimdi Ulusoy İskelesinin hemen karşısındaki evinden bugün artık maalesef yıkılmış bulunan 16 Eylül İlkokuluna mezkûr aracı ile gelirdi. Bizler, dışarıdan Kamil Hoca ve mahdumu Suat arasında özellikle balık avcılığı nedeni ile görüntüde çok sıkı bir baba oğul ilişkisi varlığına kanaat getirmekte iken otomobilin kullanılmasına gelince böyle olmadığını itiraf etmiş ve kendisinin adeta şaka bir yana kürek mahkûmu olduğunu anlatmaktaydı. Örneğin ben Kamil Hocanın oğluna bu otomobili bir kez bile kullanmak için verdiğini hatırlamıyorum varsa da ben görmedim. Ya otomobil çok değerli, ya oğluna şoförlük konusunda güvenemiyordu, artık neyse… 

Suat, askerliğini İskenderun’da yaparken, yanılmıyorsam 1978 yılı sonbaharında öğrenciliğim nedeni ile bulunduğum Adana’dan kendisini ve birlikte bulunan yine çocukluk arkadaşlarım iki diğer muhteremi ziyarete gittim. Bilemediğim için ziyaret yerinde birinin adını yazdırdım, birinin adı anons edilince diğerleri de orada iseler mutlaka duyar ve merak ederek gelirler düşüncesi ile olsa gerek… Aynen de öyle olmuştu. Bu ziyarette Suat’ın güneş altında ve İskenderun sıcağında bir talim anında yere düşüşünün taklidi ile geçen bir görüşme oldu dersem de abartma olmaz, ne gülmüş idik…

Benim Üniversite nedeni ile Adana’ya gitmem neticesinde arkadaşlığımız görüşmelerden mektuplaşmalara evrildi bir dönem. Mezkûr dönem içinde akrabam da olan lakin siyaseten ta başından beri hiç aynı düşünmediğimiz bir abi ile sıkı ilişkileri neticesinde siyaseten de ayrı düştük. Sanırım bu sıkı muhabbetleri siyasi ve memuriyet hayatını ziyadesiyle etkilemiş durumda idi ki, Suat artık devlet memuruydu. Artık benim tatil için Çeşme’ye geldiğim dönemlerde rutin 2 çocukluk arkadaşı olmanın ötesine geçemedi muhabbetlerimiz ne yazık ki. Bundan sonraki hayatı ve ilişkilerimizi yazmıyorum çünkü karşılaştığımızda hal hatır sormanın ötesine geçemiyorduk, anlıyordum ki artık Suat daha önceki bir görüşmemizde “içinde hissettiği boşluğu” doldurmak ile meşgul idi. Evet bir gün “içimde birden bir boşluk hissettim” diyerek 5 vakit namaz kılmaya başladığını beyan etmiş idi. Ama anlaşılan o ki, içindeki boşluğu da ne yazık ki pek dolduramamış ya da boşluk doldurma için tercih ettiği yöntemin yeterli olmadığını hayatının sona erişi sırasında tercih ettiği biçim ve ettiği kelam açısından anlaşılmıştır. Bu vesile ile bu vefakâr ve cefakâr çocukluk arkadaşımı saygı ve sevgi ile anıyorum, nurlar içinde olsun diyorum. 

Cumartesi, Eylül 24, 2022

ÇEŞME ÜRETİCİ HALİ

Benim hatırladığım kadarı ile Çeşme’nin ilk müstahsil (üretici) Hali şimdiki Aya Haralambos Kilisesinin, şimdilerde yerinde yeller esen çan kulesi tarafındaki bir kapıdan girilince kurulur idi. Yine hatırladığım kadarı ile oranın yetkili işleticileri de, şimdi artık ne yazık ki aramızda olmayan Ahmet Sinan, İbrahim Gören ve Sadullah Kanyılmaz büyüklerimiz idiler. Bu vesile ile, özellikle o küçücük sahil kasabasının o şartlarında büyük bir başarı göstererek üretilen tüm ürünlerin, günlük olarak tüketiciye ulaşmasını sağladıkları ve bizlere onları saygı ile anacak kadar unutulmayacak hatıralar bıraktıkları için saygı ve minnet ile anıyorum. Orası bir kilise idi lakin bilindiği üzere “kefere mirası” olması hasebiyle, otoritelerce yıkım kararı alınsa bile çıkan molozun ve malzemenin o günkü şartlarda daha “Çan Kulesinin” yıkılması neticesinde def edilmesinin başarılamayacağı anlaşılınca behemehâl vaz geçiliyor. İyi ki de moloz ve çıkacak malzeme nakli konusunda müşkülata düşülüyor da mezkûr kilise ikinci kez yıkılmaktan kurtuluyor. Bilindiği üzere, Yunanistan’ın temellerinin atılması gibi sonuçlar doğuran, “Mora İsyanına” mukabil yıkılmıştır. Neyse biz konumuza dönelim, tekrar. 


Ahmet Sinan, İbrahim Gören ve Sadullah Kanyılmaz
büyüklerimiz arasında nasıl bir ortaklık ya da ast-üst ilişkisi vardı hatırlamıyorum lakin her birisi ile ayrı ayrı bu dünyadan göçmelerine kadar muhabbetimiz oldu. Sonraları Ahmet Sinan büyüğümüz Balık satıcılığına geçer lakin İbrahim Gören ve Sadullah Kanyılmaz, bilahare bu hizmete matuf inşa edilen ve Kervansaray’ın karşısında bulunan yeni yerine taşınırlar ve uzun yıllar üreticiye hizmete devam ederler. Yeni hal binası şimdilerde üzerine bir kat ilavesi ile birlikte “Zabıta Müdürlüğü” ve Belediye ek hizmet binası olarak hizmet vermektedir. Lakabı “Manav İbrahim” olan İbrahim Gören ürünlere talip olanlara açık arttırma (mezat) usulü ile satışı yönetir, bir kâtip ise bunları kayıt altına alır idi. Kâtiplik görevini, şimdi adını anmak istemediğim bir tanıdığım başta olmak üzere Sadık Gören (İbrahim Gören’in oğlu) ve halen bu işi yapmakta olan Mustafa Ertemiz uzun yıllar büyük bir titizlik ile yürütmüşler idi. Üreticilerden gelen ürünler mezat öncesi Hale geliş sırasına göre ayrı ayrı tartılır ve yine ayrı biçimde yerleştirilir, tartılar ve miktarlar üretici bazında kayıt edilir idi. Mezatın başladığı saatte, kayıt sırasına göre üreticilerin ürünleri tek tek Manav İbrahim büyüğümüzce miktar ve başlangıç fiyatı bazında tanıtılır ve “var mı isteyen, var mı arttıran” anonsu ile de talipliler arasında arttırma yarışı başlar idi. Mevsimine göre her türlü sebze ve meyve, hem de Çeşme’nin moda deyim ile kendi kendisine yetecek, asla dışarıdan getirilmesine gerek olmayacak kadar çeşit ve miktarda olmak kaydı ile direk tüketiciye ya da aracı manava satılmaya amade idi. Hele yaz aylarında okulların kapanması ile şimdiki kadar olmasa da yazlıkçıların geldiği döneme denk gelen ürün çeşit ve fazlalığı nedeni ile şimdiki Kervansarayın önündeki meydan taze fasulyeden, yazlık ve kışlık kavuna ve karpuza kadar dolar taşardı. Hatırladığım kadarı ile bu dönemde başta Ovacık Köyünden olmak üzere tüm üreticiler geceden ürünlerini taşırlar, teslim ederler ve yerleştirirler idi. Gece teslim tesellüm işlerinin başında Sadullah Kanyılmaz büyüğümüzün olduğunu hatırlıyorum.

Yeni Hal Binasının hemen arkası yani deniz tarafı yavaş yavaş “moloz atık bölgesi” tayini ile de doldurulmaya başlar adeta bugün ortaya çıkan ve Çeşme limanının bana göre katlinin fermanı sayılan “Marina” hayali kurulmaya başlamıştır. Dolgu alanı, önceleri Hale ürün getiren üreticilerin hayvanlarını bağladıkları bir alan olarak hizmet verir iken bilahare de Belediye araçları için park yeri, bir arada derme çatma oto tamir atölyeleri olarak hizmet verdikten sonra özellikle de meşhur “Sürücü Evinin” yıkılmasını müteakip adeta evlilik hazırlığı yapan gelin edası ile bugünkü halini alacak süslenme süreci hızlanmıştır.  Mezkûr evin yıkımı sadece bir yıkım olarak kalmadı, oradaki bir daha asla ve kat’a eski haline kavuşamayacak evin bahçe duvarındaki “Tarihi Su Çeşmesinin” de katline ferman olmuştur. Taşındı filan lakin ne taşıma, ne de restorasyon kurallarına uyulmadan yapılan diğer her iş gibi bu da şimdi “Küçük Caminin” çarşı tarafında defi bela kabilinden yeniden inşa edilmiş gibi sırıtmaktadır, bana göre… Neyse “üretici Halini” anlatmaya devam…

Hal’e getirilen ürünler için babam aşırı yaz sıcaklarından ya da aşırı rüzgârdan korumak amacı ile olsa gerek kenevir çuvallar ile tamamını örterek koruma sağlardı. Önceleri sahip olduğumuz eşek ile taşıma yapılır iken bilahare edinilen traktör ile taşır hale geçip görece konfora erişmiş idik. Eşek ile taşıma yaptığımız günlerde indirme işlerinde genellikle denk geldiğim ve babamın akranı olmasına rağmen her daim bana “hemşehrim” diye seslenen İbrahim Tütüncüoğlu yardım ederdi. Yeri gelmiş iken İbrahim Abimizi saygı ve minnetle anıyorum. Şimdilerde bile hala düşünürüm hemen hemen herkes bir anlamda her şeyi üretir iken bu kadar ürün nasıl satılır idi, hayrete şayan idi doğrusu. Yaklaşık 3.000 nüfuslu bir kasaba için dışarıdan kamu hizmetlerini görmek için kaç kişi gelir idi, yazlıkçıların da Ilıca Şantiye (Plaj evleri), Atilla Polat sitesi dışında ve Ilıca içindeki yazlıkçılar olarak kaç kişi olduğunu tahmin etmek fazlaca zor olmasa gerek… Turban Otel, Motes, Turtes, Balin, Vkamp, gibi birkaç tane de otel sayılabilir idi… Gerçi tüm bu oteller meyve ve sebze ihtiyacını yerelden temin ederler idi, şimdiki gibi neredeyse tamamı dışarıdan gelmez idi, aaa bunun gerekçesi nakliye zorlukları mı idi, fiyat politikası mı idi bilemiyorum ama aynısıyla böyle vaki idi. Mezkûr dönemin belki de en önemli umdesi “yerli malı, yurdun malı” olunca demek ki böyle oluyormuş. Okullarımızda “tarım dersi” bile vardı ve “laf ola beri gele kabilinden” hiç değil idi… Tarım ve dolayısı ile gıda üretimi önemli bir şey idi, öyle politika yapma adına yalandan nakli kelam terennümü değil kalpten inanılarak ve de hatta meşhur Amerikalı Kızılderili Reisi Seattle kelamı babından “paranın yenilemeyecek bir şey olmadığının” kanaati mucibince hem de… İnsana ne lazım ise üretilir idi Çeşme’mizde… Efendim “çikita muzumuz” yoktu lakin eksikliği de hissedilmez idi, en azından biz fakirler açısından…

Çok enteresan bir anımız var, yazlık sinemadan çıkmış 3 arkadaş eve gidiyoruz, Kervansaray’ın önüne kadar kavun köfünleri sıralanmış, gecenin o saatine denk gelen çiğ düşmesi ve hafif rüzgârla birlikte o güzelim Çeşme Kavunu kokusu sarmış her tarafı, çocukların canı çekmiş birden kavunlardan bir tanesini ne yapıp edip aşırtacaklar lakin etraf hareketli derken aniden biri köfünün üstünden bir kavunu kapıp hızlı kaçıyor ama onu gören Sadullah Kanyılmaz büyüğümüz hemen arkamızdan kovalamaya başlıyor. Kavunu aşırtanın ismi şaşırarak “kaçın Musalla geliyor” haykırışlarını hem o gün hem de bugün bile gülerek hatırlıyorum.

İnanılmaz bir misyon yürütmekte olan bu küçük “Üreteci Hali” maalesef şimdilerde ayakta zor duruyor. Bir tarafı ile tarımın önem yitirmesi, tarımın insanımıza yeterince kazançlı gelmemesi, diğer tarafı ile tarım arazilerinin yazlık yapımına kurban edilmesi ve dolayısı ile tarım yapacak insan kalmaması gibi nedenlerle artık önemini de bağlı olarak yitirmekte olan Hal, bir vadedir Hal’in her şeyi olan Mustafa Ertemiz tarafından adeta yaşatılmaktadır ve korkarım ki Mustafa’nın da bu işi bıraktığı gün Çeşme Üretici Hali tarihteki yerini alıp sadece hatıra olarak kalacaktır.

Şimdilerde az lakin kaliteli ve yüzde yüz yerli ürünlere, hem de soğan tohumundan, hurma zeytine kadar, ulaşmak istiyorsa insanlar hale gidecekler en azından sosyal medyadan Mustafa Ertemiz’i takip ederek günlük ürün çeşitliliğine hâkim olabilirler, duyuruları izlemek isteyenlere duyurulur. Şimdi Hal’e gidilir ise duvarları süsleyen adeta Çeşme’nin kısa tarihini tespit eden fotoğraflar ile bile ciddi bir vakit geçirilebilir.



Cumartesi, Eylül 17, 2022

ALMAN ve ALMANCI

Genelde layığı ile bilinen, 1. kuşağının Almanca öğrenemediği, 2. Kuşağının düzgün Türkçe öğrenemediği ve konuşamadığı 3. kuşağının ise önemli bir kısmı ile tamamen yabancılaştığı bir göç hikâyesidir, “Almancılık”… Ve bizim kuşağın her birisinin katıksız ve eksiksiz anıları vardır, arkadaşları vardır, köylüleri vardır, tanıdıkları vardır, vardır da vardır…


Bunlardan dinlemiştik evvelemirde o meşhur Almanya’yı ve çelik disiplinli Almanları… Her birinin detayda gözlemi ve aktarımı farklı olmakla birlikte anlatımlarda ortak yan Almanların çok çalışkan oldukları olurdu… Sonraları TV’ler yaygınlaşınca da izlemeyi çok sevdiğimiz futbol maçlarında maç anlatanların ve yorum yapanların çaktırarak ya da çaktırmadan yani alenen Alman hayranlığı gösterdiklerini, yok disiplin, yok panzer kelimeleri ile parlatılır ve akıllara nakşedilir idi. Tabii ki sonraları da yabancı başbakan ya da sonradan pasaport almış başbakan tarzında başbakanlarımız olunca “yabancı hayranlığının” katmerleşmesi için sarf edilen çaba ve kelimeler furyasında nerdeyse inanmış idik bu kefere takımının çok çalıştığına ve çok disiplinli olduklarına… Gel zaman git zaman kefere takımı ile teşrik-i mesailer eyleyince anladım ki adamlar bir defa asla ve kat’a çok çalışmıyorlar diğer taraftan disiplin var mı bilemiyorum ama ciddi çalıştıkları ya da işlerini ciddiye aldıkları kesin… Şimdi bu görüşe itiraz edenlerin çalışma yasaları ve yönetmeliklerindeki esasları ve fazla çalışma yapılır ise de ne tür karşılıkları olduklarına bakmaları tavsiyemdir. İlaveten, sanayi toplumu ile kapitalistleşmeye çalışıp küçük aile işletmeciliği çerçevesinde ilkel tarım toplumu olmayı aşamamış olunması da kıyaslama kabilinden kesinlikle akıldan çıkarılmamalıdır. Esasen de kuralların en azından gelişmekte olan ülkelerdekine (!!!) kıyasla nasıl uygulandığını ve takip edildiğini bir sorgulasınlar ve daha da önemlisi gelişmekte olan ülkelerde (!!!) fazla çalışmanın vukuatı adiyeden kabulü ile ücretlendirilmediğini ya da sınırlandırılmadığını bir hatırlasınlar, işte o zaman kafalar pırıl pırıl aydınlanacaktır. Kurallara uymaktan ziyade kuralların kendi durumlarına uydurulduğu ortamları seven canım Yurdumun görece kurumsallaşmış şirketlerinde bile işlerin Doğu’ya has yöntemlerle yönetildiğine has bir örnek verebilirim. Fazla mesai günlük 2 saat ve yılda da 90 günü geçemez kuralına rağmen benim çalıştığım ve çok tanınan ve canım Yurdumun çok önemli firmasında 12 ay fazla mesai ücretlendirilmesinin kayıtlı ve kuyutlu yapıldığını bilsinler yeter…  

 

Çalıştığımız inşaat şirketi olunca bazen ihale hazırlık dönemlerinde hem bilgilerin kısa sürede toparlanması ve işlenmesi hem de gelecek başka çok önemli bilgi ya da aksiyon nedenleri ile bir dolu evrak son güne hatta son saatlere sarkar bilindiği üzere. Bu çalışmalardan birinde ki yaklaşık 1 hafta boyunca tüm merkez kadro ve de özellikle ihale hazırlık departmanı çok yoğun çalışmış, ertesi gün ilgili departmandan ve benim de okul arkadaşım olan bir mühendis ana kapıdan mesai başlamasından 4 dakika sonra giriş yaptığını elektronik ortamdan gören Genel Müdür hemen geç kalındığını ve dikkat edilmesi gereğinin ikazını yapar, hem de elektronik ortamdan yazılı olarak… Eeee adam hak etmiş mi etmemiş mi çok önemli değil ama Genel Müdür postunda oturuyor ya kendisinde her türlü saygısızlığı yapma yetkisini görüyor… Ya bu insan bir defa Mühendis 4 dakikanın ne manaya geldiğini biliyor en azından senin kadar, ilaveten bu ikazın arifesinde bir hafta boyunca sabahın köründen gece yarılarına kadar bila bedel çalışmış bu adam, ama umurunda mı Genel Müdür beyefendinin… Yetkisi var ya, yandı gülüm keten helva… Neyse konu bu değil, gelelim biz yine keferenin durumuna…

 

Evet, kefereyi bu kabil bir değerlendirme neticesinde bize anlatan profil ise tam bir kayıp akıl, kayıp vicdan, kayıp izan mahsulüdür. Yok, sabahın karanlığında yola çıkarlarmış, yok çok çalışırlarmış… Külli yanlış değerlendirme, külli abartma, külli atmasyon… Fabrika vardiya düzeni, bant sistemi üretim, görece güçlü sendika, esasen de yeten ücretlendirme göz önünde tutulmadığından esasen de kapitalizm, sermaye, işçi sınıfı vs gibi kavramlar hiç bilinmediğinden, yüzeysel gözlem ve değerlendirme ilaveten de bulmuş bizim gibi gün doğdu gün battı çalışma düzeninden fırlamış tarım toplumu mazlumunu veriyor nutku, veriyor… Biz görmemiş garibanlar da buna ağzı açık dileyip inanıyor. Sonraları gerek çalışılan ortamlarda mezkûr milletin neferleri ile birlikte bulunma ve çalışma, gerekse de konsorsiyum vasıtaları ile onların çalıştıkları vatan ve fabrikaları görme esasen de kapitalizm ve emperyalizm üstüne detaylı bilgi sahibi olmamız hasebi ile konunun bir halüsinasyondan öte olmadığını gözlemledik. Bir defa kapitalizmin gelişim seviyelerinin sosyal ve siyasal hayata yansımalarının neler olduğunu canım Yurdum pratiğinden iyi bilenler olarak…  

Şimdi gelelim bu değerlendirmeleri yapan muhteremlerin profillerine, hani şimdilerde sosyal medyanın da alabildiğince gelişmiş olmasına binaen artan yeni moda “sokak röportajlarında” arz-ı endam eyleyen, dünün tüylü şapkalılığından bugünün kirli sakallılığına terfi eylemiş muhteremlerin “Almanya bizi kıskanıyor” replikasını dudaklarını da büzerek üstüne de kaşlarını mütenasip yaylandırarak arz etmelerine… Öyle bir yukarıdan bakıyorlar ki, adeta cehaletin yarattığı özgüven patlamasına münhasır eda, mimik ama boş kelam her şeye rağmen sırıtıyor. Doğru düzgün eğitim almış dünyanın sosyalleşmesinden yeterince nasiplenmiş komplekslerden görece arınmış durumuna mütenasip mütevazı ve muallem Almancılar şüphesiz ki bu değerlendirme dışında olup konumuzla hiçbir ilişkileri yoktur.

Paraları ya da kazançları bir anda 6 kattan 18 kata çıkmış sadece bu baptan kasım kasım kasılmalar peydahlamış olan ve maalesef ki hayatın tamamını para kazanmak ve para sahibi olmak zanneden bu muhteremlerden bol miktarda özellikle de yaz aylarında canım Yurdumun sahil kentlerinde görebilirsiniz. Hele son dönemlerde arz-ı endam eyledikleri otellerde bu kabil zevatın her biri yakamoz gibi çakarlar, etraflarında dolaşan ve sürekli “papa, papa” diye seslenen çocuklarına “nayn, nayn” ya da “ich bin…” diye sert cevaplar verip, kasım kasım kasılarak yürürler ya bir bakarsınız kendileri deniz ve güneş gibi nimetlerden dibine kadar faydalanırlar iken eşler çocuklara adeta göz kulak olup bakımlarından sorumlu hanım hanımcıklar, güneşten ve denizin imbat esintisinden korunmak maksadı ile her taraflarını kapatmışlardır.

Almanya’da “itilmiş” muamelesine tabi tutulan, gelmiş burada içinden çıktığı millete “kakılmış” muamelesi çekiyor. Orada kendilerine reva görülen muameleyi burada başkalarına yapıyorlar ve de hiç de rahatsız değiller. Mütedeyyin oldukları her hallerinden belli olmakla birlikte girilen konu detaylarında mahalle mescitlerinin 2 cahil hocasının bilgilerinin bile çok gerisinde oldukları aşikârdır. Bu kabil muhteremlerin bir tanesinin bile kitap okuduğuna tanık olunmamıştır. Ay bu Türk doktorları “ay Almanya da böyle mi” diyerek kıyaslamayı bile doğru yapmaktan aciz iken her türlü tıbbi gerek için paralarının da gücüne istinaden Türkiye’de yaptırmalarını görmediğimizi zannetmesinler… Görgüsüzlüğün de ordinaryüslüğü demekten de alamıyorum kendimi… Bir başka başarıları ise kendilerini hararetle ve ısrarla bulundukları ülkenin dilinden, medeniyetinden ve de özellikle de dininden sakınır iken 1. kuşak olarak ne götürmüşler ise dil, din adına taa 3. kuşağa kadar başarı ile korumuşlar ve aktarmışlar, bravo vallahi… Lakin bu özgüven patlaması yaşayan Almancı somun pehlivanlarının bir mahareti daha var ki takdire şayandır; canım Yurdum insanını gayet iyi çözmüşler, güç, para, debdebe, şatafat, zenginlik gibi kavramların canım Yurdum insanına nasıl etki yaptığını çok iyi görmüşler…

Diğer doğru düzgün eğitim görmüş Almancıları da zaten fark edemezsiniz onlar son derece mütevazı lakin sırıtmaz bir hayat tutturmuşlardır burada sözümüz hamamda türkü çığırıp kendi sesine hayran olanlardır. Esasen bu yazı, orada ya da burada olmadı şurada, evcilleşemeyen, ehlileşemeyen, medenileşemeyen, beşerileşemeyen tüm zevatı konu etmek gibi bir hedef koydu önüne, kendimi dahi azade ve vareste etmeden…

  

Cuma, Eylül 09, 2022

ÇEŞME LİMANI - KAYMAKAM EVİ ÖNÜ DENİZİ

 

Çeşme’nin şimdilerdekine hiç benzemeyen o halini bilenler ve yaşayanlar için ziyadesiyle görkemli hatıralardır, şimdiki “Akarca Deresi’nin” adeta ikiye böldüğü liman sahilinde yaşananlar… Derenin iki kenarına kondurulmuş konak benzeri evlerden birisidir, Çiftlik Köy tarafında olan Kaymakam Evi diye bilinen lakin benim sahipleri olarak bildiğim, Çelebi Taylan, İhsan Taylan, İmamcık lakaplı Ali Taylan’ın evi, Çeşme Limanına hâkimiyeti ile de bir hayli heybetli görünürdü gözümüze… Çelebi Abi; büyük ve 2 tekerlekli at arabası ile Çeşme’nin dönem itibari ile dâhili nakliye işlerinin önemli bir kısmını yürütürken uzun boyu, kalıplı ve güçlü yapısı ve palabıyıkları ile sonsuza kadar hatırlanacak olup eşinin Çiftlikli ve Annemin de yakın arkadaşı olması nedeni ile iyi muhabbetlerimiz olurdu, hem kendileri hem de çocukları ile hala da arkadaşlıklarımız devam etmektedir. İhsan Taylan büyüğümüz ise, uzun yıllarını Çeşme Adliyesine vermiş belki de tam da bu nedenle Çeşme ve Çeşmeliler adına herkesin bildiğinden daha da fazlasını bilen birisi olup bisikleti ile uzun yıllardır Çeşme Sokaklarını arşınlar ve her daim yakın tanışıklığımıza binaen hal hatır sormanın ötesine geçen muhabbetlerimiz olmaktadır. İmamcık Ali ise, Amcamın kızı ile evli olmasından ötürü daha da sık gidilip gelinen ve görüşülen birisi olup ilerleyen yıllarda kendisinin siyasi çizgisinin karşısında olmam ve kendisine eleştiriler yapmam nedeni ile bir tarafı ile bana çok kızar bir tarafı ile de deyim yerinde ise kükrerdi. İmamcık Ali her şeye rağmen dobra birisi olup Çeşme’nin eski taksicilerindendir ve biraz da bulunduğu çevre ve arkadaşlıklar nedeni ile kâh özenti kâh benzeyen ve benzetilen ağır kabadayı havasında idi… Zaman zaman kabadayılığı çok ciddi darbeler alsa da bu havasını hiç kaybetmemiştir. Rivayet o ki; atalarının Çeşme’ye geliş hikâyesi biraz da benzeyen yanı münasebeti ile olmuş… Hem akrabalık hem de babam ile tanışmışlıklarından ötürü bayramdan bayrama da olsa taksisi ile kısa seyahatler yapardık ki o zamanların ekonomisi gereği herkesin kullanabileceği düzeyde olması nedeniyle sorun oluşturmaz idi.  

Kaymakam evi olarak geçen böylesine heybetli bir ev olur da, Kaymakam adına dönemin en önemli yapılarından sayılan “su çeşmesi” olmaz mı? Hem de adı “Kaymakam Çeşmesi” olarak… İmar uygulamaları, yol çalışmaları vs gibi bir sürü nedenle çeşmenin yeri birkaç defa değişmesine rağmen son yeri ilk yerine çok yakın durumdadır. Çeşme olur da yanında görkemli bir ağaç olmaz mı, evet var. Şu anda hala korunmuş hali ile yerinde bir hayli heybetli bir çam ağacı bulunmaktadır. Çam ağacına binaen köprübaşı, çeşme başı vs olmasına rağmen Çiftlik Köye gidip gelenler için bu durağın adı her daim “çam” olarak kullanılagelmiştir. Dönem itibari ile yegâne ulaşım aracı Dolmuştakilerin “Çamda ineyim” ya da dolmuşa nerden bineceğini tarif adına “çamdan bineceğim” talebi ile mezkûr durak akıllara nakşedilmiştir. Kaymakam Çeşmesi ve Çam’ın bulunduğu tarafta bugünkü yerinde “Şeker Marketin” bulunduğu şimdi yerinde yeller esen ve mülkiyeti Şekeroğlu Erdoğan Özay büyüğümüze ait şimdilerde aklımda sadece harika ahşap panjurları ile kalmış olan 2 katlı, Çeşme Körfezine hâkim çok güzel bir ev vardı. Mezkûr evin hemen yanında ve deniz tarafına düşen depo ve hayvan damı yanından geçerek “kargılı ya da mantarlı” diye adlandırdığımız misinalar ile isparoz balığı yakalar idik. Artık günümüzde plastik ve metalden üretilmiş ve “kamışlı olta” olarak kullanılan balık olta seti prototipi kabilinden görece uzunca ve sağlam kargıların ucundan yaklaşık 3 ya da 4 mt uzunluğunda misinanın mantar vasıtası ile su yüzeyinde kalmasının ve su derinliğine bağlı olarak da oltanın suyun içine girmesini temin edecek kurşun düzenek temin edilmiş olan olta takımıdır. Mantarın su yüzeyindeki hareketini balık varlığını haberdar ediş düzeneği olarak kabul ettiğimizi hatırlıyorum şimdilerde… Hemen hemen her gün yakalayıp bol miktarda yediğimiz isparozları asla unutamam. Bizim buralarda isparoz adı ile bilinen genelde de  ispari balığı, deniz çayırı denilebilecek alanların ve görece ılık suların balığı olup, tam da Şekeroğlu ve Ali Subay’ın evinin arasındaki denizin bu bölümü ehven özellikte bir yer idi. Tam tamına “deniz çayırını” oluşturan bu bölüm aynı zamanda yoğun bir “tekesakal” üreme ve yaşama alanı idi. Tekesakal ya da teke karidesin oldukça küçük boyutta olanı olup genellikle olta balıkçılığında balık yemi olarak kullanılmaktadır. Bazı yerlerde “teke karidesi” bazı yerlerde de “çimçim” dendiğini de biliyorum. O tarihlerde imkânları olan “kepçe” denen farklı kesit ve şekillerde metal üzerine geçirilmiş bir file ve metalin ucuna yerleştirilmiş uzunca bir sap vasıtası ile deniz çayırı denen yerde suyun dibinden sürtülerek ve zaman zaman filenin içindeki yakalanmış tekelerin toplanması ile ya da imkânı olmayanların ise sepetler vasıtası ile yine denizin dibinin süpürülmesi vasıtasıyla yakalanırdı. Yine bilinen bir başka detay da mezkûr tekesakallar büyüyünce karides olamıyor esasen de Jumbo hiç olamıyorlar idi. Bu deniz çayırlarında yetişen tekeler benziyor olmakla birlikte kayalıklarda ya da kumluklarda yetişen ve yaşayan tekelerden azıcık da olsa farklıdır. Tafsilat konunun uzmanlarında deyip iktifa edeyim.

Bu deniz çayırını çevreleyen evlerden biri de hemen köprünün diğer başındaki Murat Amcamın yine bir hayli güzel evi, şimdilerde aramızda olmayan amcaoğlum Kasım Çilek’in büyüdüğü ve sonradan ikamet ettiği ev tek katlı ama etrafındakilerden yapısal özellikleri ile görece farklı idi. Şimdilerde Çeşme Liman İşletmesine doğru viraj alarak dönen yerde, hemen deniz kenarında Tapıştı Ahmet büyüğümüzün ev bulunurdu. Hani oğlu İlhan İrem benzerliği ile daha önceleri birkaç kez bahsettiğim Tapıştı Hasan’ın ailesinin evi. Mezkûr evden önce kimlerin oturduğunu şimdi hatırlayamadığım yine oldukça güzel 2 katlı ve “Kaçika” lakaplı büyüğümüzün mülkiyetinde bir ev vardı.

Biraz ilerisinde ise, lebi derya Ali Subay’ın evi bulunurdu. Önden yani evin sokağa açılan kapısı önüne otomobil park edilebilen deniz tarafından ise şahsı mülkiyetine haiz iskele vasıtası ile tekne bağlanabilir bir konumda adeta bugün reklamı bu bapta yapılan Alaçatı Port evlerinin prototipi kabilinden. İçinde yaşayanlar neler hissederlerdi bilemem lakin bizler için dışarıdan muhteşem ve muhkem bir malikâne düzeyinde idi. Yine hatırladığım kadarı ile yüksek duvarlarla çevrili evin bahçesine teknenin çekilebileceği bir düzenekte bulunurdu. Şimdilerde muhaliflerini mum etmek için olduğu açığa çıkan, öncelikle meşhur liman işletmesi ve iskelesinin yerini değiştirmek sureti ile ilaveten de yol yapıyorum numarası ile deniz dolgusuna, bu güzelim evler kurban edilmiştir hem de kimsenin yanına kâr kalmayacak biçimi ile küçücük siyasi emeller ve popülarite adına… Peki, bununla yetinildi mi? Nerde, sonradan doldurularak eski belediye başkanlarından Hulusi Öztin’e ithafen gerçekleştirilen park bilahare de mezkûr denizin tam da ortasına merkezi gelecek şekilde Çeşme kanalizasyonunun rezervuar ve terfi istasyonu yerleştirildi. Şimdilerde artık oradan geçen herkes ne ve nasıl bir bina yanından geçiyor olduğunu malum kokuları maalesef içine çekerek fark ediyor ve bu uğurda emeği geçen herkesi layık olduğu biçimi ile anıyor.

Hemen bu evin yakınında şimdilerde neden imal edildiğini hatırlayamadığım lakin çok muhtemel ki “tekne ya da kayık” bağlamak maksadına matuf 2 adet beton blok yer almakta idi… Bu bloklardan bir tanesinin üzerinde, çocukluk arkadaşım Danış Sağırbay ile balık yakalar iken tüm hayatım boyunca izini taşıdığım ve hayatımı zorlaştıran yer yer de engelleyen bir kaza yaşadım. Onu da bir başka yazı konusu yapmak istiyorum. 

Cumartesi, Eylül 03, 2022

ÇEŞMELİ YAZARLAR

Ilıca Kültür ve Sanat Derneği, Ilıca Taş İskele’de Çeşmeli ve de Çeşmeyi yazan yazarlar ile okurları buluşturan hoş bir etkinlik düzenledi, nazik davetlerine icabet ettim. IKSD Başkanı Gülnaz Ertan, Yönetimden Sabise Suna Tamer, Bahar Baykal ve Selim Akbaykal’ın samimi ve ilgili karşılamaları ve de Çeşme Belediye Başkanı Ekrem Oran’ın katılımı ve coşkulu konuşmaları ile kitapseverlerin tatilde olmaları ve muhtemelen de haberlerinin olmadığını düşündüğüm neden ile fazlaca ilgi gösteremediği ama keyifli ve bilgilendirici muhabbetlerin olduğu güzel bir gece yaşandı. Ekrem Oran konuşması sırasında hassasiyet göstererek “Sanatçı, özgür düşünceyi temsil eder. Sanatçı istediğini söyler ve söylediklerinden dolayı da hapse atılmaz ve atılmamalıdır. Bizler, sonuna kadar, aydınlarımızın, sanatçılarımızın söylediklerinin ve yaptıklarının yanında olacağız. Söylediklerinden ve yazdıklarından dolayı da tutuklanmalarının karşısında olacağız. Hepinize özgür ve güzel günler diliyoruz” minvalinde güncel baskılar ve haksız tutuklamalar üzerine konuşarak katılımcıların haklı ve çoşkulu alkışlarına mazhar olmuş iken insan Çeşmeli Aydın’ın Başkan tarafından aydın sayılıp sayılmadığını sorgulamadan ve düşünmeden edemiyor. Yaşananlara da bakınca bu cesaret verici konuşmasını da görmezden gelmenin imkânsızlığı aşikârdır.   


Oturma düzenimiz gereği hayatlarını sadece ve sadece fikir neşrederek ya da yazarak kazanmış 2 önemli kişi arasında oturdum, bir yanımda mühendis olmasına rağmen yazın mesleğinde 50 yılı geride bırakmış, edebiyat dünyasının önemli yerli ve yabancı yazarları ile yarenlik eylemiş, ortak yazılar kaleme almış, sayısız kitap yazmış ve yazmakta ve de en önemlisi bağımsız kalmış, kalabilmiş, bizim mahalleye hep yakın durmuş, bizim mahallenin mütefekkirleri ile fikir teatileri ve tesisleri eylemiş, daha da önemlisi İstiklal Mücadelesi uzmanı addedilebilecek düzeyde anı, bilgi, belge derlemiş ve toparlamış, bu anıların kendisine verilmesine güven telkin etmiş, say say bitmeyen özelliklere haiz yazar ve gazeteci Yaşar Aksoy Abimiz, diğer yanımda koca bir ömür vererek çok kısıtlı olanaklar ile kendine tayin ettiği misyondan asla ve kat’a ödün vermeksizin yazan, konuşan ve yerel bir gazete yayınlayan hem de türlü badirelere ve engellemelere rağmen bağımsız ve tarafsız kalmayı başararak bu işi 30 yıldan fazladır sürdüren Aydın Korkmaz. Sağımda ve solumda mezkûr değerli muharrir ve müellif olunca da mütenasip ziyaretçiler ile konuşulan konular ve derinlikleri üstünden bilgilenme zenginliğini de yaşadım, bu vesile ile fikri zenginliğimize vesile olmalarından ötürü organizasyon ve düzeni için tüm ilgililere tek tek ve sonsuz teşekkür ediyorum.

Komşum Yaşar Aksoy büyüğümüz olunca hazır ya da hazırlanmakta olan kitaplar üstüne konuşmamak olmaz idi, şüphesiz.  Yayına hazır olduğunu anladığım, konusunu ise ağırlıklı 1917 yılındaki Büyük Selanik yangını ile 1922 deki büyük İzmir yangınından alan, ancak detayını şimdi tam hatırlayamadığım şekilde Anadolu’da işgal edilen her kentten çekilir iken çıkarılan yangınlarında yer aldığı ve Yunan Karargâhında organize edilen “yangın çıkarma ekibi” ve başını Grivas’ın çektiği ekibin Anadolu insanına çektirdikleri oluşturmaktadır. Selanik Yangını üstüne en önemli referans ise 16 yaşında Yunanistan İç Savaşında komünist cephe (ELAS) saflarında yerini alan Elias Petropoulos’un yazdıklarıdır ve Selanik yangınının düzenleyicilerinin Yunanlılar iddiasını dillendiren Komünistin bedeli de sürgün olmuştur, tıpkı dünyanın her yerindeki benzerlerinin yaşadığı biçimi ile… Bu kitabı hararetle bekliyoruz, mezkûr konu ve detaylarını hızlıca okuyabilmek için. Mezkûr kitabın da son kontrollerinin gazeteci ve yazar Mehmet Ali Güller tarafından titizlikle yürütüldüğünü öğreniyoruz Yaşar Abimizden. Çeşme üstüne yazılan kitabın da sırada olduğunu öğreniyoruz. Daha neler neler, yaklaşık 3 saat, zaman zaman bölünmekle birlikte uzayan konular lakin bilgilendirici ve okumaya heveslendirici… Sana da bitimsiz teşekkürler Yaşar Aksoy…

Bir ara Yaşar Aksoy’a; “Abi, görüyor musun bedelsiz kitap imzalıyoruz ama alan yok” deyince, Yaşar Abinin yüzündeki acı tebessüm ve mimikler her şeyi anlatıyordu, Canım Yurdumun geldiği nokta açısından. Bu arada gelmeyi çok arzulamasına karşın son dakika geçirdiği “göz operasyonu” nedeni ile katılamayacağını telefon ederek mazeret belirten Kaya Erdal Çapan dostumuza da öncelikle acil şifalar ve nazik bilgilendirmesi için de teşekkürlerimi yineliyorum.

Bence kablosuz bir mikrofon ile yazarların kendilerini ve kitaplarını yerlerinden tanıtma işi kolayca çözebilecek iken belki de kendimizi önemli hissetmemizi istedikleri için kurulan kürsüden tanıtım konuşmaları da yapıldı. Her yazar kendince ve fikri ve zikri meşrebine mütenasip konuşmalar yaparak gece ilerledi ve sıra bana geldi, yaptığım kısa konuşmada “inşaat mühendisi idim kaldırım mühendisliğine terfi ettim, Çeşmeye geldim Aydın Korkmaz yaz dedi, ısrar etti, yazdım, sonra yazdıklarını kitaplaştır dedi, kitap bastırıldı, siz de bunu ciddiye aldınız beni de yazar yaptınız ya size de çok teşekkür ediyorum” diyerek tüm suçu Aydın Korkmaz’a attım. Ama bu konuda gerçek manada ısrarlayım kendi adıma, bana yazar diyenler, mesela Yaşar Aksoy’a ne diyecekler, aynı sıfat haksızlığın ötesinde bir izah bulmalı… Öyle değil mi, bir yanda koca koca kitaplar yazılıyor, binlerce anı, bilgi ve belge taranıyor derleniyor yazıya dökülüyor, vs vs… Benim ki öyle mi, düşündüğünü yazan, yazdığını düşünen, sıradan mütefekkir… Sakın yanlış anlaşılmasın tarafına verilen sıfattan rahatsız değilim bilakis çok seviniyorum hatta övünüyorum da. İnsanoğluna bu kabil sıfatlar çok da yakışıyor, yakışmalı da… Burası çok önemli… Yaşar Aksoy; konuşmasında, medarı maişeti yazarlık olan kendisi ve Aydın Korkmaz olduğunun haklı olarak altını çizdi. Yanıma da gelince bana hitaben sen ekmeğini müteahhitlikten kazandın dedi… Müteahhit dedi ama şimdi açıklıyorum ben hiç müteahhitlik yapmadım, evet inşaat mühendisi idim ve inşaatlar yaptım, hem de her türlüsünü, alt yapı üst yapı, ne geldi ise. Müteahhitlik ayrı ve müstesna bir zenaattir benim gözümde, öyle herkes yapamaz o işleri… Hele gelinen nokta itibari ile kirlenen, zarfı ve mazrufu itibariyle asla ve kat’a kabul etmiyorum, hem de hiç… Hani adamın “bak küfretseydin de müteahhit demeseydin” kıssa ve hissesinde olduğu gibi… 

Sonunda tekraren, başta Ilıca Kültür ve Sanat Derneği ile düzenlemenin destekçisi Çeşme Belediyesi ve Başkanı Ekrem Oran ve katkı sunan akrabam ve Kumrucu Şevki işletmesinin sahibi Erkan Çilek’e de teşekkürler… Diğer taraftan yine yönetimde bulunan ve uzun yıllardır görüşemediğim bir diğer akrabam Kasım Çilek ile de görüşmenin keyfini de yaşadım…
 



 

Cuma, Ağustos 26, 2022

SOSYAL KONUT SİZİN ANLATTIĞINIZ MASALLARDA YER ALMAZ

Komünizm korkusu gereği özellikle de 2. Paylaşım savaşı (dünya savaşı) sonrası kapitalizmin uydurduğu bir uygulamadır, sosyal konut. Kapitalizm, bu kelamın ardına sığınarak, yoksulluğun ve yoksunluğun pençesindeki “en alttakilere” kafaları karışıp, çelinip de Allah muhafaza “komünist” eğilimlere tevessül etmesinler diye, her ülkede, ülkedeki kapitalistleşme seviyesine bağlı farklı farklı görünüm ve içeriklerde uygulamalar başlatmış ve hala da devam etmektedir. Lakin tüm bunlar birer “göz boyamaca” olmanın ötesine geçememektedir. Peki, geçebilir mi, zinhar geçemez. Kapitalizmin doğasına aykırıdır.

Tüm aykırı anlatımlara rağmen, özellikle de II. Dünya (paylaşım) savaşından büyük bir özgüven, prestij ve başarı ile çıkan SSCB artık kapitalizmin her dönem gladiosu pozundaki Almanya sınırına dayanmıştır. Esasen Almanya içinde de, ta başından itibaren karşılık bulmuştur sosyalizm lakin bulunan beynelmilel yöntem, yerli ve milli imkânlar muvacehesinde bir tarafı ile provokasyonlar diğer tarafı ile de direk operasyonlar marifeti ile tasfiye ya da kontrol hep kolay olmuş iken şimdi artık içsel bir olgu olmanın yanında dışsal bir olgu haline de gelmiştir. Dolayısı ile behemehâl tedbir alınmalıdır. Özellikle de “barınma krizine” yönelik olarak. En alttakilere çok ucuz hatta bedava konut tahsisi gündemin merkezine oturmuştur. Mesela 60’lı yılların başlarında Canım Yurdumdan Almanya’ya yoğun işçi akımı nedeni ile bizler tarafından da duyulmaya başlamıştır, “Haym” adında işçi ya da bekâr için çok ucuz konut türü ile mezkûr tahsisat işleri.  Gerçi biliyoruz, özellikle Kuzey ve bazı Orta Avrupa Ülkelerinde “işçi konutları” yoğun olarak yapılmaktadır gönül ve akıl kayışını kesmek adına. Gerçi bunların önemli bir kısmının mülkiyeti işçilere ya da kooperatiflerin hükmi şahsiyetlerine teksif edilmiştir lakin mülkiyet devri maalesef yerel şartlara tabidir. Bilenler bilir lakin yine de yazayım; bu kabil konutların adları başta Fransa’da “HLM”, Almanya’da “gemeinbau”, İsveç’te “Million programme”, İngiltere’de “Council House”, olmak üzere tüm diğer ülkelerde “devlet konutları” ya da “sosyal konutlar” olarak bilinmekte olup mülkiyeti ise neredeyse tamamı genel ya da yerel yönetimlere ait olup garibe, gurebaya ve ne yazık ki yine de onların tahsiste öncelik listelerine istinaden yapılmaktadır. Olması gereken “sosyal konut” anlayışına yine en fazla yaklaşabilenler bunlardır. Sosyal konut mefhumunun ilhamını oluşturan sosyalizmin ilk uygulandığı ülkede ise maalesef, Nikita Kruşcev’e (yerelde Nikita Hroşçov) ithafen “Hruçşovka” adı altında ve 1960’lı yıllar sonrasına kalmıştır. Gerçi öncesinde Stalin döneminde yapılan “Stalinka” adı verilen devasa binalardan oluşan apartman yapıları da vardır… Nazım Hikmet’in bir Avusturya seyahatinde gezdiği Avusturya işçi konutları için SSCB’dekiler ile kıyaslayarak söyledikleri de dönemin SSCB yöneticilerini ziyadesiyle üzmüş ya da kızdırmıştır da…


Şimdi bakıyorum dünyanın her yerinde görünümü farklı içeriği ve bedeli fazlaca değişkenlik göstermeyen konut imalatları ve satışları var ve her birine de ne yazık ki yerel tatlara münasip “sosyal konut” deniliyor. Esasen bunların tamamı yönetimlerin takdir ve tarifine uygun lakin asla ve kat’a doğru olmayan uygulamalardır. İster kooperatif ister direk kamu marifeti ile imal edilip kafalarına göre oluşturulan ihtiyaç sahipleri listelerine istinaden bedeli mukabili mülkiyet devri yapılsın, tarif “ucuz konut” ya da görece “ucuz konut” olmanın ötesine geçemiyor. Necmettin Erbakan’ın “pansuman tedbirler” sözü bu abuk subuk işler içinde çok münasip bir tariftir bana göre… Statü ve isim, konutun imal ve temin şekli üzerinden olmaz lakin tahsis ve kullanım şeklinden oluşur.  


Günümüzde artık yaşanabilir ve yeterli esasen de sınırsız ve sorumsuz süreli olarak her aileye ya da aile kurmak isteyenlere ya da yalnız yaşamak isteyenlere bila bedel ya da sembolik ücretli konut tahsis edemiyorsanız, konuya ilişkin kelam edilmesinin bile ayıp sayılması hatta mümkünse de üzerine konuşulmaması kanuni mecburiyete tabi olması gereken bir durumdur, bence… Yoksa gerisi “çene suyuna pilav” tadındadır. 

Gelin size bakın konu nasıl çözülürmüş anlatayım da kafalar hem sosyolojik hem metodolojik hem de ideolojik olarak pırıl pırıl olsun. Son derece basit, kolay anlaşılır ve de lafı dolandırmadan… Basacaksın parayı Devlet adına tespit edilen ihtiyaç miktarı kadar farklı kategorilerde ev sahibi olacaksın ve ihtiyaç sahiplerine bila bedel tahsis edeceksin. Hem de, öyle gak guk etmeden, başta büyük şehirler olmak üzere sırası ile ilçeler, kasabalar hatta köyler nüfus hesabı yapılarak meydana çıkacak münasip pursantaj üzerinden tespit edilen miktar kadar konut behemehâl üretilmeli. Yapılabilir mi, kim yapabilir gibi sorular ilk akla gelenlerdir, evet yapılabilir evet bütçe zor değil, evet sadece niyet ve azim gereklidir. Lakin kamu kurum lojmanlarını babalar gibi satma zihniyetinin bunu yapma niyeti yoktur esasen de olmaz ve de olamaz bu da kendi naturasına aykırıdır. Ne zaman “devlet size iş vermeye mecbur mu?” sorusuna gönül bolluğunca akıl derinliğince ve de kocaman “evet” cevabı veren insanlar olacağız, işte o zaman barınma krizi diye bir derdi olmayacaktır dünyanın…   

Öyle TOKİ’ye konut yaptırıp ucuza satıyorum işini de kimler makul, anlaşılır ve kabul edilebilir görür bu manada bilemem. Aaa TOKİ marifeti ile konut üretip vatandaşa satılması da caiz midir derseniz, hiçbir itirazım olmaz ama bunlar zinhar sosyal konut olmaz. Hele kooperatiflere de arsa tahsis edip üyelerin kendi paraları ile inşaat yapmalarına bazı kalemlerde KDV ve vergi muafiyetleri yapılıyor olması da caizdir ama bu da zinhar sosyal konut değildir. Bu yolla da devlet asla ve kat’a sosyal devlet olmaz…

Öyle hem kapitalizmin babası gibi davranıp hem de ev sahipleri üzerinden sosyal devlet görünümü vermek olsa olsa Mercedes görünümlü Murat 124 gibi bir şey olur. Öyle başkasının kesesinden somun pehlivanlığı günü kurtarma adına sevimli görünebilir ama kazın ayağı öyle değildir. Esasen de ayağı öyle kaz da dünyaya gelmemiştir. Gelenler de binicileri ile birlikte suyun karşı tarafına geçmiştir. Bu durum devekuşu durumudur, popülizm adına kuş olurken, temsil edilen sistem adına deve olunur, sosyalizmden alacaksın parlak kelamı içini kapitalizmin melanetleri ile doldurup piyasaya süreceksin, de git lan derler adama…

Esasen bu yaşananlar da konut krizi felan da değildir, bal gibi barınma krizidir. Aaa bu sadece Canım Yurdumun yüz yüze geldiği bir durum mudur? Zinhar, 1991 de SSCB’nin dağılması ile birlikte o güne kadar hiç bu konularla en azından bu kadar sıkışmamış olsa da şimdilerde ciddi ciddi barınma krizi baş göstermiştir, başta Almanya, Danimarka, İsveç, Fransa, Hollanda gibi ülkeler olmak üzere tüm kapitalist dünyada da… Bakılmasın o mağrur ve nobran ABD tavrına, unutulmasın ki dünyanın en fazla evsizini ve yoksulunu barındırmaktadır kendileri. Sorun kapitalizmin yapısal olarak sosyalleşemeyecek olmasıdır ve kapitalizmin babalarının böyle niyetlerinin olmamasıdır. Esasen de kapitalizm budur. Geniş yoksul ve yoksun kitleler ve mutlu azınlık… Ara sıra somun pehlivanlığı kabilinden eldeki sınırsız ve kontrolsüz güç ile de zapt-u rapt…  

Cumartesi, Ağustos 20, 2022

DELİ TURAN (BATAN)

 

Turan Büyüğümüz; kapı komşumuz, hatırladığım hali ile sahip olduğu tüm “ebanileri” baş ve boynuna bağlaması alametifarikasını oluşturan, elinde ve zaman zaman da omuzuna atılı vaziyette kürek sapı ile kazma sapı ortalaması sopası, bel ve ayak rahatsızlığına bağlı engelli hali ile her iki yönde de dikeyliğini yitirmiş şekli ile aksayarak ve ayağını ciddi manada sürüyerek yürüyen, esasen de tüm Çeşme’nin “Deli” lakabı ile andığı nevi şahsına münhasır biri idi. Son dönemlerinde artık bakımsızlıktan deyim yerinde ise tel tel dökülen yine deyim yerinde ise minare yıkılmış ama mihrap yerinde tadında esasen de muhteşem Bağdadi ev örneği oluşturan ve babadan kalma bir evde yaşadı. Ev bizim sokağın, benzer diğer evlerinin tüm özelliklerini taşıyan bir ev olarak ve yine aklımda ve hatırımda bugünlere kadar taşıyabildiğim kadarı ile pencere ve kapılarının muhteşem ahşap işlemeli halleridir. Bu kısa ve dar sokak aynı zamanda Ovacık Köy bağlantı yolu idi ve yaklaşık 6 ya da 7 adet mezkûr yapı tarzı oldukça büyük bahçeler içinde yer alır idi. Sonradan taşıma ve inşai kolaylıklarına bağlı olsa gerek ki aralara nüfus artışına da bağlı oluşan ihtiyaca binaen yeni taş evler inşa edilmiş. “Turan’ın Evi” 1. tarz inşa edilmişlerden olup evvelki dönemi bilenler için de zenginlere has evler kategorisinden olduğu derhal anlaşılmakta idi. Ben bilmiyor olsam da, nakledilenlere bakılır ya da inanılır ise, Turan’ın babası dönemin namlı zenginlerindendir, o kadar zengindir ki rivayete istinaden sigarasını bile lambada tutuşturduğu kâğıt banknotlarla yaktığı vakıadır. Yakmış mıdır yakmamış mıdır, bilinmez ama muhtemel kastı mahsusa sınırsız maddi imkânların tebarüzüdür. Sonradan düşülen fakru zaruretinde mezkûr tevatüre müstenit, sıkça söylenmektedir. Ancak, bilinen o ki, Baba Hakkı Batan Çeşme ve Alaçatı’nın en zenginlerindendir, 1930’lu yılların Türkiye’sini düşünelim, 4 adet kamyon ve akaryakıt tankeri, Alaçatı’nın şimdiki merkezinde kalan, Atatürk ve İsmet İnönü heykellerinin yer aldığı bölümde, bugünün grosmarket diye tanımlanan marketlerine muadil ve iğneden ipliğe, gazdan şekere dönem itibari ile akla ne geliyorsa satılan marketi, market üstünden başlayan ta şimdi artık bulunmayan değirmenlere kadar dayanan ev dizisi sahibi birisidir. Market ve akaryakıt işinde Reşat Akbaykal’ın dedesi Reşat Efendi ile birlikte ortaktır. Hakkı Batan’ın ilk eşi Nevrez Hanımdan oğlu, Turan Batan, yazımın başlığındaki muhteremdir. İlk eşin vefatı ile 2. Eş Şefika Hanımdan da, Nevin, Orhan Gazi, Burhan, Kayıhan isimlerinde çocuklar dünyaya gelir, Turan’a üvey kardeş olarak… Kapitalizmin en büyük buhranı yaşanmaktadır mezkûr dönemde, Burhan isimli çocuğun ismi mezkûr buhrandan mülhemdir, diye nakledilir. Yine tarafıma Reşat Abimiz (Akbaykal) tarafından nakledilen bu değerli bilgileri ilaveten, akaryakıt tankerinde Çeşme’ye doğru seyahat halindeki tankerde bulunan Hakkı Batan, tankerin arkasındaki kırmızı bayrakların sabahın erken saatlerinde arkadan gelen güneş ile parlar vaziyette görünmesine istinaden, Hakkı Efendinin aynadan gördüğü manzara karşısında paniğe kapılıp, tanker yanıyor vehmiyle, araçtan atlaması neticesinde büyük bir felaket yaşanır, çok büyük torpil ve mali güce rağmen adeta tuz buz hale gelen özellikle kafa kemikleri ancak dönemin şartları çerçevesinde haricen platin bir çerçeve ile stabilize edilir, lakin artık akli melekeler yitirilmiştir. Dönemin şartlarında tüm alacaklar akıl defterinde kayıtlı olunca, kayıt da silinince, haliyle alacak kalmıyor, tahsilat sıfır ve dünyanın da kapitalist buhranının da etkisi ile kaçınılmaz son tecelli eder, iflas. Hayatın son demleri artık, su tenekeleri ile evlere su taşınması ile geçer. Sıkıntı ve fakru zaruret ile hayat nihayetlenir.

Turan Büyüğümüz, doğduğu gün babasının sevinci nedeni ile deve kesilerek duyurulur dosta düşmana ve maalesef doğuştan engellidir ve aklı meleke kullanımındaki engele mi yoksa taammüde istinaden mi bilemiyorum lakin dönemin Çeşme Belediye yönetimleri tarafından adeta başıboş ve saldırgan hayvan ve de özellikle köpeklere yönelik adeta bir itlaf makinesi gibi idi. Onun bu faaliyetlerine yönelik akılda çok olumlu şeyler kalmamış ise de bu manadaki konuyu fazla uzatmanın lüzumu da yoktur. Ama bundan azıcık da olsa bahsedilmeme hali, kendisini hatırlama ve hatırlatma konusunda eksik kalınmış olacağı korkusunu oluşturmaktadır, bende. Son döneminde şimdiki restore edilen kervansarayın hemen yan sokağındaki hatta azıcıkta içinde olmak kaydıyla inşa edilmiş tuvaletinde başta temizlik yapma gibi bir sorumluluk ve görevi de vardı. Yine hatırladığım kadarı ile temizlik denilen şey de ara sıra elindeki koca metal kova ile boca edilen su idi. Dönemin beklenti ve anlayışına mütenasip iş tarifi, görev tarifi bu olsa gerektir. O tuvaletin hemen yanındaki yine Kervansaray Duvarlarındaki deliklere gizli gizli içtiğimiz sigaraları zulaladığımızı da hatırlıyorum şimdilerde.

Turan büyüğümüz, nereden ve nasıl edindiğini o günlerde hemen hemen hiç düşünmediğimiz renk ve büyüklük açısından olabildiğince fazla cins ve miktarda “ebani” sahibidir ve bunların her birisi tek tek ve üst üste özenli ve düzenli bir biçimde bağlar idi. Hatta o kadar özenli ve düzenlidir ki, ebanilerin baştan kayması ya da gevşemesi halinde bir kadın özeni ile yeniden ve tekrar tek tek bağlamış olmasını şimdi bile hatırlıyorum. Ama enteresan olan, şimdilerde gayet kolay bulunan lakin o dönemde hiç de kolay olmayan ebani temin işi hem de miktarsal olarak bu düzeyde nasıl çözülüyordu bilemiyorum, belki de gayri resmi ya da yarı resmi işvereni Çeşme Belediyesi devrede idi. Kat kat ebani hem de bugünkü tesettür erbabını ziyadesiyle kıskandıracağını zannettiğim boyutta ve sahip olunanların tamamının bağlanması nedeni ile işitme kaybı hatta görüş açısı azalması hemen fark edilir idi. 

Şimdi akranlarım ya da biraz büyüklerime sorulsa Turan Büyüğümüz hemen akla “Deli Turan” namı ile gelecektir. Hem kapı komşumuz olması hem de komşuluk hatırına binaen babamın isteği hatta talimatı üzerine mutfak faaliyetlerimizin onunda hizmetine, evine götürme şeklinde açılmış olması hasebiyle sürekli olmasa da kısa kapı önü sohbetlerimiz olur idi. Geçen hafta deli ve delilik üstüne yazdığım yazımda da belirttiğim üzere, kimin akıllı kimin deli olduğunun birbirine karıştığı mezkûr dönemde tıpkı şimdiki gibi, ben Turan’ın deli olmadığına yemin edebilecek kadar da izlenim sahibi olurdum. Hani zaman zaman normal kabul edilmeyecek davranışlar gösterir idi, şüphesiz. Ama kâh kendisini kızdıran ileri muzip çocuklara kâh anlaşılmaz biçimde bazı büyüklere bazen de elindeki kazma kürek sapı arası sopası ile hücum ettiğine de tanıklık etmişimdir. Mesela, şimdi neden ve nasıl olduğunu hatırlamadığım bir şekilde anneanneme birinin bir şey demesinden ve de Turan’ın bunu yanlış anlamasından ötürü ona inanılmaz bir taarruz edişi vardı ki, asla ve kat’a tarifleyemem, o komşusunun annesini ya da akranının (dayımın) annesini koruma güdüsünü idi galiba…

Turan Büyüğümüz, kimilerine göre gazete kâğıtları üzerine def-i hacet eyler ve bunları pencereden istisnasız sokağa fırlatır, kimilerine göre de dönem itibari ile merkeze gelen Ovacık Köylülerine ve de özellikle de kızdıklarına fırlatırdı, artık neydi gerekçe bilemiyorum lakin sokağın rivayet edilen 17. Yüzyıl Paris sokaklarına benzediğine tanıklığım vardır.

Bu vesile ile kendisini saygı ve hürmet ile yâd ediyorum. Nurlar içinde olsun, Sokağımızın delisi ve Çeşmelilerin hiç de az olmayan delilerinden Turan Batan büyüğümüz.

 

Pazar, Ağustos 14, 2022

DELİDİR NE YAPSA YERİDİR

Deli kimdir? Deli nasıl olunur? Kimler deli olabilir? Deliler neden deli olmuşlardır? Deli olmanın ya da sayılmanın kriterleri var mıdır? Varsa nelerdir?  Deli olmak için insan olmak gerek midir? Doğada insandan başka deli var mıdır? İnsani delilik olur da hayvani delilik olmaz mı? Olmaz ise Deli Dana nasıl izah edilecektir?

Şimdi; sadece akli dengesi bozulmuş insanlara mı deli denilmektedir? Akli dengenin bozukluğu hangi referanslara göre tespit edilecektir?  Nedir deli, nedir delilik? Akla gelen ilk anlamı akli dengesi bozulmuş olandır, deli. Bunun dışında; deli, azgın, coşkun; davranışları aşırı ve taşkın olan kimse, çılgın ve çok cesaretli kimse anlamları da kazanmıştır bana göre zamanla. Deli olma durumuna, kestirmeden delilik diyoruz. Oysa ciddi bir feylesofya gerektirir, detaylı ve anlamlı hatta tutarlı bir izahat için. 

Peki; “deliler gibi sevmek” deyimi niçin kullanılır… Bir delinin sevmesini ifade etmek için mi? Deli, kabule göre akıllı adam işi olan sevmenin, neresindedir? Akıllı gibi sevmek gibi bir deyim olmamasına rağmen neden deli gibi sevmek vardır? Dedik ya, azgın, aşkın, taşkın, coşkun, aşırı, ileri derecede, ziyadesiyle fazla, orantısız, hatta çılgın anlamları da vardır bu yakıştırma ve yaklaşımların. Deli gibi sevmek, deli gibi koşmak, deli gibi kaçmak, deli gibi özlemek, deli gibi aramak, deli gibi sormak, deli gibi üşümek, deli gibi yağmak, deli gibi acıkmak, deli gibi öksürmek, vs gibi akıllıların eylem ve edimlerini tarife yönelik “deli gibi” öneki kullanılır,  delilik sıra dışı ise eğer istenmeyen bir şey ise eğer, neden böylesine yaygın kullanılır… Enteresan… Peki, deli diye nitelenen grup içerisinde de akıllıları hedef tutarak, “akıllı gibi …” diye deyimler kullanılır mı? Vs vs…

Kime deli, kime akıllı diyeceğiz? Biraz karışık bir durum özelikle günümüzde? Bu karışıklığı ve ayrımı daha da zorlaştıracak bir fıkra ile devam edelim, dedim konuya… Görevli Doktor, tedavi gördükleri hastanede, bahçeye çıkan delilerin bahçe duvarındaki küçük bir delikten, hiç bıkmadan, yorulmadan ve de her gün sırayla ve uzun uzun baktıklarını görür, neye baktıklarını merak eder. Yanındakilere sorar ama öğrenemez. Hemen ertesi gün delilerin yanına bahçeye gider, nereye bakıyorsunuz? Ne var orada? Bir de ben bakayım, çekilin bir kenara, der. O da; uzun uzun deliğe göz dayayıp bakar, lakin bir şey göremez, haliyle. Döner delilere, “Ne var da, bu delikten bakıyorsunuz. Ben hiç bir şey göremedim” diye sorar. Delilerin biri hemen atılır, “Dur hele, sen deli misin? Biz kaç zamandır bakıyoruz, bir şey göremedik de, sen gelip hemen bir bakışta bir şey göreceksin”… Yapılan işlere bakarsanız deli kimdir belli lakin verilen cevaba bakarsanız da akıllı kimdir biraz karışık sanki… Belki de her deli akıllıdır ya da başka bir deyişle her akıllı delidir. Bilmek ve kıymetlendirmek gerçekten zor tıpkı Temel’in nehrin karşısındakine, “karşıya nasıl geçerim” sorusuna “sen zaten karşıdasın” cevabı aldığı olaydaki gibi…

Evet; geldiğimiz nokta itibari ile kim deli, kim akıllı, birbirine karışmış… Akıllının dünyasına deli, delinin dünyasına akıllı girebiliyor mu? Ya da delinin oyun alanının bir kısmı akıllıya, akıllının oyun alanının bir kısmı deliye mi aittir. Yoksa herkes kendi alanında mı oynuyor? Hani vardır ya matematikteki kümeler hesabı benzeri midir? Kesişme alanlarının büyüklükleri nasıl belirleniyor ya da tespit ediliyor…

Akıllara hemen, Cevat Fehmi Başkut’un “Buzlar Çözülmeden” tiyatro oyunu ve onun sinema uyarlaması, başrollerini de Kemal Sunal’ın ve Yavuzer Çetinkaya’nın oynadığı yönetmenliğini de Kartal Tibet’in yaptığı “Deli Deli Küpeli” filmi geliyor. Müthiş diyalogların olduğu bir film, sözde Hâkim de deli Kaymakam da deli… Gel gör ki 40 akıllının yap(a)madığı işleri gayet kolay ve delice çözerler. İşte benim de sevdiğim bir diyalog… Akıllı adamın cesaret edebileceği şeyler midir, diyalog kapsamı…

-       -Ticaret özgürlüğü var. İster satar, ister satmaz.

-   -Ben öyle özgürlüğün anasını, avradını... Halkı kazıklamak diye bir özgürlük hangi kitapta var?

-     -Bu ülkede kanun var.

-  -Namuslu adamlar korunsun diye kanun var. Kanun namussuzu koruyacaksa o kanunu kaldırıyorum.

-     - eeeğğhh mahkeme?

-     -Onu da kaldırdım.

-     -Yapamazsın.

-    -Yaparım. Halkın acısını dindirmek için yapamayacağım şey yoktur. İcap ederse canımı bile veririm.

Sonuç itibari ile “delidir ne yapsa yeridir” deyip, gülüp geçilecek midir?

Adana’da karşısındakine kızan insanın “dellendirme beni be” diye seslenmesinin ne manaya geldiğini, bu açıdan bakınca anlamakta çok kolay olmuyor. Acaba, bak ben akıllı biriyim, beni delirtme manasında mı? Kullanılır, yoksa başka manada mı? Evet, dellendirmeyin bizi… Biz akıllıyız, bize deli muamelesi yapmayın, yoksa gerçek manada deliririz. İşte o zaman durum, “deli deliyi görünce sopasını saklarmış” durumu olur…

Bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış, derler. Bir akıllının kuyuya attığı taşı kırk deli çıkarabilir mi? Burada çok ciddi bir ironi yok mudur? Yani kuyu ve taş bir metafor olmanın ötesinde bir şey değildir, değil mi? Öyleyse, bu metafor tebarüzü gereği, deli öylesine komplike işler yapar ki kırk akıllı bir araya gelse çözemez, şeklinde değerlendirilemez mi? Yani bir manada halkımız bir deliye kırk akıllı payesi bahşetmiyor mu?


Son kelam da babam “Tito Yaşar’dan”, delileri tasnif ederken şu anda belki hepsini mütekamilen hatırlayamayacağım bir ahenk ve düzen içinde “deli, küpeli deli, hır deli, hırhır deli, hınzır deli, zincirli deli” gibi devam eden bir söz tekrarlar idi. Yani ve özetle “zincirli delinin” yanında “hır deli” akıllı sayılır tebarüzü manasında… Gel çık bu işin içinden… Bu haftada biraz haddimi aşarak böylesine bir Feylesofya yaptım, affola…