Cuma, Şubat 10, 2012

ANNEANNEM HACER KARAGÖZ

Anadolu; etrafında yer alan coğrafyada yaşayan kavimlerin birinden diğerine gönüllü ya da zorunlu göç etmesi ya da ettirilmesinin kapısı olmuştur tarih boyunca, anne tarafından büyüklerim bahse konu göçlerden olan, kimilerinin büyük kopuş, büyük ayrılık, kimilerinin ölümüne özlem diye andıkları “Büyük Mübadele” ile Selanik ve karaferya’dan gelmişler. Bilindiği üzere; Türkiye ile Yunanistan arasında, 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan anlaşmadaki “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının” değişimini öngören amir hüküm gereği 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, zorunlu nüfus mübadelesine girişilecektir ve yaklaşık 350.000 Yunanistan’da yerleşik Müslüman ile 1.000.000 Anadolu’da yerleşik Ortodoks, yaklaşık 2 yıllık bir sürede büyük acılar yaşanarak, açlık, sefalet, salgın hastalıklar ve kayıplar verilerek tamamlanacaktır. Bu kabil büyük çaplı nüfus hareketlerinde, taşımacılığa ve ulaştırmaya yönelik dönemin teknolojik koşulları da düşünüldüğünde, değişimin uzun zaman alacağından bahse konu 2 yıllık süreç içerisinde doğaldır ki, Anadolu’da mübadeleyi bekleyen Ortodokslar ile Müslümanlar, Batı Trakya’da mübadeleyi bekleyen Müslümanlar ile Ortodoks Rumlar bir arada aynı evleri paylaşarak bir anlamda kader birliği ederek, birlikte yaşamışlar, konu ile ilgili detaylı bilgileri mübadiller vakfı ile yaptığım “ata toprakları ziyaret”inde yaşayanların torunlarından bizzat dinleyerek öğrenmiş idim.

Bazı kaynaklara göre, bu gün Türkiye nüfusunun yaklaşık %5’i, “Büyük mübadele” geçmişi olan insanlar ve onların çocuklarından ya da torunlarından oluştuğu söylenmektedir. Mübadillerin Müslümanları Anadolu’da, Ortodoksları ise Yunanistan’da yerleştirildikleri yerlere, Yunanistan ve Türkiye’deki köylerinin, kentlerinin adını koymuşlardır, özlemlerine değer vererek hatta bugün mübadillerin yaşadıkları kentlerdeki mezarlıklarda kısa bir gözlem yaparsanız, mezar taşlarında bu özlemin büyüklüğüne binaen neler yazdığını görürsünüz.

Karşılıklı mübadillerin karşılaştığı en önemli sorun konuşulan dil idi ve Anadolu Rumlarının anadili Türkçe, Yunanistan´da yaşayan Türkler´in anadili ise Rumcaydı. Yerleştikleri bölgelerde; Rumların Türkçe’den başka dil bilmemeleri, Türklerin ise Rumca’dan başka dil bilmiyor olmaları nedeniyle, yerleştikleri yerlerdeki yerel insanlarla bir türlü anlaşamıyorlardı. Yerli Yunan halkı, Anadolu´dan gelen Rumlara “Siz ne biçim Rumsunuz! Rumca bilmiyorsunuz! Siz Rum değil, Türk tohumusunuz!” diyerek aşağılıyorken, Anadolu´ya gelen yeterince Türkçe bilmeyen mübadil Türklere yerli Türk halkı da: “Siz ne biçim Türksünüz? Doğru düzgün Türkçe bilmiyorsunuz. Siz Yunan tohumusunuz!” diyerek aşağıladı, ezdi, hakir gördü ve horladı hatta o kadar ki yerli Türklerle mübadiller uzun yıllar birbirlerinden kız alıp vermemiş, tüm bu aşağılama, horlama ve ortak bir dili konuşamama Rum ve Türk mübadilleri ruhsal olarak çökertmiştir. Muhacir olanlar yerliler tarafından sürekli “macir” denilerek tahkir edilmişlerdir, bu durum 70 li yılların ortalarına kadar devam etti ne yazık ki, toplumda ayrımcılığın ayıplandığı bir ortam yaratılması için yoğun çaba gösteren devrimci gençler tarafından büyük ölçüde kırılabilmiştir ancak.

Müslüman Türk ve Ortodoks Rum mübadillerinin, zorunlu bırakıp geldikleri evleri, toprakları karşılıklı ziyaret etmeleri yaklaşık 50 yıllık süreyle hukuken değilse bile fiilen yasaklanmıştı. Yasak, sonraları yumuşayan iklime bağlı olarak tedricen azalarak karşılıklı turist kafileleriyle 1920´lerde zorla koparıldıkları topraklarını, evlerini görmeye koşarak geliyorlardı. Ancak 1. kuşak mübadillerin önemli bir kısmı zorla koparıldıkları topraklarını çok arzulamalarına rağmen bir daha göremeden ölüp gittiler ki bunlardan birisi de Anneannem Hacer Karagöz’dür.

Mezkûr dönemde Paris diye anılan Çeşme Çiftlik köyüne yerleşen; Annenim baba tarafı, 23.Ekim.2011 tarihinde http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/ adlı bloğumda “ÇOCUKLUĞUMUN YAZLARININ GEÇTİĞİ EV” başlıklı yazımda bahsettiğim müthiş eve yerleşmişler ve dedem Ahmet Karagöz, o sıralarda yine aynı köye yerleşen ve büyüklerini ölüm nedeniyle kaybeden ve diğer büyüklerinin koruması altında bulunan ve henüz 15 yaşında olan Anneannem Hacer Karagöz ile evlendirilmiştir. Dedemi maalesef tanıyamadım ama 5 çocuk yetiştirmiş Anneannem ile gençlik yıllarımın sonuna kadar çok sıkı bir birliktelik yaşamış ve kendisini ve hayat hikâyesini tüm detayları ile ağzından dinlemiş ve inanılmaz büyülü bir hikâyeler dizisi olarakta halen hatırlamaktayım.

"Batı Trakya Bağımsız Hükûmetinin” kurulması ve yaklaşık 2 aylık ömrü sırasında, görev üstlenmiş Anneannemin büyük kardeşi Mustafa’nın (gerçi annem Mehmet diye anımsıyor) 2 ay sonra Bulgar işgali sonrasında hapis hayatı ve ölümü konusundaki anlatımları, kahramanları seven biz çocuklar açısından tekrar tekrar anlatılması istenen anılarının başında gelmekteydi.

Ömrü boyunca Ferace adı verilen uzun kollu, yakasız, bol ve siyah renkte, şimdilerde insanların kullandığını görmediğim üstlükle görmeye alışmıştık kendisini, bilahare artık kullanılmaması ya da bulunamaması nedeni ile geçilen manto döneminde ise sürekli giydiği mantoyu yadırgar görüntüsü verirdi, benim şirin, tatlı dilli ve güzel anneannem.

Bizlere kızdığı zaman ağzından çıkan en ağır sözün “kâfirin eniği” olmasına rağmen bunu söylerken kızıp kızmadığını daha doğru anlatımla da kızma mı, şaka ile takılmamı olduğuna bugün bile hala karar verememiş olduğum şirin Anneannem ile dağarcığıma giren bir sözcük daha vardır, “Kuşluk yemeği”, sabah kahvaltısı ile öğlen yemeği arasında yenilen yemek ki bugün artık “brunch” adı altında daha da geliştirilmiş ve öğlen yemeği ile birleştirilmiştir.

Hele anılarımın arasında bir tanesi vardır ki, her sabah çok erken saatlerde yaprakları kırılarak dizilmek üzere eve getirilmiş tütün yaprakları ile dolu keletirlerin (İki kulplu küfe biçiminde büyük boy sepet) etrafına toplanmış ve tütün yapraklarını dizerken, Almancılardan hediye edilmesiyle sahip olunan küçük kasetli bir teyp aracılığı ile kendisinin çok severek söylediği “kadifeden kesesi kahveden gelir sesi” adlı türküyü bir kez daha söylettirip kayıt etmiş ve bilahare de kendisine dinlettiğimde, ilk önce sanki hayalet görmüşcesine bir görüntü vererek ve biz çocukların katıla katıla gülmemiz üzerine de ketenpereye getirildiğini anlayıp, bir taraftan gülerken diğer taraftan eline aldığı kargı (dizilen tütünlerin asıldığı kamış) ile vurmaya çalışması bugün bile hatırladığımda güldüğüm bir yaşanmışlıktır.

Karaferya’nın başta elmaları olmak üzere diğer tüm meyvelerinden büyük bir hayranlıkla bahsederken hep kendisini birgün oralara götüreceğim hayalini kurar ve bunu kendisine de söylediğimde de sanki yüreğinin derinliklerinden gelen bir sesle; “inşallah çocuğum inşallah” derdi.

Ne yazık ki; kendisine verdiğim bu sözü ömrünün yetmemesi nedeniyle de yerine getirememiş olmak bugün de yüreğimi acıtmakta olup, koparıldığı topraklara kendisini değil ama kızını götürüp yokluğunda anı tazelemenin de gururunu yaşamaktayım. Toprağın bol olsun güzel, şirin ve tatlı dilli anneannem…

3 yorum:

Lem-Tanga dedi ki...

Sn Çilek
Yazınızı çok keyifle okudum.Bir an Sait Faiğin hikayelerindeki güzel insanlar aklıma geldi.İnsan olan insanlar.Tat veren,renk veren,huzur veren insanlar.
Sevgiler

Mesut ÖZÇELİK dedi ki...

Kıskandırıyorsun vallahi. Bu güzel anıları kağıda dökme maharetini gösteriyorsun ya imreniyorum vallahi. ben de Anneannemi ve Babaannemi yazacağım

Adsız dedi ki...

bu kadar muhteşem bir geçmiş ancak bu kadar güzel bir dille anlatılabilirdi... yine muhteşem bir iş çıkarmışsınız... tebrikler